Orijinalini görmek için tıklayınız : Acımasız Öyküler
KADINLAR TUVALETİ
Temmuz sıcağının kenti teslim aldığı ve insanları hareketsiz bıraktığı öğle saatleriydi.
Orta yaşlı bir hanım, kadınlar tuvaletinin kapısından feryatlarla dışarı fırladı.
Caminin bahçesindeki dernek binasının önünde miskin miskin oturan bir grup yaşlı adam, kadının sözleri üzerine sandalyeleri devirerek ayağa kalktı:
- İçeride erkek var, erkek var, diyordu kadın, az önce apar topar çıktığı kadınlar tuvaletini göstererek...
“Normal zamanda” bu kadar erkeğin bulunduğu bir cami bahçesinde sesli konuşması mümkün olmayan kadının, üstelik feryat figan bağırması, o yaşlı insanların kendilerinden beklenmeyecek bir hızla kadınlar tuvaletine doğru koşuşturmasına sebep oldu.
***
Çoğu yaşlı on kişiye yakın insanın gürültüler patırtılar arasında biraz sonra içeriden döverek çıkarttıkları kişi, bir pazarcıydı.
Başında kasketi, oduncu gömleğinin üzerine geçirdiği yeleği, parmağında şövalye yüzüğü, tüysüz yüzüne inat kalın kaşlarıyla ellili yaşlarda biri...
***
Aldığı darbelerle hastaneye kaldırıldığı için olay yerel basına yansıdı ve pazarcı ile ilgili net bilgiler ortaya döküldü:
Elli dört yaşındaydı.
Dört çocuğu vardı.
Daha yirmi dokuz yaşında iken, eşi ölmüştü.
Bir daha evlenmemişti.
Yirmi beş yıldır duldu.
E.Ü. Onkoloji Hastanesi’nde kanser teşhisi konulalı iki buçuk yıl olmuştu.
Bulunduğu il ve civarında, çocuklarıyla birlikte deterjan satıyor ve pazarlamacılık yapıyordu.
Çocuklarına iş bulmak için çalmadık kapı bırakmamış, ama hiçbirisi için başarılı olamamıştı.
Kendisinin de hiçbir sosyal güvencesi yoktu.
***
Pazarcı, olay günü akşamüzeri, kapısında bir polisin nöbet tuttuğu hastane odasında kendisini ziyarete giden gazeteciye şunları söyledi:
“İki buçuk yıldır tedavi görüyorum ama bu tedavi lafın gelişi... Maalesef burada ilaç bulmak çok zor. Hayat boşmuş. Kendimi çocuklarıma adadım, ama şimdi acılar içinde kıvranıyorum. Herhalde öleceğim, yaşam çizgim tükendi. Çektiklerimin yazılmasını çok isterdim.”
***
Gerçekten de pazarcının yazılmaya değer acımasız bir öyküsü vardı.
Çünkü, yirmi dokuz yaşında ve dört çocuğu ile dul kalınca, çocuklarını korumak, cinsel tacize uğramamak için tam yirmi beş yıl erkek kıyafeti ile yaşamış bir kadındı o...
Evet, kadın dernekleri tarafından tam beş kez ‘yılın annesi’ seçilen Y. T., 13 Temmuz 2005 günü hastanede hayata veda etti.
bunu benzer sanki bi hikaye duymuştum..........
İhtiyarlık...
Ne çok şey yazmak isterdim bu konuda, ne çok şey...
Kim söylemişti o sözü; “Ben gençliğin ne olduğunu bilirim ama siz ihtiyarlığı bilemezsiniz” diye...
Hüzün, senin akranın olan çocuğa “yaşlı futbolcu” dediklerinde başlar.
Ve bir gün bakarsın ki, artık sahalarda senin yaşında futbolcu kalmamış.
Yirmili yaşlarda, bir an önce büyümek için gün sayarken, otuzunda “bu kadar büyümek yeter” diye düşünür, kırkından sonra ise artık frene basmanın mümkün olmadığını anlarsın.
Hele elli sonrası... düşmemek için, geride kalan hâtıraların oluşturduğu bastonuna dayanıp ayakta kalmaya çabalarsın.
Mesleği bırakmak ölüme biraz daha yaklaşmak gibi... Naim Süleymanoğlu’nun kariyerini riske atıp orta yaşlarında halterin barına yapışması bu yüzdendi, Martina Navratilova’nın kırklı yaşlarında raketin sapına tutunması da... Gelmiş geçmiş en büyük futbol sihirbazı Diego Maradona’nın “kocamış bir kurt olarak köpeklere maskara olmayı göze alıp” topu bir türlü bırakamaması da...
Müzeyyen Senar’ı “bu yaşında” mikrofondan koparmayan şey ne ise, Necdet Mahfi Ayral’ı 96 yaşında tiyatro sahnesine çıkarmış şey de odur; yaşlılık kompleksi...
Zaman acımasız...
***
Mihrali Üzülmez, gençliğinde güreşçi olduğunu bile unuttuğu yaştaydı şimdi. Oysa yarım asır önce, Almanya’ya karakucak güreşini götürmüştü; er meydanlarında uzun boyu, geniş omuzları, iri elleri, acımasız gücü ve yere gelmez sırtı ile taştan bir heykel gibiydi.
Şimdi, hayat ırmağının orasında burasındaki kayalara çarpa çarpa küçülmüş vücudu ile, kah Almanya’daki büyük oğlunun, kah Sivas’taki küçük kızının yanında “sığınmacı” olarak yaşıyordu.
Oğlunun evinde “el kızı” vardı, kızı ise zaten el evindeydi.
İki yıl önce eşini kaybettikten sonra yeryüzünde bir başına kalmış olan Mihrali Dede, sanki hayatı protesto eder gibi, kimse ile konuşmuyordu artık...
Almanya’daki mekanı, vakitten vakte, ezandan ezana namaz saatlerini beklediği Fatih Camii avlusu idi.
Türkiye’de ise köyünden ayrıldıktan sonra bir türlü alışamadığı Sivas şehir merkezinde, yine cami avlusu ile, geleni geçeni sessizce seyrettiği çay bahçesinde ömür tüketiyordu.
***
İki çocuğunun iki ayrı ülkedeki hayatları arasında ping pong topu gibi gidip gelen Mihrali Dede, yine Türkiye’deydi.
Aradan yıllar geçti.
Ve bakın sonunda ne oldu.
***
Mihrali Dede’nin Almanya’daki sigorta şirketinden her ay Türkiye’deki banka hesabına yatan emekli maaşını, demiryollarında çalışan damadı çekiyordu.
Alman makamları, 107 yaşına geldiği halde Mihrali Üzülmez’in “neden ölmediğini” merak edip, Türkiye’ye müfettiş gönderdiklerinde dünya üzerinde görülmemiş yepyeni bir sahtekarlık türünü keşfettiler:
Aslında Mihrali Dede 95 yaşında ölmüştü... Sivas’taki damadı ile kızı, yaşlı adamın maaşını çekmeyi sürdürmüşlerdi tam 12 yıl boyunca...
Çünkü imza atamadığı için emekli kağıtlarına her zaman parmak basmış olan Mihrali Üzülmez öldüğünde damadı ile kızı, talihsiz dedenin baş parmağını kesip buzdolabında saklamışlar, imza lazım oldukça da bu baş parmağı kullanmışlardı!
sandalli
23.07.2008, 00:21
Sahtekarligin bu kadarina pes denir, simdi almanlarin bizi neden sevmedigini daha iyi anliyorum. Yaziklar olsun..
kızına bak o kadar nankör mü olunur babasının arkasından ağlıycana parağını kesip para çekiyo milletimizin nereye gittiğinin göstergesi
‘’Onun ebediyen yok olmasını istiyorum.’’
Bu sözler dört çocuk annesi 43 yaşındaki S.M.’ye ait...
Yok olmasını istediği kişi ise 21 yıllık eşi ve bir turistik otel aşçısı olan G.M...
G.M.’yi sinsi ve planlı bir cinayetin namlusunun ucuna getiren şey, Sayısal Loto’dan kazandığı yüksek ikramiyeydi aslında...
Her ne kadar bayan S. başka şeyler iddia etse de...
***
S.M., kendisine çok çektirdiğini söylediği kocasından ölesiye nefret ediyor, onun ölmesini her şeyden çok istiyordu. Bu işin bir an önce çözümlenmesi için çare arıyordu ve bulmakta da gecikmedi.
S., kendi memleketinden tanıdıkları olan bir emekli emniyet mensubu ile temasa geçti.
Florya’da bir çay bahçesinde buluştukları eski emniyetçiye kocasının zulümlerini öyle acıklı bir dille anlattı ki, mesleğinin kurdu eski komiser, leb demeden leblebiyi anlamıştı.
Sesini alçaltarak kadının kulağına eğildi:
- G.’in işkencelerini tamamen ortadan kaldırmak lazım öyle değil mi?” dedi.
Kadın:
- Bu nasıl mümkün olur bilemem ama, kesinlikle dileğim budur, diye cevapladı.
Eski emniyetçi daha dobraydı:
- Bu iş için düşündüğün para miktarı ne kadar tahminen?
S.M. endişeli gözlerini karşısındaki ifadesiz suratta gezdirdi; bir iz, bir işaret, bir samimiyet aradı. Söyleyip söylememekte epey tereddüt ettikten sonra, artık dönülmez bir yola girdiğini anlayarak şöyle dedi:
- Onun ebediyen yok olmasını istiyorum. Yirmi milyar veririm...
***
Komiser, bu sinsi randevudan ayrıldıktan hemen sonra telefonunu çevirdi, görüşmek istediği kişiyi bir otel lobisine çağırdı.
Gelen kişi kiralık katil prototipine tam uyuyordu.
Esmer, kalın bıyıklı, kıvırcık saçlı, sol kaşının üzerinde şiddetin ve karanlık işlerin şifresi gibi duran kalın bir bıçak izi, zayıf, kemikli ve asık suratlı, tıknaz, sağa sola şüpheli gözlerle bakan, otuzlu yaşlarda bir adam...
Buluşmaları ve konuşmaları beş dakikayı geçmemişti.
- Tamam, diyerek koltuktan kalktı “kiralık katil.”
***
- Masraflar hariç elli milyar, dedi karşısında korkuyla oturan kadına... Yarısı peşin!
S.M.’nin itiraz edecek hali yoktu. Ehliyet sınavına girmiş korkak bir sürücü adayı gibiydi; yanındaki ne derse onu yapacaktı; bir itiraz, yanlış bir adım, bu kanlı serüvende her şeyi berbat edebilirdi.
- Tamam, dedi el ve ayaklarını titremesini saklamaya çalışarak.
Cinayet planının ayrıntıları ile ilgili görüşme bittiğinde kadın hızla kalkıp dışarı çıktı pastaneden...
“Kiralık katil” ise ceketinin cebindeki teybin “stop” düğmesine bastı.
Kendi kendine tebessüm ederek, “Yılın haberi olacak!” dedi.
Çünkü o, başarılı bir gazeteciydi.
***
Tutuklanan kadın şimdi mahkemede hesap veriyor.
Arkadaşımın kayınpederi, bir dizi kontrol, muayene ve film sonrası, böbrek yetmezliği yaşadığını öğrendiğinde, bunu metanetle karşılamıştı.
“Allah’ın verdiği bunca hayat için teşekkür ederim” demişti, “Her şey ondan.”
Hatta, gençliğinde hafızasının cüzdanına yerleştirdiği bir beyti özenle çıkarıp okumuştu o akşam evine getirildiğinde:
“Alan sensin veren sensin, kılan sen,
Ne verdinse odur, dahi nemiz var?”
Ama arkadaşımın kayınpederinin yakın çevresi aynı sabır ve olgunlukta değildi.
Sanki teşhisle birlikte adamcağızı tabuta yatırıp o dakika ölüme göndereceklermiş gibi, huzurlu haneleri bir anda cenaze evine dönmüştü.
***
Hastalığının teşhisinden bir süre sonra atmış yedi yaşındaki bu “muhacir” amcaya böbrek nakli gündeme geldi.
İstanbul’a yakın bir ilçede oturuyordu.
Arama taramalar sonuç vermedi; ondan daha genç ve daha uzun zamandır sıra bekleyenler sebebiyle pek umut da yoktu.
***
Arkadaşımın kayınpederinin üç oğlu, bir kızı vardı; büyüğü oğul lise müdürü, üçüncü oğul ise ayakkabıcı...
İkinciye paragraf açmak lazım:
Evet, ikincisi ise kelimenin tam anlamıyla “boş gezenin boş kafasıydı.”
İtibarlı babasının ya da okul müdürü ağabeyinin ricasıyla girdiği işlerde barınamamış, huysuzluğu ve kimsenin önünde eğilmeyen tavizsiz tavrı sebebiyle ya bir iki hafta içinde kapı önüne konmuş veya kendisi işten ayrılmıştı.
Belediye otobüsü şoförlüğünden damper kaynakçılığına, matbaacılıktan tekne imalatına girip çıkmadığı iş yoktu bu iki numaralı asi evladın...
Amcanın lise müdürü oğlu ile ayakkabıcı oğlu evli, asi evlat ise bekârdı. Büyük oğuldan bir kız torun vardı.
***
Babasının hastalıkla boğuştuğu günlerde bütün aile baba evine taşınırken asi oğul yine ortalıkta yoktu.
Ağabeyi ile küçük kardeşi onun şimdi bir arkadaş kamyonunda şehirle arası yolda, ya da bir bekar dağ evinde, belki harçlık çıkarmak için bir lokantada çalıştığını tahmin ediyor, endişe duymuyordu.
Ama baba:
- Ah oğlum, diyordu, ah oğlum. Böyle bir zamanda yanımda olmayacaksın da ne zaman olacaksın?
Ortanca oğlunun ilgisizliğine hastalıktan çok üzülüyordu.
***
Ve bir gün Bursa’da bir özel hastaneden davet aldı arkadaşımın kayınpederi. Bir böbrek bulunmuştu ve teste çağırıyorlardı.
***
Test sonucu harikaydı; doktorlar, kan grubunun verici ile aynı olduğunu, dokuların birbirini tuttuğunu ve naklin mümkün olduğunu bildirdiler.
Nakil hemen yapıldı.
***
Ama arkadaşımın kayınpederi dört gün sonra öldü.
Aile, babanın ölümünü oğlunun hasretine, doktorlar, organ vericisinin muhtemelen bir kemirgenden kaptığı virüs yoluyla bulaşmış olabileceği ihtimaline bağlamıştı.
***
Dünya kurulalı beri devran böyleydi; ölenle ölünmüyordu.
*
Hayır, bu kez ölünüyordu; Bursa’dan gelen sürpriz böbrek ortanca oğula aitti ve babaya son görevini yaparken kendisi de babasıyla aynı gün bir başka hastanede ölüyordu.
Genç anne, eşini kaybettikten sonra, ikiz yavruları ile bir başına kalmıştı.
Yaradılışının getirdiği dirençle çabuk toparlandı; hayatın acımasızlığına teslim olmaya niyeti yoktu.
Kendisinin ve iki çocuğunun nafakası için mücadele etmeye başladı.
Sürekli bir meşgalesi olmasa da, gündelik çalışmalarla çocuklarına et, süt temin ediyordu.
***
Her şey yolunda giderken, çocuklarının yetim kalmasından üç - dört ay sonra, bir gün, “dul” olmanın aslında ne kadar zor bir şey olduğunu öğrendi.
Bulundukları bölgeye taşınan biri, bir erkek, bu mutlu aileyi örselemeye başladı.
Anneyi sürekli taciz eden bu “mahluk”, geçmişi karanlık biriydi.
Daha önce de benzer “sabıkalarından” dolayı kendi memleketinde kalamamış, mecburi göçle gelmişti.
Yalnız yaşıyordu.
Gücü, kuvveti, nüfuzu vardı.
***
İnsan diyemeyeceğimiz bu yabanî mahluk, bir gün yine bir ıssız bölgede anneyi sıkıştırdı.
Annenin sırtını dayayacağı, yardım isteyeceği kimsesi yoktu; giderek dayanılmaz olan bu tacizlerden bıkmıştı.
Bu sıkıştırma karşısında, ileride başına çok daha büyük belalar açacak bir mazeret ileri sürdü; çocuklar...
İki yavrusuna bakmak zorunda olduğunu, çocuklarına üvey baba acısını yaşatmamaya yemin ettiğini belirtip o mahluku reddetti.
***
Her şey tekrar yoluna girmişti.
Zorba ortalıktan kaybolmuştu.
***
O talihsiz gün çocuklarını kendi başlarına bırakan anne, nafaka için yollara düşmüştü.
İkindi üzeri geri döndüğünde içinde sıkıntı vardı.
Kalbi sıkışıyor, adını koyamadığı, kendisini göremediği bir el boğazını sıkıyordu sanki...
Yuvasına geldiğinde hazin manzarayı görüp, yıkıldı.
İki yavrusu da boğulmak suretiyle öldürülmüştü!
***
Anne büyük acısını kalbine gömmüştü, hayat devam ediyordu.
Çocuklarının katili ile ilgili şüpheleri, hiç beklemediği bir anda gerçeğe dönüştü, inanılmaz bir rastlantı ile..
Yine işe gidiyordu.
Ve uzun zamandır ortalıkta görünmeyen o zorba karşısına çıkıvermişti.
Çocukları kendisinin öldürdüğünü kabul etti, artık çocukların yok, birlikte olabiliriz diye!
Daha da şaşırtıcı olan, anne bu zorbayı kabul etti, çaresizlikten ötürü...
Yalnızdı ve bu son sığınaktı çünkü...
***
Hayvan belgesellerini kaçırmayın.
Tanzanya Serengeti’deki bir kaplan ailesinin öyküsüydü bu...
vBulletin v3.8.3, Copyright ©2000-2024, Jelsoft Enterprises Ltd.