PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Osmanlı Padişahlarına ve sadrazamlarına atılan iftiralar


WåñTêd_øØ7
22.08.2008, 19:21
Yıldırım Bayezid İçki İçti ve İntihar mı Etti?
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]

Bursa’da Ulu Câmi’yi yapan, Emir Sultan Buhari’nin kayınpederi olan ve İslâm’a aykırı işlere mânî
olmadıklarından dolayı bazı kadıları cezalandırmaya kalkışan Yıldırım Bayezid’in, bir içki müptelâsı
olduğu aslâ iddiâ edilemez. Ayrıca Molla Fenâri veya Emir Sultan’ın, içki içtiği için Yıldırım Bayezid’in
şâhitliğini kabul etmediği iddiası da doğru değildir. Belki Molla Fenâri’nin, bir konuda şâhitliği arzu
edilen Yıldırım’ın, cemaatle namazı terk etmesinden dolayı şâhitliğini kabul etmediği doğrudur; o da
bunun üzerine cemaatle namazı terk etmemek için sarayının yanına yeni bir câmi inşâ ettirmiştir.
Ancak, Yıldırım Bayezid devrinde işin biraz gevşediğini kaynaklar kaydetmiştir; lâkin bu, onun içki
içtiğini göstermez. Hattâ bazı kaynaklar, Bayezid’in Sırp Kralı Lazar’ın kızı Marya (Despina) ile
evlendikten sonra, bu kadının Müslüman olmaması veya başka sebeplerle, az bir süre için de olsa içki
kullandığını ifade etmektedir. Ne zaman içki içmeye başladığı belli değildir; fakat hemen tövbe ederek
Ulu Câmi’yi inşaya başladığı ise, yine kaynaklar tarafından açıklanmaktadır. Şâyet geçici süre içki
içmiş olsa bile, bu günahı açıktan yaptığını ve içkili sofralar düzenlediğini söylemek söz konusu
olamaz. Şer’an içtiğinin ispatı da hemen hemen mümkün değildir. Yıldırım’ın intiharı iddiâsı ise,
muteber yerli ve yabancı kaynaklarda yer almamaktadır. Sadece, Fuad Köprülü’nün bazı zayıf rivâyetleri
zorlama yorumlara tâbî tutarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında dile getirmesinden sonra mesele
alevlenmiştir. Mükrimin Halil Yinanç ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi tarihçiler, bu iddiânın tamamen
yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koymuşlardır.(1)

Fatih’in İçki İçtiği Doğru mu?

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]


Fatih’le alâkalı iddiâların hiçbir güvenilir kaynakta yeri yoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) övdüğü bir
devlet adamına, bu nevî iftirâ ve isnatları hiçbir delile dayanmadan seslendirmek ise, belli çevrelerin
kasıtlı yayınları olarak değerlendirilmelidir. Mevcut Osmanlı ve hattâ Bizans tarihlerinin hiçbirinde,
Fatih’in içki içtiğine dâir yazılı belge sayılabilecek bir bilgi bulunmamaktadır. Yalnızca, Fatih’in
şiirlerinde geçen bazı tâbirleri, İstanbul’un fethinden dolayı gururları incinen bazı Batılı tarihçilerin
kendilerine göre yorumları vardır. Fatih, Avnî mahlasıyla yazdığı şiirlerde, kadından ve şaraptan
bahsetmiştir; ancak bunlar, divan edebiyatımızdaki mecaz ve istiare gibi kurallar çerçevesinde
söylenmiştir ve özel mânâlar taşımaktadır. Divan edebiyatını bilenlerin hiçbiri 500 yıl boyunca, bu
şiirlere bakarak Fatih’e böyle bir iftirada bulunmamıştır. Fatih, yazdığı gazellerde kullandığı şarap ve
benzeri kelimelere, ince remizler, mecâzî mânâ ve mazmunlar yüklerken, bir gün gelip de birtakım
araştırma ve ilim özürlü insanların bu kelimelere gayr-ı meşru anlamlar yükleyeceklerini tahmin bile
edemezdi. Onun şarabı Mevlânâ’nın, Hacı Bektaş’ın ve Hacı Bayram’ın kasîdesinde demlenmektedir
ve ilâhî aşkın mest eden şarabıdır.(2)

IV. Murad Sefih ve İçkici miydi?
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]$ahlar/muradHan4_fichiers/17.jpe

IV. Murad’ın sefâhat içinde olduğunu söylemek tamamen yanlıştır ve hiçbir temel tarih kitabında böyle
bir şeye rastlanmamıştır. IV. Murad ve diğer padişahların gayr-ı meşru kadınlarla beraber olmaya
ihtiyaçları yoktu. Zirâ, teserrî dediğimiz câriyelerle, meşrû dairede hayat yaşamaları her zaman
mümkündü. Nitekim, IV. Murad’ın, Ayşe Sultan isimli bir hanımı ve karı-koca hayatı yaşadığı yedi sekiz
de câriyesi olduğu nakledilmektedir. IV. Murad’ın açıktan içki kullandığına dâir rivâyetler de kesin doğru
değildir. Gizlice ve buhran dönemlerinde içki kullansa bile, açıktan içki içtiği ve sarhoş olduğu
söylenemez. İçki düşmanı olan bir pâdişahın, içkici ve sarhoş biri olduğunu söylemek çok zordur.
Fakat yine de gençliğinde böyle bir günaha girdiğini de ihtimâl dâhilinde görüyoruz. Gizlice içse dâhi,
bundan pişmanlık duyduğunu anlıyoruz.(3)

WåñTêd_øØ7
22.08.2008, 19:22
I. İbrahim Deli miydi?

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]
I. İbrahim’in buhranlı bir hayatı bulunduğu ve kendisinin mütevâzı, sâde-dil, hırs ve gururdan uzak,
elmas yürekli hassas bir insan olduğunda tarihçiler müttefiktir. I. Mustafa’ya söylenen, hafif akıllılık gibi
tâbirler, bu sultan için hiç kullanılmamıştır. Her zaman hatalarını kabul eden bir şahıstır. Muteber
Osmanlı kaynaklarında, onun için deli lakabı kullanılmamaktadır. Sadece, son zamanlarda kaleme
alınan bazı kaynaklar, ısrarla bu lakabı ön plana çıkarmaktadırlar. Halbuki, onun devletin askerî, mâlî,
adlî ve idârî ıslahatı için yaptıkları ve yapılanlara olan teşvikleri, isnat edilen bu sıfatı yalanlayan yeterli
bir delildir. Bütün bunlara rağmen, I. İbrahim’in tahta çıktığı zaman hasta olduğu kesindir. Kaynaklar,
onun zaman zaman hafakanlar içinde kaldığını ve yüreğinin sıkıldığını ifade etmektedirler. Devrin
şartları göz önüne alındığında, Sultan İbrahim’in muhakemesinde ve idrak melekelerinde bir bozukluk
olmadığını uzmanlar belirtmektedirler. Acılı geçmişi, iyi bir eğitim görmemiş olması, şahsiyetinin
oturmayışı ve sorumluluk duygusunun fazlalığı, onu bu hale sokan sebeplerdir. Uzmanların tespitine
göre rahatsızlığı, anksite bozukluğu denilen nevroz türünde bir hastalıktır; Psikotik ve deli değildir.
Zâten hekimler de, elem-i asabî teşhisini koymuşlardır ki, bu da yaygın anksieteden başkası değildir.
Bu hastalık, aklı bozan cinnet türünde bir hastalık sayılmamaktadır.(4)

Abdülaziz İntihar mı Etti?

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]
Abdülaziz'in kanlı gömleği

Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa ve
arkadaşlarının işledikleri bir cinayettir. Zirâ, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “makasla sol kolunun
damarlarını kestikten sonra, yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur.”
Diğer taraftan, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’ân ve kânunen her çeşit
soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, aslâ bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey
denen birinden sorularak alel acele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni paşa, muayene
taleplerini şiddetle reddetmiştir. O dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (A.
Cevdet Paşa ve Mahmud Kemal gibi) ve olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının kanaati de olayın
cinâyet olduğu yönündedir. Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve
avâneleri, kendi emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehit etmişlerdir.(5)

II. Abdülhamid Kızıl Sultan mı?

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] om/%7Eroyalty/pix/RW_abdulhamid.jpg

Doğuda Ermeni terörünün şiddetlenmesi üzerine Sultan II. Abdülhamid, merkezi Erzincan’da bulunan
IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa’yı, bunu durdurmak üzere görevlendirmiş ve teröristlere aman
vermeyen paşanın bu hareketi Avrupa basınının pâdişah aleyhine kampanya başlatmasına sebep
olmuştu ki; Fransız Akademisi üyesi Tarihçi Kont Albert Vandal’ın, onun hakkında ilk defa "Le Sultan
Rouge” lakabını kullanması sürpriz sayılmamıştı. Maalesef, İttihatçılar bu tâbiri “Kızıl Sultan” diye
tercüme ederek, Ermenilerle birlikte Abdülhamid’i kötülemeye başlayacaklardı. İttihatçıların, Ermeni
kâtili diye Abdülhamid’i ithâm etmeleri ve onu Kızıl Sultan diye karalamaları, ne yazık ki sonraki devrin
ders kitaplarına kadar yansıyacaktı. Oysa Abdülhamid, saltanatı boyunca, bazı tarihçilerin iddiâlarının
aksine, Çırağan Baskını gibi fiili durumlar hâriç, muhaliflerine aslâ îdam cezası (Mithat Paşa gibi)
vermemiştir. 31 Mart olayında 1. Orduya, Rumeli’den gelen çapulcuları durdurmak için, kardeş kanı
akar korkusuyla tâlimat dâhi vermekten kaçınmıştır.(6)

Vahidüddin Vatan Hâini mi?

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve Sultan Vahidüddin’in şahsiyetiyle ilgili yapılan
değerlendirmelerin tek taraflı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Düşman toplarının Saraya çevrildiğini
gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün gayretlerini, Anadolu’ya gönderilecek bir komutan
vâsıtasıyla, bağımsızlık tohumlarının yeniden yeşertilmesi için harcamışlardır. Sadrazam Damad Ferid,
Mustafa Kemal Paşa’yı padişaha gotürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Harbiye
Nâzırı Şâkir Paşa, Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu ve hânedânı devre dışı bırakabileceğini
hatırlatmışlarsa da; pâdişah önemli olanın vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar
altında, 9. Ordu Müfettişi kisvesiyle Anadolu’ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultan
Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir. Bandırma vapuruna, Mustafa Kemal ile birlikte
kimlerin bineceği tespit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir. Bütün bunlar, Vahidüddin’in
emriyle olmuştur. Her türlü masraf, pâdişahın özel imkânları ve gizli ödenekten karşılanmıştır. 1920-
1922 tarihleri arasında, fiilen idâre T.B.M.M.’inde olmasına rağmen, Vahidüddin, Kuvâ-yı Milliye ve
T.B.M.M. aleyhine bir tek şey yapmamıştır. Aksine, işgâl kuvvetlerini yatıştıracak bazı tasarruflar dışında,
gizlice ve imkânları nisbetinde, onların işlerini kolaylaştıracak desteklerde bulunmuştur. Dolayısıyla,
Sultan Vahidüddin vatan hâini değil; vatanın istiklâli için tâcını ve tahtını terk eden bir vatanperverdir.
Bütün gayretlerine rağmen İstanbul’u işgâlden kurtaramayınca, Kuvâ-yı Milliye’ye de köstek olmamıştır.
İstanbul’u terk ettikten sonra, İngilizler ve İtalyanlar, onun taşıdığı hilâfet sıfatını Anadolu aleyhine
kullanmak istemişlerse de, Sultan Vahidüddin’in iman kuvveti ve vatan sevgisi buna mâni olabilmiştir.
(7)

WåñTêd_øØ7
22.08.2008, 19:23
Baltacı Mehmed’in Katerina’yla İlişkisi Oldu mu?

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]

Prut zaferini en ince ayrıntılarıyla anlatan tarih kaynaklarının (en ayrıntılısı Râşid’in, III. Ahmed devrine 4
cilt ayırdığı meşhur eseridir) hiçbirinde, Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Katerina ile gayrı meşru bir
ilişkide bulunduğu veya en azından Çar ve hanımı Katerina’nın bu savaşın yapıldığı mekâna geldikleri
yazılı değildir. Bilindiği gibi, 1710 yılında Ruslara karşı ilan edilen harpte, açlık ve düzensizlik sebebiyle
Petro’nun savaş meydanına gelmeyip uzaktan idare ettiği ordusu mağlubiyetle karşı karşıya gelmişti.
Rus ordusunun komutanı Şermetivef’di ve Deli Petro ile karısı aslâ harp meydanına gelmemişti. Çar,
mağlup olacağını anlayınca, başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye
göndermiş ve sulh antlaşması yapılmasını arzulamıştı. İsveç Kralı Şarl’ın ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın
farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşâvirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed, çok cazip şartlarla
sulh akdi yaparak, muzaffer bir komutan olarak İstanbul’a gelmek üzere yola çıkacaktı. Bu arada,
padişahın çok sevdiği Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi, Dâmad Ali Paşa ve Dârüssa’ade Ağası
Süleyman Ağa, sert hareketlerinden ve patavatsız sözlerinden dolayı, Baltacı’nın aleyhindeki faaliyet ve
planlarına pâyitahtta hız vermişlerdi. Paşa, henüz İstanbul’a gelmeden Rus Çarı’nın sözünde
durmamasını da bahane ederek, hemen aleyhte bir plan hazırlamışlardı. İlk planları, Baltacı’nın İsveç
Kralı ve Kırım Hanı’nın sözlerine önem vermediğini; zirâ Rus Çarını diri diri yakalama fırsatı elde
edildiğini ve Çar tarafından gönderilen paralar sebebiyle sulh yolunu tercih ettiğini ısrarla padişaha
anlatmak olmuştu. Taraftarları, tek kabahatin gece ile gelen altın arabaları olduğunu, yoksa Çarı
yakalamamak için bir sebep bulunmadığını da ilave etmişlerdi.

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])

İşte bu noktada tarihçi Hammer, Katerina’nın sulh antlaşması uğruna bütün kıymetli mücevherlerini
Osmanlı komuta heyetine gönderdiğini ve Şermetivef vasıtasıyla sulhu sağlaması için Vezir-i A’zama
mektup ilettiğini ifade etmiştir. Bazı çağdaş tarihçiler de, Baltacı’nın aslâ rüşvet almadığını, belki
müşâvirlerinden Ömer Efendi ve Osman Efendi’nin bu hediyeleri kabul etmiş olabileceğini
kaydetmektedirler. Dikkat edilirse, Baltacı’nın Katerine ile çadırda beraber olduğuna dâir, mûteber
Osmanlı kaynaklarında ve çağdaş tarihçilerin eserlerinde en küçük bir bilgi bulunmadığı gibi; Çar ve
hanımının aslâ harp yerine gelmediğini ve bu tür iddiâların tamamen yalan olduğunu ifade eden
beyanlar yer almaktadır. Purut Savaşıyla ilgili yerli ve yabancı bütün kaynakları inceleyerek iki ciltlik bir
eser kaleme alan Tarihçi Akdes Nimet Kurat da, bu iddiaların fantastik bir dedikodu/hikaye olduğunu
belgeleriyle ortaya koymuştur. Katerina’nın, Purut antlaşmasının imzalanmasındaki rolü inkâr
edilemez; fakat bu çadır buluşması ile değil, Katerina’nın akılcı stratejisi ile gerçekleşmiştir. Katerina,
Osmanlıların merhametli olup, boyun eğene kılıç çekmelerinin söz konusu olmadığını; şartları
aleyhlerine de olsa barış antlaşması teklif edilmesini istemişti.



Baltacı’nın antlaşmayı imzalamasının altında ise, Osmanlıların İkinci Viyana Bozgunu ve akabinde 16
yıl süren savaşların verdiği yılgınlığın büyük etkisi vardı. Paşa, yeniçeri askerine tam olarak
güvenememiş, Purut’ta yeniçerilerin yanlış taktiklerle gereken başarıyı gösterememeleri gözünü
korkutmuştu. Paşanın bu tutumu, İstanbul’da ona karşı bir cephenin oluşmasına sebep olmuş ve
rüşvet alıp Rusları saldığı söylentisiyle sadrazamlık makamından azledilerek 1711’de Midilli’ye sürgün
edilmesine yol açmıştı. Purut’taki başarısızlığın müsebbibi sayılan Baltacı ise, henüz cepheden
dönmeden önce, İstanbul’dan gelen haberler üzerine padişahın annesi Ematullah Valide Sultan’a
yazdığı mektupta kendisini şöyle savunmuştu: “Düşman elçileri sulh için geldiklerinde: ‘Şevketli
kudretli padişah efendimizin kılıcı keskin ve hazinemiz çok, cephanemiz lazım gelenden onbeş kat
fazladır, biz cenkten usanmadık’ diye reddettik. Ardından yine gelip: ‘Sizin şeriatınız gereğince aman
dileriz’ dediklerinde, ‘tekliflerimizi kabul ederlerse sulh yapalım’ dedik. İki taraftan barışa dâir kağıtlar
alınıp verilip, Allah’ın izniyle hem düşmanımıza gâlip gelip ve hem de isteklerimizi kabul ettirdik. Bu,
Şevketli Efendimiz’in kuvvetinin eseridir. Bu sene kâfirler ile savaşıldığı zaman berabere kalınmak dâhi
herkesin canına minnetti. Kimsenin hatırına gelmeyen uzun bir cenk yaptık ve bu cenk zaferle
sonuçlandı.” Neticede, Baltacı’nın bu büyük fırsatı kaçırması, tarihçiler tarafından eksiklik olarak kabul
edilmektedir. Aleyhinde kampanya başlatanlar ve bazı Batılı Tarihçiler, Katerina’nın mücevher ve
mektup gönderdiğini de kabul etmektedirler. Osmanlı tarihçileri, bunun da Dârüssa'ade Ağası ile
yakınlarının ithamları olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Ancak hiçbir tarihçi ve Rus Vekâyi’nâmeleri bile,
Katerina’nın harp meydanına geldiğini yazmamıştır ve bu sadece kuru bir iftirâdan ibârettir.

Matbaanın Gecikmesinde Dinin ve Bağnazlığın Etkisi Nedir?

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]

Osmanlı Devleti’ne matbaa 1727 yılında değil, daha erken tarihlerde gelmiştir. Müslümanların
eserlerini bastıkları ilk resmî matbaanın tarihi 1727’dir. Ancak Yahudiler 1488’den, Ermeniler
1567’den ve Rumlar da 1627’den itibaren matbaalarını kurmuşlardı. Hatta II. Bayezid zamanında 19,
Yavuz Sultan Selim zamanında 33 kitap basılmıştır. Bu kitapların üzerinde, “II. Bayezid’in himâyelerinde
basılmıştır” ibâresi yer almaktadır. III. Murad, Arap harfleriyle basılan geometriye dâir “Usul’ül-Oklidis”
kitabının serbestçe satılması için 1588 tarihli fermanla izin ve müsaade vermiştir. IV. Murad zamanında
İstanbul’da bir matbaa kurulması için izin istendiğini ve bu iznin verildiğini Mustafa Nuri Paşa
kaydederken, Enderun Tarihçisi Atâ da, ilk resmî matbaa teşebbüslerinin IV. Mehmed zamanında
başladığını ve ancak neticeye 1727 yılında ulaşıldığını anlatmaktadır. İlk matbaa IV. Mehmed (1648-
1687) devrinde, yani İbrahim Müteferrika’nın matbaasından yaklaşık bir asır evvel kurulmuş ve bazı
kitaplar da basılmıştır; lâkin harfleri hakkıyla tanzim edilmediğinden devam ettirilememiştir.



Bu bilgiler, Osmanlı padişahlarının matbaa aleyhinde oldukları görüşünü reddetmektedir. O halde,
Osmanlı Devleti’ndeki matbaanın değil, belki resmî matbaanın kuruluşunun tarihi 1727’dir. Yoksa
matbaa, Avrupa’da Gutenberg tarafından 1455’te kurulan müesseseden 33 yıl sonra Osmanlı
ülkesine girmiş ve çok sayıda kitap da basılmıştır. Osmanlı Devleti, gerileme ve duraklama devrine
girince, matbaadan yeterince yararlanamamıştır ki; maalesef bu konuda Osmanlı’daki esnaf teşkilatı
loncaların ve bunlara bağlı hattatların menfî anlamda rolleri olmuştur. Kont Marsigli, 1727’de
İstanbul’da 90 bin hattatın bulunduğunu söylemektedir ki; yarısı bile doğru kabul edilse, yine de büyük
bir rakamdır. Bunlara bağlı olarak sahaflar, kalemciler, mücellitler, divitçiler ve benzeri esnafın baskısı
da, resmî matbaanın gecikmesinde önemli rol oynamıştır. Marsigli’nin şu cümleleri bunu teyit
etmektedir: “Gerçekten Türkler, kendi kitaplarını bastırmazlar. Zannedildiği gibi, matbaanın onlar için
yasak bir iş olduğundan ileri geldiği kesinlikle doğru değildir.”

[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]

WåñTêd_øØ7
22.08.2008, 19:23
Şu halde, matbaanın resmen kurulmasının gecikmesini; pâdişahlara, ulemâya (din adamları) ve dinî
taassuba bağlamak yanlış olur. Matbaanın câiz olmadığını iddiâ eden bazı âlimlerin çıkmış olması da
mümkündür; fakat aynı hâdise Avrupa’da da yaşanmıştır. Papa Alexsandre VI, 1501’de yayınladığı
emirnâmeyle ruhsatsız yayınlanan kitapların yakılmasını emrettiği gibi, Fransız Kralı II. Henri de,
ruhsatsız kitap basanları idamla tehdit etmiştir. Matbaanın kurulması için dinen ve aklen hiçbir engelin
bulunmadığını açıklayan layiha üzerine, mesele Şeyhülislâm Abdullah Efendi’ye sorulmuş, o da
müsbet cevap vermiştir. Bu fetvadan sonra Temmuz 1727 tarihli padişah fermanı çıkmış ve kurulan
matbaada ilk olarak 1729’da Vankulu Lügati basılmıştır. Fermanda şimdilik tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm
kitaplarının basılmayacağı da belirtilmiştir. Matbaanın geç gelmesinde ulemanın hiçbir tesiri (bunu ilk
ortaya atanlar Karacson ve Szézarnak adlı iki Katolik Macar’dır) olmadığını Niyazi Berkes şöyle izah
etmiştir: “Ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah
Efendi fetvayı hemen vermiş; ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına “takrizler” yazmışlardır. Bunlarda
kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemiştir.”



Zannedildiğinin aksine ulema, bu ve benzeri pek çok yeniliğin girmesinde engelleyici değil, teşvik edici
bir rol oynamış ve toplum bünyesinden (loncalar gibi) gelebilecek farklı tepkilerin önünü alıp
yumuşatma vazifesi görmüştür. Esasen Müteferrika da ulemadan değil, halkın tepkisinden çekinmiş
ve fetva alarak bu tepkiye karşı bir kalkan yapmak istemiştir. Dolayısıyla, ne Şeyhülislâm ve din
adamları, ne de pâdişah yasaklayıcı ve engelleyici bir mevkîde yer almamıştır. Müteferrika’nın fetva
istediği dilekçe, “Biz tefsir, kelâm ve fıkıh kitapları dışındakileri basmak istiyoruz” şeklinde gelince; fetva
ve ferman da ona göre çıkmıştır; yoksa herhangi bir yasaklama kesinlikle mevzu bahis olamaz. Son
tahlilde matbaanın geç gelmesi katiyen dinî bir mesele değildir ve bu mesele, teknik, ekonomik ve
siyasî problemlerimizden ayrı ele alınamayacağı gibi, içtimaî karakterimize ilişkin kökleri de göz ardı
edilemez. Bu hususta en ihatâlı ve isabetli tespitleri Osmanlı Tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa
serdetmiştir: “Matbaa yeni bulunmuş bir gezegen gibidir. Bunun ışığı Şarka oldukça geç ulaşmıştır.
Çünkü vakit ve hâl; yani dönemin şartları bunu gerektirmiştir. O dönemde matbaa henüz Avrupa’da bile
tam olarak kabul görmüş değildi. Hem zaten o zamanlar, Avrupalılar ile pek içli dışlı; ilişkilerimiz
yeterince kuvvetli değildi.”(9)

Osmanlı İlim ve Teknolojide Batıdan Geri mi Kaldı?
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez]
Osmanlı’nın, ilmî ve teknolojik gelişiminin durmasında; bu sahadaki gelişmeleri takipte Batıdan geri
kalmasının müessir olduğu kısmen doğru olmakla birlikte; büsbütün de gerçeği yansıtmamaktadır.
Zirâ, Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yettiği nisbette Batıdaki ilmî ve teknolojik icat ve keşifleri
izlediği bir tarafa; hatta öncülük dâhi ettiğini gösteren hâdiselere şâhit olmaktayız. Dolayısıyla, bu
mevzûda henüz sağlıklı bir yaklaşım sergilediğimiz söylenemez. Osmanlı’nın Batıdaki gelişmelerin
neresinde olduğunu anlamak için şu üç misâl önem arzetmektedir: Telgrafı icad eden Amerikalı
Samuel Mors, yaptığı aletin değerini önceleri ne anavatanında ne de Avrupa’da anlayacak kimse
bulamamıştı. Çaresiz kalan Mors, Osmanlı’nın ilme ve ilim adamına verdiği kıymeti duyarak şansını bir
de İstanbul’da denemek istemişti. Nihayet aradığı desteği bulan Mors, cihazın eksik parçalarını
tamamladıktan sonra, 1847 yılında saraya telgraf hattı çekmeye muvaffak olacaktır. Bu hizmetten çok
memnun kalan Sultan Abdülmecid (1823-1861) Mors’u, elmaslı madalya ve üzerinde kendi imzasının
yer aldığı ihtira (patent) belgesiyle taltif ederek; hem ona olan hoşnutluğunu hem de ilme verdiği
değeri açıkça gösterecektir.



İkinci misâl, Pastör ve kuduz aşısıyla ilgilidir. Pastör’ün kuduz aşısını keşfedip ilk defa uyguladığında
Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid bulunuyordu. Kuduz aşısını bulduktan sonra devlet
başkanlarına mektup yazan Pastör, kuracağı enstitü için yardım talep etmişti. Meselâ Rus Çarı,
sadece 2 metre boyundaki portresiyle birlikte kuru bir tebrik mektubu yollamakla yetinmişti. Sultan
Abdülhamid ise, bakteriyoloji alanındaki yeniliklerin yurda getirilmesi ve Pastör Enstitüsü’nün
kurulması amacıyla bir heyet oluşturup Fransa’ya göndermişti. Abdülhamid bununla da kalmamış,
enstitüye 10 bin altın ve birinci dereceden Mecidiye Nişanı hediye etmişti. Zikredeceğimiz son misâl,
Osmanlı’nın ilk denizaltı gemisiyle alâkalıdır. Lale devrinde, III. Ahmed’in şehzâdelerinin sünnet
düğününde tertiplenen şenlikler içerisinde en ilgi çekici olanı, Tersane Başmimarı İbrahim Efendi’nin
yaptığı denizaltı ve onun mahâretleri idi. Adeta dev bir timsahı andıran denizaltı, sarayın sahiline
yanaşarak ağzını açmış ve içinden ellerinde pilav ve zerde taşıyan adamlar çıkarak padişaha yemek
ikram etmişlerdi. Aslında bu, denizaltı gemisinin ilk şeklinden başka bir şey değildi. Dünyada
denizaltıcılığın başlaması açısından önemli bir yere sahip olan bu gemi, Topkapı Sarayı Müzesi
Kitaplığında, Seyyid Ahmed Vehbi’nin “Surnâme-i Vehbi” isimli eserinde, çizimleriyle beraber kayıtlıdır.
(10)

Yalanların İdeolojik Tortusundan Kurtulmak

Tarih, ideolojilerin ve siyasî iktidarların çıkar aleti ve savaş kalkanı olmaktan artık kurtarılmalıdır.
İnsanlığın geleceğini geçici menfaatler uğruna karartmanın değil; daha parlak ve müreffeh bir gelecek
inşâ etmenin aracı haline getirilmelidir. Tarihe, siyasî-ideolojik ön yargılar ve art niyetlerle değil; tarih
ilminin öngördüğü disiplin ve metod çerçevesinde yaklaşılmalıdır. Ancak böylelikle, tarihî yalanların
tuzaklarından sâlimen korunabilir; daha sağlıklı bir tarih bilgisi ve görüşüne kavuşulabilir. Doğrulardan
kaçmanın ya da korkmanın zannedildiği gibi fayda değil, telâfisi imkânsız zararlar açtığı âşikârdır.
2000’li yıllarda arzuladığımız yükselişi yakalayabilmenin olmazsa olmazlarından birisinin de, doğru bir
tarih bilgisine, anlayışına ve nihâyet geçmişle barışık olmaya bağlı olduğu şüphe gotürmez bir
hakikattir. Bu hususta atacağımız ilk âcil adımsa, geleceğimizi tarihî yalanlar üzerine binâ etme ve
geçmişle kavgalı olma illetinden bir an evvel kurtulmaktır.(11)

WåñTêd_øØ7
22.08.2008, 19:24
Dipnotlar:

1) Neşrî, Kitâb-ı Cihân-nümâ, Neşr: A. Köymen, F. Unat, c.1, Ank.1987, s.332-333,358-363; Lütfi Paşa,
Tevârih-i Âl-i Osman, İst.1341, s.45,59-60; Solakzâde, Tarih-i Solakzâde, İst.1297, s.51-91; Hoca
Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârih, c.1, İst.1279, s.217; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.1,
Ank.1982, s.260-323; Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c.2, İst.1983, s.306-352; Ahmed Refik, Kadınlar
Saltanatı, c.1, İst.1923, s.22-25; Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ank.1992, s.7-10; Fuad
Köprülü, “Yıldırım Bayezid’in İntiharı Meselesi”, Belleten, c.7, Sayı:27(1943), s.591-599; Ahmed
Akgündüz, Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İst.1999, s.59-61./2) Namık Kemal, Evrâk-ı Perişan, Neşr.
İ. Pala, Ank.1989, s.99-114; Mustafa İsen, “Osmanlı Hânedânının Şairliği ve Fâtih”, Tarih ve Medeniyet
Dergisi, Sayı:40(1997), s.8-10; Akgündüz,Öztürk, age, s.100./3) Naima, Tarih-i Naima, c.3, İst.1280,
s.213,338,420-421,429-430,449; Peçevî, Tarih, c.2, İst.1281, s.399 vd.; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi,
c.1, İst.1986, s.346-350; Uluçay, age, s.54-56; Akgündüz, Öztürk, age, s.190-191./4) Naimâ, age, c.4,
s.243-244,298-334; Uluçay, “Sultan İbrahim Deli, Hasta mıydı?”, Tarih Dünyası, 15 Temmuz-1
Ağustos, 15 Ağustos-1 Elül 1950, 1 Şubat ve 15 Nisan 1951 Tarihli Sayıları; Sefa Saygılı, “Sultan
İbrahim Deli miydi?”, Eğitim Bilim Dergisi, Şubat 1999, s.26-27./5) Mahmud Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı
Hakikat, Neşr: İ. Miroğlu, c.1, İst.1983, s.116-121; Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, Neşr: C. Baysun, c.4,
Ank.1986, s.155-160; Enver Karal, Osmanlı Tarihi, Ank.1988, c.4, s.169-264, c.7, c.255-360;
Uzunçarşılı, “Sultan Abdülaziz Vak’asına Dair Vak’anüvis Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi”, s.349-373./6)
Öztuna, age, c.2, s.576-578; Öztuna, Türkiye Tarihi, c.12, s.198; Süleyman Kocabaş, Çarpıtılan
Tarihimiz, İst.2000, s.67-77; İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vakası, İst.1974, s.41-53; Sina Akşin,
100 Soruda Jön Türkler İttihat ve Terakki, İst.1987, s.139; Akşin, 31 Mart Olayı, İst.1972, s.31; Nazif
Tepedelenlioğlu, İlan-ı Hürriyet ve Sultan II. Abdülhamid, İst.1960, s.58; Y. Kenan Necefzade, II.
Abdülhamid ve İttihat ve Terakki, İst.1967, s.42; İsmail Çolak, “31 Mart Vak’asının Anatomisi”, Anadolu
Gençlik Dergisi, Mart 2003, Sayı:38./7) İlhan Bardakçı, Vahdeddin’den Mustafa Kemal’e, İst.1993,
s.77-78; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İst.1980, s.173-174; Naşit Hakkı Uluğ, Siyasi Yönleriyle Kurtuluş
Savaşı, İst.1973, s.51-53; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, İst.1981, s.408; Gotthard Jaeschke,
Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Ank.1986, s.116; Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve
Modern Türkiye, c.2, İst.1983, s.497; Mehmet Kafkas, Millî Mücadelede Öncüler, c.1, İzmir 1991, s.43-
51; Necip Fazıl Kısakürek, Sultan Vahidüddin, İst.1976, s.156-245; Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde
Atatürk, c.1, Ank.1973, s.193; Murad Bardakçı, Şahbaba, İst.1998; Osman Özsoy, Kurtuluş Savaşının
Perde Arkası, s.127-148; İsmail Çolak, “Tahttan Hacizli Tabuta Vahdeddin”, Tarih ve Medeniyet Dergisi,
Ekim 1997, Sayı:43, s.15-24; İsmail Çalık, “Vahdeddin İngiliz Uşağı mıydı?”, Yeni Dünya Dergisi, Mart
2002, Sayı:101, s.46-50./8) Râşid, Tarih, c.3, s.366-372; Mustafa Nuri Paşa, Netâic’ül-Vuku’ât, Neşr: N.
Çağatay, c.3, Ank.1987, s.20-22; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.4, K.1-2, s.83-95,280-285; Münir
Aktepe, “Baltacı Mehmed Paşa”, TDVİA, c.5, s.35-36; Akgündüz, Öztürk, age, s.210-212./9) Küçük
Çelebizâde, Tarih, c.6, İst.1287, s.470-473; Tayyarzâde Ahmed Atâ, Tarih-i Atâ, c.1, İst.1293, s.157-158;
Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c.1, İst.1885, s.60-62; Uzunçarşılı, age, c.4, K.1, s.158-162;
Mahmud Gündüz, “Matbaanın Tarihçesi ve İlk Kur’ân-ı Kerim Basmaları”, Vakıflar Dergisi, c.12,
Ank.1978, s.335-350; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ank.1973, s.53,57; Berkes, “İlk Türk
Matbaası Kurucusunun Dinî ve Fikrî Kimliği”, Belleten, c.26, Sayı:104(1962), s.724-736; Akgündüz,
Öztürk, age, s.212-214; Mustafa Armağan, “Ah Bir Matbaa Erken Gelseydi!”, Tarih ve Düşünce Dergisi,
Haz.-Tem.2003, Sayı:40./10) Nak. İbrahim Erdinç Şumnu, “Saklı Tarihten Aktüel Yorumlar”, Zafer
Dergisi, Ekim 1988, Sayı: 142, s.24-26; Nezih Özokur, “Çalınan Hazineler”, Zafer Dergisi, Aralık 1987,
Sayı: 132, s.11./11) Bu konuda ayrıca bak. Çalık, “Yalanlar Kıskacındaki Tarih(imiz)”, Yeni Dünya
Dergisi, Eylül-Ekim 2001, Sayı:95