PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Menkibeler


4Eylul
29.07.2008, 18:27
Bir aslan gördü ki!..

Bedîüddîn-i Sehârenpûrî hazretleri şöyle anlatıyor: Birinin ısrârı üzerine, bir şeyhin kabrini ziyârete gidiyorduk.
Ancak üstâdımın o şeyhe kırgın olduğunu biliyor, ısrar üzerine, kerhen gidiyordum.
Yâni istemeyerek gidiyor, hem de, “Üstâdım bana kırılır mı?” diye de endişe ediyordum.
Nihâyet kabre vardık.
Sandukanın yanına tam oturmuştum ki, koca bir “Aslan”ın etrafımda dolaştığını gördüm.
Şöyle bir göz ucuyla baktığımda, “kızgınlık”la bana baktığını hissettim hayvanın.
Dikkat ettim.
Gözleri, “Hocamın gözleri”ydi aynen.
Üzerinde, çok büyük kızgınlık ve heybet hâli vardı.
Titremeye başladım.
Zîra hocamın öfkeli hâlini, o aslanda görmüştüm açıkça.
Artık bir sâniye bile duramayacaktım.
Kalkıp hızla uzaklaştım oradan.

BABAMIN HALİ NASILDIR?
Bu zât “İmâm-ı Rabbânî” hazretlerinden icâzet alıp, kulları irşad için memleketine yeni dönmüştü.
O günlerde bir ahbâbı gelip;
- Efendim, geçen gün babam vefat etti. Hâlini çok merak ediyorum. Acabâ nasıldır? diye sordu.
Bedîüddîn hazretleri gözlerini yumdu.
Sonra açıp;
- Müjde! Babanın hâli çok iyidir, buyurdu.
Adamın gözleri parladı sevinçten.
- Sahi mi efendim. İyi mi?
- Evet. O şu anda Cennette. Beyaz bir elbise giymiş, “Rahatım çok iyi. Büyüklerin sohbetindeyim. Çağırmasaydınız gelmezdim” diyor.
Sonra eşkalini tarif edip;
- Şöyle şöyle birini görüyorum. Baban o mudur? diye sordu.
Adam, sevinçle;
- Evet efendim, dedi. Aynen babamı târif ettiniz. Allah sizden râzı olsun.
- Âmin, cümlemizden kardeşim.

yiğidoturan
29.07.2008, 19:43
Açlıktan ölen servet sahibi
Yusuf aleyhisselam, iftira yüzünden zindanda iken Mısır hükümdarı bir rüya görmüştü. Korku ile uykusundan uyanıp; Ben rüyamda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gördüm. Eğer rüya tabiri biliyorsanız, bu rüyamı tabir edin dedi. Onlar, Biz böyle rüyaları tabir edemeyiz dediler. Hazret-i Yusuf ile zindanda kalan şerbetçi, Hazret-i Yusuf’un rüya tabir ettiğini hatırlayarak; Ben bu rüyayı tabir ettireceğim dedi. Hazret-i Yusuf’un yanına gitti. Mısır hükümdarının rüyasını anlatıp tabirini istedi.

Hazret-i Yusuf, “7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır” dedi.

Hazret-i Yusuf’un tavsiyelerini beğenen hükümdar; Mısır’ın hazinelerinin idare işini Hazret-i Yusuf’a bıraktı. Yani onu maliye nazırı yaptı. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tuttu. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi geldi. Her taraftan tahıl almak üzere insanlar gelmeye başlamıştı.

Bu olaylardan bir müddet sonra Yemen’e çok şiddetli bir sel gelir, ağaçları kökünden söker, binaların yıkılmasına sebep olur. Sular çekildikten sonra eski bir mezarın açıldığı görülür. Ortaya bir kadın cesediyle büyük bir servet çıkar. Kitabedeki yazı okunduğunda, bu cesedin Himyeri hükümdarlarından birinin kızı olan Tace adındaki bir kadına ait olduğu anlaşılır. Tace’nin cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mücevherli 7 halhal ve on parmağın 7 sinde muhteşem mücevher yüzüklerin bulunduğu görülür. Ayrıca baş tarafında çok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kaçmaz. Bu tabutun ön kısmında ki levhada yazılı olanlar ilgi çekicidir.

Hitabede şunlar yazılı idi:
Ben hükümdarın kızı Tace’yim. Memleketimizde müthiş bir kıtlık çıktığı için, tahıl getirtmek üzere, birkaç adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman geçtiği halde gönderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gümüş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri öğütüp yemekten başka çare bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği için, büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım. Benim bu acıklı hâlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine güvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, geçmediği durumlar varsa da, benden başka dünyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler içinde ölmüştür?

Hazineler bu kadına fayda etmediği gibi, ahirette de para pul geçmeyecektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.) [Buhari]

yiğidoturan
29.07.2008, 19:45
Baytar vazifesini yapmış
Gözü ağrıyan ahmak birisi, baytara (veterinere) gidip ilaç ister. Baytar, (Bende hayvanlara kullanılan ilaç vardır) der. Ahmak adam, (Olsun ondan sür) der. Baytar, hayvanlara sürdüğü ilaçtan onun gözüne de sürer. Adam kör olur. Bunun üzerine baytarı mahkemeye verir. Olayı dinleyen yargıç, (Baytar vazifesini yapmış, tazminat ödemesi gerekmez) diye hüküm verir. Çünkü bu adam hayvan olmasaydı baytara gitmezdi.

yiğidoturan
29.07.2008, 19:47
Baykuşun kıssası
Hayat-ül hayvan kitabında bildiriliyor ki:
Süleyman aleyhisselam bütün hayvanlarla konuşurdu. Bu onun mucizelerinden biriydi. Gökte tahtı ile gezerdi. Bir gün baykuş Süleyman aleyhisselama selam verdi. Süleyman aleyhisselam selamını alıp ona sordu ki:

- Niçin buğday yemezsin?
- Âdem aleyhisselam onun yüzünden Cennetten çıktığı için.

- Niçin su içmezsin?
- Nuh aleyhisselamın kavmi suda boğulduğu için.

- Niçin hep harabelerde bulunursun?
- Harabeler Allahü teâlânın mirasıdır.

- Niçin evlerde ötersin?
- İnsanları ikaz için. Önlerinde şiddetli tehlikeler varken nasıl gafletle uyurlar. Böylesine yazıklar olsun!

- Gündüzleri niçin çıkmazsın?
- İnsanlar bana zarar verebilirler.

- Öterken ne dersin?
- Tesbih okur bir de "Ey gafiller, çıkacağınız uzun sefer için azık hazırlayın!" derim.

Süleyman aleyhisselam baykuştan daha nasihatçı kuş olmadığını söyledi. (Berika)

yiğidoturan
29.07.2008, 19:53
Atalarımız böyle âdil idi
İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı askerleri, Bizans hapishanelerini kontrol ettiler. En ücra bir mahzende üç papaz buldular. Alıp Fatih Sultan Mehmed Han’a götürdüler. Sultan, onlara hapsedilmelerinin sebebini sordu. Papazlar, “Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sefahetten dolayı kendisini ikaz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bize kızdı zindanlara attırdı” dediler.

Fatih Sultan Mehmed Han, papazların ellerine serbest dolaşma belgesi verip, memleketini gezip görmelerini, Osmanlı Devleti hakkında kendisine görüşlerini bildirmelerini istedi.

Papazlar, İstanbul’da bir çarşıya girip, sabahın erken vaktinde bir şeyler almak istediler. Siftah yapan bir dükkandan, komşuları siftah yapmadan ikinci bir şey alamadılar.

Anadolu’ya geçtiler dolaşırken, ezan okunmaya başladı. Kimse dükkanını kapatmaya bile lüzum görmeden camiye gittiler. Hiç kimse, bir başkasının malına, canına, ırzına, namusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu.

Papazlar, bütün bu hadiselerden dolayı şaşkına döndü. Kaç şehir dolaştıkları halde, bir mahkemeye tesadüf edemediler. Her kasabada kâdı var, fakat dava yoktu. Hırsızlık yok, katillik yok, namussuzluk yok, eşkıyalık ve dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular.

“En sonunda Osmanlının aksak yönünü yakalarız ümidiyle dinleyici olarak içeri girdiler. Davalı ve davacı geldi. Kâdı yerine geçip meseleyi dinledi.

Adamlardan biri anlattı: “Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip kaldırdım. Fakat bu sene çift sürerken, sabanımın demirine bir şey takıldı. Kazıp çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim. O kabul etmedi: ‘Ben tarlamı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz’ dedi.”

Üç papaz, altın küpünün kimin olacağına dair mahkemeyi ibretle seyrediyorlardı. Tarlanın yeni sahibi çıkarttığı altın küpünü eski sahibine vermek istiyor, “Toprağın altında küpün varlığından haberdar olsaydı, bana orayı satmazdı” diyordu.
Eski sahibi ise, “Efendim, durum kardeşimin anlattığı gibi vâki oldu. Ancak, bendeniz ona, o tarlayı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasibim olsaydı ben bulurdum” diyordu.

Kâdı efendi, bu iki müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Çünkü, birinin temiz ve saliha bir kızı, diğerinin de salih bir oğlu vardı. (Bu gençleri evlendirelim, bu küp altın da onların düğün hediyesi olsun) diye teklif yaptı. Onlar da kabul ettiler. Davayı böylece halletmiş oldu. Papazlar da şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir halde oradan ayrıldılar.

Papazlar, Anadolu seyahatlerine devam ettiler... Yine bir gün, bir mahkemeye şahit oldular. Kâdı efendi, davacıya söz verdi. O da meseleyi şöyle anlattı: “Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa bir şey diyemedim. Gelip durumu size arz edeyim ki, aramızı bulasınız diye düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim.”

Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında dava bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde müracaatını yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, vazife yerinde bulunmaması idi. O halde atın ücretini o ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini verdi.

Böyle âdil bir kâdı efendinin ve böyle âdil bir mahkemenin mevcudiyetini akıllarına sığdıramayan Bizans papazlarının, hayretlerinden ağızları açık kaldı...

(Anadolu’da bu kadar dolaştığımız yeter) diyen papazlar, İstanbul’a dönüp, İstanbul Kâdısı Hızır Bey’in huzurunda, Padişah Fatih Sultan Mehmed Han ile, bir Hıristiyan arasında bir davanın görüleceğini duydular.

Koca Osmanlı Devleti’nin Sultanı, çağ açıp çağ kapayan İstanbul Fatihi Sultan Mehmed Han ile bir hıristiyan mimar, Kâdı Hızır Bey’in karşısında ayakta bekliyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Han, vazifesine ihanet eden Hıristiyan mimarı mahkemesiz cezalandırmış, Hıristiyan mimar da, Kâdı Hızır Bey’e şikayet etmişti.

Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmed Han’ı haksız bulup aynı şekilde Sultanın da cezalandırılmasına hükmetti. Eğer mimar rıza gösterirse, diyetle kurtulabilecekti. Hıristiyan mimar, bu adalet karşısında ne yapacağını şaşırdı. Oracıkta, Kelime-i şehadet getirip müslüman oldu...

Papazlar, fetihden sonraki İstanbul hayatını da çok merak ediyorlardı. Müslümanların oturdukları, yeni yeni yerleşmekte oldukları mahallelere gittiler. Onların tam bir teslimiyet ve sükunetle işlerini yaptıklarını tam bir temizlik ve titizlikle eşyalarını yerleştirdiklerini gördüler. İstanbul bambaşka olmuş, sanki, birkaç ay önceki Bizans gitmiş, yerine gökten bir İstanbul inmişti.

Padişah tarafından Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifelendirilen papazlar, İstanbul’daki Hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Bugünkü Fatih Camii’nin doğu taraflarına ve Fener’e doğru gittiler. Hıristiyanlar bile değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Kâdı Hızır beyin, Padişaha bile ceza vermekten çekinmemesi onları korkutmuştu. Herkes sessiz, sakin işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip, sokaklarda, nârâlar atamıyorlardı. Kimseyi rahatsız edemiyorlardı. Hıristiyanların en fakirine bile ev verilmiş, kimse aç ve açıkta bırakılmamıştı. İstanbul’da herkes huzur içerisinde idi.

Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, birkaç gün dinlenip düşündüler, izin isteyip padişahın huzuruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; (Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyamete kadar devam eder) dediler. (Böyle bir ahlak ve yaşayışa sahip olan insanların dini, elbette Allahü teâlânın hak dinidir) dediler, Kelime-i şehadet getirip müslüman olmakla şereflendiler.

yiğidoturan
29.07.2008, 20:25
NAMÂZ NÛR'DUR



“Sıbgatullah Arvâsî”, büyük âlim ve velî.

Bir gün, "Namâz" hakkında buyurdu şu sözleri:



“Namâz”, dînin direği, mü'minin mîrâcıdır.

“Namâz”, hasta rûhların, tesirli ilâcıdır.



“Namâz” kılan, kurtarır yıkılmaktan dînini.

Kılmayan, kurtaramaz Cehennemden kendini.



“Namâz”, korur insanı çirkin, kötü her işten.

“Namâz” kılan, kurtulur Cehennem ateşinden.



“Namâz”, nûrdur, ışıktır insanların kalbine.

“Namâz”, Münker-Nekîr'in, cevaptır suâline.



“Namâz” kılan kimsenin, kalbi temiz, pâk olur.

“Namâz” kılan, her zaman, huzûr ve râhat bulur.



“Namâz”la geçer insan, şimşek gibi Sırât'ı.

“Namâz”la insan bulur, huzûr ile râhatı.



“Namâz”dır insanları, doğru yola getiren.

“Namâz”dır insanlara, günâhı terk ettiren.



“Namâz”, rûhlara gıdâ, namâz rûhlara şifâ.

“Namâz”dır üzüntülü kalplere nûr ve safâ.



“Namâz”, kalbi parlatır, Sırât'ı aydınlatır.

“Namâz'ını kılmayan, çok pişmân olacaktır.



“Namâz”dır mü'minleri birbirine bağlıyan.

“Namâz”dır küskünleri barıştırıp dost yapan.



“Namâz” kılmıyanların, kabûl olmaz duâsı.

Çünkü o, terk etmiştir mühim olan bu farzı.



“Namâz” kılan, öyle çok yaklaşır ki Allah'a,

Başka ibâdetlerle, fazlası olmaz daha.



“Namâz” kılan, yapar hep faydalı, iyi amel.

“Namâz”, kötülüklere olur mâni ve engel.



Câmide, cemâatle kılarsa bunu herkes,

Sevgi ile bağlanıp, tutmazlar kin ve garez.



Büyükler, küçüklere eder şefkat, merhamet.

Onlar da, büyüklere gösterir saygı, hürmet.



Zenginler, fakirlerin vâkıf olur hâline.

Yardımda bulunurlar, derhâl kendilerine.



Câmide, hastaları görmeyince sağlamlar,

Merak edip, onları, evlerinde ararlar.



Şartlarına uyarak, kılarsa onu bir kul,

Hak teâlâ indinde, olur iyi ve makbûl.



Hepsi namâz kılmıştır, bilcümle Peygamberler.

“Namâz” kılan kimseyi, sever gökte melekler.



Beş vakit namâzını, tam kılarsa bir insan,

Melek-ül-mevt, rûhunu, alır kolay ve âsân.



"Nûr" olur Ona "Namâz", girdiğinde kabrine.

Kolay olur cevâbı, suâl meleklerine.



Kıyâmette, ilk önce sorulacak "Namâz"dan.

Hesâbını verenler, kurtulacak azâbtan.



Kim beş vakit "Namâz"ı, getirirse yerine,

Kavuşur âhirette, Cennet nîmetlerine.



Kimler de kılmayıp da, etmezlerse hiç esef,

Azâb göreceklerdir Cehennemde mâlesef.

yiğidoturan
29.07.2008, 20:31
Benim gücüm bu kadar
Bir gün Nemrut, İbrahim aleyhisselamı ateşe atmaya karar verir. O kadar büyük bir ateş yakar ki bu sefer kendisi ateşe yaklaşamaz. Bir mübarek zat, bakmış bir karınca ağzına su alıyor, uzaktan getiriyor ateşi söndürmek için. Fakat yaklaşamıyor, yakın bir yere bırakıyor. Evliya zat sormuş:
- Ne yapıyorsun sen?
Karınca, demiş ki:
- Sorma, Allah'ın Peygamberini yakacaklar. Ateşi söndürmeye çalışıyorum.
O zat sormuş:
- Senin bu küçük cüssenle taşıdığın bir damla su ile bu koca ateş söner mi?
- Vallahi Cenab-ı Allah herkese gücüne göre hesap sorar. Benim gücüm bu kadar.

Öbür taraftan bir yılan da devamlı ateşi körüklüyor. Demiş ki :
- Böyle ne yapıyorsun?
Yılan demiş ki :
- Bugün bayram! Bir Peygamber yanacak.
Bu da gücü nispetinde elinden gelen kötülüğü yapmaya çalışıyor.

Demek ki yüce Allah hayvanları nasıl iki grupta yaratmışsa, insanları da iki grupta yaratmış :
Birisi ateşi körükleyenler, diğeri ateşi söndürenler.
Cenab-ı Hak bizi ateşi söndürenlerden eylesin!

yiğidoturan
29.07.2008, 20:50
Desenize akılları da kıt olur
Şit aleyhisselam 1000 sene yaşıyor. 500 yaşındayken diyorlar ki kaldığın yer rahat değil, sana şöyle daha rahat bir yer hazırlayalım. Diyor ki:
- 500 sene ömrüm kalmış, 500 sene için değer mi?
Diyorlar ki: - Ahir zamanda öyle bir ümmet gelir ki ömürleri 50-60 sene olur, ama bir ev yetmez 2,3 hatta köşkleri sarayları olur.
- Yaa, öyle mi, der, o zaman desenize onların ömürleri gibi akılları da kıt olur.

4Eylul
29.07.2008, 22:26
Hazret-i Ömer, âdeti üzere bir gece şehri dolaşıyordu. Bir evin önünden geçiyordu ki, içeriden bazı konuşmalar duydu. Anne kız münakaşa ediyorlardı.
Durup dinledi.
- Kızım, süte su kat!
- Hayır anne, katmayalım.
- Kat diyorum sana!
- Lütfen anneciğim. Helâl kazancımıza haram karıştırmayalım.
- Hiç olmazsa bir ölçek kızım.
- Anneciğim bunun azı da haramdır. Hem halîfe, ‘Sütlere su katmayın’ demiyor mu?
- Kızım bu gece vakti halîfe bizi nerden görecek?
- O görmüyorsa, Allah görüyor ya anne. Yetmez mi? O, her gizliyi görüyor. İçimizden geçenleri de biliyor. Öyle değil mi?
Kadın bir şey diyemeyip, sessizce mırıldandı:
- Haklısın kızım.
Hazret-i Ömer duymuştu bütün bu konuşmaları. Oradan doğruca eve gidip, oğlunu yanına çağırdı. Geldiğinde sordu kendisine:
- Oğlum, sana takva ehli bir kız buldum, ne diyorsun?
- Siz bilirsiniz babacığım.
Ertesi sabah doğruca o eve gidip çaldı kapıyı. Kadın, eşikte halîfeyi görünce, “Eyvaah!” dedi içinden, “Geceki konuşmalarımızı duyduysa yandım gitti!..”
Korkuyla kekeledi:
- Bu... buyurun efendim.
Hazret-i Ömer içeri girdi.
- Hanım! Dün gece kızınla olan konuşmalarınızı duydum.
- E.. evet efendim?
- Kızının konuşmaları hoşuma gitti. Allahın emriyle kızını oğluma istemeye geldim.
Kadın kulaklarına inanamadı:
- Ne, anlayamadım.
- Senin kızı, benim oğluma istiyorum hanım.
Kadıncağız sevinçten uçuyordu.
- Hayhay efendim! dedi.
Ve o kız, Halîfenin gelini oldu. İhlâsı sebebiyle dünyâsı da mâmur oldu, âhireti de. İşte Ömer bin Abdülaziz, bu mübarek hanımın torunudur.

ayparcam
31.07.2008, 00:15
“Namâz” kılan, kurtarır yıkılmaktan dînini.

Kılmayan, kurtaramaz Cehennemden kendini.



“Namâz”, korur insanı çirkin, kötü her işten.

“Namâz” kılan, kurtulur Cehennem ateşinden.

ALLAH razi olsun yiğidoturan cok guzel anlatilmis namaz

MİKAİLOGLU
08.12.2009, 02:06
OKUDUGUM TÜM MENKIBELER İÇİN ALLAH SİZDEN RAZI OLSUN.TŞK.