seva
19.02.2010, 14:55
Korku,hepimizde var olan bir duygu...
Kişide panik ataklar oluşturuyor ve zaman içinde bunlar giderek artıyor... Korku veren durumlarla karşılaşmamak için yaşam tarzını değiştirmeye başlayan insanlar "fobik kişiler" olarak tanımlanıyorlar. Onların da hemen tedavi edilmeleri gerekiyor.
Günümüzde birçok insanın farklı fobileri var...
Fobi (phobia), çok eskiden öğ*renilmiş ve nedeni sonra*dan unutulmuş olan korkulara veri*len genel isim... Bu korkular, çok yaygın olan "açık alan korku*su"ndan (agoraphobia), "örümcek korkusu"na (arachnophobia) kadar çok geniş bir palete yayılıyor. Fobi*lerin tedavisinde özellikle son yirmi yıldır "davranış tedavisi"ne (behavioral therapy) başvuruluyor...
Davranışçılık kuramı ve karşıtları
Davranışçılık kuramının (behavi*orism) temeli Amerikalı B.F. Skin*ner tarafından atılmıştı. Bu görüş daha sonra psikiyatride benimsendi ve tedavi yöntemi olarak psikanali*zin yerini almaya başladı. Özellikle korkuların tedavisinde son derece etkin olduğu görülen davranış teda*visi, yine de psikanalistler ve diğer hekimler tarafından pek tutulma*mıştı. Hatta, Freud Okulu'ndan et*kilenerek yola çıkan, ama sonraları ondan ayrılan psikiyatrist Erich Fromm, davranış tedavisi yöntemi*ni eleştirirken, yöntemi, "geç kapi*talist dönemin tedavi yöntemi" ola*rak nitelemişti. Psikanalistlerin bu yönteme getirdikleri temel eleştiri; davranış tedavisinin, psikanalizde olduğu gibi hastalığın kökenine in*mek yerine, hastalığın belirtilerinin tedavisi üzerinde durmasıydı. Dav*ranış tedavisini benimsemeyen ruh*bilimciler de zaten ilaçla tedaviye devam ediyorlar.
90'lı yılları, "Korkunun On Yılı" olarak isimlendiriyorlar
Davranış tedavisinin etkinliği ko*nusunda yapılan en yeni açıklama, Hamburg Üniversitesi Tıp Fakülte*si Psikiyatri Bölümü'nden geliyor. Bu kurumda 13 yıl boyunca 600 korku hastası üzerinde yapılan göz*lemlere göre, dört hastanın 3'ü dav*ranış tedavisi yöntemiyle iyileşmiş bulunuyor. Özellikle son 20 yılda bütün dünyada artış gösteren korku hastalığı o kadar yaygınlaşmış du*rumda ki, Münih'teki Max-Planck Psikiyatri Enstitüsü'nün araştırma*cıları 90'lı yılları, "Korkunun On Yılı" olarak isimlendiriyorlar.
Korku, hepimizde var olan bir duygu... Ama
Kişide panik ataklar oluşturuyor ve bunlar giderek artı*yorsa; kişi, korku veren durumlarla karşılaşmamak için yaşam tarzını değiştirmeye başlamışsa hastalığın tedavisine girişmek gerekiyor.
Davranış terapisindeki kilit kav*ram "korkuyla yüzleşmek" (conf*rontation)... Tedavide hasta, kendi*sinde panik yaratan durumla karşı karşıya getiriliyor ve korku duydu*ğu zaman semptom olarak beliren terleme, kalp çarpıntısı, baş dönme*si vb. durumlarının meydana gelme*yeceğini görerek öğreniyor.
Bu tedavi yönteminde de birbirine karşıt iki okul bulunuyor
Okullar*dan birinde, hasta "doldurma" (flo*oding) ilkesine sadık kalınarak, ken*disinde en şiddetli korkuyu yol açan durumla hemen karşı karşıya getiri*liyor. Diğer okulun yöntemi ise bu kadar şoke edici değil, çok daha yu*muşak; hasta tedavi boyunca, korku yaratan duruma adım adım yaklaştı*rılıyor. Örnek olarak; örümcek kor*kusu yüzünden evlerini yıllarca ne*redeyse paketlemiş hastalar, iğrenç buldukları bu hayvanın çıplak tenle*rinde gezinmesine katlanmak zorun*da kalıyorlar. Çocukluğundan beri iğne gördüğünde bayılan hastalar, kendilerinden iğneyle kan alınışını gözlemliyorlar. Kusma korkusunun pençesinde kıvranan hastalara defa*larca Marco Ferreri'nin o muhteşem filmi, "Büyük Tıkınma" seyrettirili*yor. Uçuş korkusu yüzünden mesle*ğinde yükselemeyen hastalar, bir psikologla birlikte kısa uçuşlara çı*karılıyor. Hatta ABD'de korku teda*visinde son bir yıldır "sanal gerçek*lik" yöntemi kullanılıyor. Böylece, bilgisayar ekranında camdan bir asansöre "binerek" çatışma durumu*nu yaşayan hastalar yükseklik kor*kusunu (acrophobia) yenebiliyorlar. Ne var ki, hastayı en yüksek derece*de korkuyla hemen karşılaştıran te*davinin insani olmadığı da iddia edi*liyor... Böylesine sert yöntemlere karşı çıkanlar, hastaların sadece günlük hayatta olabilecek durumlarla karşılaştırılarak tedavi edilmeleri*nin yeterli olacağını savunuyorlar.
Korku tedavi edilmezse, depresyon, alkol bağımlılığı, ilaç bağımlılığı ve intahar girişimi gibi kötü sonuçlara neden olabiliyor
Tedavinin başarısına rağmen, fobi*leri olan hastaların durumu tıbbi açı*dan hiç de pembe görünmüyor. Ge*nellikle, korku hastalığının "korku hastalığı" olarak tanımlanmasına ka*dar ortalama yedi yıl geçiyor. Korku hastalığının başlangıcının üzerinden bir yıl geçtikten sonra da semptomla*rın kendiliğinden kaybolmayacağı ve hastanın kendi başına iyileşmeyeceği kesinlik taşıyor. Korku hastalığının tedavisine başlanmadığı takdirde so*nuç; depresyon, alkol bağımlılığı, yanlış ilaç kullanımı veya riski yirmi kere artan intihar girişimi oluyor.
Her hastaya uygulanabilen tipik bir reçete yok
Tedavide, bütün korku hastalarına uygulanabilecek tipik bir reçete bu*lunmadığı gibi, bir terapiye başlayana kadar hastanın sakinleştirici ilaçlarla yanlış tedavi edilmiş olduğu da ke*sin... Tedavinin gidişi her bir hastanın özelliklerine göre saptanıyor, bir program çiziliyor ve bu program uy*gulanıyor. Çünkü her hasta, korku yaratan durumla aniden karşılaştırıl*mayı kaldırmayabiliyor.
En önemli iki faktör: Gelecek korkusu, Kendi yaşamını denetleyememe korkusu
Alman araştırmacılarının eski Do*ğu Almanya topraklarında yaşayan hastalar üzerinde yaptığı gözlemlere göre, özellikle sosyo-ekonomik ola*rak gelişmemiş yerlerde yaşayan in*sanlar korku hastalığına daha yatkın*lar... Bu araştırmacılar korkuyu, "sos*yal güvencesizliğin meydana getirdi*ği sonuç" olarak tanımlıyorlar ve fo*bilerin ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli iki faktörün "kişinin duy*duğu gelecek korkusu" ile "kendi ya*şamını denetleyememe korkusu" ol*duğunu belirtiyorlar. Sosyo-ekono*mik açıdan "gelişmiş ülke" tanımla*masına giren ülkelerde nüfusun orta*lama yüzde 7'si fobik tepkiler göste*rirken, "az gelişmiş" ülkelerde bu oranın çok daha yüksek olduğu tah*min ediliyor.
Tedavide bütün mesele, korkunun kısır döngüsünü kıra*bilmekte yatıyor
Davranış terapisinin Hamburg Üniversitesi'ndeki uzmanları, hasta*larından, yavaş yavaş kendi tedavi programlarını oluşturmalarını isti*yorlar. Çünkü, tedavide bütün mesele, korkunun kısır döngüsünü kıra*bilmekte yatıyor. Hastalar, kalp çar*pintisi ve baş dönmesi gibi bedensel semptomlar gösteriyorlar. Bunu, "Aman Tanrım, delireceğim" türün*den bir düşünce ve hızlı nefes alma takip ediyor. Sonuçta ortaya tam bir panik hali çıkıyor. Hastalar, bu me*kanizmanın nasıl çalıştığını öğrene*rek en azından panik atağı önleyebi*liyorlar.
Korku hastalarının en sorunlularını takıntısı olan hastalar oluşturuyor
(obsessive-compulsive reactions)...
Takıntı, sürekli yapılan bir eylem ve*ya kişiyi esir alan bir düşünce olabili*yor. Sürekli el yıkamak, temizlik yap*mak, dua etmek, herhangi bir eşyayı biriktirmek gibi tepkiler aslında has*talık korkusunu veya tehdit edici dü*şünceleri gizliyor. Hastalar bu du*rumda, takıntılarının anlamsızlığını görseler bile, takıntılarından kolay kolay kurtulamıyorlar. Davranış tera*pisi, takıntıların tedavisinde fobilerde olduğu kadar etkin değil; ancak iki hastadan biri tedavi olabiliyor.
Bu durumda hastalığın derinlerde yatan psikolojik nedenlerinin araştı*rılması gerekiyor. En verimli deney, hastayı karşılaştırma durumuna soka*rak, en uç noktada duygusal bir tahri*ki yaşatmak ve onun "çözülme"sini sağlayarak derinlerdeki ruhsal sorunu anlamak...
Psikoterapinin yanı sıra ilaçla tedavi de gerekiyor
Psikoterapinin çok iyi sonuçlar vermesine karşın uzmanlar, ilaçla te*davinin de gerektiği konusunda hem*fikirler... İlaçlar, bazan uzun süren davranış terapisine kadar olan süreyi geçirmek için köprü işlevi görüyorlar. Ayrıca, akut panik atakların olduğu durumlarda korkunun yarattığı kısır döngüyü kırmak için yatıştırıcılar ve*riliyor. Psikiyatri uzmanları, davranış terapisinde olan hastaların da yanlarında, ne olur ne olmaz kabilinden, ilaç taşıdıklarını gözlemliyorlar. Uz*manlar ayrıca, ağır depresyon geçi*ren hastaların ilaç almadan korkula*rıyla yüzleşemediklerini belirtiyorlar. Yine de ilaçlar uzun vadede çö*züm olarak görülmüyor.
Bazı yatıştı*rıcıların alışkanlık yapma riski de çok yüksek...
Buna rağmen doktor*lar, takıntılı hastaların yüzde 80'inin ilacı bıraktıktan sonraki bir yıl içeri*sinde yeniden hastalandıklarını belir*tiyorlar. Tedavi etkisi yüksek, yan et*kileri az ilaçlan bulmak için yapılan araştırmalar ise sürüyor. Araştırma*cılar, korkunun nörolojik nedenlerini çözümlemek peşindeler. Amaçları, bilgi edindikçe yeni ve daha etkili ilaçları üretebilmek...
Bu noktada yapılan deneylerde panik hastalanırın beyni gözlemle*niyor ve çok hassas "alıcı"ların var*lığı araştırılıyor. Aranan ise, nöro vericiler arasındaki ince dengede değişim olup olmadığı... İlaçların beyindeki etkisi izlenerek, korkula*rın ortaya çıkmasını sağlayan mole*küler değişimin ne olduğu sorusuna yanıt aranıyor.
Hekimlerin şimdiye kadar göz*lemledikleri ilaç etkileri de hayli il*ginç...
Trisiklik antidepresanlar; beyin kökünün çekirdek bölgesi olan "Locus coeruleus"ta stres yönlendiri*ci madde "noradrenalin"in etkisini azaltıyorlar. Korkuları giderici bazı ilaçlar nöro iletici "gamma-amino-Yağ asiti"nin işlevini etkiliyorlar. Bir başkası ise, nöronal bir madde olan "serotonin"in salgılamasını etkiliyor. Serotonin de "havamızın" nasıl oldu*ğunu belirleyen madde...
Korkunun ve panik halinin, temelinde çok karma*şık nöronal değişimler yatan duygu*sal durumlar olduğunu belirtiyorlar
Münih'teki Max-Planck Enstitü*sü'nün araştırmacıları, korkunun ve panik halinin, temelinde çok karma*şık nöronal değişimler yatan duygu*sal durumlar olduğunu belirtiyorlar. Boston'daki Harvard Tıp Fakülte*si'nde de korkuların nasıl ortaya çık*tığı araştırılıyor. Onların edindikleri bilgiler Avrupa'dan bir adım daha ileride... Harvard Tıp, "Positrone-Emissions-Tomography" (PET) yöntemiyle, akut kriz geçiren korku hastalarının beyinlerinin bir bölü*münde, kriz sırasında kan dolaşımı*nın önemli derecede arttığını bul*duklarım söylüyorlar. Söz konusu bölge, "limbik sistem" adı verilen bölgenin çok yakınında bulunan bir alan... Korku hastalarının "korku*suz" geçirdikleri dönemlerde, beyin*deki söz konusu alanın son derece normal bir kan dolaşımına sahip ol*duğu da gözlemlenen bilgilerden...
Korku ve takıntı hastaları*nın beyinlerinin biyokimyasının ne*den bozuk olduğu bilinmiyor
Los Angeles Üniversitesi'ndeki araştırmacılar da, aynı yöntemi kul*lanarak, 10 takıntılı hastanın beyin*lerindeki değişimi, tedavi öncesinde ve sonrasında izleyerek şu şaşırtıcı sonuca vardıklarını söylüyorlar: Davranış terapisi de, ilaçla tedavi de beyindeki kritik bölgede görülen aşırı faaliyeti normale indiriyor... Yine de, korku ve takıntı hastaları*nın beyinlerinin biyokimyasının ne*den bozuk olduğu bilinmiyor. Şim*di, bu hassas dengenin bozulmasın*da genlerin ne kadar rol oynadığı ve korku hastalarının çocuklarının teh*likede olup olmadığı da araştırılan konular arasında...
Seçilmiş aileler üzerinde yapılan araştırmalar
Panik hastalarının akrabalarının, korku hastası, alkolik veya depresif olma riskinin, diğer insanla*ra oranla on kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Dresden'de panik hastala*rının çocuklarını gözlemleyen psiko*loglar, bu çocukların kendilerini göz*lemlemeye yaşıtlarından çok daha yatkın olduklarını söylüyorlar. Panik hastalarının çocukları, kendileri pa*nik durumunu yaşamasalar da, ken*dilerini daha fazla izliyorlar. Sonuç olarak, korku hastalarının nörolojik yapılarının genetik olarak çocukları*na geçip geçmediği henüz bilinmi*yor, ama korkuların, belki de gözlem ve birlikte yaşama durumunda, aile*nin diğer bireylerine taşınma riskinin yüksek olduğu görülüyor...
Tüm organları seferber eden duygu...
Korku, gerçek ya da yapmacık olsun, bütün vücudu harekete geçiriyor... Anlık bir kararla, kaçmamıza ya da mücadele etmemize neden oluyor. Tehdidin alınmasından çok önce, beyin alarm veriyor: Asetilkolin ve noradrenalin gibi haberci maddeler, solunumu, kan dolaşımını, kas sistemini ve metabolizmayı daha hızlı çalışmaya zorluyor. Kalp, kaslara daha fazla kan pompalayarak, şeker ve oksijen ihtiyacını karşılıyor. Sindirim organlarına, deriye ve beyne çok az kan gidiyor; yüz "korkudan' sapsarı kesiliyor. Beyin bademciği, hippokampus ve limbik sistemin öteki yapıları, çevreden ve vücuttan gelen sinyalleri alarak, benzer durumlar sonucu bellekte toplanmış olanlarla karşılaştırıyor. Bu karmaşık süreçler, bilinçli bir korku duygusuna dönüşerek, gereken tepkinin verilmesi sağlanıyor: Hipotalamus tarafından uyarılan hipofiz, ACHT hormonunu kana karışması için serbest bırakıyor ve böbreküstü bezlerinin, stres hormonlarını (adrenalin, noradrenalin, kortizon) üretmesini kolaylaştırıyor. Karaciğer de, fazla hareketin yakıtı olan şeker yedeklerini açığa çıkarıyor.
"Korkulu saniyeler", gün boyu sürüyor. Kortizol, yeni şeker yedekleri sağlıyor. Öte yandan, daha uzun süren korku durumları, cinsiyet hormonlarının üretimini azaltarak seks yapma isteğinde gerilemeye neden oluyor.
En büyük korkular ve tedavi yöntemleri...
KORKUNUN TÜRÜ: SPESİFİK KORKU...
Belirtileri: Bazı cisimler veya durumlar karşısında duyulan sü*rekli ve ölçüsüz korku... En sık rastlanan fobiler: Hayvanlar (örümcek, yılan, fare-zoophobia), yükseklik korkusu (acrophobia), kapalı alanlar (claustrophobia), kan veya iğne korkusu...
Tedavisi: Hasta, korkuyu yara*tan durumla bilinçli olarak karşı*laştırılıyor ve böylece beklediği felaketin meydana gelmeyeceği*ni öğreniyor. Tedavide iki zıt yön*tem uygulanıyor; "flooding" ilke*siyle girişilen tedavide hasta, kendisinde en yoğun korkuyu ya*ratan durumla hemen karşılaştı*rılıyor veya "hiyerarşik" yöntemle girişilen tedavide hasta, en az*dan en yoğuna korku yaratan du*rumla dozu gittikçe arttırılarak karşılaştırılıyor. Flooding, daha kısa sürede ve daha kalıcı başarı sağlıyor, ama sadece çok cesur hastalarda uygulanabiliyor. Hiye*rarşik yöntemde ise hastalar, he*nüz en yoğun korkuyu yaşama*dıkları için yaptıkları küçük ilerle*meleri reddetmeye eğilimli olu*yorlar.
KORKUNUN TÜRÜ: GENELLEŞTİRİLMİŞ KORKU SENDROMU...
Belirtileri: Aşırı korku veya kaygı, bu defa bu durumun nedenini oluşturan özel durumlar karşısında ortaya çıkmıyor, en az altı ay boyunca aynı ritimde sü*rekli bir biçimde yaşanıyor. Has*ta huzursuz oluyor ve rahatlama*yı başaramıyor. Kronik mutsuzluk birçok insanı rahatsız ediyor. Korkular, genellikle günlük haya*tın çeşitli alanlarını hedefliyor (ai*le, iş, mali durum). Duyulan kay*gılar gerçek durumlardan kaynak*lanıyor, ama hasta tarafından aşı*rı derecede abartılıyor.
Tedavisi: Söz konusu kişiler, korkular, bedensel semptomlar ve davranışlar arasındaki ilişkileri anlamalı ve kendilerini korkular*dan uzak tutacak yeni stratejileri geliştirmeliler. Bu korkunun teda*visinde önlem de çok belirleyici... Kronik şikayet hallerinde has*taya, önceden kararlaştırılmış za*man dilimlerinde öncelikle şika*yette bulunması ve şikayeti engel*lememesi söyleniyor. Rahatlama teknikleri, yüksek düzeyde sinirli*liği azaltabiliyor.
KORKUNUN TÜRÜ: TAKINTI SENDROMU...
Belirtileri: Hasta, kendisini kor*kutan felaketle karşılaşmamak için stereotip davranışlar geliştiri*yor ve bu davranışları sıkı kural*lara bağlayarak her seferinde "ta*pınırcasına" yerine getiriyor. Ör*nek olarak, kanser korkusu veya kirlenme korkusu yüzünden sü*rekli olarak ellerini yıkayan has*talar, bu işleme bir günlerinin sa*atlerini veriyorlar. Aynı durum ta*kıntı halini almış düşünceler için de geçerli; örneğin çok sevdiği bir kişiyi öldürme düşüncesinden uzaklaşmak için hasta yeni ritüel*ler yaratıyor. Bu tip düşünceler bastırıldığında, ortaya iğrenme veya korku çıkıyor.
Tedavisi: Hasta, kendisinde ta*kıntı yaratan şeylerle karşılaşmayı öğrenmek zorunda... Sürekli olarak ellerini ve yüzünü yıkayan hastaya, ellerini ve yüzünü ona "pis gelen" bir bezle silmesi söy*leniyor. Temizlik hastalığından şikayetçi olan ve kendisine ait herşeyi sürekli olarak silen bir hastaya, grup tedavisinde, eşya*larına dokunan diğer hastaların aslında pis olmadıkları gösterile*rek öğretiliyor. Takıntı haline gel*miş düşünceler de sözel olarak banda kaydediliyor ve hastanın bunları bıkmadan dinlemesi sağ*lanıyor.
KORKUNUN TÜRÜ: PANİK SENDROMU...
Belirtileri: Çok sık -genellikle her gün- görülen, ortalama yarım saat süren ve kalp çarpıntısı, baş dönmesi, terleme, titreme veya nefes darlığına yol açan panik atakları. Panik ataklar gelişigüzel oluyor ve atağın nedeni hasta ta*rafından tanımlanamıyor. Bazı hastalar "korkudan korktukları için" açık alan korkusu (claustrop*hobia) geliştirebiliyorlar.
Tedavisi: Hastalar, panik atak sırasında korkunun kısır döngü*sünü kırmaya yönlendiriliyorlar. En küçük bir kalp çarpıntısında kalp krizi korkusuyla paniğe kapı*lan hastalarda tepki olarak çok hızlı kalp atışları görülüyor. Buna paralel olarak hastanın açık alan korkusu da varsa, tedavide bu korku da dikkate alınıyor.
KORKUNUN TÜRÜ: SOSYAL KORKU...
Belirtileri: Hastalar başarısız olmaktan, kendilerini gülünç duruma düşürmekten veya indir*genmekten korkuyorlar. Bu yüz*den de, kendilerini başkalarının değerlendireceği durumlara gir*miyorlar tam tersine bundan sürekli kaçınıyorlar (topluluk kar*şısında konuşmak, partilere katıl*mak, başkalarının gözü önünde yemek yemek, yazı yazmak, vb). Gözaltında bulunmak bu hastala*ra acı veriyor.
Tedavisi: Başkalarının gözü önünde konuşmak gibi tipik korku durumlarında, grup terapisi çok olumlu sonuçlar veriyor. Gruba katılan hastalarda rol değişimine gidildiği için grup terapisi bütün sosyal korkularda etkin bir yön*tem... Hastaların çeşitli dernekle*re katılmaları ve grup terapisinde öğrendiklerini ev ödevi olarak uy*gulamaları teşvik ediliyor.
KORKUNUN TÜRÜ: AÇIK ALAN KORKUSU...
Belirtileri: Bu tür korkuda hasta*lar kamuya ait alanlarda bulun*mamaya özen gösteriyorlar. Lo*kanta, sinema, toplu taşıma araç*ları gibi yerlerde yaşayacakları bir panik atağının son derece rahat*sız edici; araba kullanırken veya asansörde yaşanacak bir paniğin de tehlikeli olacağını düşündükleri için, bu gibi yerlere girmiyorlar. Açık alan korkusu ve panik atak genellikle birlikte görülüyorlar. Çok aşırı durumlarda hasta evin*den dışarıya çıkmayı reddedebili*yor. Sonuç, akut depresyon ve in*tihar tehlikesi oluyor.
Tedavisi: Spesifik korkununki gi*bi. Hasta, korkuyu yaratan durum*la bilinçli olarak karşılaştırılıyor.
Cyberspace'de alternatif sanal davranış terapisi...
California'da San Rafael'de, yükseklik korkusu olan hasta*ların başına takılan monitör başlı*ğıyla kişilere sanal olarak korku ve panik durumu yaşatılıyor. Has*talar, yüksek bir terastan merdi*venle hiçbir tutanağı olmayan bir köprüye "çıkıyorlar". Kişi, data el*diveni kullanarak sanal köprüde yürürken, bağlı olduğu bilgisayar sistemi, her adım atışında monitördeki görüntüyü daha yüksek*ten bakarmışçasına değiştiriyor. Sanal olarak yaratılan korkunun yol açtığı kalp çarpıntısı ve tansi*yon yükselmesi, terapi süresinde normale iniyor. Sonuçta, hastalar monitörde yaratılan yüksekliği aşmayı öğrenince, gerçek hayat*ta da yükseğe bakabiliyorlar. Bir haftalık tedavi sonrasında 36 has*tadan 33'ünün yükseklik korkusu*nu yendikleri ve Golden Gate Köprüsü'nden yürüyerek geçtik*leri bildiriliyor...
Küçükken beynimize kazınmıştı
Bazı kavram ve görüntüler var ki, bunlardan asla bir tehlike gel*meyeceğini bildiğimiz halde, onla*rın varlıklarına ya da sözlerinin geçmesine tahammül edemiyoruz.
Kıllı: Büyücülerin kılları, cinlerin saçları, insanda ilk anda aşırı vahşi bir bitki örtüsü imajını akla getiriyor. Kuşkusuz, bugün büyücü*lerden ve cinlerden korkmuyoruz, ama aşırı kıllı her şey insanda bir tiksinme duygusu yaratıyor. Nitekim belki bunun için epilasyon yapıyor, saçlarımızı kestiriyoruz.
Pullu: Bu kelime, hemen yılanı ve onun ataları olan sekiz başlı ejder*haları düşündürüyor. Bu hayvanla*rın öykülerinden küçüklükten beri ürktüğümüz ve görüntülerine soğuk baktığımız için pullu olan her şey*den çekiniyoruz.
Dolup taşan: Banyonun bir an için karafatmalarla, dolabın bir kö*şesinde unuttuğunuz peynirin kurtlarla dolup taştığını gözünüzün önüne getirin. Bu dayanılmaz gö*rüntü insanda ilk olarak, bu hay*vanların bizim vücudumuzun içinde de dolaşacaklarını düşündürüyor... Olaya bir de karafatmaların siyah rengi eklenince korku filminin se*naryosu tamamlanıyor.
Soğuk: Sıcakkanlı yaratıklar ola*rak sıcak olmayan tüm canlılardan çekiniyoruz. Çünkü, hayatımızın varlık nedeni olan ve onu devam et*tirecek olan çocuk, annenin sıcak karnında büyüyor. Ayrıca, sürün*genlerle ilgili birçok masal, bu so*ğuk canlılardan korkmamıza neden oluyor...
Çürümüş: Bir büyücünün, bir al*koliğin ağız kokusu sizde hangi duyguyu uyandırıyor? Çürümüşlük duygusu olabilir mi? Oysa, küçük bir bebeğe çürük bir yumurta kokla*tın, göreceksiniz hiçbir tiksinme tep*kisi göstermeyecektir. Çürüme kar*şısındaki tiksinme tepkimiz de bu bağlamda masallarla, efsanelerle güçlendirilmiş toplumsal bir heye*cana dayanıyor...
Yapışkan: Bu sıfat karşısında duyduğumuz tiksinme, büyük ölçü*de büyücülerin iksir hazırlarken kul*landıkları kurbağa imajından kay*naklanıyor. Bu iğrenmenin bir baş*ka boyutu da kuşkusuz insan bedeninin kendisi... Onu oluşturan maddeleri, ya da diğer canlıların içini biliyoruz... Bu nedenle, kendi iç organlarımızın görüntüsüne bile tahammülümüz yok...
Kişide panik ataklar oluşturuyor ve zaman içinde bunlar giderek artıyor... Korku veren durumlarla karşılaşmamak için yaşam tarzını değiştirmeye başlayan insanlar "fobik kişiler" olarak tanımlanıyorlar. Onların da hemen tedavi edilmeleri gerekiyor.
Günümüzde birçok insanın farklı fobileri var...
Fobi (phobia), çok eskiden öğ*renilmiş ve nedeni sonra*dan unutulmuş olan korkulara veri*len genel isim... Bu korkular, çok yaygın olan "açık alan korku*su"ndan (agoraphobia), "örümcek korkusu"na (arachnophobia) kadar çok geniş bir palete yayılıyor. Fobi*lerin tedavisinde özellikle son yirmi yıldır "davranış tedavisi"ne (behavioral therapy) başvuruluyor...
Davranışçılık kuramı ve karşıtları
Davranışçılık kuramının (behavi*orism) temeli Amerikalı B.F. Skin*ner tarafından atılmıştı. Bu görüş daha sonra psikiyatride benimsendi ve tedavi yöntemi olarak psikanali*zin yerini almaya başladı. Özellikle korkuların tedavisinde son derece etkin olduğu görülen davranış teda*visi, yine de psikanalistler ve diğer hekimler tarafından pek tutulma*mıştı. Hatta, Freud Okulu'ndan et*kilenerek yola çıkan, ama sonraları ondan ayrılan psikiyatrist Erich Fromm, davranış tedavisi yöntemi*ni eleştirirken, yöntemi, "geç kapi*talist dönemin tedavi yöntemi" ola*rak nitelemişti. Psikanalistlerin bu yönteme getirdikleri temel eleştiri; davranış tedavisinin, psikanalizde olduğu gibi hastalığın kökenine in*mek yerine, hastalığın belirtilerinin tedavisi üzerinde durmasıydı. Dav*ranış tedavisini benimsemeyen ruh*bilimciler de zaten ilaçla tedaviye devam ediyorlar.
90'lı yılları, "Korkunun On Yılı" olarak isimlendiriyorlar
Davranış tedavisinin etkinliği ko*nusunda yapılan en yeni açıklama, Hamburg Üniversitesi Tıp Fakülte*si Psikiyatri Bölümü'nden geliyor. Bu kurumda 13 yıl boyunca 600 korku hastası üzerinde yapılan göz*lemlere göre, dört hastanın 3'ü dav*ranış tedavisi yöntemiyle iyileşmiş bulunuyor. Özellikle son 20 yılda bütün dünyada artış gösteren korku hastalığı o kadar yaygınlaşmış du*rumda ki, Münih'teki Max-Planck Psikiyatri Enstitüsü'nün araştırma*cıları 90'lı yılları, "Korkunun On Yılı" olarak isimlendiriyorlar.
Korku, hepimizde var olan bir duygu... Ama
Kişide panik ataklar oluşturuyor ve bunlar giderek artı*yorsa; kişi, korku veren durumlarla karşılaşmamak için yaşam tarzını değiştirmeye başlamışsa hastalığın tedavisine girişmek gerekiyor.
Davranış terapisindeki kilit kav*ram "korkuyla yüzleşmek" (conf*rontation)... Tedavide hasta, kendi*sinde panik yaratan durumla karşı karşıya getiriliyor ve korku duydu*ğu zaman semptom olarak beliren terleme, kalp çarpıntısı, baş dönme*si vb. durumlarının meydana gelme*yeceğini görerek öğreniyor.
Bu tedavi yönteminde de birbirine karşıt iki okul bulunuyor
Okullar*dan birinde, hasta "doldurma" (flo*oding) ilkesine sadık kalınarak, ken*disinde en şiddetli korkuyu yol açan durumla hemen karşı karşıya getiri*liyor. Diğer okulun yöntemi ise bu kadar şoke edici değil, çok daha yu*muşak; hasta tedavi boyunca, korku yaratan duruma adım adım yaklaştı*rılıyor. Örnek olarak; örümcek kor*kusu yüzünden evlerini yıllarca ne*redeyse paketlemiş hastalar, iğrenç buldukları bu hayvanın çıplak tenle*rinde gezinmesine katlanmak zorun*da kalıyorlar. Çocukluğundan beri iğne gördüğünde bayılan hastalar, kendilerinden iğneyle kan alınışını gözlemliyorlar. Kusma korkusunun pençesinde kıvranan hastalara defa*larca Marco Ferreri'nin o muhteşem filmi, "Büyük Tıkınma" seyrettirili*yor. Uçuş korkusu yüzünden mesle*ğinde yükselemeyen hastalar, bir psikologla birlikte kısa uçuşlara çı*karılıyor. Hatta ABD'de korku teda*visinde son bir yıldır "sanal gerçek*lik" yöntemi kullanılıyor. Böylece, bilgisayar ekranında camdan bir asansöre "binerek" çatışma durumu*nu yaşayan hastalar yükseklik kor*kusunu (acrophobia) yenebiliyorlar. Ne var ki, hastayı en yüksek derece*de korkuyla hemen karşılaştıran te*davinin insani olmadığı da iddia edi*liyor... Böylesine sert yöntemlere karşı çıkanlar, hastaların sadece günlük hayatta olabilecek durumlarla karşılaştırılarak tedavi edilmeleri*nin yeterli olacağını savunuyorlar.
Korku tedavi edilmezse, depresyon, alkol bağımlılığı, ilaç bağımlılığı ve intahar girişimi gibi kötü sonuçlara neden olabiliyor
Tedavinin başarısına rağmen, fobi*leri olan hastaların durumu tıbbi açı*dan hiç de pembe görünmüyor. Ge*nellikle, korku hastalığının "korku hastalığı" olarak tanımlanmasına ka*dar ortalama yedi yıl geçiyor. Korku hastalığının başlangıcının üzerinden bir yıl geçtikten sonra da semptomla*rın kendiliğinden kaybolmayacağı ve hastanın kendi başına iyileşmeyeceği kesinlik taşıyor. Korku hastalığının tedavisine başlanmadığı takdirde so*nuç; depresyon, alkol bağımlılığı, yanlış ilaç kullanımı veya riski yirmi kere artan intihar girişimi oluyor.
Her hastaya uygulanabilen tipik bir reçete yok
Tedavide, bütün korku hastalarına uygulanabilecek tipik bir reçete bu*lunmadığı gibi, bir terapiye başlayana kadar hastanın sakinleştirici ilaçlarla yanlış tedavi edilmiş olduğu da ke*sin... Tedavinin gidişi her bir hastanın özelliklerine göre saptanıyor, bir program çiziliyor ve bu program uy*gulanıyor. Çünkü her hasta, korku yaratan durumla aniden karşılaştırıl*mayı kaldırmayabiliyor.
En önemli iki faktör: Gelecek korkusu, Kendi yaşamını denetleyememe korkusu
Alman araştırmacılarının eski Do*ğu Almanya topraklarında yaşayan hastalar üzerinde yaptığı gözlemlere göre, özellikle sosyo-ekonomik ola*rak gelişmemiş yerlerde yaşayan in*sanlar korku hastalığına daha yatkın*lar... Bu araştırmacılar korkuyu, "sos*yal güvencesizliğin meydana getirdi*ği sonuç" olarak tanımlıyorlar ve fo*bilerin ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli iki faktörün "kişinin duy*duğu gelecek korkusu" ile "kendi ya*şamını denetleyememe korkusu" ol*duğunu belirtiyorlar. Sosyo-ekono*mik açıdan "gelişmiş ülke" tanımla*masına giren ülkelerde nüfusun orta*lama yüzde 7'si fobik tepkiler göste*rirken, "az gelişmiş" ülkelerde bu oranın çok daha yüksek olduğu tah*min ediliyor.
Tedavide bütün mesele, korkunun kısır döngüsünü kıra*bilmekte yatıyor
Davranış terapisinin Hamburg Üniversitesi'ndeki uzmanları, hasta*larından, yavaş yavaş kendi tedavi programlarını oluşturmalarını isti*yorlar. Çünkü, tedavide bütün mesele, korkunun kısır döngüsünü kıra*bilmekte yatıyor. Hastalar, kalp çar*pintisi ve baş dönmesi gibi bedensel semptomlar gösteriyorlar. Bunu, "Aman Tanrım, delireceğim" türün*den bir düşünce ve hızlı nefes alma takip ediyor. Sonuçta ortaya tam bir panik hali çıkıyor. Hastalar, bu me*kanizmanın nasıl çalıştığını öğrene*rek en azından panik atağı önleyebi*liyorlar.
Korku hastalarının en sorunlularını takıntısı olan hastalar oluşturuyor
(obsessive-compulsive reactions)...
Takıntı, sürekli yapılan bir eylem ve*ya kişiyi esir alan bir düşünce olabili*yor. Sürekli el yıkamak, temizlik yap*mak, dua etmek, herhangi bir eşyayı biriktirmek gibi tepkiler aslında has*talık korkusunu veya tehdit edici dü*şünceleri gizliyor. Hastalar bu du*rumda, takıntılarının anlamsızlığını görseler bile, takıntılarından kolay kolay kurtulamıyorlar. Davranış tera*pisi, takıntıların tedavisinde fobilerde olduğu kadar etkin değil; ancak iki hastadan biri tedavi olabiliyor.
Bu durumda hastalığın derinlerde yatan psikolojik nedenlerinin araştı*rılması gerekiyor. En verimli deney, hastayı karşılaştırma durumuna soka*rak, en uç noktada duygusal bir tahri*ki yaşatmak ve onun "çözülme"sini sağlayarak derinlerdeki ruhsal sorunu anlamak...
Psikoterapinin yanı sıra ilaçla tedavi de gerekiyor
Psikoterapinin çok iyi sonuçlar vermesine karşın uzmanlar, ilaçla te*davinin de gerektiği konusunda hem*fikirler... İlaçlar, bazan uzun süren davranış terapisine kadar olan süreyi geçirmek için köprü işlevi görüyorlar. Ayrıca, akut panik atakların olduğu durumlarda korkunun yarattığı kısır döngüyü kırmak için yatıştırıcılar ve*riliyor. Psikiyatri uzmanları, davranış terapisinde olan hastaların da yanlarında, ne olur ne olmaz kabilinden, ilaç taşıdıklarını gözlemliyorlar. Uz*manlar ayrıca, ağır depresyon geçi*ren hastaların ilaç almadan korkula*rıyla yüzleşemediklerini belirtiyorlar. Yine de ilaçlar uzun vadede çö*züm olarak görülmüyor.
Bazı yatıştı*rıcıların alışkanlık yapma riski de çok yüksek...
Buna rağmen doktor*lar, takıntılı hastaların yüzde 80'inin ilacı bıraktıktan sonraki bir yıl içeri*sinde yeniden hastalandıklarını belir*tiyorlar. Tedavi etkisi yüksek, yan et*kileri az ilaçlan bulmak için yapılan araştırmalar ise sürüyor. Araştırma*cılar, korkunun nörolojik nedenlerini çözümlemek peşindeler. Amaçları, bilgi edindikçe yeni ve daha etkili ilaçları üretebilmek...
Bu noktada yapılan deneylerde panik hastalanırın beyni gözlemle*niyor ve çok hassas "alıcı"ların var*lığı araştırılıyor. Aranan ise, nöro vericiler arasındaki ince dengede değişim olup olmadığı... İlaçların beyindeki etkisi izlenerek, korkula*rın ortaya çıkmasını sağlayan mole*küler değişimin ne olduğu sorusuna yanıt aranıyor.
Hekimlerin şimdiye kadar göz*lemledikleri ilaç etkileri de hayli il*ginç...
Trisiklik antidepresanlar; beyin kökünün çekirdek bölgesi olan "Locus coeruleus"ta stres yönlendiri*ci madde "noradrenalin"in etkisini azaltıyorlar. Korkuları giderici bazı ilaçlar nöro iletici "gamma-amino-Yağ asiti"nin işlevini etkiliyorlar. Bir başkası ise, nöronal bir madde olan "serotonin"in salgılamasını etkiliyor. Serotonin de "havamızın" nasıl oldu*ğunu belirleyen madde...
Korkunun ve panik halinin, temelinde çok karma*şık nöronal değişimler yatan duygu*sal durumlar olduğunu belirtiyorlar
Münih'teki Max-Planck Enstitü*sü'nün araştırmacıları, korkunun ve panik halinin, temelinde çok karma*şık nöronal değişimler yatan duygu*sal durumlar olduğunu belirtiyorlar. Boston'daki Harvard Tıp Fakülte*si'nde de korkuların nasıl ortaya çık*tığı araştırılıyor. Onların edindikleri bilgiler Avrupa'dan bir adım daha ileride... Harvard Tıp, "Positrone-Emissions-Tomography" (PET) yöntemiyle, akut kriz geçiren korku hastalarının beyinlerinin bir bölü*münde, kriz sırasında kan dolaşımı*nın önemli derecede arttığını bul*duklarım söylüyorlar. Söz konusu bölge, "limbik sistem" adı verilen bölgenin çok yakınında bulunan bir alan... Korku hastalarının "korku*suz" geçirdikleri dönemlerde, beyin*deki söz konusu alanın son derece normal bir kan dolaşımına sahip ol*duğu da gözlemlenen bilgilerden...
Korku ve takıntı hastaları*nın beyinlerinin biyokimyasının ne*den bozuk olduğu bilinmiyor
Los Angeles Üniversitesi'ndeki araştırmacılar da, aynı yöntemi kul*lanarak, 10 takıntılı hastanın beyin*lerindeki değişimi, tedavi öncesinde ve sonrasında izleyerek şu şaşırtıcı sonuca vardıklarını söylüyorlar: Davranış terapisi de, ilaçla tedavi de beyindeki kritik bölgede görülen aşırı faaliyeti normale indiriyor... Yine de, korku ve takıntı hastaları*nın beyinlerinin biyokimyasının ne*den bozuk olduğu bilinmiyor. Şim*di, bu hassas dengenin bozulmasın*da genlerin ne kadar rol oynadığı ve korku hastalarının çocuklarının teh*likede olup olmadığı da araştırılan konular arasında...
Seçilmiş aileler üzerinde yapılan araştırmalar
Panik hastalarının akrabalarının, korku hastası, alkolik veya depresif olma riskinin, diğer insanla*ra oranla on kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Dresden'de panik hastala*rının çocuklarını gözlemleyen psiko*loglar, bu çocukların kendilerini göz*lemlemeye yaşıtlarından çok daha yatkın olduklarını söylüyorlar. Panik hastalarının çocukları, kendileri pa*nik durumunu yaşamasalar da, ken*dilerini daha fazla izliyorlar. Sonuç olarak, korku hastalarının nörolojik yapılarının genetik olarak çocukları*na geçip geçmediği henüz bilinmi*yor, ama korkuların, belki de gözlem ve birlikte yaşama durumunda, aile*nin diğer bireylerine taşınma riskinin yüksek olduğu görülüyor...
Tüm organları seferber eden duygu...
Korku, gerçek ya da yapmacık olsun, bütün vücudu harekete geçiriyor... Anlık bir kararla, kaçmamıza ya da mücadele etmemize neden oluyor. Tehdidin alınmasından çok önce, beyin alarm veriyor: Asetilkolin ve noradrenalin gibi haberci maddeler, solunumu, kan dolaşımını, kas sistemini ve metabolizmayı daha hızlı çalışmaya zorluyor. Kalp, kaslara daha fazla kan pompalayarak, şeker ve oksijen ihtiyacını karşılıyor. Sindirim organlarına, deriye ve beyne çok az kan gidiyor; yüz "korkudan' sapsarı kesiliyor. Beyin bademciği, hippokampus ve limbik sistemin öteki yapıları, çevreden ve vücuttan gelen sinyalleri alarak, benzer durumlar sonucu bellekte toplanmış olanlarla karşılaştırıyor. Bu karmaşık süreçler, bilinçli bir korku duygusuna dönüşerek, gereken tepkinin verilmesi sağlanıyor: Hipotalamus tarafından uyarılan hipofiz, ACHT hormonunu kana karışması için serbest bırakıyor ve böbreküstü bezlerinin, stres hormonlarını (adrenalin, noradrenalin, kortizon) üretmesini kolaylaştırıyor. Karaciğer de, fazla hareketin yakıtı olan şeker yedeklerini açığa çıkarıyor.
"Korkulu saniyeler", gün boyu sürüyor. Kortizol, yeni şeker yedekleri sağlıyor. Öte yandan, daha uzun süren korku durumları, cinsiyet hormonlarının üretimini azaltarak seks yapma isteğinde gerilemeye neden oluyor.
En büyük korkular ve tedavi yöntemleri...
KORKUNUN TÜRÜ: SPESİFİK KORKU...
Belirtileri: Bazı cisimler veya durumlar karşısında duyulan sü*rekli ve ölçüsüz korku... En sık rastlanan fobiler: Hayvanlar (örümcek, yılan, fare-zoophobia), yükseklik korkusu (acrophobia), kapalı alanlar (claustrophobia), kan veya iğne korkusu...
Tedavisi: Hasta, korkuyu yara*tan durumla bilinçli olarak karşı*laştırılıyor ve böylece beklediği felaketin meydana gelmeyeceği*ni öğreniyor. Tedavide iki zıt yön*tem uygulanıyor; "flooding" ilke*siyle girişilen tedavide hasta, kendisinde en yoğun korkuyu ya*ratan durumla hemen karşılaştı*rılıyor veya "hiyerarşik" yöntemle girişilen tedavide hasta, en az*dan en yoğuna korku yaratan du*rumla dozu gittikçe arttırılarak karşılaştırılıyor. Flooding, daha kısa sürede ve daha kalıcı başarı sağlıyor, ama sadece çok cesur hastalarda uygulanabiliyor. Hiye*rarşik yöntemde ise hastalar, he*nüz en yoğun korkuyu yaşama*dıkları için yaptıkları küçük ilerle*meleri reddetmeye eğilimli olu*yorlar.
KORKUNUN TÜRÜ: GENELLEŞTİRİLMİŞ KORKU SENDROMU...
Belirtileri: Aşırı korku veya kaygı, bu defa bu durumun nedenini oluşturan özel durumlar karşısında ortaya çıkmıyor, en az altı ay boyunca aynı ritimde sü*rekli bir biçimde yaşanıyor. Has*ta huzursuz oluyor ve rahatlama*yı başaramıyor. Kronik mutsuzluk birçok insanı rahatsız ediyor. Korkular, genellikle günlük haya*tın çeşitli alanlarını hedefliyor (ai*le, iş, mali durum). Duyulan kay*gılar gerçek durumlardan kaynak*lanıyor, ama hasta tarafından aşı*rı derecede abartılıyor.
Tedavisi: Söz konusu kişiler, korkular, bedensel semptomlar ve davranışlar arasındaki ilişkileri anlamalı ve kendilerini korkular*dan uzak tutacak yeni stratejileri geliştirmeliler. Bu korkunun teda*visinde önlem de çok belirleyici... Kronik şikayet hallerinde has*taya, önceden kararlaştırılmış za*man dilimlerinde öncelikle şika*yette bulunması ve şikayeti engel*lememesi söyleniyor. Rahatlama teknikleri, yüksek düzeyde sinirli*liği azaltabiliyor.
KORKUNUN TÜRÜ: TAKINTI SENDROMU...
Belirtileri: Hasta, kendisini kor*kutan felaketle karşılaşmamak için stereotip davranışlar geliştiri*yor ve bu davranışları sıkı kural*lara bağlayarak her seferinde "ta*pınırcasına" yerine getiriyor. Ör*nek olarak, kanser korkusu veya kirlenme korkusu yüzünden sü*rekli olarak ellerini yıkayan has*talar, bu işleme bir günlerinin sa*atlerini veriyorlar. Aynı durum ta*kıntı halini almış düşünceler için de geçerli; örneğin çok sevdiği bir kişiyi öldürme düşüncesinden uzaklaşmak için hasta yeni ritüel*ler yaratıyor. Bu tip düşünceler bastırıldığında, ortaya iğrenme veya korku çıkıyor.
Tedavisi: Hasta, kendisinde ta*kıntı yaratan şeylerle karşılaşmayı öğrenmek zorunda... Sürekli olarak ellerini ve yüzünü yıkayan hastaya, ellerini ve yüzünü ona "pis gelen" bir bezle silmesi söy*leniyor. Temizlik hastalığından şikayetçi olan ve kendisine ait herşeyi sürekli olarak silen bir hastaya, grup tedavisinde, eşya*larına dokunan diğer hastaların aslında pis olmadıkları gösterile*rek öğretiliyor. Takıntı haline gel*miş düşünceler de sözel olarak banda kaydediliyor ve hastanın bunları bıkmadan dinlemesi sağ*lanıyor.
KORKUNUN TÜRÜ: PANİK SENDROMU...
Belirtileri: Çok sık -genellikle her gün- görülen, ortalama yarım saat süren ve kalp çarpıntısı, baş dönmesi, terleme, titreme veya nefes darlığına yol açan panik atakları. Panik ataklar gelişigüzel oluyor ve atağın nedeni hasta ta*rafından tanımlanamıyor. Bazı hastalar "korkudan korktukları için" açık alan korkusu (claustrop*hobia) geliştirebiliyorlar.
Tedavisi: Hastalar, panik atak sırasında korkunun kısır döngü*sünü kırmaya yönlendiriliyorlar. En küçük bir kalp çarpıntısında kalp krizi korkusuyla paniğe kapı*lan hastalarda tepki olarak çok hızlı kalp atışları görülüyor. Buna paralel olarak hastanın açık alan korkusu da varsa, tedavide bu korku da dikkate alınıyor.
KORKUNUN TÜRÜ: SOSYAL KORKU...
Belirtileri: Hastalar başarısız olmaktan, kendilerini gülünç duruma düşürmekten veya indir*genmekten korkuyorlar. Bu yüz*den de, kendilerini başkalarının değerlendireceği durumlara gir*miyorlar tam tersine bundan sürekli kaçınıyorlar (topluluk kar*şısında konuşmak, partilere katıl*mak, başkalarının gözü önünde yemek yemek, yazı yazmak, vb). Gözaltında bulunmak bu hastala*ra acı veriyor.
Tedavisi: Başkalarının gözü önünde konuşmak gibi tipik korku durumlarında, grup terapisi çok olumlu sonuçlar veriyor. Gruba katılan hastalarda rol değişimine gidildiği için grup terapisi bütün sosyal korkularda etkin bir yön*tem... Hastaların çeşitli dernekle*re katılmaları ve grup terapisinde öğrendiklerini ev ödevi olarak uy*gulamaları teşvik ediliyor.
KORKUNUN TÜRÜ: AÇIK ALAN KORKUSU...
Belirtileri: Bu tür korkuda hasta*lar kamuya ait alanlarda bulun*mamaya özen gösteriyorlar. Lo*kanta, sinema, toplu taşıma araç*ları gibi yerlerde yaşayacakları bir panik atağının son derece rahat*sız edici; araba kullanırken veya asansörde yaşanacak bir paniğin de tehlikeli olacağını düşündükleri için, bu gibi yerlere girmiyorlar. Açık alan korkusu ve panik atak genellikle birlikte görülüyorlar. Çok aşırı durumlarda hasta evin*den dışarıya çıkmayı reddedebili*yor. Sonuç, akut depresyon ve in*tihar tehlikesi oluyor.
Tedavisi: Spesifik korkununki gi*bi. Hasta, korkuyu yaratan durum*la bilinçli olarak karşılaştırılıyor.
Cyberspace'de alternatif sanal davranış terapisi...
California'da San Rafael'de, yükseklik korkusu olan hasta*ların başına takılan monitör başlı*ğıyla kişilere sanal olarak korku ve panik durumu yaşatılıyor. Has*talar, yüksek bir terastan merdi*venle hiçbir tutanağı olmayan bir köprüye "çıkıyorlar". Kişi, data el*diveni kullanarak sanal köprüde yürürken, bağlı olduğu bilgisayar sistemi, her adım atışında monitördeki görüntüyü daha yüksek*ten bakarmışçasına değiştiriyor. Sanal olarak yaratılan korkunun yol açtığı kalp çarpıntısı ve tansi*yon yükselmesi, terapi süresinde normale iniyor. Sonuçta, hastalar monitörde yaratılan yüksekliği aşmayı öğrenince, gerçek hayat*ta da yükseğe bakabiliyorlar. Bir haftalık tedavi sonrasında 36 has*tadan 33'ünün yükseklik korkusu*nu yendikleri ve Golden Gate Köprüsü'nden yürüyerek geçtik*leri bildiriliyor...
Küçükken beynimize kazınmıştı
Bazı kavram ve görüntüler var ki, bunlardan asla bir tehlike gel*meyeceğini bildiğimiz halde, onla*rın varlıklarına ya da sözlerinin geçmesine tahammül edemiyoruz.
Kıllı: Büyücülerin kılları, cinlerin saçları, insanda ilk anda aşırı vahşi bir bitki örtüsü imajını akla getiriyor. Kuşkusuz, bugün büyücü*lerden ve cinlerden korkmuyoruz, ama aşırı kıllı her şey insanda bir tiksinme duygusu yaratıyor. Nitekim belki bunun için epilasyon yapıyor, saçlarımızı kestiriyoruz.
Pullu: Bu kelime, hemen yılanı ve onun ataları olan sekiz başlı ejder*haları düşündürüyor. Bu hayvanla*rın öykülerinden küçüklükten beri ürktüğümüz ve görüntülerine soğuk baktığımız için pullu olan her şey*den çekiniyoruz.
Dolup taşan: Banyonun bir an için karafatmalarla, dolabın bir kö*şesinde unuttuğunuz peynirin kurtlarla dolup taştığını gözünüzün önüne getirin. Bu dayanılmaz gö*rüntü insanda ilk olarak, bu hay*vanların bizim vücudumuzun içinde de dolaşacaklarını düşündürüyor... Olaya bir de karafatmaların siyah rengi eklenince korku filminin se*naryosu tamamlanıyor.
Soğuk: Sıcakkanlı yaratıklar ola*rak sıcak olmayan tüm canlılardan çekiniyoruz. Çünkü, hayatımızın varlık nedeni olan ve onu devam et*tirecek olan çocuk, annenin sıcak karnında büyüyor. Ayrıca, sürün*genlerle ilgili birçok masal, bu so*ğuk canlılardan korkmamıza neden oluyor...
Çürümüş: Bir büyücünün, bir al*koliğin ağız kokusu sizde hangi duyguyu uyandırıyor? Çürümüşlük duygusu olabilir mi? Oysa, küçük bir bebeğe çürük bir yumurta kokla*tın, göreceksiniz hiçbir tiksinme tep*kisi göstermeyecektir. Çürüme kar*şısındaki tiksinme tepkimiz de bu bağlamda masallarla, efsanelerle güçlendirilmiş toplumsal bir heye*cana dayanıyor...
Yapışkan: Bu sıfat karşısında duyduğumuz tiksinme, büyük ölçü*de büyücülerin iksir hazırlarken kul*landıkları kurbağa imajından kay*naklanıyor. Bu iğrenmenin bir baş*ka boyutu da kuşkusuz insan bedeninin kendisi... Onu oluşturan maddeleri, ya da diğer canlıların içini biliyoruz... Bu nedenle, kendi iç organlarımızın görüntüsüne bile tahammülümüz yok...