Orijinalini görmek için tıklayınız : Yediğin giydiğin haram olunca
Kardelencicegi
09.09.2009, 22:21
Yediğin giydiğin haram olunca
Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı.
Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve;
-Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var.
Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır?
Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor.
Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor?
Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır? dedi.
Yahyâ Efendi bunları duyunca;
-Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz.
Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz.
Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir, dedi.
O zaman papaz;
-Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar.
Bunu ben size soruyorum.
İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu?
Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun? dedi.
Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı.
Ders yapma dan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben;
“Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu.
Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek.
Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı.
Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.
” diye yazdı.
Sonra da sevdiği birine bu mektu bu verip Sultana gönderdi.
Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu.
Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı.
Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi.
Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı.
Hürmetle selâm verip yaklaştı ve;
- Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz?
Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz?
Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim.
Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim? diye sordu.
O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona;
-Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz?
Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar.
Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez.
Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir, dedi.
Hayretler içinde kalan Kânûnî;
-Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söyledikleriniz den zerrece haberim yoktur, dedi.
Yahyâ Efendi de;
-O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur.
Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur.
Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın.
Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın.
Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır?
Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân gayreti?
Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur.
Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi?
Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin?
Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır.
Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur, buyurdu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip;
-Her sene evleri teker teker sayın.
Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın.
Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin.
Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur, diye ferman etti.
Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp;
-Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin.
Gaflet uykusundan bizi uyandırdın.
Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun.
Suç bizdeymiş, dedi.
Yahyâ Efendi de ona;
-Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin.
Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz.
Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz, buyurdu.
Kânûnî ona;
-Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır? diye sordu.
O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup;
- Evet şimdi çıkabilirsin, buyurdu.
güzel bi paylaşım teşekkürler ellerinize sağlık
Kardelencicegi
12.09.2009, 21:46
Hakkını Helal Et…
Hakikate ulaşmak her ne kadar kolay olsada bir o kadar da engebelidir aslında
Dikkatli olmak iğne ucunda yaşamak gerekir.
Sokakda selam vermediğimiz bir kardeşimizin bile hakkı kalabiliyor üzerimizde.
Kaldı ki günümüzde insanlar karşısındakileri hiçe sayarak yaşıyorlar.
Hak mevzuu su her yerde aynıdır. Ailede eşe olan saygı hoşgörü anlayış hak dır.
Selam hak dır, Nefes hak dır.
Aslında farkında dahii olmadan karşımızdakine söylediğimiz kırıcı bir söz dahii hak dır bu
nedenle iğne ucunda yaşamak gerekir.
Müslüman kişi hoşgörülüdür. Ferahtır. Sakindir.
Karşısındaki ni kendisi gibi gören kişidir Müslüman.
Sonunun hemen şimdi olabileceği Kul’luk görevimizde kul hak kı çok ama çok önemlidir.
Bu fanii dünyada bize kar gibi görünen işler aslında bedeli sonsuz azap olacak şeyler olabilir.
Bir ağacın bile insan üstünde hakkı kalabilir!
İşte Müslüman bunu bilmeli ve hayata bu doğrultuda yön vermelidir.
Gençlik süstür. Adeta sırayla çıkılan bir Büs tür.
Zamanı gelen herkes çıkar konuşuruz ve sözü yarıda kalmışcasına iner.
Gençlik de hak dır bence! Kıymeti bilinmeli! Ve bu hak yenilmemelidir!
Bu fanii yaşantıda bence en mühim dönemdir genç lik!
Hele bu zamanda her günah el altında iken bütün günahların gölgesinde sürülen
yaşamdan uzak secdede buluşmak Allah’la! İşte en güzel hak bu hakdır!
Demem o ki!
Bu yazımı öyle ihtişamlı olsun herkes okusun diye yazmıyorum.
İçimden gelenler parça parça dökülüyor ortaya… İnanın kimseyi üzmek istemiyorum bu hayatta!
Hani pamuk gibi olayım bile diyemiyorum bir karıncanın üstüne düşüveririm diye!
O kadar hassaslaştım! Şükür beni bu hale getiren Rab’bime…
Bu yazıyı okuyan kardeşim.
Dualarında beni eksik etme!
Bende seni alacağım dularıma emin ol…
Huzur ferah fazilet Dua dadır..
Ve biz
Huzur’a..
Fazilet’e açız.
Biz.
Dua’ya açız!
Hakkınızı helal edin.
Kardelencicegi
12.09.2009, 22:00
*Bülbülün Güle Aşkı*
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
Hergün geçtiği o yolda, sayısız güllerin bulunduğu bir de bahçe vardı bülbülün. Kiminle geçse o bahçenin yanından; yanındakiler güllerin büyüsüne kapılıp, güllerin ne kadar güzel olduğundan bahsederdi. O ise aldırış etmeden “Alt tarafı gül işte” der geçerdi bahçenin yanından. Güllere bakmazdı bile. Sevmek istemezdi gülleri. Solardı çünkü güller, terkederdi bir süre sonra. Ha! Bir de dikenleri vardı güllerin. Batırırlardı dikenlerini sevenlerine hiç acımadan.
Bir gün geçiyorken bülbül yine o bahçenin yanından yalnız başına, gayri ihtiyari dönüp baktı herkesin hayran kaldığı güllere. Evet sayısız gül vardı o bahçede ve güzel bir ahenk oluşturmuşlardı. “Sana ne” dedi kendi kendine. Sahip olamayacağı güzelliklerden uzak durmaya çalışırdı çünkü. Yüzünü çevirirken bülbül, gözüne bir gül takılıverdi. Onca gülün arasında duruyordu. Gözleri kilitlendi ona görür görmez, “Alt tarafı gül işte” diyemedi dili bu kez. Olduğu yerde durdu, bakakaldı. Korktuğu başına gelmişti. Elde edemeyeceklerinden uzak durması gerektiği aklına geliyor ama bunu kabullenemiyordu.
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
Neydi farklı olan? Ne vardı ki onda, bülbülü kendisine hayran bırakan? Benzese de hepsi birbirine, gözleri ve yüreği ile ayırabiliyordu onu diğerlerinden. Ama gözlerini ayıramıyordu bülbül, o gülden. O an “Kendine gel” dedi ve istemeye istemeye ayırdı gözlerini.
Gözlerine hükmetmişti ama kalbine hükmedemiyordu. Anlam veremiyordu bir türlü. Onca gülün arasından seçtiyse onu bir sebebi olmalıydı. Aşk bu muydu?
Gün boyu onu düşündü. Gece uyutmadı hasreti. Bir daha görememe korkusu büyüdü içinde. Daha fazla duramazdı görmeliydi onu bir kez daha. Yine o bahçenin kenarında uzaktan uzağa seyretti gülünü ertesi gün doyasıya.
Evet, onun gülüydü o artık. Bir başkasının olmasına tahammülü yoktu. Her gün o bahçeye gidiyordu, geceleri ise gülünü hayal ediyordu. Güzel hayalleri güzel planları vardı gülü için. Bir gün sevdiğini söyleyecekti gülüne, gülü de onu sevecekti. Mutlu olacaklardı elbet beraber oldukları sürece.
Zarar verebilecek herşeyden koruyordu gülünü. Küçücük vücudunun yettiğince yardım ediyordu gülüne. Susuz kalmaması için bulutlara, gülünü ayakta tutması için toprağa şarkılar söylüyordu hergün. Bulutla toprak yardım ettiler güle ellerinden geldiğince. Onlar da hayrandı çünkü bülbülün sesine. Bülbülün elinden gelen buydu; yardım edebilecek herkese şarkılar söylüyordu gülü için.
Derken zaman geçti; onsuz olamıyordu artık bülbül, bir an olsun ayrı kalamıyordu. Hasret acısı, sabır taşından ağır gelmeye başlamıştı bülbülün küçük yüreğine. Uzaktan sevmek yetmiyordu artık. Sarılmalıydı ona, en güzel şarkıları söylemeliydi gülüne.
Ama sevecek miydi gül onu. Sevgisine karşılık verecek miydi acaba. Çok sevse de, ortada bir gerçek vardı. Habersizdi gül bülbülden. Bülbül onu seviyor, her kötülükten koruyor, hatta yardım etmeleri için hergün, o güzel sesiyle dostlarına şarkılar söylüyordu. Ancak güllerin en güzeli bundan haberdar değildi henüz.
Tüm cesaretini toplayıp bir gün, gülünün yanına gitti sonunda bülbül. “Ona bu denli yakın olmak... Ne güzel bir duygu...” diye düşündü. Hayallerinden biri gerçek olmuştu. Tüm hayallerini gerçekleştirmek için ise artık konuşmalıydı onunla. Ve sözlerine başladı o güzel sesiyle. Aşkını itiraf etti en güzel kelimelerle. Sesi o kadar güzeldi ki, güllerin en güzeli kayıtsız kalamadı bülbülün aşkına. İlk kıvılcımın çakmasına sebep olmuştu bülbülün sesi. İlk kıvılcımdan sonra, bülbülün o büyük aşkı, sonsuza dek sürecek sevgisi, gülün de onu ölesiye sevmesini sağladı. Her gün buluşuyorlardı. Bülbül gece gündüz, zamanının tümünü gülüyle geçirmeye başlamıştı. İşte hayalleri gerçek olmuştu sonunda bülbülün.
Bu durum bülbülün sesine hayran dostlarını üzmeye başlamıştı. Artık onlara şarkı söylemiyordu bülbül. Ve bu durum kızdırdı bulut ile toprağı. Bize değer vermeyene biz hiç vermeyiz dediler. Kestiler güle yardımı. Suyunu kesti bulut, desteğini çekti toprak gülden.
Bülbül ise habersizdi tüm olanlardan. Farkında değildi dostlarının kendisine yüz çevirdiklerinden. Onun gözü gülünden başkasını görmüyordu. O kadar kördü ki artık, gülünün ihtiyacları olduğunu bile göremez olmuştu. Unutmuştu güllerin ömrünün kısa olduğunu. Unutmuştu, gülünün bu kadar uzun yaşamasının bulut ve toprağın sayesinde olduğunu.
Günler geçtikçe gül solmaya başladı. Bülbül anlam veremiyordu olanlara bir türlü. Gülü gözlerinin önünde soluyordu ve elinden birşey gelmiyordu. Unutmuştu güllerin solduğunu. Bu acıya hazırlamamıştı kendisini. Gülleri sevmemesinin nedenini unutmuştu. Aşkın gücü bunu unutmasını sağlamıştı.
Kısa süre sonra soldu gül. Bülbül gözü yaşlı, doyasıya sarıldı gülüne son bir kez sıkı sıkı. Ancak unutmuştu... Dikenleri vardı güllerin. Daha önceden gülleri sevmemesine neden olan dikenleri unutmuştu. Batıyordu bülbülün minik vücuduna gülünün dikenleri. Ama o aldırış etmiyordu bile. Küçücük vücudundan sızan kanların ne önemi vardı ki artık sevdiği yanında yokken. Ölüm korkutmuyordu onu. Hatta ölmek istiyordu. Etrafındakilerin yardım etmesine izin vermedi. Gülünün toprağa serilmiş cansız vücudunun yanına uzandı bülbül ve yavaş yavaş kapandı gözleri.
Hayatta karşısına çıkan güzellikleri ve aşkı yaşarken, bazı şeylerin ihmale gelmeyeceğini, sadece sevginin yetmediğini, özverinin de gerekli olduğunu anlamıştı artık bülbül son nefesini verirken. Ve her ne kadar bedelini hayatıyla ödeyecek olsada en ufak bir pişmanlık dahi duymuyordu bülbül. Bu aşk ona; sevgiliyi iyisiyle, kötüsüyle sevmesi gerektiğini öğretmişti. Dikene rağmen sevip kucaklamıştı gülünü.
İşte o günden sonra bülbül ile gülün aşkı dilden dile dolaşır oldu. Bu aşk ile gülün güzelliği bülbülün sesi efsaneleşti ve geriye iki cansız küçük beden ile insanların alması için birkaç ders bıraktı.
alıntı
HAKKINI HELAL ET GİDİYORUM
Hakkını helal et gidiyorum.
Hatırlıyomusun, bir pazar sana gel demiştim
gelmemiştin ya, seni son kez görmek istemiştim
Ama ne yapalım canın sagolsun
Şimdi ise gidiyorum
Yaşamak için bir sebebim varmıı?
beni seviyomusun biilmiyorum.
Kalbim kırık, içim buruk gidiyorum.
Bu gidişin dönüşü olurmuu?Bilmiyorum
hıh sanki dönmek isteyen varmı?
Yüregimde ki izlerinide alıp götürüyorum
Sana dair herşeyi, kendimle beraber siliyorum.
Sana hakkım helal,için rahat olsun
sana hiç bir yük bırakmıyorum.
vefasız yaar hakkını helal et
Bu aşk ona; sevgiliyi iyisiyle, kötüsüyle sevmesi gerektiğini öğretmişti. Dikene rağmen sevip kucaklamıştı gülünü
güzel bi paylaşım teşekkürler ellerinize sağlık sağolun
Kardelencicegi
14.09.2009, 11:30
Kimsenin Yaptığı Yanına Kalmaz
Amr bin Dinar hazretleri şöyle anlatır:
"Önceki ümmetlerden birisi, bir deniz sahiline gider ve orada yüksek sesle:
"Beni gören kimse bir başkasına asla zulmetmeyecek!" diye bağıran bir kimse görür. Yanına yaklaşır ve;
"Ey Allah'ın kulu! Senin bu sözün nedir, ne demek istiyorsun?" diye sorar.
Yüksek sesle bağıran kimse başından geçenleri şöyle anlatır:
"Ben bir zamanlar, o zamanın emniyet mensuplarından birisi idim.
Bir gün bu deniz sahiline geldim ve ağı ile balık tutan birini gördüm.
Tuttuğu balığı bana hediye etmesini söyledim, razı olmadı.
Satmasını istedim yine kabul etmedi.
Benim de canım sıkıldı, kızdım ve kırbacımla başına vurmaya başladım
ve balığı zorla aldım.
Balık canlı idi. Elimde sallayarak eve gitmek için yola koyuldum.
Eve yaklaştığım bir sırada balık parmağımı kaptı.
Parmağımı kurtarmak için yere atmak istedim, fakat bırakmadı.
Hemen acele eve girip içeridekilerden yardım istedim.
Onlar da uzunca bir zaman uğraştılar. Neticede zorlukla parmağımı kurtardık. Lakin parmak şişti. Balığın dişlerinin izleri göz göz açıldı. Bunun üzerine iyi bir tabibe gittim. Parmağımı görünce;
"Bu kangren olmuş, eğer kesilmezse, helak olursun" dedi ve parmağımı kesti.
Bu defa hastalık elime sıçradı. Tekrar gittiğimde;
"Eğer elini kesmezsek helak olursun" diyerek rızam üzerine elimi de kesti.
Bu defa hastalık koluma geçmişti. Yine tabibe koştum.
Hastalığın kola yayılmış olduğunu söyleyip kolumu da kesti.
Hastalık bu defa pazuma çıkmıştı. Korku ve şaşkınlıkla evimden çıktım.
Deli gibi koşuyor ve hayvanlar gibi bağırıyordum.
Oralarda büyük bir ağacın gölgesine sığındım.
Dalları arasında uyudum kaldım. Rüyamda birisinin benim yanıma geldiğini gördüm. Bana;
"Senin uzuvların kaç kere kesildi ve parça parça atıldı.
Hakkını sahibine götür ver. O zaman kurtulursun" dedi.
Uyandığımda aklım başıma geldi. Hak sahibini hatırladım.
Bu bana Allahü teâlâdan gelen bir ceza idi. Hemen deniz kenarına gittim.
Balık avcısını buldum. Ağını denize atmıştı. Onu çekinceye kadar bekledim.
Çok balıklar çıkardı. O zaman balıkçıya seslenip;
"Efendim ben senin kölenim!" dedim.
Bana dönüp;
"Sen kimsin?" dedi.
Ben de;
"Efendim falan zaman sizi dövüp zorla balığınızı gasp eden kimseyim" dedim. Sonra ona kolumu gösterdim.
Onu görünce böyle beladan Allahü teâlâya sığındı.
"Sen şimdi serbestsin gidebilirsin" dedi. Ayrılmak istedim. Bana;
"Dur” dedi. Sonra;
“Bir balık için sana bedduada bulunmuştum.
Kolunu geri veremem amma.." diyerek beni elimden tutarak evine götürdü. Oğlunu çağırıp bahçedeki bir yeri gösterip, orasını kazmasını söyledi.
Oğlu orasını kazınca içinde otuz bin dirhem olan bir kese çıktı.
On bin dirhemini bana verip;
"Bunlarla ihtiyacını gider" dedi.
Sonra yine bir on bin dirhem daha verip;
"Bunları da komşularına ve akrabana dağıt!" dedi.
Ben ayrılmak istediğimde ona;
"Allah için bana söyle nasıl beddua ettin?" dedim. O da bana şöyle dedi:
"Sen bana vurup balığı aldığında, çok gücüme gitmişti ve acizliğimden ağlamıştım. Sonra da ya Rabbi! Onu da beni de sen yarattın.
Onu kuvvetli, beni zayıf kıldın. Sonra onu bana musallat eyledin.
Onun zulmünü benden geri çevirmedin.
Beni de onun zulmüne mani olmaya kuvvetli kılmadın.
Kudretin hakkı için onu âleme ibret olacak hâle koy! dedim."
Netice olarak; “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var!” sözünü unutmamalıdır. Herkes ne ekerse onu biçer ve ettiğini bulur.
Zâlimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var!” sözünü unutmamalıdır. Herkes ne ekerse onu biçer ve ettiğini bulur
güzel bi paylaşım teşekkürler ellerine sağlık kardeşim sağol
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
Ankara'nın Beypazarı ilçesindeki tarihi Sultan Alaeddin Camii'nde muhafaza edilen Sakal-ı Şerif, vatandaşların ziyaretine açıldı.
Tarihi Sultan Alaeddin Camii'nde Kadir Gecesi nedeniyle bugün öğle namazının ardından bulunduğu yerden tekbirler ve ilahiler eşliğinde indirilen Sakal-ı Şerif, sedef kaplamalı sandukasından açılarak sergilenmeye başlandı.
Sakal-ı Şerif'i ziyaret etmek isteyen her yaştan vatandaşın ilgisiyle Sultan Alaeddin Camii tarihi günlerinden birini daha yaşadı.
İlk olarak erkeklerin alındığı camiyi, daha sonra kadınlar ziyaret etti. Bazı vatandaşların yaşanan yoğunluk dolayısıyla Sakal-ı Şerif'i görememesi üzerine ziyaret saati akşam ezanına kadar uzatıldı.
Beypazarı Müftüsü Mustafa Düzgüney, Sakal-ı Şerif'in Sultan Alaeddin Camii'nde muhafaza edildiğini belirterek, şunları söyledi:
''Ülkenin birçok yerinde bulunan kutsal emanetler ramazan ayı başından itibaren Müslümanların ziyaretlerine açıldı. Bizde Sultan Alaeddin Camii'nde bulunan Peygamber Efendimizin Sakal-ı Şeriflerini her zaman olduğu gibi ramazan ayı içinde bulunan Kadir Gecesi öncesi muhafaza edildiği yerden dualarla indirerek Müslümanların ziyaretine açtık'' dedi.
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
Abdurrahman 58
15.09.2009, 23:10
Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında:
— Oğlum, namaz hiç bu vakte bırakılır mı?
Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmıştı, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı.
Kendisi ise, nefsini bir türlü yenemiyordu. Hep ‘ne oluyorsa?’ namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına onbeş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, “Yine geciktirdim namazı,” dedi kendi kendine....
Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazını edâ etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi.... “Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana.” dedi. Çok seviyordu onu... Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki, hicâbından renkten renge girerdi.
O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde... Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekilde tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. “Ne kadar da yorulmuşum.” dedi. Daldı gitti öylece...
Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu.
Yüreği, yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor, soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanındaki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti.
Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. “Benim ismimi mi okudunuz?”, dedi, dudakları titreyerek....
Kalabalık birden yarılmış, bir yol oluşmuştu önünde... İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar.
Başı önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden.... “Şükürler olsun.” dedi, kendi kendine ve devam etti; “Gözlerimi dünyaya açtım, hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşturuyor, malını İslâm yolunda harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu. Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah’ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım.”
Kirpiklerinden aşağıya gözyaşları dökülürken, “Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum.” diyordu. Ama bir yandan da “O’nun için ne yapsam az, Cennet’i kazanmama yetmez.” diye düşünüyordu. Tek sığınağı Allah’ın rahmetiydi.
Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyor; sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu.
Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kâğıt, mahşer meydanındaki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti.
Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi Cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten donakalmıştı.
“Olamaaaaz.” diye bağırdı. Sağa-sola koşturdu. İnanamıyordu. “Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep Rabbimi anlattım.” diyordu. Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehenneme doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı?
Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü.
“Hizmetlerim... Oruçlarım…Okuduğum Kur’ân‘lar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?” , diyordu...
Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu hiç dinlemediler, sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı.
Resûlullah, “Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler.” buyuruyordu. “Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?” diye düşünüyordu.
“Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım.” diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı, Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu.
Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birdenbire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu.
Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. Kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı. “Siz de kimsiniz?” dedi.
İhtiyar gülümsedi:
“Ben senin namazlarınım.”
“Neden bu kadar geç kaldınız? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum.” dedi... İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; başını salladı;
“Sen beni hep son anda yetiştirirdin, hatırladın mı?..”
Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu. Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu...
Abdurrahman 58
15.09.2009, 23:12
Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın “Bismillahirrahmanirrahim ” diye besmele çekmeden hiçbir işine başlamazdı. Münafık kocası, onun bu haline çok kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için, Allah’a dua ederdi.
Bir gün, o zalim adam iyice öfkelenmişti. Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine:
“Şuna bir oyun çevireyim de görsün. Bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak?” diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söylemediği inkarcılığı, artık bütün çirkinliğiyle, içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı. Ona bir kese altın vererek:
“Bunu iyi sakla!” diye tembih etti. O saliha kadın da, kocasının emri üzerine hemen gitti. Besmele’yi çekerek keseyi iyice sakladı. Fakat kocası olan münafık adam da onu gizlice takip ediyordu. Sonra, karısının haberi olmadan keseyi ordan aldı. İçindeki altınları boşaltarak keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden, yine hanımını çağırdı:
“Sana verdiğim bir kese altını hemen getir” dedi.
Kadın koştu, keseyi sakladığı yere;
“Bismillahirrahmanirrahim ” diyerek elini uzattı. Tam o anda, Allahü Teala Hazretleri’nin emriyle melekler tarafından kese kuyudan çıkarılıp, yerine kondu. Yanlız ıslanan keseden sular damlıyordu. Kadın, kesenin neden ıslandığını anlayamadı, getirdi. Kocasına teslim etti. Adam, içi altınla dolu ıslak keseyi görünce çok şaşırdı. Karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına:
“Sana çok zulmettim, cok canını yaktım, beni affet” diye yalvarmaya başladı. Allah’a tevbe ve istiğfar etti. Allah’ın salih kullarından biri oldu. O günden sonra, dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi.
“Ya Rabbi! Bana dünyam ve ahiretim icin hayırlı, saliha bir kadını eş olarak verdiğin için, sana hakkıyla şükretmekten acizim, beni affet Allah’ım.”
O saliha kadın ise:
“Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki, duamı kabul edip, kocamı salihlerden eyledin”. Diye dua ediyordu.
WåñTêd_øØ7
16.09.2009, 00:34
Emeğine ve Yüreğine sağlık bi an için kendimi Mahşer gününde sandım Yüce Rabbimizin Merhametı Ve Rahmeti sonsuzdur Bu Mubarek Kadır gecesi Yüzü Hurmetıne Bizleri Affeder inş...
namaz insanı Allahı unutmaktan alıkoyar.Günde beş kerede olsa Allahı insana hatırlatıp şükrettirir.Allah(c.c) cümlemizi namaza hakkını vererek , huşu içinde eda edenlerden eylesin
namaz insanı Allahı unutmaktan alıkoyar.Günde beş kerede olsa Allahı insana hatırlatıp şükrettirir.Allah(c.c) cümlemizi namaza hakkını vererek , huşu içinde eda edenlerden eylesin
amin........amin.........amin
sibelYILMAZ
16.09.2009, 08:35
Gerçekten mükemmel bir anlatım o anı yaşadım adeta daha önce okuduğumda da aynı şeyi hissetmiştim....RAbbim hakkıyla namazı ifa edenlerden ve huşu içinde kılanlardan eylesin bizleri inşallah...
bu hikayeyi gerçekten çok dinledim ve okudum çok güzel ve mana dolu
bi hikaye keşke her işimizin başlangıcı besmele ile olsa
paylaşım için teşekkürler
Abdurrahman 58
16.09.2009, 23:40
Namazını geçte olsa kılmış bu kardeşimiz
Ya namazını hiç kılmayanların hali ne olacak.....???
Abdurrahman 58
16.09.2009, 23:45
Elhamdülillah Müslümanız
Kafkas kartalı diye anılan İmam Şamil, çarlık Rusya'sının düzenli ordularına karşı Kafkasya'nın bağımsızlığı için bir avuç fedakar ve sadık adamıyla uzun yıllar mücadele vermiş bir lider ve kahramandı.
Çarlık Rusya'sının her imkana sahip orduları karşısında, insan da dahil eksilen hiç bir-şeyi yerine koyamadığı için sonunda mağlup olmuş ve esir düşmüştü.
Fakat Rus çarı onu, cesaret ve kahramanlığına hayranlığından dolayı bir esir gibi değil bir misafir gibi karşılamıştı. Üstelik sarayında Şeyh Şamil için bir de ziyafet düzenledi. Yemek devam ederken, Çar kaba bir tarzda İmam Şamil'in iştahlılığını iğnelemeye kalkıştı ve :
- "Yahu bu adam beni de yiyecek" dedi.
Şeyh Şamil bu,sözün altında kalmadı. Misafirini, iğnelemekten çekinmeyen bu kaba Rus'a tereddütsüz şu sözü söyledi :
- "Elhamdülillah biz Müslümanız, domuz eti yemeyiz."
Abdurrahman 58
16.09.2009, 23:55
İyi yürekli bir vezir, yoksul ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında,
- "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu.
Bu duruma tanık olan bir adam bir gün Padişaha ;
- "Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı.
Bu gammazlık üzerine padişahın vezirine karşı kalbi bozuldu. Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu. Vezir sıradan bir vezir değildi. Görevinin dışındaki bir takım incelikleri de biliyor ve yerinde bunlardan yararlanıyordu. Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu:
- "Padişahım, söylenen doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir."
Dünyada iken namaz kılmayanlar için, kıyamet günü gelip çattığı zaman, cehennem ateşinin üzerinde kor haline getirilmiş bir saç ortaya konulur ve Allah’u Zülcelâl buyurur ki:
“Ey Kulum! Dünyada kılmayıp kazaya bırakmış olduğun namazlarını bu kızgın sac üzerinde kıl ”
gerisi bizlere kalmış !
son sözü ile ne güzel cevap vermiş
paylaşım için teşekkürler
Kardelencicegi
17.09.2009, 07:56
- "Elhamdülillah biz Müslümanız, domuz eti yemeyiz."
Atalarimin hazir cevapligiyla, üstün zekalarina hayranim dogrusu. ;)
çok güzel bi paylaşım teşekkürler ellerinize sağlık
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez] ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez])
Eski zamanların birinde saf mı saf temiz mi temiz, her şeye ve herkese kanan bir adam yaşarmış. Tüm muradı insanlara hizmet edip Rabbinin rızasını kazanmakmış. Fakat bazı kendini bilmez insanlar, onun bu saflığından yararlanıp, ona kötü şakalar yaparlar, üzerlermiş. Gel zaman git zaman, bu saf adamın köyünden bir grup insan umre ziyareti yapmaya karar verirler. Giderlerken bu adamcağızı da yanlarında götürmeye karar verirler. "Yolda biraz takılırız, zaman geçiririz." diye.
Nihayet uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yüce Allah'ın evi Beytullah tüm heybetiyle görünmüş. Müslümanlar ve bizim iyilik timsali saf adamımız, heyecan ve sevinçle ona koşmuş ve umre vazifelerini yerine getirmişler. Yaklaşık on gün burada ibadet ve taatla meşgul olan kafile artık toparlanıyormuş. Şimdi Resûlullah'a varma zamanı gelmişti. Nur şehir Medine'ye gitmek için yola koyulmuşlardı. Mekke'den bir mil mesafe ayrılmışlardı ki, içlerinden biri çantasından birtakım kâğıtlar çıkarmış, acele ile arkadaşlarına dağıtmaya başlamış. "Bu nedir?" diyenlere:
"Susun, sessiz olun. Bizim saf adam duymasın, ona müthiş bir oyun hazırladım." demiş.
Kafilede olan herkese dağıtmış. O kâğıtlardan sadece saf adama vermemiş. Arkadaşları dayanamamış, "Çabuk anlat, oyunun nedir?" demişler. Adam:
"Bakın, birazdan saf adam gelecek. Bizlere ellerimizdeki kâğıtların ne olduğunu soracak."
"Eee, biz ne diyeceğiz?" diye atılmış arkadaşları.
"Diyeceğiz ki, bu kâğıtlar bize cennetten gelmiştir. Umre ziyaretimizi kabul eden Allah, bizlere beraatlarımızı gönderdi." diyeceğiz.
Arkadaşlarından bazıları:
"Fakat bu çok ağır bir şaka." dedilerse de bu işi yapmaya karar verdiler.
Biraz sonra saf adam yanlarına gelmişti. Birde ne görsün, herkesin elinde birtakım kağıtlar, onu öpüp kokluyorlar. Dayanamadı:
"Ey benim arkadaşlarım! Nedir o elinizdeki öpüp kokladığınız kâğıtlar?" diye sordu.
Hepsi birbirlerine kaş göz edip gülüşmüşlerdi. Bu oyunu hazırlayan zat ona:
"Aaa, senin bu kâğıtlardan haberin yok mu?"
"Hayır, yok."
"Ama nasıl olur, bak, hepimize gönderildi bundan."
"Fakat anlamıyorum, nedir onlar? Kim gönderdi?"
"Kim olacak, umremizi ve ibadetlerimizi beğenip kabul eden Allah gönderdi."
Saf adam âdeta beyninden vurulmuştu. Son baharda yaprakları dökülüp en ufak bir rüzgârda titreyen bir gül ağacı yaprağı gibiydi. Dudakları: "Rabbim! Rabbim! diye kıpırdıyordu.
Aniden yönünü Mekke'ye çevirdi. Kâbe karşısındaydı; birden olanca kuvvetiyle koşmaya başladı. Arkadaşlarının "Dur, gitme! Şaka yaptık." sözlerini duymuyordu bile. Onun gönlü yanmıştı, hem de nasıl bir yangın… Belki Nil nehri oraya aksa, söndüremeyecekti. Düşüyor, kalkıyor, ağlıyordu. Sonunda kavuşmuştu Beytullah'a. Ona öyle bir sarıldı ki, gözyaşlarını, Kâbe'nin örtüsü içine çekiyordu. Kalbini âlemlerin Rabbi olan Allah'a bağlamış haykırıyordu:
"Ey yüceler yücesi Allah'ım! Ey benim Rabbim! Niye benim beraatımı vermedin, ne kusur ettim? Allah'ım! Arkadaşlarım öyle mutlu ve sevinçli, ben böyle boynu bükük yetim kaldım. Rabbim! Sana yalvarıyorum! Benim de beratımı ver. Ne olur Allah'ım, beratımı ver!"
O, böyle yalvarırken, kafasına bir şeyin değip yere düştüğünü hissetti. Bir de ne görsün, arkadaşlarının ellerindeki kâğıtlardan çok daha güzel bir kâğıt. Hemen aldı, sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Hemen kalktı kafilesine doğru koşmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:
"Aldım! Aldım! Ben de beratımı aldım!…"
Arkadaşlarının hepsi şaşırmıştı. Adam yanlarına gelince, hemen elindeki kağıdı aldılar. O da neydi? Bu kâğıt nasıl da güzel kokuyordu! Hayatlarında hiç bu kadar güzel bir koku koklamamışlardı. Üstelik çok garip harika desenli bir kâğıttı. Şimdi hepsi telaşlanmışlardı, işin içinde bir iş vardı. Hiç vakit kaybetmeden hemen Mekke'ye döndüler ve o devrin büyük âlimi bir büyük zata gittiler. Kâğıdı ona verdiler. O âlim zat kâğıdı eline alır almaz, ayağa kalktı.
"Sübhanallah! Bu cennet kokusudur." dedi. Kâğıdı açınca hayret ve dehşeti arttı:
"Bu," dedi, "bu bir berattır. Falan adama yazılmıştır. Hem de nur mürekkeple yazılmıştır."
Hepsi donmuşlardı. Kimileri hüngür hüngür ağlıyordu. Âlim o saf adamı kucaklamış sakallarından, yüzünden, ellerinden öpüyordu.
"Ne olur bana dua et!" diye rica ediyordu.
Allah, bu saf kuluna rahmet etmiş, ona nazar edip mükâfatlandırmış ve arkadaşlarına da bir ders vermişti.
Allah resûlü’nün diyarından selâm var
yüce Allah ne yapmaya kadir değilki arkadaşları kötü bi şaka yapmışlar ama mükafatını Allah fazlası ile vermiş kimin ne halde olduğunu biz bilemeyiz yüce rabbimiz her şeyi gören ve bilendir çok güzel ve duygu dolu bir hikaye sonu mutlu bitmiş buda ayrıca sevindirici tabi
paylaşım için teşekkürler kardeşim eline emeğine sağlık sağol
Rabbim o güzel kokulardan koklamayı nasip eder iyi kullarından eyler inşallah.
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:00
MUHTEREM ZATLARDAN BİRİNİN YOLU MEDİNEYE DÜŞER.ARA SOKAKLARDA TANIDIĞI Bİ ADAMIN EVİNİ ARARKEN SOKAKTA OYNAYAN ÇOCUKLARI GÖRÜR.YANLIZ Bİ ÇOCUK KENARDA OTURMUŞ İÇ ÇEKE ÇEKE AĞLIYOR.ÇOCUGUN OYUN OYNAMASI İÇİN ÇOK UGRAŞIYOR AMA NAFİLE.ARADAN SAATLER GEÇİYOR ZİYARETİNİ BİTİRİP GİDERKEN YİNE AYNI SOKAK YİNE AYNI ÇOCUKLAR OYNUYOR VE YİNE AYNI ÇOCUK YİNE AĞLIYOR.BUKEZ DAYANAMIYIP Bİ ÇOCUGU KENARA CEKİP DİZ ÇÖKEREK SORUYOR.
: BU ÇOCUK SİZLE NİYE OYNAMIYOR,OYNATMIYORSUNUZ?
: O BİZİMLE OYNAMAZ Kİ!!!!!!!!
: NİÇİN?
: ÇÜNKÜ O HZ.EBUBEKİR'İN (RA) TORUNU!!!!!
MUHTEREM ZAT AYAĞA KALKIYOR, ÇOCUĞA BAKARKEN GÖZLERİNDEN SÜZÜLEN YAŞLAR DUDAKLARINDA BİRLEŞİRKEN KENDİ KENDİNE MIRILDANIYOR ÖYLE AĞAÇIN BÖYLE MEYVESİ OLUR!!!!!!!!!!!!
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:26
ÇOK AMA ÇOK SEVDİGİM DEFALARCA OKUYUP BIIKMADIGIM Bİ PAYLAŞIM.ALLAH RAZI OLSUN.BUGULANAN GÖZLERİMLE OKUDUM.
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:29
EMEGİNE SAGLIK.ÇOK GÜZELDİ.........
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:34
EMEGİNE SAGLIK.
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:42
Gerçekten mükemmel bir anlatım o anı yaşadım adeta daha önce okuduğumda da aynı şeyi hissetmiştim....RAbbim hakkıyla namazı ifa edenlerden ve huşu içinde kılanlardan eylesin bizleri inşallah...
AMİNNNNNNNNNN
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:48
PAYLAŞIM İÇİN EMEGİNE SAGLIK.
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:52
İNŞALLAH BİZLEREDE GÖRMEK NASİP OLUR.
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 03:59
EMEGİNE YÜREGİNE SAGLIK COK GÜZELDİ.
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 04:11
geriye iki cansız küçük beden ile insanların alması için birkaç ders bıraktı. EMEGİNE SAGLIK
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 04:18
İnanın kimseyi üzmek istemiyorum bu hayatta!
Hani pamuk gibi olayım bile diyemiyorum bir karıncanın üstüne düşüveririm diye!
O kadar hassaslaştım! Şükür beni bu hale getiren Rab’bime…ÇOK ŞÜKÜR ÇOKKKKKKKK.
GÜZEL Bİ PAYLAŞIM EMEGİNE SAGLIK.
MİKAİLOGLU
12.11.2009, 04:27
BİZ BÖYLE CİHAN SULTANLARININ TORUNLARIYIZ İŞTE...........AMAAAAAAAAAA ŞİMDİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİ İİİİİİİİİİİİİİİİİİ...........E MEGİNE SAGLIK ÇOK HARİKA BİR PAYLAŞIM.
vBulletin v3.8.3, Copyright ©2000-2024, Jelsoft Enterprises Ltd.