suzii
10.06.2009, 13:49
Fenaya akan hayatlar
HAYATA KESKİN veya silik bir aynadan bakmak gibi bir tercihi vardı İnsanın. Bizden ayrılanlar, ayrıldıklarımız, veda ettiklerimiz, veda edenler, var dediklerimiz, var olmayanlar? tümü aynamıza yansıyan silik ve keskin halleridir eşyanın ve mananın.
Esmaya muhatap olma açısından hakiki idrak ufuklarımızı açabildiğimizde eşyaya hakiki manada muhatap oluyorduk. Esma ile kurduğumuz muhatabiyet, daha bir keskinleşiyor, aksi durumda ise fenaya gidenler ile kurduğumuz muhatabiyet silikleşiyordu.
Nefis bekayı fenada arıyor ve fenaya olan şiddetli muhabbet neticesinde elemler ve ağlamalar devam ediyor..
Birini seviyor ve tüm beklentilerinizi ona yüklüyor, sevmeleriniz hiç bitmeyecek sanıyorsunuz. Beraber bir yolda yürüyor, yolda kalmayacak sanıyorsunuz. Yolun kutsallığı ya da yola muhabbetiniz sizi hiç ayırmayacak sanıyorsunuz. Benim dediğiniz her şey bir gün gelip sizin olmadığını belleğinize kazıyor acımasızca. Ve bir gün anlıyorsunuz ki; nefsin bu isteği insanda var olan şiddetli beka arzusuna işaret ediyor. Ve giden her şey fenaya akıyor hızlıca?
Dünyanın geçiciliğini öylesine belirgin yaşıyoruz ki, faniliği gözüne sokarcasına eşyanın gitmesinden tanık oluyoruz. Bir gülün solması fenaya akan hayatlara açık bir örnek. Bir çiçeğin açılmasını hayran bakışlarla seyrediyor, vazoya yerleştiriyor, yanı başınızda her an görmek istiyorsunuz. Görmek lezzeti ile memnun olan insan, solmaya başladığında ise kalben gidişlerden derin elemler hissediyor..
Çocukluğumda bahçemizde ki güllerin açılışını ve güneşin batımını seyrettiğim zamanlarda bu duyguyu çok derinden hissederdim. Bu iki olay beni çok etkilerdi. Romantik bir bakıştan ziyade, bir tarafta eşsiz ve hayretkar güzellik, diğer taraftan bu güzelliğin gidecek olması? Çünkü biraz sonra kızıllığın, griliğe ve ardından çocukluğumdaki tabir ile mavi karanlığa bırakacak olması ve güneşin nereye battığını bilmememden kaynaklanan şaşkınlık, beni hiçbir anı kaçırmamak gibi ciddi bir çabaya sevk ederdi. Günbatımına neredeyse gözlerimi kırpmadan, kilitlenerek seyrederdim.
Gülleri seyrim de pek farklı değildi. Gün içersinde birkaç kere bakar, yenilenen hallerinden dolayı yüzümdeki tebessüm devam ederdi. Ta ki; yaprakların iyice açıp solmaya yüz tuttuğu solgun hallerine baktığım anda; Niye soluyor? Neden yok oluyor? bu kadar güzel bir şey gitmemeli diye iç konuşmalarım, dolayısıyla hissettiğim bu karışık duygular beni çok hüzünlendirirdi.
Bilinçli bir iman penceresinden bakamadığımdan olsa gerek, gitmelere bir anlam veremiyordum. Bu sebeple giden ve batan her şeyden derin teessür duyuyordum? O yıllarda gitmelerinden dolayı bir karar almış, artık sadece denizi sevicem demiştim? Evet denizi de çok seviyordum. Fakat o beni, seyrederken sevdiğim bağlandığım diğer güzellikler gibi bırakıp gitmiyordu? Aynı yerdeydi, ne zaman istesem aynı şekilde gördüğümü düşünürdüm? Ve bugüne gelene kadar denizle olan sıkı muhabbetim ve tutkum sanırım o çocukluk zamanlarından.
Aradan geçen uzun yıllardan sonra anladım ki, ruhum faniye akanlarda beka bulmaya çalışıyor ve ben Beka?ya aşıktım? Bağlanmak, sevmek, sevilmek, bırakılmamak, terk edilmemek duygusu, insanın bekaya olan şiddetli aşkındandı. Bekaya giden koridor fenadan geçiyor olmasıydı? Kimi zaman karanlık kimi zaman aydınlık bir koridordan geçiyorduk?
Demek insanın gitmelere karşı, yok olmaya karşı şiddetli bir feryadı var. Ta ki, hikmetli biri tarafından ruhun teskin bulacağı gerçeğini idrak edinceye kadar..
Hz. İbrahim?in ?la uhubbil afilin? demesini, Rabbini arayışını, bekaya olan şiddetli aşkını öğrendiğim ilk an, ruhumda ne kadar da tanıdık bir duygu olduğunu düşünmüştüm. Demek her birimizin ruhu bu anlamda ?la uhubbil afilin? diyordu.
Yaşıyor, nefes alıyor, yiyor, işe gidiyor ve denizi seyretmekten memnun oluyor olmamız bizi kendimize getirmiyor? Bir şekilde bir şeylere kilitleniyoruz.. Olması için kuvvetlice kavli ve fiili dua ediyoruz. Ta ki o şey vuku buluna dek. Vuku bulduğunun ise hemen akabinde başka bir şey için dua etmeye devam ediyor insan. O çok olmasını istediğimiz şey bizi teskin edecek, duygularımızı sükunete erdirecek, bizi sonsuz mutlu edecek diye anlamlar yüklüyor ve beklentilerimizi artırıyorduk. Böyle olduğunu düşündüğümüzde andan itibaren bu duygunun çok kısa sürdüğünü, o çok istediğimiz şeye sahip olduğumuz anda görüyorduk. Sonrasında bu değil diye farklı mercilere başvuruyor, başka olaylara akıyor, aynı hissiyatı yaşıyorduk... Duygularımız, isteklerimizde akıyordu fenaya..
Dünyaya ait tüm yönelişlerin duygusal ve fiziksel olarak doyurmamasından anlıyor ki insan, bu diye düşündüğümüz her bir şey fenaya akıyor? Bir taraftan Fani olmazsın diyor kalp, diğer taraftan ise fani fani diyor insan?a dair ne varsa..
Saatler akıyor fenaya, dakikalar, saniyeler akıyor fenaya. Ve anlar akıyor fenaya? Yüzlerdeki çizgiler, saçlara düşen aklar, soluklaşan yüz çehresi, her biri bırakır beden elbiselerini. Konuşur faniye gidiyoruz diye? Fena akar faniye, sevinçler, hüzünler, yalnızlıklar da akar fenaya? Faniye bağlanan her gönül aslında, baki?ye akıyor büyük bir hızla? Bu olguların çekilen fotoğraflarıdır elimizde baki kalan.
Bu sıkıntılar ile hayat devam ediyor. Ve büyük bir hızla sıkıntıların içine akıyor hayat? Kimi zaman, ruhun özgür olmasını diliyor, ancak bu durumda ne maddi nede manevi özgürlük bizi ubudiyete taşımıyordu. İnsanın tüm sıkıntıları da bundan olsa gerek.
Ebediyete müştak olan bir kalbi, fani alan hiç bir şey üzmemeliydi. Çünkü bu dünya sahnesinde yaşamadan fani olunamıyor, fani olmadan da ebediyete ulaşılamıyordu.
Bediüzzaman Hz?leri ?bekâ faniden çıkıyor? diyor... Bu dünyada fani olmadan bekâ?ya yol çıkmıyor. Bu durumda bekâ, bir anlamda fenanın temel taşı. Yaşadığımız şu dünya?da fani geçici olandan bekaya kapı açılıyorsa, fena olan ile ilişkimizin boyutu daha derin bir anlam oluşturuyor.
Ádem den gelen hiç bir şey adem?e akmaz demişti bir arkadaşım. Şükürler olsun ki, arayışlarımız akmıyordu yokluğa?
Ayrılışların, terk edişlerin ve vedaların tümü ruhumuzda burukluk yerine fena?nın bıraktığı bekâ tadına bırakmış ise ne ala?
HAYATA KESKİN veya silik bir aynadan bakmak gibi bir tercihi vardı İnsanın. Bizden ayrılanlar, ayrıldıklarımız, veda ettiklerimiz, veda edenler, var dediklerimiz, var olmayanlar? tümü aynamıza yansıyan silik ve keskin halleridir eşyanın ve mananın.
Esmaya muhatap olma açısından hakiki idrak ufuklarımızı açabildiğimizde eşyaya hakiki manada muhatap oluyorduk. Esma ile kurduğumuz muhatabiyet, daha bir keskinleşiyor, aksi durumda ise fenaya gidenler ile kurduğumuz muhatabiyet silikleşiyordu.
Nefis bekayı fenada arıyor ve fenaya olan şiddetli muhabbet neticesinde elemler ve ağlamalar devam ediyor..
Birini seviyor ve tüm beklentilerinizi ona yüklüyor, sevmeleriniz hiç bitmeyecek sanıyorsunuz. Beraber bir yolda yürüyor, yolda kalmayacak sanıyorsunuz. Yolun kutsallığı ya da yola muhabbetiniz sizi hiç ayırmayacak sanıyorsunuz. Benim dediğiniz her şey bir gün gelip sizin olmadığını belleğinize kazıyor acımasızca. Ve bir gün anlıyorsunuz ki; nefsin bu isteği insanda var olan şiddetli beka arzusuna işaret ediyor. Ve giden her şey fenaya akıyor hızlıca?
Dünyanın geçiciliğini öylesine belirgin yaşıyoruz ki, faniliği gözüne sokarcasına eşyanın gitmesinden tanık oluyoruz. Bir gülün solması fenaya akan hayatlara açık bir örnek. Bir çiçeğin açılmasını hayran bakışlarla seyrediyor, vazoya yerleştiriyor, yanı başınızda her an görmek istiyorsunuz. Görmek lezzeti ile memnun olan insan, solmaya başladığında ise kalben gidişlerden derin elemler hissediyor..
Çocukluğumda bahçemizde ki güllerin açılışını ve güneşin batımını seyrettiğim zamanlarda bu duyguyu çok derinden hissederdim. Bu iki olay beni çok etkilerdi. Romantik bir bakıştan ziyade, bir tarafta eşsiz ve hayretkar güzellik, diğer taraftan bu güzelliğin gidecek olması? Çünkü biraz sonra kızıllığın, griliğe ve ardından çocukluğumdaki tabir ile mavi karanlığa bırakacak olması ve güneşin nereye battığını bilmememden kaynaklanan şaşkınlık, beni hiçbir anı kaçırmamak gibi ciddi bir çabaya sevk ederdi. Günbatımına neredeyse gözlerimi kırpmadan, kilitlenerek seyrederdim.
Gülleri seyrim de pek farklı değildi. Gün içersinde birkaç kere bakar, yenilenen hallerinden dolayı yüzümdeki tebessüm devam ederdi. Ta ki; yaprakların iyice açıp solmaya yüz tuttuğu solgun hallerine baktığım anda; Niye soluyor? Neden yok oluyor? bu kadar güzel bir şey gitmemeli diye iç konuşmalarım, dolayısıyla hissettiğim bu karışık duygular beni çok hüzünlendirirdi.
Bilinçli bir iman penceresinden bakamadığımdan olsa gerek, gitmelere bir anlam veremiyordum. Bu sebeple giden ve batan her şeyden derin teessür duyuyordum? O yıllarda gitmelerinden dolayı bir karar almış, artık sadece denizi sevicem demiştim? Evet denizi de çok seviyordum. Fakat o beni, seyrederken sevdiğim bağlandığım diğer güzellikler gibi bırakıp gitmiyordu? Aynı yerdeydi, ne zaman istesem aynı şekilde gördüğümü düşünürdüm? Ve bugüne gelene kadar denizle olan sıkı muhabbetim ve tutkum sanırım o çocukluk zamanlarından.
Aradan geçen uzun yıllardan sonra anladım ki, ruhum faniye akanlarda beka bulmaya çalışıyor ve ben Beka?ya aşıktım? Bağlanmak, sevmek, sevilmek, bırakılmamak, terk edilmemek duygusu, insanın bekaya olan şiddetli aşkındandı. Bekaya giden koridor fenadan geçiyor olmasıydı? Kimi zaman karanlık kimi zaman aydınlık bir koridordan geçiyorduk?
Demek insanın gitmelere karşı, yok olmaya karşı şiddetli bir feryadı var. Ta ki, hikmetli biri tarafından ruhun teskin bulacağı gerçeğini idrak edinceye kadar..
Hz. İbrahim?in ?la uhubbil afilin? demesini, Rabbini arayışını, bekaya olan şiddetli aşkını öğrendiğim ilk an, ruhumda ne kadar da tanıdık bir duygu olduğunu düşünmüştüm. Demek her birimizin ruhu bu anlamda ?la uhubbil afilin? diyordu.
Yaşıyor, nefes alıyor, yiyor, işe gidiyor ve denizi seyretmekten memnun oluyor olmamız bizi kendimize getirmiyor? Bir şekilde bir şeylere kilitleniyoruz.. Olması için kuvvetlice kavli ve fiili dua ediyoruz. Ta ki o şey vuku buluna dek. Vuku bulduğunun ise hemen akabinde başka bir şey için dua etmeye devam ediyor insan. O çok olmasını istediğimiz şey bizi teskin edecek, duygularımızı sükunete erdirecek, bizi sonsuz mutlu edecek diye anlamlar yüklüyor ve beklentilerimizi artırıyorduk. Böyle olduğunu düşündüğümüzde andan itibaren bu duygunun çok kısa sürdüğünü, o çok istediğimiz şeye sahip olduğumuz anda görüyorduk. Sonrasında bu değil diye farklı mercilere başvuruyor, başka olaylara akıyor, aynı hissiyatı yaşıyorduk... Duygularımız, isteklerimizde akıyordu fenaya..
Dünyaya ait tüm yönelişlerin duygusal ve fiziksel olarak doyurmamasından anlıyor ki insan, bu diye düşündüğümüz her bir şey fenaya akıyor? Bir taraftan Fani olmazsın diyor kalp, diğer taraftan ise fani fani diyor insan?a dair ne varsa..
Saatler akıyor fenaya, dakikalar, saniyeler akıyor fenaya. Ve anlar akıyor fenaya? Yüzlerdeki çizgiler, saçlara düşen aklar, soluklaşan yüz çehresi, her biri bırakır beden elbiselerini. Konuşur faniye gidiyoruz diye? Fena akar faniye, sevinçler, hüzünler, yalnızlıklar da akar fenaya? Faniye bağlanan her gönül aslında, baki?ye akıyor büyük bir hızla? Bu olguların çekilen fotoğraflarıdır elimizde baki kalan.
Bu sıkıntılar ile hayat devam ediyor. Ve büyük bir hızla sıkıntıların içine akıyor hayat? Kimi zaman, ruhun özgür olmasını diliyor, ancak bu durumda ne maddi nede manevi özgürlük bizi ubudiyete taşımıyordu. İnsanın tüm sıkıntıları da bundan olsa gerek.
Ebediyete müştak olan bir kalbi, fani alan hiç bir şey üzmemeliydi. Çünkü bu dünya sahnesinde yaşamadan fani olunamıyor, fani olmadan da ebediyete ulaşılamıyordu.
Bediüzzaman Hz?leri ?bekâ faniden çıkıyor? diyor... Bu dünyada fani olmadan bekâ?ya yol çıkmıyor. Bu durumda bekâ, bir anlamda fenanın temel taşı. Yaşadığımız şu dünya?da fani geçici olandan bekaya kapı açılıyorsa, fena olan ile ilişkimizin boyutu daha derin bir anlam oluşturuyor.
Ádem den gelen hiç bir şey adem?e akmaz demişti bir arkadaşım. Şükürler olsun ki, arayışlarımız akmıyordu yokluğa?
Ayrılışların, terk edişlerin ve vedaların tümü ruhumuzda burukluk yerine fena?nın bıraktığı bekâ tadına bırakmış ise ne ala?