PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Sorularla İslâm'da Ticaret Ahlakı


seva
08.05.2008, 14:18
Sorularla İslâm'da Ticaret Ahlakı
Prof. Dr. Hamdi Döndüren

Ticaretin ruhu, doğruluk, emniyet, yaşanan devri idrak, müşteriye
karşı fevkalâde nazik ve terbiyeli davranmaktır. Bu hususların birinde
kusur eden, ticaretin ruhunu hırpalamış, dolayısıyla da kendi kazanç
yollarını tıkamış olur.


Ticaretin esası alış-verişe, girişimciliğe ve sermaye kullanımına
dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Mallarınızı
aranızda batıl yollarla yemeyiniz. Ancak, karşılıklı rızaya dayanan
ticaret bunun dışındadır." (Nisâ Sûresi, 4/29) "Allah alış-verişi
helâl, faizi haram kılmıştır." (Bakara Sûresi, 2/275) "Ey iman
edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah'ı anmaya
(namaza) koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için
daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın
fazlından rızkınızı arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz."
(Cuma sûresi, 62/9-10)


Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları da
şöyledir: "Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın
gölgesi altındadır." (İbn Mâce, Ticârât 1) "Bir kimse, gıda
maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara
ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır." (İbn Mâce,
Ruhûn 16) "Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve
yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği
sadakalarınızla telafi ediniz!" (Ebu Davud, Büyû 1) "Dürüst, sözüne ve
işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir."
(Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)


Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ticarette ortaklıklarla
ilgili olarak da çeşitli tavsiyeleri olmuştur. Bu konuda Kur'ân'da
genel etik ölçüler verilmekle yetinilir. "Doğrusu, ortakların çoğu
birbirinin haklarına tecavüz ederler. Ancak iman eden ve iyi işler
yapanlar bunun dışındadır. Bunların sayısı ne kadar da azdır!" (Sâd
Sûresi, 38/24) Başka bir âyette, miras malında ortaklıktan şöyle söz
edilir: "Eğer ana bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla
ise onlar, (miras malının) üçte birinde ortaktırlar." (Nisâ Sûresi,
4/12) Ebû Hüreyre'nin naklettiği kudsî bir hadiste şöyle buyurulur:
"İki ortak birbirine hıyanet etmediği sürece, üçüncüsü benim. Eğer
onlar birbirine hıyanet ederlerse ben aralarından çekilirim." (Ebu
Davud, Büyû 26) Yine hadislerde şöyle buyurulmuştur: "Allah'ın kudret
eli, ortaklar birbirine hıyânet etmediği sürece, onların üzerindedir."
(Ebu Davud, Büyû 26), "Kârın paylaşılması, ortakların serbestçe
belirlediği şartlara göre olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına
göredir." (İbn Mâce, Ticârât 63)


Hz. Peygamber (s.a.s)'in ticarî ve iktisadî hayatla ilgili birçok söz,
fiil ve takrirleri vardır. Nitekim Allah'ın Elçisine en üstün kazancın
hangisi olduğu sorulunca şöyle cevap vermiştir: "Kişinin elinin emeği
ve mebrûr alış-veriştir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/466) Bu da,
yalan yere yemin ve aldatma karışmayan alış-verişi ifade eder.


Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi de
alış-veriş yapmış, borçlanmış, rehin vermiş, ortaklık yapmıştır. O,
insanlar çeşitli ticaret muameleleri yaparlarken peygamber olmuş ve
onları ticaretten men etmemiş, aksine rızkın onda dokuzunun ticarette
olduğunu bildirmiştir. (Münâvî, Feyzü'l-kadir, 3/220) Ancak ticaret
hayatında haksız kazanca yol açabilen faiz, karaborsacılık, yalan,
hile, gabin1 ve garar2 gibi şeyler yasaklanmış, hak sahibinin hakkını
alabildiği ve haksızlık yapmak isteyenin dışlandığı bir ekonomik
sistem hedeflenmiştir. Sağlıklı bir ticaret için, esnaf ve tüccarın
kendi alanı ile ilgili bilgileri edinmesi veya yakınında her zaman
danışacağı bir uzman bulundurması gerekir. Nitekim Hz. Ömer'in halîfe
olunca böyle bir bilgilenme seferberliği başlattığı görülür. Onun
bütün yöneticilere yayınladığı ilk ticaret genelgesi şöyledir:
"İslâm'a göre, kendi ticaretiyle ilgili hükümleri bilmeyen kimse,
bizim çarşı ve pazarlarımızda alış-veriş yapmasın. Çünkü bilmeme
yüzünden faize düşebilir."


"Kâr miktarı için bir sınır var mıdır?"
Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve
ekonomik hayatın belirli prensiplere göre, kendi tabii kuralları
içinde yürümesi istenmiştir. Piyasanın kendi kuralları içinde ve
İslâmî ölçülere göre yapılan ticarî faaliyetlerde oluşacak kâr meşrû
sayılmıştır. Ancak toplumu aşırı kârla istismar etmek isteyen hırslı
kimselere karşı da gerekli önlemler alınmıştır. Bu tedbirlerle,
serbest rekabet esasının korunması ve insanların temel ihtiyaçlarının
istismarının önlenmesi amaçlanmıştır. Faizin, karaborsacılığın, yalan
ve hilenin yasaklanması, karşılıksız kazanç yollarının kapatılması ve
gerektiğinde narha3 başvurulması bunlar arasında sayılabilir. Buna
göre İslâm'ın, alış-verişlerde çeşitli mallara, yüzde hesabiyle bir
kâr haddi belirlemediği görülür. Genel olarak arz ve talep kanunlarına
bağlı, serbest rekabet esasları içinde oluşacak fiyatlar ölçü
alınmıştır. Allah elçisinin, piyasa fiyatlarına müdahale etmesi ve kâr
sınırlarını belirlemesi için yapılan başvurulara verdiği şu cevap
beşeri ekonomi için de anlamlıdır: "Şüphesiz, fiyatı tayin eden,
darlık ve bolluk veren, rızkı veren Allah'tır. Ben, sizden birinizin
mal ve can konusundaki bir haksızlıktan dolayı, hakkını benden ister
olduğu hâlde Rabb'ime kavuşmak istemem." (Ebu Davud, Büyû 49; Tirmizî,
Büyû 73; İbn Mâce, Ticârât 27) Ancak şunu hemen belirtelim ki, satım
akdinde yüzde üzerinden belirli bir kâr sınırının konulmaması,
satıcının dilediği fiyata satış yapabileceği anlamına gelmez. Yalan
yere yemin, malın ayıbını gizleme, malda bulunmayan niteliklerle malı
övme, mâliyeti yüksek gösterme, mal darlığından yararlanma gibi
yollarla müşteriyi etkileyerek piyasa fiyatının üzerine çıkmalarda
"fâhiş fiyat" söz konusu olur. Burada hakkı olmayan fazlalık satıcıya
meşrû olmaz.


"Fâhiş kâr nedir? Kâr miktarı yüzde kaçtır?"
İslâm'da aldatma, "gabn" terimi ile ifade edilir. Fâhiş ve yesir gabn
olmak üzere ikiye ayrılır. Çok aldatma ve az aldatma demektir. Az
aldatma satım akdine zarar vermez. Çünkü bundan kaçınmak güçtür. Diğer
yandan insanlar küçük fiyat farklarına rıza gösterirler. Fakat piyasa
fiyatının üstüne çok çıkılırsa müşteri, aldatıldığını düşünür ve
fazlalığı satıcıya helâl etmez. Bu yüzden de fahiş fiyat meselesi
ortaya çıkar. Fâhiş fiyat miktarları içtihatla belirlenmiştir.
Hanefîlere göre bilirkişilerin değerlendirme alanı dışında kalan çok
yüksek veya çok düşük fiyatlarda "gabn (aldanma)" söz konusu olur.
Belh fakihlerinden Nusayr ibn Yahya (v. 268/881), satım akdine konu
olan malların, piyasadaki dolaşım hızını ve insanların bu mala olan
ihtiyaçlarını dikkate alarak fâhiş gabni; gayri menkullerde %20,
hayvanlarda %10 ve diğer menkul mallarda ise %5 olarak sınırlamış ve
piyasa fiyatının üstünde veya altında bu oranlar aşılarak yapılacak
satışların fâhiş gabn derecesinde olacağını belirtmiştir. Bu orana
ulaşmayan fazlalıklar da yesir gabn kapsamına girer. Mecelle, 165.
maddesinde bu ölçüleri kanun maddesi hâline getirmiştir. Ancak fâhiş
gabnin, satım akdinin fesih sebebi olabilmesi için, aldatma ile
birlikte bulunması gerekir. Aksi hâlde yalan ve hile olmayınca bir
kimsenin müşteriye vereceği doğru bilgilerle malını dilediği fiyata
satmasına da İslâmî bir engel yoktur. Malikilere göre, malın değerinin
üçte birinden daha fazlasıyla piyasa fiyatının üstüne çıkmak veya
aşağı düşürmek fâhiş fiyattır. Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın uygulaması da bu
şekilde olmuştur.


Kanaatimizce, İslâm'ın aşırı sayılan kârın miktarı konusunda kesin bir
sınır getirmeyişi, nispetlerin tespitini ülke ve beldelerin örflerine
bırakmak içindir. Mezheplerin bu konuda farklı ölçüler getirmesi de
bunu göstermektedir. Diğer yandan peşin satışlarla, vadeli satışları
kendi içinde değerlendirmek gerekir. Çünkü veresiye bir satışta kâr
oranının yüksek tutulduğu bilinmektedir.


Sonuç olarak yalan ve aldatma karıştırarak piyasa fiyatının üzerinde
satış yapan kimse için, bu fazlalık temiz kazanç olmaz. Hak
sahiplerinin helâlleşmesi gerekir. Bu mümkün olmazsa bu gibi
eksiklikler için yoksullara bağış yapmalıdır. Hadiste şöyle buyurulur:
"Ey tüccar topluluğu! Alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça
karışır. Bu eksiklikleri sadakalarınızla telâfi ediniz." (Ebu Davud,
Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)


"Karaborsacılık nedir?"
İnsanların ihtiyacı olan bir malı, sırf pahalanmasını bekleyerek
depolamak ve satışa sunmamaktır. İslâm'da ticaret hayatının serbest
bırakılarak fiyatların serbest rekabet sonucu oluşması asıldır. Bazı
mallar karaborsa için saklanınca piyasada mal darlığı olur ve talep
fazlalığı sebebiyle fiyatlar sun'î olarak yükselmeye başlar.
Karaborsacının gayesi de budur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: "Karaborsacı ne kötü kuldur! Fiyatların
düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyarsa sevinir." (Kâmil
Miras, Tecrid-i Sarih, 6/549) "Bir gıda maddesini 40 gece depolayıp
(ihtiyaç varken) saklayan Allah'tan uzaklaşmış, Allah da onu
kendisinden uzaklaştırmıştır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/33)

sonbahar5803
08.05.2008, 15:33
Hakkıyla işe hile karıştırmadan ticaret yapan kaç kişi vardır bu devirde?

kasparix
08.05.2008, 17:30
Çarşının Yiğitleri

Soru: Bir hadis-i şerifte, doğru ve güvenilir tâcirlerin ötede nebîlerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşredileceği belirtiliyor. Peygamber Efendimiz’in bu müjdesini nasıl anlamalıyız? Alış-veriş, para-pul gibi dünya işleriyle meşgul olan ticaret erbâbının ahirette böyle büyük bir mükafat elde edebilmeleri hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Bazı kimseler, dünyevî hazları terk edip, cismânî meyillere karşı koyma manasına gelen “zühd” mesleğini esas alarak, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalır ve ömür boyu adeta bir perhiz hayatı yaşarlar. Böyleleri, “takvâ” yolunu tutarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı sürekli müstağni ve müstenkif davranırlar. Dünyayı ve dünyevîliği bütün bütün terkederek Cenâb-ı Hakk’a yönelir ve bu teveccühü korumak için dünya işleriyle meşgul olmamaya, hatta kalabalıklardan bile kaçmaya ve bir çeşit halvet yaşamaya çalışırlar. Bunlar, ulaşmaları gerekli olan Zât’a ancak mâsivâyı terketmek suretiyle ulaşabileceklerine inanırlar. Böyle olunca da, alış-veriş, çarşı-pazar, para-pul gibi dünyayı hatırlatan şeyleri Mevlâ-yı Müteâl ile kendi aralarına girebilecek birer engel gibi görürler; kalb ve ruh selametini bu dünyalıklardan kaçmada ve bir kenarda ibadete koyulmada ararlar. Dolayısıyla, ticarete de sıcak bakmaz ve elden geldiğince ondan uzak dururlar.

Aslında, bir insanın zühdü tercih etmesinde ve hayatını zâhidâne bir çizgide götürmesinde bir mahzur yoktur. Bilakis, lüks hayatın, rahat ve rehavetin tehdit edici yanları vardır. Nitekim, Cenâb-ı Hak, “Herhangi bir beldeyi imha etmek istediğimizde oranın lüks içinde yaşayan şımarıklarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar dinlemez, fısk-u fücura devam ederler. Bu sebeple, o belde hakkında cezalandırma hükmü kesinleşir. Biz de orayı yerle bir ederiz.” (İsrâ, 17/16) buyurmaktadır. Demek ki, lükse alışmış, sefâhate düşmüş, keyif sürmeye müptela, hayvaniyet ve cismaniyet hapsinde mahkum kimselerin varlığı, içinde bulundukları toplum için bir sebeb-i felakettir. Çünkü, onlar sadece son model arabalar, yatlar, villalar ve yalılar hayal etmek, bunlara sahip olmak ve zevkten zevke koşmaktan başka bir şey yapmazlar. Hatta cismanî ve hayvânî zevklerini tatmin yolunda vicdana zarar olmadık tavizler verirler. Tabii, böylelerinin milleti ve ülke menfaatlerini düşünmeleri de mümkün değildir. O mevzuda söyledikleri sözlerin tamamı -bağışlayın- yalanın daniskasıdır. Ömrünü, yeme, içme, eğlenme ve sonra da yan gelip kulağı üzerine yatma gel-gitleri arasında berbat eden kimselerin “millet, vatan, ülke, ülkü, bayrak” ihtiva eden sözleri sadece koca birer yalandan ibarettir.

Esâretimizin Sebeplerinden Biri

Evet, insan şahsı adına zâhidâne bir hayatı tercih edebilir; kût-u lâyemûtu (hayatını devam ettirecek, belini dik tutacak kadar bir yiyeceği) ve eski-püskü, yamalı bir hırkayı kâfi görebilir. Nitekim, bu anlayışı meslek edinen insanlar da olmuştur. Dahası, böyle bir hayat felsefesi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bazı ifadelerine de dayandırılabilir. Mesela, Beyan Sultanı, “Dünyada bir garip, yahut bir yolcu gibi ol, nefsini kabir ehlinden say!” nasihatında bulunmuş ve “Benim dünya ile ne alakam olabilir ki?!. Şu yeryüzündeki halim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden yolcunun haline benzer.” buyurmuştur. İşte, bazıları, meseleyi sadece bir yanıyla değerlendirerek, burada bir misafir gibi yaşama ve dünyanın cazibedâr güzellikleriyle hiç oyalanmama esasını benimsemişlerdir. Belki Cenâb-ı Hak’la münasebetleri açısından istidat ve kabiliyetleri, idrak ve ufuk seviyeleri de öyle bir meşrebe meyletmelerini gerektirmiştir. Fakat, onların bu hali sübjektiftir (şahsî, ferdî ve dar bir daireye aittir). Objektif (küllî, afakî ve kuşatıcı) olan Seyyidü’l-Mürselîn’in hali ve yoludur; Hulefâ-yı Râşidîn (radiyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizin meslekleridir. Bu geniş caddenin sâlikleri, şahısları adına az yeme, az içme, hayrete varma, fânî olma ve böylece O’nu bulma istikametinde hareket edebilirler; ancak, hey’et-i umumiyeye bakan yanları itibarıyla, fakr ü zarureti, yokluk ve sefaleti, güçsüzlük ve acizliği asla kabul etmezler. Milletin geleceği söz konusu olduğunda, ehl-i küfrün vesâyetine düşmemek için siyasî, askerî, iktisadî ve kültürel sahaların hepsinde azami gücü, kuvveti, zenginliği yakalamanın gereğine inanırlar; aksi halde, başkalarının mahkumu olmayı kaçınılmaz görür ve bunu da İslam’ın kaybı sayarlar.

Şüphesiz, Allah Teâlâ, ehl-i küfrün mü’minler üzerinde sultasına razı değildir. Bu itibarla, hayatın herhangi bir sahasında başkalarının eline teslim olmak ve onların tahakkümü altına girmek Allah’ın rızasından uzaklaşma manasına gelmektedir. Öyleyse, inanan insanlar, ne yapıp edip kendi ekonomilerini ayakta tutmalı, iktisadî zenginliği sağlamalı, siyasî istikrara ulaşmalı, kendilerine yönelen kem gözleri, hain bakışları kesecek, kötü niyetlilerin içlerine korku salacak kuvveti elde etmeli ve böylece dünya muvazenesinde söz sahibi olmalıdırlar. Yoksa, başkaları geniş imkanlarıyla bazılarını satın alır, size musallat ederler; ekonominizin altını üstüne getirir, asayiş ve huzurunuzu bozar ve sizi belinizi doğrultamayacağınız bir hale sürüklerler. Bu açıdan, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanısıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun davranmak takvânın önemli bir buudu sayılmıştır.

Maalesef, biz, takvânın çok önemli bir yanı olan “tekvinî emirleri gözetme” esasına gereken değeri vermediğimizden zenginliklerimizi bir bir kaybetmiş ve ezilmişiz. Daha sonra, onlarca sene devam eden bu hatamızı telafi etmeye çalışırken daha büyük bir yanlışlığa düşmüşüz: Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüş, “Biz de kevnî kanunları değerlendirerek onlara yetişeceğiz” demişiz; ama ne yazık ki, mukaddes değerlerimizi bir kenara atmakla işe başlamışız. Takvâyı bu iki kanadıyla beraber ele alıp değerlendiremediğimiz için Kur’an’dan tam istifade edemediğimiz gibi, çağımızı da iyi okuyamamış ve bazı sahalarda Batılı toplumlara avuç açmaya mahkum olmuşuz.

Bu itibarla, zühd ve takvâyı ele alırken meselenin millete ve topluma bakan yanları da gözden kaçırılmamalıdır. Aksi halde, insan halvet ve inzivada geçireceği zâhidane bir hayatla belki kendi nefsini kurtarabilir ama müminlerin ekseriyetinin bu şekilde düşünüp ona göre bir gidişat tutturduğu bir toplumda umumi manada milletin ve İslam’ın ihmal edilmesi de söz konusu olur. Böyle bir ihmalin vebali de o müminlerin bütününün defterlerine kaydolur.

Aslında, ne zenginlik ne de diğer dünyevî imkânlar zühde mani değildir. Elverir ki, insan dünyanın mahkumu olmasın ve dünyevîliklere karşı hâkimiyetini korusun. Zaten, zühdün özü ve usaresi, -Nur Müellifi’nin ifadesiyle- dünyayı kesben değil, kalben terk etmek ve dünya umurundan kaybettiğine üzülmemek, kazandığına da sevinmemektir. Bu açıdan çok varlıklı ama aynı zamanda zâhid bir kul olmak her zaman mümkündür.

Zühdün Peygambercesi

Vâkıa, Medîne'nin Gülü Varlığın Özü Efendimiz, kalbi zühde göre programlandığı halde fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü hep zâhidâne geçirmişti. Zirâ O, ümmetine ve hususiyle de irşad erlerine misâl olma mevkiinde idi. O, böyle davranmakla hem tebliğ ve temsil vazifesinin dünyaya alet edilmemesi gerektiğini eşsiz yaşantısıyla göstermiş, hem bu yüce vazifede “Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir.” diyen bütün peygamberlerin duygularını yeniden seslendirmiş, hem de Kur’an hadimlerine bir nümûne, bir rehber olma sorumluluğunun hakkını vermişti. Bundan dolayı, hayatını en fakirâne bir çizgide sürdürmüştü.. sürdürmüştü ama ümmetinin fakr u zaruretine asla razı olmamış; ashabını çalışıp kazanmaya, güçlü bir toplum meydana getirmeye teşvik etmiş ve onları el açan değil el uzatan insanlar olma ufkuna yönlendirmişti.

Rehber-i Ekmel’den derslerini alan Ashab-ı güzîn de aynı çizgiyi takip etmişlerdi. Mevlânâ Şiblî’nin anlattığına göre; Hazreti Ömer (radiyallahü anh), dörtbir cephede hasımlarıyla hesaplaşırken, onca at ve onca deveyi harp meydanına sevkediyor ama bununla beraber harbe iştirak etmeyen binlerce atı da hazır bekletiyordu. Meselâ, Medine civarındaki çiftliklerde savaşa hiç katılmamış asil Arap atlarından tam kırkbin tane, Suriye civarında da yine aynı sayıda at besleniyor ve yedekte tutuluyordu. Fakat, milletinin selameti ve istikbali için askerî gücünü bu denli kavî tutan ve o büyüklükte bir sermayeye sahip olan Seyyidina Ömer, günde belki sadece bir defa ekmeğini zeytin yağına banıyor, yiyecek olarak onunla iktifa ediyordu.

Adalet timsali Ömer Efendimiz, bir gün hanımının, saçlarına zeytin yağı sürmüş olduğunu görüyor. Saça sürülen zeytin yağı kaç para eder! Fakat bu, Ömer hassasiyeti.. sormadan duramıyor: “O zeytin yağını nereden aldın?” diyor. Hanımı, “Hani, fakirlere yağ dağıtmak için kullandığın kazanlar vardı ya.. işte onlardan biri henüz yıkanmamıştı; o kazanın dibinde kalan yağı kullandım” cevabını veriyor. Hazreti Ömer, bu cevaptan hiç memnun olmuyor ve “Millete ait zeytin yağını nasıl kullanabiliyor, onu saçlarına ne hakla sürüyorsun?” diyerek bu hoşnutsuzluğunu dile getiriyor. –Milletin malını “hortumlayıp” duran modern kırk haramilerin kulakları çınlasın!..–

Tertemiz yaşantısıyla ilk halifelere ve hususiyle de adaletin temsilcisi Hazreti Ömer’e çok benzeyen Ömer bin Abdülaziz de, ekonomisi ve siyasi istikrarı bozulmuş bir devletin başına halife seçiliyor. Allah’ın izni ve inayetiyle, ikibuçuk senede başkalarının otuz yılda yapamayacakları hizmetleri yapıyor. Öyleki, onun icraatları neticesinde Türkiye’den kat kat büyük bir devletin hazinesi dolup taşıyor. Bir gün, maliye nâzırı gelip “Efendim, hazinemiz haddinden fazla dolu; harcamalarımızın çok üstünde gelirimiz var. Bu imkanı nasıl değerlendirmemizi istersiniz?” deyince, “Halka zekat dağıtın ve muhtaç kimse bırakmayın” diyor. Bir süre sonra maliye nazırı tekrar gelip “Efendim, neredeyse herkes zekat verecek hale geldi ama hâlâ fazlamız var; yapmamızı istediğiniz bir iş varsa emrinize âmâdeyiz!” diyor. Ömer bin Abdülaziz “Onbeş yaşına girmiş, rüşt çağına ermiş herkesi evlendirin; gençlere ev kurmalarında yardımcı olun.” mukabelesinde bulunuyor. İşte, ülkesini ve halkını öyle bir zenginlik ve refah seviyesine yükselten insan, kendi adına ise zühd yolunu tercih ediyor. Velid döneminde onbin dinar maaş alan halasının tahsisatını bile kesiyor ve halacığım “Hak ettiğimiz kadarını alalım, gerisi bize haram olur” diyor. Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytin yağı biraz da ekmek getiriyor ve “Halacığım yemek istemez misin?” diyor, ekmeği yağa banıp yiyor. İşte, bu sayede tefessüh etmek üzere olan bir toplumun bağrında yeniden zühd anlayışını, Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini yeşertiyor.

Çarşı-Pazardan Nebiler-Sıddıklar Arasına

İşte, zühdün ferde ve topluma bakan yanlarını tefrik edemeyen, takvâ ile alakalı arzetmeye çalıştığım hakikatleri ve incelikleri kavrayamayan bazı kimselerin ticareti, çok çalışıp çok kazanmayı ve zengin olmayı gereksiz, hatta zararlı görmelerine karşılık, Allah Rasûlü, “Sâdık ve emin tâcir şehitlerle, sıddıklarla ve nebilerle beraberdir” diyerek bir manada müminleri ticarete teşvik etmektedir. Şu kadar var ki, Allah’ın en sevgili kullarıyla beraber haşredilmesi için ticaret adamının mutlaka doğru, dürüst ve güvenilir bir insan olması gerektiğini de nazara vermektedir.

Evet, İslam’ın ticaret ahlakını esas alan bir tâcir, dürüstlüğü, doğru sözlülüğü ve güvenilirliği ile muhatabına güven vermelidir. Müşterinin bilgisizliğini, gafletini ve ihtiyaç içinde olmasını sûiistîmal etmemeli ve asla kimseyi aldatmamalıdır. Hatta aldatan ve kandıran bir insan olmayı, İslam dairesinin dışına çıkma gibi saymalı ve böyle bir akıbetten ürkmelidir. Evet, mümin aldansa da aldatmaz. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, bir satıcının, ıslandığı için tartıda normal ağırlığından daha fazla gelen bir miktar buğdayı satmaya çalıştığını görünce, “Niçin ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?” diyerek onu ikaz ettikten sonra, “Bizi aldatan bizden değildir” buyurmuş; kusurlu bir malı, ayıbını söylemeden satmanın bir Müslüman’a yakışmayacağını ve ondan gelen paranın da helal olmayacağını belirtmiştir.

Mahşerde nebilerle beraber olacak tâcirin en önemli vasfı sıdktır. Yalan söylemek ve hele yalan yere yemin etmek büyük günahlardandır. Allah Teâlâ, çok küçük menfaatler elde etmek için Nam-ı Celîlini kullananların ve yeminler ederek insanları aldatanların ötede yüzlerine bakmayacaktır. Bu hakikati dile getiren Rasûl-ü Ekem Efendimiz, “elbisesini yerlerde sürüyerek kibirle yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını fâhiş bir fiyatla satmaya çalışan” kimselerle Cenâb-ı Allah’ın konuşmayacağını, yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağını ve onları can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber vermiştir.

Ticaret erbâbı için en az sıdk kadar önemli olan emniyet vasfı, alış-verişte âdil davranmayı, ölçü ve tartıyı tam yapmayı ve hileden uzak durmayı gerektirmektedir. Kur’an-ı Kerim, geçmiş toplumların gerileyiş, çöküş ve yıkılış sebepleri arasında ölçü ve tartıda haksızlık yapmalarını da saymakta; mesela, Hazreti Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği Medyen ve Eyke halklarını helake götüren sebeplerden birisinin de ölçü ve tartıda hile yapmaları olduğunu hatırlatmaktadır.

Diğer taraftan, ticaret akdinde bulunan hiç kimsenin aldatılmaması için dinimizin emirleri istikametinde bir dizi tedbirler tavsiye edilmiş; mesela, alış-veriş ve borçlanma anlaşmalarının kayıt altına alınması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca, bir ticarî malı pahalanması gayesiyle stoklayıp daha yüksek bir fiyatla satmak için piyasaya arzını geciktirmek anlamına gelen “ihtikâr” ve gerçek alıcı olmayan bir kimsenin satış bedelini arttırmak maksadıyla fiyat yükselterek müşteri kızıştırması diyebileceğimiz “neceş” gibi haksız rekabet çeşitleri de yasaklanmıştır. Dolayısıyla, bir tâcirin, söz konusu hadis-i şerifin şemsiyesi altına girebilmesi için ticaretteki bu türlü gayr-ı meşru muamelelerden de kaçınması gerekmektedir.

Çarşı Cephesindeki Kahramanlar

Zannediyorum, sohbetimize mevzu teşkil eden nebevî beyanı anlayabilmek için “Bikadri'l-keddi tüktesebü'l-meâlî - Meşakkat ölçüsünde mükafat elde edilir.” darb-ı meselini de gözönünde bulundurmamız icap ediyor. Evet, bir iş ne kadar zor elde ediliyorsa ve o uğurda ne ölçüde meşakkatlere tahammül göstermek gerekiyorsa, onun sevabı da o kadar çok olur. Nitekim, cephede düşman tarafından gelebilecek saldırıları gözetlemek için bir saat nöbet bekleme bir sene ibadete denk tutulmuştur. Düşman karşısında savaşıp şehit olma ise, bambaşka bir hayat mertebesine yükselmeye ve ötede nebîlerle ve sıddıklarla beraber Cennet’e yürümeye vesile sayılmıştır. Şayet, sâdık ve emin tâcire, ahirette en kutlulardan müteşekkil olan o üç zümre ile beraber bulunma vaad ediliyorsa, demek ki onu da bekleyen bazı zorluklar vardır. İşte, ticaret hayatında karşı karşıya kalacağı zorlukları aşabilmesi için ahirette nâil olacağı o büyük mevki ve mükâfât müjdelenerek dürüst tâcirin iradesi takviye edilmektedir.

Evet, bazı kimseler cismanî arzuları ve şehevanî duygularının altında kalır ve aldanırlar. Bazıları rahat-rehavet, yurt-yuva ve ev-bark gibi dünyalıklara takılır, yolda kalırlar. Diğer bazıları da dünyaya bütün bütün meftundurlar; mala-mülke, servet ü sâmâna asla doymaz ve hep daha çok zenginlik arzularlar. Bu arzularını gerçekleştirmek için de her türlü gayr-i meşru işlere bile tevessül eder ve burası adına ard arda yatırımlar yaparken ahiret hesabına sürekli kaybederler. Sâdık, iffetli ve helalinden kazanan bir ticaret adamı ise, pek çok insanın ayağının kaydığı bu hususlarda temkinli davranır, kaygan zeminleri dikkatli adımlar ve hep ahiretin yamaçlarını düşünerek hileden, yalandan, müşteriyi kandırmaktan ve haksız kazançtan ısrarla uzak kalır. Çarşı pazarda cirit atan binlerce şeytanın hücumlarına rağmen, haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alış-veriş yaptığı sürece, işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar da ibadet sayılır.

İşte, bu kayma noktalarında iradesinin hakkını verip mümince duruşunu koruyabilen ve kendini zorlayarak istikamet çizgisinde işini devam ettirebilen sâdık ve emin bir tâcir, buradaki cehd ü gayretine ve halis niyetine mükâfât olarak ötede nebîlerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşrolur. Böylece o, ticaretten vazgeçmediği ve dünyayı ihmal etmediği gibi ahiretine de gereken ehemmiyeti göstermiş ve ebedî saadete vesile uhrevî ücretini de elde etmiş olur. Zaten, bir açıdan sırat-ı müstakim, dünyayı ihmal etmemenin yanında, insanın kendisini ve ahiretini de gözetmesinin farklı bir ünvanıdır.

Hâsılı; ticaretini güzel bir niyet, doğruluk ve emniyet üzere götürebilen, helalinden kazanıp başkalarına el açmadan ailesinin nafakasını temin etme gayesiyle çarşı pazar dolaşan, kazancında diğer muhtaç müminlerin de hakları olduğunu düşünerek darda kalmışlara gücü nisbetinde el uzatan ve bir de adalet, ihsan, şefkat ve itkan üzere yaptığı alış-verişlerinden elde ettiği kârın bir kısmını dinin i’lası yolunda ebediyet yatırımı olarak değerlendiren tâcirler hadiste müjdelenen bahtiyarlardır. Dahası onlar, “... öyle yiğitler vardır ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalblerin ve gözlerin dehşetten halden hale döneceği, alt üst olacağı bir günden endişe ederler.” (Nur, 24/37) mealindeki ayet-i kerimeyle vasfedilen kahramanlardır.
saygılarımla .....bizi kendine layık kul efendimize layık ummet hocalarımıza layık talebe vatanına milletine layık birer vtandas eyle amin dua ile..