seva
31.08.2008, 00:16
Zaman içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da sahiplendiği yeni bir akımla karşı karşıyayız. Bu yeni akımın gerçekleştirmek istediği hedefi “İslam Dini’ni ibadet merkezli olmaktan ahlak merkezli olmaya doğru evirmek.” şeklinde formüle etsek, acaba proje sahiplerine haksızlık etmiş olur muyuz? Salim Öğüt'ün yazısı
ÜÇ AYLAR MÜNASEBETİYLE
İBADETSİZ MÜSLÜMANLIK MODELİ ÜZERİNE
Allah’ın kullarına rahmet ve şefkatinin söz ve amel olarak tecelli ettiği İslam dini hakkında konuşmak, bu mesuliyetin farkında olanlar için her zaman çok zor olmuştur.
Çünkü bu alanın uzmanlarınca malumdur ki, dinden veya dini konulardan bahseden kimseler, nihai tahlilde Yüce Allah’ın (c.c.) taleplerini tebliğ etmekte, yani O’nun (c.c.) emirlerini ve yasaklarını bildirmekte ve ihlâslı bir iman üzere yaşamak isteyen müminleri bu talepler çerçevesinde yaşamaya davet etmektedirler.
Bu mekanizmanın “ruhbanlık” olarak adlandırılmasının külliyen bir tahrif olduğuna işaretle yetiniyor ve müstakil bir yazıda bu konuyu ele almayı arzu ediyoruz.
Hal böyle olunca Allah’ın dini hakkında görüş beyan etmek çok ciddi bir sorumluluk konusu olmaktadır. Hele bir de bu Din’in merkezinden söz etmeye gelince, hiç şüphesiz bu durum daha büyük bir sorumluluğu mucip olmalıdır.
Şayet son dönemde bu konuda vuku bulan gelişmeleri yanlış algılamıyorsam ve yanlış değerlendirmiyorsam yukarıda işaret ettiğim formülde ifadesini bulan bir “merkez” arayışı ile karşı karşıyayız.
“Yeni arayışlar”dan her zaman heyecan duyduğumu ve arayış içindekileri takdir ve tebrikle yâd ettiğimi belirttikten sonra şu hususu da paylaşmak istiyorum:
Dindeki arayışın amacı Şâri’in, yani din koyucunun maksadını daha isabetli bir biçimde anlama çabası olmalıdır.
Bunu böyle görmek için de “Hak” olanı belirleme hak ve yetkisinin sadece O’nda bulunduğunu bilmek ve buna inanmak gerekir. Nitekim Yüce Allah (c.c.): “Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi.” (el-Mü’minûn, 23/71)
Hal böyle olunca “Batıl”ı belirleme yetkisi de sadece O’na ait olacaktır.
“Yeni arayışlar”ın temeline bu ilkeyi yerleştirmeden girişilecek teşebbüslerin yanlış istikametlere yönelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu çerçeveden bakıldığında aşağıdaki sebeplerden dolayı yukarıda formüle dilen arayışın yanlış istikamette seyrettiğini düşünmekteyim:
Öncelikle konunun “İslam Dini’ni ibadet merkezli olmaktan ahlak merkezli olmaya doğru evirmek.” Biçiminde ortaya konması şu tereddüde yol açmaktadır:
Bütün uzmanların ittifakıyla dinin bir merkezinin bulunması gereklidir. Bu merkez bugüne kadar “ibadet hayatımız” olmuştur. Bugünden sonra ise “ahlaki telakkilerimiz” olmalıdır. Dolayısıyla İslam Dini’ni, İbadet merkezli olmaktan çıkarıp, ahlak merkezli kılmalıyız.
Bu yaklaşımın ima ettiği manaya göre sanki ahlak merkezli bir dinin inşası için ibadet merkezli bir dinin imhası gerekli imiş gibi bir sonuç çıkmaktadır.
Bu yaklaşımın ve bu anlayışının tasvip edilmesi mümkün değildir.
Çünkü:
Eğer bu din için bir merkez belirleme ihtiyacı doğarsa, bunun cevabının en başta Allah’ın kelamında aranması gerekir.
Evet, o cevap hiçbir yoruma ve hiçbir tevile açık kapı bırakmayacak netlikte gün ışığı gibi karşımızda durmaktadır:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56)
Dolayısıyla, şayet Kur’an-ı Kerim merkezli bir tesbitle bu konuyu çözmek istersek, hiçbir muğlâklıkla karşılaşmayız.
Diğer taraftan başta en sahih iki hadis kaynağımız olmak üzere diğer sahih kaynakların çoğunda yar alan ve Cibrîl hadisi olarak bilinen şu meşhur hadisi göz ardı etmek mümkün mü:?
"Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)'in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru peygamber (s.a.s.)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:
"Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu. O zat: "Doğru söyledin" dedi. Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu."
(Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1).
Görüldüğü üzere İslam’ın Peygamber’i İslam’ı “Allah’ ve Rasulü’ne inandığını belirtmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve Hac yapmak” şeklinde tanımlamaktadır.
Üzülerek görmekteyiz ki, gerek tarihte yaşanan bir takım sıkıntılar, gerekse günümüzde yaşadığımız bir takım aktüel problemler yüzünden bu anlayış tavsamış ve ibadetsiz bir Müslümanlık modeli türemiştir. Artık ortalama yurdum insanının ibadetsiz hayatından dolayı ne vicdanında bir sızı ne de yüreğinde bir boşluk vardır.
Hele son zamanlarda kendileriyle aynı unvanı paylaşmaktan üzüntü duyduğum bir takım ilahiyatçıların gayretleri sonucunda öyle bir Müslüman tipiyle karşı karşıya geldik ki, kendi ibadetsizliğini, yani isyan ve tuğyan halini içselleştirmekle kalmamakta, kulluk bilincini henüz yitirmemiş kardeşlerini suçlama, hatta bazen bu yüzden onlara saldırmaktadırlar. Onları dinci, köktenci, kökten dinci, radikal Müslüman, aşırı dinci gibi çirkin yaftalarla yaftalamak gibi bir ahlaksızlığı da rahatça irtikâp edebilmektedirler.
Tıpkı Ömer Seyfettin’in hikâyesinde olduğu gibi:
Meşhur hikâyedir bilirsiniz. Padişah rüyasında yağmurlar yağdığını ve bu yağmur suyundan içenlerin çıldırdığın görür. Dehşetle uyandığı bu kâbusu yorumlayan bütün tabirciler rüyanın aynen çıkacağında ittifak ederler. Bunun üzerine yağmurlar yağmadan önce, hiç değilse saray halkını kurtarmak için büyük sarnıçlar inşa edilir ve sular depolanır. Gün gelir yağmurlar yağar ve gerçekten de o sudan içen herkes delirir. Saray halkı henüz akıl sağlığını korumaktadır. Ne var ki çok kısa bir süre sonra hiç beklenmedik bir gelişme olur. Deliren ve çıldıran o halk kendi arasında organize olarak yeni bir düzen oluşturur ve saraydan çıkanları “deli var” diye tacize başlarlar.
Bu ülkenin mukadderatında söz sahibi olan ve başta bürokrasi, siyaset, medya, sermaye ve üniversite çevreleri olmak üzere, hatırı sayılır itibarlı kişilerin ve çevrelerin ibadet hayatıyla ilgili telakkilerinin aynen Ömer Seyfettin’in hikâyesindeki minval üzere seyrettiğini görmekten büyük bir teessür duymaktayım.
Bütün bu söylediklerimiz ahlak konusunu hafife aldığımız şeklinde yorumlanmamalıdır. Bu konuyu ileride ele almayı vaad ederken şimdilik şu kadarını ifade etmekle yetinmek istiyoruz:
Yukarıdaki formülü şu şekilde tashih etmek zorundayız ki dikkat çekmeye çalıştığımız yanlış anlamaları önleyebilelim:
“İslam, ibadet merkezli bir dindir ama ibadetlerimiz de ahlak merkezlidir.”
Bunu yapmazsak, ibadetsiz isyankârların, Rabbi’ne itaakar müminler üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmış olacağımızdan korkarım.
Son söz olarak diyorum ki:
İslam dini konusunda konuşan herkes, her şeyden önce ibadet konusunu birincil mesele olarak görmeli ve göstermelidir. Bu konuda zihnî veya kalbî zaaflara yol açacak hiçbir ifade kullanmamalıdır. Çünkü Yüce Allah (c.c.):
“(Ey Muhammed!) De ki: "Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin!” (el-Furkan, 25/77) buyurmakta, Elmalılı Hamdi Efendi de bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmektedir: “Yani ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım, buyrulduğu üzere yaratılışınızın hikmeti ibadet ve kulluktur. Onun için ibadet ve kulluğunuz olmasa Allah katında ne kıymet ve öneminiz olurdu.”
İdrak etmekle huzur ve şeref duyduğumuz bu mübarek ayların ibadet ve kulluk bilincinin güçlenmesine vesile olmasını niyaz ediyorum.
selim öğüt.
ÜÇ AYLAR MÜNASEBETİYLE
İBADETSİZ MÜSLÜMANLIK MODELİ ÜZERİNE
Allah’ın kullarına rahmet ve şefkatinin söz ve amel olarak tecelli ettiği İslam dini hakkında konuşmak, bu mesuliyetin farkında olanlar için her zaman çok zor olmuştur.
Çünkü bu alanın uzmanlarınca malumdur ki, dinden veya dini konulardan bahseden kimseler, nihai tahlilde Yüce Allah’ın (c.c.) taleplerini tebliğ etmekte, yani O’nun (c.c.) emirlerini ve yasaklarını bildirmekte ve ihlâslı bir iman üzere yaşamak isteyen müminleri bu talepler çerçevesinde yaşamaya davet etmektedirler.
Bu mekanizmanın “ruhbanlık” olarak adlandırılmasının külliyen bir tahrif olduğuna işaretle yetiniyor ve müstakil bir yazıda bu konuyu ele almayı arzu ediyoruz.
Hal böyle olunca Allah’ın dini hakkında görüş beyan etmek çok ciddi bir sorumluluk konusu olmaktadır. Hele bir de bu Din’in merkezinden söz etmeye gelince, hiç şüphesiz bu durum daha büyük bir sorumluluğu mucip olmalıdır.
Şayet son dönemde bu konuda vuku bulan gelişmeleri yanlış algılamıyorsam ve yanlış değerlendirmiyorsam yukarıda işaret ettiğim formülde ifadesini bulan bir “merkez” arayışı ile karşı karşıyayız.
“Yeni arayışlar”dan her zaman heyecan duyduğumu ve arayış içindekileri takdir ve tebrikle yâd ettiğimi belirttikten sonra şu hususu da paylaşmak istiyorum:
Dindeki arayışın amacı Şâri’in, yani din koyucunun maksadını daha isabetli bir biçimde anlama çabası olmalıdır.
Bunu böyle görmek için de “Hak” olanı belirleme hak ve yetkisinin sadece O’nda bulunduğunu bilmek ve buna inanmak gerekir. Nitekim Yüce Allah (c.c.): “Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi.” (el-Mü’minûn, 23/71)
Hal böyle olunca “Batıl”ı belirleme yetkisi de sadece O’na ait olacaktır.
“Yeni arayışlar”ın temeline bu ilkeyi yerleştirmeden girişilecek teşebbüslerin yanlış istikametlere yönelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu çerçeveden bakıldığında aşağıdaki sebeplerden dolayı yukarıda formüle dilen arayışın yanlış istikamette seyrettiğini düşünmekteyim:
Öncelikle konunun “İslam Dini’ni ibadet merkezli olmaktan ahlak merkezli olmaya doğru evirmek.” Biçiminde ortaya konması şu tereddüde yol açmaktadır:
Bütün uzmanların ittifakıyla dinin bir merkezinin bulunması gereklidir. Bu merkez bugüne kadar “ibadet hayatımız” olmuştur. Bugünden sonra ise “ahlaki telakkilerimiz” olmalıdır. Dolayısıyla İslam Dini’ni, İbadet merkezli olmaktan çıkarıp, ahlak merkezli kılmalıyız.
Bu yaklaşımın ima ettiği manaya göre sanki ahlak merkezli bir dinin inşası için ibadet merkezli bir dinin imhası gerekli imiş gibi bir sonuç çıkmaktadır.
Bu yaklaşımın ve bu anlayışının tasvip edilmesi mümkün değildir.
Çünkü:
Eğer bu din için bir merkez belirleme ihtiyacı doğarsa, bunun cevabının en başta Allah’ın kelamında aranması gerekir.
Evet, o cevap hiçbir yoruma ve hiçbir tevile açık kapı bırakmayacak netlikte gün ışığı gibi karşımızda durmaktadır:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56)
Dolayısıyla, şayet Kur’an-ı Kerim merkezli bir tesbitle bu konuyu çözmek istersek, hiçbir muğlâklıkla karşılaşmayız.
Diğer taraftan başta en sahih iki hadis kaynağımız olmak üzere diğer sahih kaynakların çoğunda yar alan ve Cibrîl hadisi olarak bilinen şu meşhur hadisi göz ardı etmek mümkün mü:?
"Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)'in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru peygamber (s.a.s.)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:
"Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu. O zat: "Doğru söyledin" dedi. Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu."
(Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1).
Görüldüğü üzere İslam’ın Peygamber’i İslam’ı “Allah’ ve Rasulü’ne inandığını belirtmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve Hac yapmak” şeklinde tanımlamaktadır.
Üzülerek görmekteyiz ki, gerek tarihte yaşanan bir takım sıkıntılar, gerekse günümüzde yaşadığımız bir takım aktüel problemler yüzünden bu anlayış tavsamış ve ibadetsiz bir Müslümanlık modeli türemiştir. Artık ortalama yurdum insanının ibadetsiz hayatından dolayı ne vicdanında bir sızı ne de yüreğinde bir boşluk vardır.
Hele son zamanlarda kendileriyle aynı unvanı paylaşmaktan üzüntü duyduğum bir takım ilahiyatçıların gayretleri sonucunda öyle bir Müslüman tipiyle karşı karşıya geldik ki, kendi ibadetsizliğini, yani isyan ve tuğyan halini içselleştirmekle kalmamakta, kulluk bilincini henüz yitirmemiş kardeşlerini suçlama, hatta bazen bu yüzden onlara saldırmaktadırlar. Onları dinci, köktenci, kökten dinci, radikal Müslüman, aşırı dinci gibi çirkin yaftalarla yaftalamak gibi bir ahlaksızlığı da rahatça irtikâp edebilmektedirler.
Tıpkı Ömer Seyfettin’in hikâyesinde olduğu gibi:
Meşhur hikâyedir bilirsiniz. Padişah rüyasında yağmurlar yağdığını ve bu yağmur suyundan içenlerin çıldırdığın görür. Dehşetle uyandığı bu kâbusu yorumlayan bütün tabirciler rüyanın aynen çıkacağında ittifak ederler. Bunun üzerine yağmurlar yağmadan önce, hiç değilse saray halkını kurtarmak için büyük sarnıçlar inşa edilir ve sular depolanır. Gün gelir yağmurlar yağar ve gerçekten de o sudan içen herkes delirir. Saray halkı henüz akıl sağlığını korumaktadır. Ne var ki çok kısa bir süre sonra hiç beklenmedik bir gelişme olur. Deliren ve çıldıran o halk kendi arasında organize olarak yeni bir düzen oluşturur ve saraydan çıkanları “deli var” diye tacize başlarlar.
Bu ülkenin mukadderatında söz sahibi olan ve başta bürokrasi, siyaset, medya, sermaye ve üniversite çevreleri olmak üzere, hatırı sayılır itibarlı kişilerin ve çevrelerin ibadet hayatıyla ilgili telakkilerinin aynen Ömer Seyfettin’in hikâyesindeki minval üzere seyrettiğini görmekten büyük bir teessür duymaktayım.
Bütün bu söylediklerimiz ahlak konusunu hafife aldığımız şeklinde yorumlanmamalıdır. Bu konuyu ileride ele almayı vaad ederken şimdilik şu kadarını ifade etmekle yetinmek istiyoruz:
Yukarıdaki formülü şu şekilde tashih etmek zorundayız ki dikkat çekmeye çalıştığımız yanlış anlamaları önleyebilelim:
“İslam, ibadet merkezli bir dindir ama ibadetlerimiz de ahlak merkezlidir.”
Bunu yapmazsak, ibadetsiz isyankârların, Rabbi’ne itaakar müminler üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmış olacağımızdan korkarım.
Son söz olarak diyorum ki:
İslam dini konusunda konuşan herkes, her şeyden önce ibadet konusunu birincil mesele olarak görmeli ve göstermelidir. Bu konuda zihnî veya kalbî zaaflara yol açacak hiçbir ifade kullanmamalıdır. Çünkü Yüce Allah (c.c.):
“(Ey Muhammed!) De ki: "Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin!” (el-Furkan, 25/77) buyurmakta, Elmalılı Hamdi Efendi de bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmektedir: “Yani ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım, buyrulduğu üzere yaratılışınızın hikmeti ibadet ve kulluktur. Onun için ibadet ve kulluğunuz olmasa Allah katında ne kıymet ve öneminiz olurdu.”
İdrak etmekle huzur ve şeref duyduğumuz bu mübarek ayların ibadet ve kulluk bilincinin güçlenmesine vesile olmasını niyaz ediyorum.
selim öğüt.