|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Menkıbeler & Dini Hikayeler (Menkıbeler & Dini hikayeler burada) |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
18.07.2016, 15:53 | #1 |
Yeni Yiğido
Serdar Yıldırım Şuan
Son Aktivite: 22.06.2024 13:30
Üyelik Tarihi: 25.08.2009
Yaş: 65
Mesajlar: 41
Tecrübe Puanı: 565
|
Şehzade Osman
Yemen padişahının oğlu Şehzade Osman hayır işlerine pek meraklıymış. Yıllık kazancının kırkta birini fakirlere dağıtırmış. Kimsesiz çocukları mekteplerde, medreselerde okutur, onların ilim, irfan öğrenerek memlekete yararlı birer insan olmalarını sağlamaya çalışırmış. Beyaz atına atladığı gibi dağlara, tepelere tırmanır, çölde günlerce at sürer, köylere, şehirlere gider, yardıma muhtaç insan ararmış. Çünkü Şehzade Osman yaptığı her iyiliğin kendisine bolca sevap kazandırdığını bilirmiş.
Günlerden bir gün Şehzade Osman’ın yolu bir köye düşmüş. Şehzade’yi yakından tanıyan köylüler hemen çevresini sarmışlar. Şehzade köylülerle konuşurken elbiseleri eski, yırtık pırtık, yalınayak on yaşlarında bir çocuğun az ilerden bakmakta olduğunu görmüş. Şehzade: “ Bu çocuk da kim? “ diye sormuş. Köylülerden birisi: “ Şehzadem, sen ona aldırma. Onun babası da, anası da hırsızdı. Yakın köylere, kasabalara giderler, ne bulurlarsa çalarlar, köye getirirlerdi. Çaldıklarını köy meydanında gösterirler, işte şu köyden şunu, şu kasabadan bunu çaldık diye bize anlatırlardı. İş bu kadarla kalsa neyse. Bizi de hırsızlık yapmaya teşvik ederler, çalışan değil, çalan kazanıyor. Siz de çalın, siz de kazanın var mı hırsızlık gibisi derlerdi. Kötüler er geç cezasını bulurmuş. Onlar da geçen yıl hırsızlık yaparken yakalanıp zindana atıldılar. Bir ay sonra ikisi de ölmüş. O günden bu yana çocuk sokakta kaldı. Sokakta yatar kalkar, yaprak, toprak yer, dereden su içer, geçinir gider. Ölsün diye bakarız ama ölmedi işte. Ne yapalım kaderi böyleymiş. “ Bunun üzerine Şehzade Osman: “ Peki çocuğa neden yardım etmediniz? Onun günahı ne? “ diye sormuş. “ Köylü: “ Şehzadem, soy çeker, baba hırsız, ana hırsız olunca çocuk da hırsız olur. Büyüyünce çok kimsenin canını yakar “ deyince Şehzade Osman atından inmiş. Çocuğun yanına gitmiş. “ Canım, senin adın ne? “ diye sormuş. Çocuk: “ Abi, benim adım Ömer. Sen iyi bir abisin. Beni başka köye götürsene. Burayı hiç sevmiyorum. Bu amcalar beni dövüyorlar. Neden bilmem ama kabahat falan yapmıyorum. Hem kabahat bile yapsam dövmemeleri lazım değil mi? Sadece yaptığımın yanlış olduğunu söyleyip beni uyarabilirler “ demiş. Şehzade Osman: “ Haklısın Ömercik her sözünde haklısın. Keşke herkes senin gibi düşünse. Onların seni dövmeleri zavallı olmalarından dolayıdır. Seni başkente götürüp medreselerde okutacağım. Gelecek senin olacak Ömercik “ demiş. Hindistan’dan beş yıl önce gelerek Yemen’e yerleşen ve Müslümanları birbirine düşman etmek için çalışan Kasandra büyü ve simya ile uğraşırmış. Kasandra bir gün ateş topunda Şehzade Osman’ı görmüş. Daha sonra Şehzade’yi ilgiyle izleyen Kasandra onun hemen zararsız hale getirilmesi gereken zehirli bir yılan olduğunda karar kılmış. Kasandra renkli taşları masanın üstüne çizdiği dairenin içine simetrik bir şekilde yerleştirdikten sonra büyüyü tamamlamış. Şehzade Osman her gün bir santimetre kısalarak gittikçe küçülmeye başlamış ve sonunda parmak kadar kalmış. Aradan on iki yıl geçmiş. Ömercik ilim tahsil ederek imam olmuş ve bir kasaba camisine tayini çıkmış. Bir gece evinde uyurken rüyasında parmak boyundaki Şehzade’yi görmüş. Şehzade devamlı olarak, Ömercik, kurtar beni… der dururmuş. Sonraki günlerde gittikçe daha sık aynı rüyayı gören İmam Ömer görevini bir arkadaşına bırakarak yıllardır kayıp olan Şehzade’yi aramaya çıkmış. Aylarca köy, kasaba, şehir demeden dolaşmış durmuş. Ama hiçbir zaman umudunu kaybetmemiş. Çünkü Şehzade’yi bulacağına inancı tammış. Bu arada büyücü Kasandra’yı tanımış. Kasandra’nın insanı iliklerine kadar titreten bakışlarıyla karşılaşmış. Onun evindeki toplantılara katılmış. Bu toplantılarda en çok da Kasandra’nın yanlışı doğru diye anlatırken Müslüman halkın anlatılanları ağzı açık dinlemesi canını sıkmış. Şehzade Osman’ı kimliğini bilmeden evlat edinen Ahmet Efendi bir gün akşam namazını camide kılıp evine gelmiş. Cüppesini çıkarırken cebinde Şehzade’yi bulmuş ve ona: “ Oğlum, niye böyle yapıyorsun? Neden cebime giriyorsun? “ diye sormuş. Bunun üzerine Şehzade: “ Baba camiye gitmeyi çok seviyorum. Hem ben de senin cebinde namaz kılıyorum “ deyince Ahmet Efendi Şehzade’nin cebine girmesine bir daha ses çıkarmamış. Aden şehrine gelen İmam Ömer öğle namazını camide kılarken yanındaki adamın cebinden incecik bir öksürük sesi geldiğini duymuş. İmam Ömer “ Galiba Şehzade’yi buldum “ diye düşünerek sevinmiş. Namazdan sonra adamın cebinden Şehzade’yi alarak kendi cebine koymuş ve oradan uzaklaşmış. Tenha bir yerde Şehzade’ye durumu anlatmış ve kendisinin Ömercik olduğunu söylemiş. Şehzade bunun üzerine çok duygulanmış ve hıçkırarak ağlamaya başlamış. Daha sonraki günlerde İmam Ömer ile Şehzade olanları tekrar tekrar konuşmuşlar. İmam Ömer bu arada büyücü Kasandra’dan söz etmiş. Kasandra hayranlığının hızla yayıldığını, uzak yerlerden bile Kasandra’nın yanına gelenlerin olduğunu belirtmiş. Şehzade: “ Şu Kasandra’yı bir de ben göreyim. Beni onun evine götür Ömercik “ demiş. Kasandra’nın evinde İmam Ömer’in cebinden çıkan Şehzade parmaklarının ucuna basa basa odaları dolaşmaya başlamış. Büyü odasında Kasandra’nın tuttuğu notları okuyan Şehzade yıllardır çektiği çilenin sebebinin Kasandra olduğunu anlamış. Masanın üstündeki renkli taşları bahçeye atarak büyüyü bozmuş. Kasandra aynı büyüyü tekrar yapamazmış, çünkü bozulan büyü bir daha tutmazmış. Şehzade ateş topunu da kırmış ve sessizce gelerek İmam Ömer’in cebine girmiş. Kasandra’nın evinden ayrıldıktan sonra Şehzade İmam Ömer’e büyüyü bozduğunu söylemiş ve bir ata binerek son hızla şehirden kaçmışlar. Şehzade her gün bir santimetre büyüyerek altı ay sonra normal boyuna ulaşmış. Birkaç ay sonra Şehzade’nin evleneceği haberi ülkenin her yanında duyulmuş. Kasandra da Şehzade’yle aynı gün evlenmeye karar vermiş ve düğün sırasında Şehzade’ye verilmek üzere içi yılan dolu sepet hazırlamış.Ama düğün günü bu sepet diğer hediye sepetleriyle karışmış. Şehzade’ye içi gül dolu sepet gönderilmiş. Kasandra düğün sırasında kendisine gönderilen sepetleri açarken yılanların sokmasıyla ölmüş. Sonraki yıllarda Şehzade Osman padişah, İmam Ömer de vezir olmuş. Birlikte ülkeyi dirlik, düzenlik içinde yönetmişler. Yazan: Serdar Yıldırım |
07.09.2022, 23:22 | #2 |
Yeni Yiğido
Serdar Yıldırım Şuan
Son Aktivite: 22.06.2024 13:30
Üyelik Tarihi: 25.08.2009
Yaş: 65
Mesajlar: 41
Tecrübe Puanı: 565
|
Cevap: Şehzade Osman
FAKİR BABASI
Çocukluğu yoksulluk içinde geçen bir adam çok çalışarak zengin olmuş. Hanlar, köşkler yaptırmış. Tarlalar, bahçeler satın almış. Yıllar önce yalın ayak gezdiği günleri ve o günlerde: Allah'ım, bana yardım et. Beni yoksulluktan kurtar, zengin et. Söz veriyorum, helal para kazanacağım, kimseye kötülük yapmayacağım. Zengin olursam, yoksullara yardım edeceğim ve hiç kimsenin yalın ayak gezmesine izin vermeyeceğim, diyerek ettiği duayı unutmuş. Kazanmak, hep kazanmak, daha fazla kazanmak istemiş. Gözü paradan-maldan başka bir şey görmez olmuş. Masraf olmasın diye evlenmemiş. Kırk yaşına girdiği gün atlara binip adamlarıyla birlikte kasabaya giderken yolda yaşlı bir adam görmüş. Yaşlı adamın ayakkabısı yokmuş, yalın ayakmış. Zengin adam atından inmiş, yaşlı adamın yanına gelmiş: - Beybaba, neden yalın ayak gezersin? - Ah oğlum, fakirim, ayakkabı alacak param yoktur. - Ne yer, ne içersin? - Halime acıyanlar olur, bir dilim ekmek, bir kap yemek verirler. Dereden, gölden su içerim. Günde bir öğün yemek yeter bana. Ayakkabım olsaydı halime şükrederdim. - Bu haline mi şükrederdin? Şükredecek halin mi kalmış senin? - Oğlum, sen zenginsin herhalde. - Eh, zenginim, ne olmuş? Çok çalışıp helal para kazandım. Zengin olmak suç mu? - Gel bir ayakkabı alıver bana, sevaptır. - Allah'tan iste. Ben dilencileri sevmem. - Oğlum, ben dilenci değilim. İlk defa birinden bir şey istedim. Hani dedim yardım etmek istersin belki. - Hayır, yalan söylüyorsun. Dilencisin sen. Ona, buna yardım etseydim zengin olamazdım. Daha sonra zengin adam atına binmiş. Adamlarıyla birlikte giderken, yaşlı adam arkasından: - Zenginler de yalın ayak gezer, bunu unutma, diye bağırmış. Aradan aylar geçmiş. Zengin adam daha da zenginleşmiş ve o ülkenin en zengin adamı olmuş. Fakat yaşlı adamın son sözü hiç aklından çıkmamış. Bir gün yalın ayak gezmemek için hanlarına, köşklerine yüzlerce çift ayakkabı doldurmuş. Mağaralara, ağaç kovuklarına tahta sandıklar içinde ayakkabı saklamış.Toprağa ayakkabı gömmüş. Artık huzur bulmuş çünkü malını, mülkünü kaybetse, parası kalmasa bile oraya-buraya sakladığı ayakkabılar ona ömrünün sonuna kadar yetermiş. Bu arada zengin adamın başına bir dert peydah olmuş. Ayak tırnakları gün geçtikçe uzuyormuş, ama kesilmiyormuş. Hani demiri kesen alet bile faydasız olmuş. Özel ayakkabı yaptırmış, daha büyük, daha büyük derken, ayakkabılar ağır gelmeye başlamış. Sonunda iki yol kalmış: Ya yürümeyecek oturacak, ya da yalın ayak gezecek. Oturmayı denemiş ama bu ona çok zor gelmiş. Başlamış yalın ayak gezmeye. Önceleri biraz sıkılmış, utanmış, fakat zamanla alışmış. Yalın ayak gezdikçe ayak tırnakları gittikçe kısalmış ve eski haline dönmüş. Zengin adam ayak tırnaklarının iyice kısaldığı günler ayakkabı giyerse, ertesi sabah uyandığında ayak tırnakları uzamış oluyormuş. Günlerden bir gün adamlarıyla birlikte giderken yaşlı adam karşısına çıkmış. Yaşlı adamla zengin adam arasında şu konuşmalar geçmiş. Yaşlı adam: Oğlum, bana ayakkabı alır mısın? diye sormuş. Zengin adam: Aman beybaba, ne demek? İstersen sana yüz çift ayakkabı alayım. - Oğlum, ben yüz çift değil, bir çift ayakkabı istedim. Yalın ayak gezmek kolay değildir. Bunu ayakkabısı olanlar bilemezler. Bilmem anlatabildim mi? - Anlattın beybaba, hem de çok iyi anlattın. İleride bir ayakkabıcı var. Önden sen buyur da oradan sana ayakkabı alayım. - Ah oğlum, beni ne kadar sevindirdiğini tahmin edemezsin. Allah da seni sevindirsin. Yaşlı adam ayakkabıcıdan bir çift ayakkabı seçip giymiş ve zengin adamla vedalaştıktan sonra yürüyüp gitmiş. Zengin adam o günden sonra fakirlere yardım etmiş, hanlarında, köşklerinde barındırmış. Onlara her gün bedava yemek vermiş. Güzel elbiseler, ayakkabılar dağıtmış, adı fakir babasına çıkmış. Fakir babası bir gün ayakkabı giymeyi denemiş ve aradan günler geçtiği halde ayak tırnaklarının uzamadığını görmüş. SON Yazan: Serdar Yıldırım |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki Kullanıcılar Serdar Yıldırım'e Teşekkür Ediyor... |
12.03.2023, 19:44 | #3 |
Yeni Yiğido
Serdar Yıldırım Şuan
Son Aktivite: 22.06.2024 13:30
Üyelik Tarihi: 25.08.2009
Yaş: 65
Mesajlar: 41
Tecrübe Puanı: 565
|
Cevap: Şehzade Osman
BOSNALI - TARİHİ HİKAYE
Doğma, büyüme Bosnalıydı. On sekizinde Yeniçeri Ocağı'na girmiş, birçok sefere katılmıştı. Cesaret ve atılganlıkta üstüne yoktu. Ayrıca çok iyi ok atardı. Yerden bir buçuk metre yükseğe bir testi diker, beş adım sayar, aynı yükseklikte ve aynı hizada bir testi daha diker. Otuz adım sayar. Döner. İki testi ile kendi bir çizgi gibi olur, arkadaki testiyi görmeyecek şekilde. Ok ve yayını alır. Bir okta iki testiyi kırardı. Bunu başka başaran olmazdı. Köyünden bir kızla evlendi. Zamanla iki oğul, üç torun sahibi oldu. Oğulları gibi torunlarına da kılıç kullanmayı, ok atmayı ve ata binmeyi öğretti. Yaşı altmışı geçmişti. On sene vardı ki artık sefere, savaşa gitmiyor, torunlarının yetişmesi için, uğraşıyordu. Torunları on iki ve on bir yaşları arasındaydı. Oğulları senede iki üç defa köye gelir, her seferinde on beş gün, bir ay kalıp giderlerdi. Asker arasında iki testiyi bir ok atışıyla kırışın anlatılıyor deyince eski günleri hatırlar, yüreği kıvançla dolar, göğsü gururla kabarırdı. 1534 senesinde devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman Irakeyn seferine çıkmış ve Bağdat üzerine yürümüştü. Bosnalının iki oğlu da orduya katılmıştı. Meydanı boş bulan Sırp eşkiyalar fırsat bu fırsattır deyip Rumeli'ndeki Türk köylerini basıp yağma etmeye, halkı acımasızca katletmeye başlamıştı. Bosnalının iki torunu o gün atla komşu köye gitmişti. Çocuklar köydeyken Sırp eşkiyalar köyü basmışlar, kısa bir direnmeyle karşılaştıktan sonra çocuk, kadın, ihtiyar demeden herkesi kılıçtan geçirmeye başlamıştı. Bosnalının on iki yaşındaki torunu zorlukla canını kurtarabilmiş ve atına binip kaçmak isterken omzuna yediği okla yaralanmıştı. Çektiği büyük acıya karşın, atını durdurmamış ve kendi köyüne olanları haber vermek için, yola çıkmıştı. Köyüne vardığında Sırp eşkiyanın yaptıklarını anlatmış ve dedesinin kolları arasında son nefesini verirken, son sözleri, " Komşu köydekilerin, kardeşimin ve benim intikamımı al, dede.. " olmuştu. Bunun üzerine Bosnalı köydekileri bir araya toplayıp dağa çıkardı. Akşamüstü Bosnalının köyüne gelen Sırp eşkiyalar, köyü terkedilmiş bir halde bulunca çok kızdılar. Tamamı yirmi kişi olan eşkiyaların reisi Kasap İvan geceyi burada geçirmeye karar verdi. Köy meydanına büyük bir ateş yakıp yanlarında getirdikleri içkileri içip eğlenmeye başladılar. Bosnalı köydekileri dağa bıraktıktan sonra yanında kalan son torunu on bir yaşındaki Hüsrev ile birlikte geri dönmüş, köyün yakınındaki bir tepeden eşkiyaları gözlüyordu. Vakit gece yarısını bulmuştu ki, Bosnalı, torununu tepede bırakarak sessizce köye indi. Köyün çevresinde nöbet tutan dört eşkiyayı birer birer okladıktan sonra köy meydanının kenarındaki bir evin arkasına saklandı. Eşkiyalar, ateşin etrafında sıralanmışlar, Sırpça şarkı söylüyorlardı. Bosnalı barut kesesini çıkardı, okun ucuna bağladı. Aradaki mesafeyi iyice hesapladıktan sonra yayını gerip oku ateşin ortasında düşecek biçimde attı. Büyük bir patlama sesi feryatlara karıştı. Bu patlamadan geriye Kasap İvan ve iki eşkiya kalmıştı. Bosnalı onların toparlanmasına meydan vermeden kılıcını çekerek, üstlerine atıldı. Kısa süren bir mücadeleden sonra iki eşkiya cansız yere serildi. Geriye eşkiyaların reisi İvan kalmıştı. Bosnalı ile İvan'ın kılıç kılıca yaptıkları vuruşma bir hayli devam ettikten sonra Bosnalı'nın sert bir kılıç darbesiyle İvan'ın elindeki kılıç kırıldı. Silahsız kalan İvan dizlerinin üstüne çökerek: " Dur ihtiyar, öldürme beni. Buraya çok altın getirdim. İşte bak altınlar şu gördüğün torbaların içinde. Al hepsi senin olsun. Yeter ki canımı bağışla..." diyerek yalvarmaya başladı. Aman dileyene el kalkmayacağını bilen Bosnalı geriye dönmek için, adım attığı anda İvan şimşek hızıyla çizmesinde sakladığı bıçağı çekti. Bıçağı atmak için, kaldırdığı kolu havada kaldı. Karnına yarıya kadar giren kılıç ve sırtına saplanan bir ok onun istediğini yapmasını engelledi. İvan korkunç bir feryat kopararak cansız yere kapaklandı. Kılıcı atan Bosnalıydı da oku kim atmıştı? Bosnalı etrafına bakınırken, ilerideki bir ağacın arkasında saklanmakta olan torunu Hüsrev elinde yayla ortaya çıktı ve dedesinin yanına geldi. Bosnalı elini torununun omzuna koyarak, her an böyle bir kalleşlik bekliyordum, tetikteydim torun, deyince Hüsrev, dede, hangimizin attığı ok mu kılıç mı önce saplandı dersin, dedi. SON Yazan: Serdar Yıldırım |
12.03.2023, 19:46 | #4 |
Yeni Yiğido
Serdar Yıldırım Şuan
Son Aktivite: 22.06.2024 13:30
Üyelik Tarihi: 25.08.2009
Yaş: 65
Mesajlar: 41
Tecrübe Puanı: 565
|
Cevap: Şehzade Osman
ARAP DEDE
Bundan yıllar önce ben on iki yaşındayken annemle bir yaşlı kadının evine misafirliğe gitmiştik. Ev iki katlı ahşap bir evdi. Girişte kocaman tahta kapı vardı. Kapıdan girince zemin kat topraktı. Birkaç adım sonra tahta merdiven önüne geliniyor ve yukarı çıkılıyordu. Zemin katın ortasında kenarları demir, tahtadan kocaman bir kapak dikkatimi çekti. Demek ki, oradan yeraltına iniliyordu. Acaba orada ne vardı? Yukarı çıktık. Nasılsın, iyi misin faslından sonra, annemle o yaşlı kadın koyu muhabbete daldılar. Çay, bisküvi ikramı derken, yaşlı kadın Arap Dededen bahsetmeye başladı ve şunları söyledi: Arap Dede, benim kocamdı. Yıllar önce vefat etti. Evin yanındaki İnegöl Sinan Bey camisinde imamlık yapıyordu. Vasiyeti üzerine girişteki zemin katın altına gömüldü. Oradaki tahta kapak mutlaka dikkatini çekmiştir, Serdar. - Girişte hemen fark ettim. Orada mı yatıyor Arap Dede? - Sen çok uyanık bir çocuksun. Bu anlatacaklarımı unutma. - Hele sen anlat. Merak etme unutmam. - Her sabah zemin katın altına inip Arap Dedenin kabri başında Fatiha okurum. Takunyalarının biri orada, biri buradadır. Onları yan yana koyarım. Su ibriği yarıya kadar su doludur. Onu tekrar ağzına kadar doldururum. Duvarda tahtadan bir askı vardır. Orada asılı ıslak havluyu temiz, kuru bir havluyla değiştiririm. Kısaca Arap Dede gece kalkıp abdest alıp, namaz kılıyor. Derin bir sessizlik oldu. Birkaç dakika konuşan olmadı. Sessizliği yaşlı kadın bozdu: Hadi desen ki Arap Dede kalkmıyor, farz et ki, fareler diyelim, fareler takunyaları /Takunya: Tahtadan yapılmış bir tür terlik / dağıtıyorlar. İbrikten su içiyorlar. Birazını yere döküyorlar. İbriğin etrafı hep ıslak oluyor. Yerden belki 1.5 metre yüksekteki havlu nasıl ıslanıyor, duvara asılı askı kuru olduğu halde? Ben inanıyorum Arap Dedenin geceleri kalkıp abdest alıp namaz kıldığına. Olayı yıllar içinde bilmem kaç defa tanıdıklara, arkadaşlara anlattım. Bir kişi bile çıkıp böyle şey olmaz demedi. Nedeni bilinmez bir korku duydukları kesin. İnsanlar nedense böylesine dini konuları derinlemesine irdelemeye yanaşmıyorlar. Hoca, imam, hafız gibi dini konularda eğitim görmüş insanlarla konuşurken bir konu hakkında çerçeveyi genişletmeye çalıştığımda: Sus, öyle şeyler söyleme, günaha girersin diye tepki gösterenlerle ve çatılmış kaşlarla karşılaştım. Benim kalbimde kötülük yok niye günaha gireyim? Araştırmak, soruşturmak, öğrenmeye çalışmak kötü bir şey mi? Soru sormayan ne öğrenmiş? Her neyse ben de yıllardır Arap Dedenin geceleri kalkıp namaz kılıp kılmadığını gerçekten merak eder dururum. BİTTİ Yazan: Serdar Yıldırım |
12.03.2023, 19:47 | #5 |
Yeni Yiğido
Serdar Yıldırım Şuan
Son Aktivite: 22.06.2024 13:30
Üyelik Tarihi: 25.08.2009
Yaş: 65
Mesajlar: 41
Tecrübe Puanı: 565
|
Cevap: Şehzade Osman
HAZİNE BULAN FAKİR ÇOBAN
Köyün birinde fakir bir çoban yaşarmış. Güzel bir karısı ve küçük bir oğlu varmış. Karınca kararınca geçinip giderlermiş. Yalan demedikçe, haram yemedikçe, komşularına, karısına, oğluna iyi davrandıkça, onların kalplerini kırmadıkça, çobanın koyunları gün geçtikçe artmış. Önceleri elli olan koyunlar zamanla dört yüze ulaşmış. Fakir çoban köyün orta hallilerinden sayılmaya, itibar görmeye başlamış. Fakir çoban on yaşında annesini, on sekiz yaşında da babasını kaybedince kimsesiz kalmış. Babasından kalan elli koyunu gütmeye başladığı ilk günlerde, koyunların otladığı meranın yakınındaki bir mağaraya gider ve Allah’a dua edermiş, bu fakirlikten kurtulup zengin olayım diye. Fakir çoban dua etmeye başladığından beri, Allah, onun dualarını duyarmış. Sağ ve solunda duran iki meleğine, şu çobanı izleyin, ona yardım edin. Kimseye zararı dokunmayan, borcunu ödeyen, yalan söylemeyen, kırıcı olmayan ve iyi davranışlar içinde olan herkesin edeceği duayı kabul ederim, demiş. Allah’ın bu sözleri üzerine, iki melek çobanı izlemeye başlamış. Çoban iyi davranışlar içinde bulundukça, sevap kazandıkça koyunları artmış ve dört yüz tane olmuş. Günlerden bir gün, çoban mağarada dua ederken, üstüne oturduğu taşın kımıldadığını fark etmiş. Taşı kaldırıp, altındaki oyuğu kazınca bir hazine sandığı bulmuş. Meğerse bu mağara eskiden korsanların barınak olarak kullandıkları bir yermiş. Çoban köydekilere, karısına, çocuğuna bir şey söylememiş ve hazineden altınları, elmasları cebine doldurup şehre gitmiş. Orada bir ev almış ve o eve yerleşmiş. Bir yıla kalmadan kendine saray gibi kocaman bir malikâne yaptırmış ve uşaklar tutup, burada yaşamaya başlamış. Çoban kısa süre içinde üç genç kızla evlenmiş ve kırk tane cariye satın almış. Pek çok silahlı adamı olmuş. Karısı ile oğlunu hiç arayıp sormuyor, ara sıra mağaraya gidip altın alıyormuş. Karısı ve oğlu, dört yüz koyunu otlatıyormuş ve geçimlerini oradan sağlıyormuş. Çobanın karısı ile oğlu dağda koyun güderken, yerde yatan yaralı bir dişi kurt görmüşler. Kadın dişi kurdun kanayan bacağını temizleyip, güzelce sarmış. Bu arada kadın dişi kurdun karnının şişliğinden dolayı yakında yavrulayacak olduğunu anlamış. Günler sonra iyileşen dişi kurt kadınla çocuğun yanından ayrılmamış. Zamanla dişi kurt yavrulamış. Kurtlar çoğalmışlar. Kadınla ve çocukla her an içli-dışlı olan ve eğitilen dişi kurt, eğitimcilerinin ne dediklerini anlamaya ve aralarında geçen konuşmaları çözmeye başlamış. Kadın oğluyla yaptığı konuşmalarda, kocasının üzerine üç genç kızla evlenmesine, cariyeler satın almasına ve kendisiyle oğlunu hiç aramamasına çok kızıyormuş. Günlerden bir gün, malikânenin bahçesinde çobanın kurtlar tarafından parçalanmış cesedi bulunmuş. Çobanın karısı ve oğlu, malikâneyi ve malikânede bulunan altınları ve elmasları istememişler. Azda karar vermeyip çok isteyen, çoğu bulunca, daha çok, daha çok isteyen insanlar hep bir bela ile karşılaşmışlardır. Ailesine, çoluk çocuğuna iyi davranmayan, onları terk eden insanların başına mutlaka bir bela gelmiştir. İnsanoğlunun nedense gözü doymaz. Doymayan göz gönlü aç bırakır. Aç olan gönül beyni soğutur. Soğuyan beynin ürettiği fikirler, düşünceler buz keser, duygusuzdur. Duygusuz bir beyinse şimşekleri üzerine çekip bir an önce toprak altına girmek ister. SON Yazan: Serdar Yıldırım |
12.03.2023, 19:47 | #6 |
Yeni Yiğido
Serdar Yıldırım Şuan
Son Aktivite: 22.06.2024 13:30
Üyelik Tarihi: 25.08.2009
Yaş: 65
Mesajlar: 41
Tecrübe Puanı: 565
|
Cevap: Şehzade Osman
WAMPİRİN AĞZI KAN İÇİNDEYDİ
Korkunç bir hikâye yazmalıydım. Hikâyenin vampirle ilgili olmasını istiyordum ama gerçek bir vampirle karşılaşmadan çok iyi bir hikâye ortaya çıkması mümkün değildi. Bildiğim kadarıyla vampirler geceleri ortaya çıkar, sabaha karşı tabutuna, mezarına döner. Bir vampirle karşılaşmak için karanlıktan yararlanmalıydım. İşte şimdi geceydi. Kalemi, kâğıdı bırakıp evden ayrıldım. Şu cadde, bu sokak derken, şehir dışına çıktım. Müslüman mezarlığının yakınından geçtim. Bu mezarlığın biraz ilerisinde gayri Müslimlerin gömüldüğü bir mezarlık vardı. Eğer vampir varsa o mezarlıkta ortaya çıkması gerekirdi. Sonunda, o mezarlığa girdim. Mezarların arasındaki dar patikadan ilerledim. Sağımda, solumda haçlı mezarlar doluydu. Aniden bir baykuş öttü. Arkamda bir hışırtı duydum. Hızla geriye döndüm. Karşımda takım elbiseli, beyaz gömlekli, papyonlu, genç bir adam vardı. Gözleri birer ateş parçasıydı. Belli bu bir vampirdi. Wampirin ağzı kan içindeydi. Geriye dönüp can havliyle koşmaya başladım. Daha 30 metre gitmeden vampir beni kolumdan yakaladı. - Neden kaçıyorsun, Serdar? Gecenin bu vakti vampir aramıyor muydun? İşte sana vampir: Kont Drakula. Biraz soluklandıktan sonra, vampirle hoş olmayan bir sohbete daldık: - Kont Drakula kaç yüzyıl önce yaşamış, dedim. - Doğru ama onun erkek çocukları ve torunları Kont Drakula adıyla anıldılar. Ben de onun bilmem kaçıncı nesil torunuyum. Görev yerim bu mezarlık. Gündüz gömülen olursa ben mezarımdan çıkar gece onun kanını içerim. Böylelikle beslenirim. Benden korkma. 25 yaşındayım ama şimdiye kadar canlı insana dokunmadım. Hep ölü insan kanıyla beslendim. Vampirim ama benim de yaşamımı sürdürmem gerek. - Nasıl çoğalıyorsunuz? Kadın vampirler mi var? - Kadın vampir var ama çok az. - Adımı nasıl bildin? - Düşünceni okudum. Beyinlerimiz arasında iletişim kurdum. Ben sordum, sen söyledin. Vampirle daha pek çok olay konuştuk. Anlattıkları insan mantığının almayacağı şeylerdi. Sabaha karşı vampir, güneşin ilk ışıkları görünmeden, yanımdan yürüyüp gitti. Ben de başka olay olmadan evime geldim. SON Yazan: Serdar Yıldırım |
Konuyu Toplam 6 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 6 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Osman Dede Azeri Eşini Arıyor | _DuMaN_58 | Haberler | 4 | 29.09.2012 08:40 |
Osmanlı’da Şehzadelik | seva | Serbest Kürsü | 0 | 17.11.2009 11:56 |
-ZEMAHŞER OSMAN ÖZTUNÇ SÖYLEŞİSİ- | Abdurrahman 58 | Röportajlar | 2 | 22.12.2008 15:56 |
Cennetle Müjdelenen Sahabeler | WåñTêd_øØ7 | Muhtelif konular | 10 | 19.06.2008 13:56 |
Limon Kız ( Masal ) | fertelliyim | Arşiv | 3 | 16.05.2008 13:02 |