Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)

Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)

Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)

Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)

Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)

Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)
EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI - Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar
Forum - Ana Sayfa Takvim S?k Sorulan Sorular Arama

Zurück   Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar > Serbest Alan > Serbest Kürsü
SİTE ANA SAYFA Galeri Kayıt ol Yardım Ajanda Oyunlar Bugünki Mesajlar

Serbest Kürsü Serbest Konular



Son 15 Mesaj : Atatürk'ün Çocukluğu'na Ait Hikayeler           »          Şehzade Osman           »          Hatıra defteri           »          Antilop İle Akrebin Dostluğu           »          Karagöz İle Hacivat Konuşmaları 2           »          Sitemizin Ozanları           »          SEVDİM İŞTE....           »          NEFRET ETTİM İŞTE!!!!!           »          AFORİZMALAR (SAÇMALAMLAR)-1           »          SEÇKİNLER/SEÇİLMİŞLER DÜNYASI           »          Hatalarımızdan Dersler Alabilmek Ümidiyle.           »          Araf Suresi 172-173. Ayetler.( Ben Sizin Rabbiniz Değil Miyim)           »          İnancımızı Kullananların Artık Tuzağına Düşmeyelim.           »          ULAŞ-Yapalı           »          TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR PAYLAŞIMAZ
Cevapla
 
Seçenekler Arama Stil
Alt 11.01.2016, 16:16   #1
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI

EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
Basit Halk İçinde Farklı Olan İnsanlar


İnsanın bilinen tarihinde, hem uygarlar hem de barbar toplumlarda/topluluklarda genel populasyondan ayrı olan, yani herkesin taşıdığı özelliklerden daha farklı özellikler taşıyan; konuşmasında, düşüncesinde veya davranışlarında herkesten farklı olan birtakım insanlar her zaman olmuştur. Toplumun geneline göre aykırı sözler söyleyen ve/veya aykırı davranışlar sergileyen bu olağandışı(anormal) insanlara diğer insanların davranışları her toplumda farklı olmuştur. Örneğin, çok uzun dönemler arkaik (ilkel göçebe) bir yaşam tarzı sürdüren Türk göçebe toplumlarının bazılarında diğer insanlara göre olağandışı davranışları olan, hatta üstün zekalarıyla herkesi şaşkına uğratan bu bu aykırı insanların öldürüldüklerine ait tarihsel kayıtlar vardır. Örneğin, Arap gezgin İbn Fadlan, 10.yüzyılda bile göçebe kabileler halinde çadırlarda yaşayan Türk topluluklarında sıradan insanlardan farklı olan insanları öldürdüklerini kaydetmiştir. Ibn Faldan, Bağdat’taki Abbasi Halifesi Muktedir’in(895-932) elçisi olarak, o devirde bile göçebe bir yaşam sürüdüren Türk kökenli Volga Bulgarlarını İslam dinine davet için görevlendirilen elçilik kurulunun başkanıdır. Elçilik kurulu 921 yılında yola çıkmış, yaklaşık 1 yıl süren bir yolculuktan sonra Volga Bulgarlarının çadırlarına varmıştır. Bu 1 yıllık süreçte Oğuz Türkleri başta olmak üzere Asya streplerinde çadırlarda göçbe yaşam sürdüren çok çeşitli Türk boylarının obalarından geçmişer, bazı obalarda günlerce hatta aylarca misafir kalmışlardır. Bu süreçte o topluluklarda kadınların aile ve toplumdaki statüsü, homoseksüellik, kölelik, beslenme ve giyim tarzları gibi birçok ayrıntıyı “Rihla” (seyhatname) adıyla yayınlamıştır. Bu notlara göre, erkeklerin olduğu her ortamda kadınlar da vardır ve onlar da söz alıp düşüncelerini, görüşlerini açıklarlar. Oba toplantısında, herkes düşüncesini açıklayabilmekte ve hatta oba şefini azarlayabilmektedir. Bu olguya Arap elçilik kurulu şaşkınlıkla bakar! Kadınlar ve erkekler aynı nehirde birlikte yıkanırlar. Zina veya tecavüz cezası ölümdür. Homoseksüellik ve kölelik toplumsal bellekte yoktur, yani toplum böyle bir cinsel ilişkiyi de, insanları hayvanlar gibi pazarlara götürüp satma veya satın almadan habersizdir. (Kölelik daha sonra İslam dini ile tüm Türk boylarında bir geçim kaynağı olarak çok yayılacak ve özellikle yerleşik yaşama geçip Müslüman olan Türkler, göçebe kafir soydaşlarını esir ettiklerinde Semerkant, Buhara, Bağdat, Şam, Halep,vb kentlerin köle pazarlarında satacaklardır.) İbn Fadlan’ın dikkatini çeken bir olgu da, bazı insanların topluluk tarafından boğularak öldürülmesidir. Zekasıyla, bilgisiyle dikkati çeken bir insana rastladıklarında ‘bu adam Tanrı’ya hizmet etmeye daha layık deyip onu yakalıyor, boynuna bir ip geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlar,” diye yazmıştır. (Arthur Koestler: On Üçüncü Kabile. Hazar İmparatorluğu ve Mirası. S: 43-44.Çeviren: Belkis Çorakçı. Say Yayınları )

Bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlık olan Eski Yunan (Grek) toplumunda bile olağandışı davranışları olan, yani toplumda farklı olan insanların öldürüldüğü veya başka bir kent devletine sürgün edildiğini bildiren Aristoteles, bu olguyu bilimsel bir yaklaşımla ele alır ve “ iyi “ bir eylem olduğunu savunur. Aristoteles’e göre, normal bir yurttaş genel olarak hem yönetmek hem de yönetilmekten pay alan kimsedir. Yani hem kendisinin, hem de toplumun iyiliğini amaçlayarak yönetici olabileceği gibi yönetilen de olabilir. Böyle bir insan normaldir, yani hiçbir ayırt edici özelliği olmayan bir yurttaştır. Bu tür yurttaşlar, toplumun ve devletin yapısında sorun oluşturmazlar.(Aristotreles: Politika,s:94. Çeviren: Mete Tunçay. Remzi Kitapevi) Hiç kuskusuz, erdem, yani manevi ve fikri yetenek erkin kullanılması için her zaman gerekli olan bir niteliktir. Bu nitelik çoğunlukta bulunursa, şimdi söylendiği gibi, hiçbir güçlük doğmaz, fakat çok olağanüstü yetenekleri olan bir adam ortaya çıkarsa (zuhur ederse) o normal anayasanın dışında sayılmak gerekir. Ya sürülecektir (ostrakismos, Yunan devletlerinde ortak bir uygulamadır, fakat iyi bir adamın harcanması demektir) ya da eşsiz değerinin layığı olan üstün duruma geçecektir. Yunanlılar için, pek kalburüstü bir kimse hakkında, "insanlar arasında bir “Tanrı" demenin hiçbir yadırganacak yanı olmazdı. Ancak, toplumun bütün geri kalanıyla karşılaştırıldıklarında olağanüstü yeteneklere sahip olan bir ya da birkaç kişi var ise, bunların varlığı bizatihi sorunun kendisidir. Çünkü, onlar Erdem ve siyasal yetenekte o kadar üstündürler ki, onları sırdan insanlarla eşit olmaya layık görmek adaletsizliktir. Hatta, böyle birinin insanlar arasında bir “Tanrı” sayılması akla daha yakındır. Oysa, devletin temelini oluşturan anayasa ve ona uygun yaslar bu tür olağanüstü insanlar (Tanrılar) için değil, soyluluk ve yetenekçe eşit olanlar için geçerlidir; Çünkü, onların kendileri yasadır ve onları bağlamak için yasa yapmaya kalkışacak bir kimsenin çabaları boşunadır. Bu nedenle, onları denetim altına sokmanın bu olanaksızlığıdır ki, demokratik olarak örgütlenmiş şehirlerde ostrakismos uygulamasına, belli bir süre için şehirden uzaklaştırmak (sürgün) başvurmasını gerektirmiştir.

Burada bir parantez açıp, Dostoyevski’nin , "Suç ve Ceza" adlı ölümsüz eserindeki yine ölümsüz kahramanı-ıstıraplar içinde kıvranan -Raskolnikov’un 2 cinayet işledikten sonra karakoldaki ifadesinde "üstün insan ile "basit insan" hakkındaki düşüncesini alıntılıyorum:

"“Raskolnikov yine gülümsedi. Bu konuşmalarla, kendisi¬ni nerelere sürüklemek istediklerini hemen anlamıştı. Makalesini anımsadı. Bu meydan okumayı kabul etti. Basit ve alçakgönüllülükle: “ Hiç de öyle değil, diye söze başladı. Bununla birlikte, ne yalan söyleyeyim, düşüncelerimi hemen hemen aslına uygun olarak özetlediniz. (Tamamıyla aslına uygun olduğunu kabul etmek adeta hoşuna gitmişti.) Aramızda sadece şu fark var; Ben yazımda olağanüstü insanların, sizin söylediğiniz gibi, her zaman, her türlü rezaletleri mutlaka yapmaları gerektiği noktasında hiç de direnmiyorum. Yoksa, öyle sanıyorum ki, böyle bir makalenin çıkmasına zaten izin vermezlerdi. Ben sadece "olağanüstü" insanın, ancak ve ancak idealini (bu ideal kimi zaman bütün insanlık için kurtarıcı bir nitelik taşıyabilir), gerçekleştirme safhasında, o da gerekli görüyorsa, bazı sınırları aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini, ima etmiştim. Siz makalemin açık olmadığını söylemiştiniz! Elimden geldiği kadar onu size açıklamaya hazırım. Tahminlerimde yanılmıyorsam, sizin istediğiniz de budur, sanırım; buyurunuz öyleyse. Bence, eğer Kepler’in ya da Newton’un buluşlarını insanlık, herhangi bir kombinezon yüzünden, bu buluşlara engel olan, ya da bu buluşların yolunu kapayan bir, on, yüz kişinin hayatları feda edilmeden, asla öğrenmeyecektiyse, Newton’un bu buluşunu insanlığa duyurabilmesi için bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bunu yapmak zorunda idi. Tabii bundan, Newton’un, her önüne geleni ya da her aklına eseni öldürmeye, veya çarşı - pazarda soygunculuk etmeye hakkı olduğu sonucunu asla çıkaramayız! Sonra, hatırımda kaldığına göre, makalemde şöyle bir düşünce ileri sürmekteyim: En eskilerinden başlayarak Likürg’le, Solon’la, Muhammet’le, Napolyon’la sürüp giden, insanlığın bütün kurucu ve yasa yapıcıları, hiç olmazsa yeni bir yasa yaparken toplumun kutsal saydığı eski, babadan kalma yasaları çiğnedikleri için, istisnasız olarak birer suçluydular. Tabii bunlar, kendilerine yardımı dokunuyorsa, kan dökmekten (hem de bazen eski yasalara sadık kalmaktan başka suçu olmayan, tamamıyla masum kişilerin kanını dökmekten) çekinmemişlerdir. Hatta, asıl olağanüstü sayılacak şey, bu iyiliksever kişilerden, bu insanlığın kurucularından çoğunun özellikle birer kan dökücü olduklarıdır. Kısaası, ben şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Büyükler şöyle dursun, ama toplumun içinde biraz olsun sivrilenler yani küçücük bir yenilik yapmak yeteneğini gösterenler, yaradılışları gereğince, herhalde -tabii az ya da çok- birer cani olmak zorundadırlar. Yoksa sivrilmelerine olanak yoktur. Herkesle aynı düzeyde kalmaya ise, yine yaradılışları gereğince razı olamazlar. Bence zaten razı olmamak zorundadırlar. Bir kelime ile, görüyorsunuz ki, görüşlerimin bu bölümünde hiçbir yenilik yok. Bu düşünceler, binlerce kez yazılmış ve söylenmiş şeylerdir. İnsanları sıradan ve olağanüstü olarak ayırt etmeme gelince, bu sınıflandırmanın biraz keyfi olduğunu kabul ederim. Zaten ben kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben sadece ana düşüncelerime inanıyorum. Bu ana düşünceye göre, insanlar, tabiat yasaları gereğince, genellikle iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf (sıradan insanlar) dediğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görmekten ibarettir.

Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve istidadını kendinde gören insanlar sınıfı. Tabii bu arada bir yığın da ara bölümler vardır. Ama, bu iki sınıfın ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinci bölüm, yani kendileri gibi yaratıkların çoğalmasına materyal ödevini görenler, yaradılışları gereğince tutucu insanlardır. Uysal bir yaşayış sürerler, boyun eğerek yaşamayı severler... Bence bu çeşit insanlar söz dinler ve uysal olmak zorundadırlar, çünkü bu onların ödevidir. Onlar, böyle bir yaşamada gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkıcıd ıkinci sınıfa gelince, bunlar boyuna yasa sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yırlar ya da buna yatkındırlar. Bu sınıf insanların suçları pek tabii olarak bağıntılı ve çok çeşitlidir. Büyük bir çoğunlukla ve pek çeşitli sözlerle, bugünün, daha iyi şeyler adını yıkılmasını isterler. Ama, bunlardan birinin, ülküsüne erişmesi için hatta bir ölünün, bir kan selinin üzerinden atlaması bile gerekse, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendine bu kan seli üzerinden atlama iznini verebilir. Tabii bu, ülküye, ülkünün niteliğine göredir, buna dikkat ediniz! Ben makalemde, ancak bu anlamda, insanların cinayet işlemeye hakları olduğundan söz ettim. (Tartışmamızın bir hukuk konusu olduğunu tabii anımsarsınız!) Ama, pek de öyle telaş etmenin gereği yok: Yığın, hemen hemen hiçbir zaman onlara böyle bir hak tanımamıştır. Onları (az ya da çok) kesip asmıştır ve bununla tamamıyla haklı olarak kendi tutucu ödevini yerine getirmiştir. Buna rağmen, gelecek kuşaklarda aynı kara kalabalık bu astıklarının heykelini bir taban üstünde oturtarak (az ya da çok) bunlara tapınır. Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa, yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar; İkinciler ise dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru götürürler. Birincilerin de, İkincilerin de yaşamak, aynı derecede haklarıdır. Bir kelimeyle, bence her iki grup da aynı derece haklara sahiptir. Vive la guerre étemelle şüphesiz yeni bir Kudüs'e kadar.( Suç ve Ceza. Türkçesi: Hasan Ali Ediz, Cilt I, s: s:368-373. Engin Yayıncılık)

Parantezi burada kapatıp, konuya dönüyorum

Aristoteles, daha ileri giderek, bir tiranın (diktatörün) rakibini ortadan kaldırmasını da bu bağlamda düşünerek haklı görür. Böyle bir davranışın diktatörün kişisel çıkarlardan çok kamunun yaranına olduğunu savunur. Bir örnek verir: Diktatör Thrasyboulos’un ulağına (elçisine) Periandros hiçbir şey söylememiş, yalnız bir tarladan geçerken en uzun başakları keserek bütün buğdayları bir düzeye getirmiş. Ulak, bunun anlamını kavrayamamış; fakat Thrasyboulos’a aktarınca, o sivrilen adamları yok etmesi gerektiğini anlamış. Aristoteles bu olayı şöyle yorumlar: “Tehlikeli bir rakibini ortadan kaldıran bir tiran düpedüz bu ilkeye göre hareket etmektedir ve Periandros’un Thrasyboulos’a verdiği -“ tepelerini biç” kınayanlar büsbütün haklı sayılmazlar. Aristoteles, bu tür uygulamanın bir ülkeyle sınırlanamayacağını, evrensel olduğunu ileri sürer. Bu yöntem, yalnızca tiranlara yaramamaktadır, bunu kullananlar yalnızca tiranlar değildir; oligarşiler ve demokrasiler de tıpkı böyle yaparlar. Çünkü ostrakismos da, tepelerini kesmek ve ileri gelenleri şehirden sürmekle aynı sonucu verir.

Kısacası, Aristoteles olağanüstü kişileri bir yarardan çok bir sorun gibi görmektedir. Normalden her ayrılışı hoşnutsuzlukla karşılar. Ona göre aynı biçimdeki düşmanlık , en azından hoş görmeme, öteki sanat ve bilimlerde de vardır. Bu görüşüne dayanak olarak bazı benzetmelerde bulunur. Örneğin bir ressam yaptığı bir tabloda bir öğeyi diğer öğelerden çok daha büyük yaparak onun tüm resmin anlamını bozmasına izin vermez. Bir gemi yapımcısı dümeni veya başka bir parçayı orantısız yapmaz. Bir koroda korocubaşı sesi en güzel olana korosunda yer vermez, eşitliği bozar, akkordu bozar. Bu hesapça, zor kullanarak rakiplerini ortadan kaldıran yöneticilerin uyruklarıyla aralarının iyi olmamsı için hiçbir neden yoktur; yeter ki bir yandan bu hareketi yaparken, bir yandan da yönetimleri uyrukları için faydalı olsun. Aristoteles’e göre, doğru ilke bütün topluluğun iyiliğidir.

Gerek arkaik Türk topluluklarından ve gerekse uygar Grek toplumundan çok farklı mitsel özellikler taşıyan Sami halklarda(İbraniler, Araplar, Kürtler) sözünü ettiğimiz bu normal olmayan (aykırı) insanlara davranışlar çok daha farklı olmuştur. Örneğin efsanevi söylentilere göre yüzbin civarında, bazı tarihsel kayıtlara göre ise yüzlerce olduğu anlaşılan peygamberlerin tümü Sami halklardan –özellikle İbrani(Yahudi) ırkından- çıkmıştır. Bu konuda, kendisi de bir İbrani olan Bar hebraeus’un Türk Tarih Kurmu tarafından “Abu-l Faraç Tarihi” adıyla yayınlanan “ Kronografya” adlı eserinin I . Cilti’nde “ Adem’den Musa’ya kadar Evliya” başlıklı bölümü ile diğer bölümlere bakılabilir. Bunların tümü erkektir ve genllikle 40 yaş civarına geldiklerinde kendisini, Tanrı Rab’ın istemlerini, emirlerini insanlara bildirmek için O’nun tarafından elçi olarak gönderildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle de, sözlerine İşit Ey İsrail!” diye başlarlarmış. Bilinen Miraç’lar (Tanrı Rab ile buluşmak için göğe ağmak) Kudüs kentinde olmuştur. Kadın peygamber hiç olmamıştır. Erkek peygamberlerin bazıları ise zamanın peygamberleri tarafından rakip olarak görülmüş ve ““sahte peygamber” damgası basılarak öldürülmüşlerdir. Sami halklardan sadece peygamberler değil, hemen her devirde, hatta yaşadığımız çağda bile, sayılamayacak kadar çok sayıda ermiş, evliya, şeyh, veli, vb mistik kişiler de çıkmıştır. Bunların bir kısmı da sahte peygamberler gib dinsizlikle, döneklikle suçlanarak çok ağır işkenceler yapılarak öldürülmüşlerdir. Örneğin , Nesimi’nin derisi yüzülmüş, “Enel Hak!” (Ben Tanrıyım) diyen Hallacı Mansur, müritlerinin “Baba Resul “ dedikleri Baba İlyas asılarak, Barak Baba kaynayan suda haşlanarak, Hanefi Mezhebi’nin kurucusu İmam Azam hapishanede işkenceyle öldürülmüştür. İspanya kökenli İzmirli Yahudi peygamber Şebbatay Zvi ise, Müslüman olunca celladın baltasından kellesini kurtarabilmiştir.

Aristoteles’e göre rakipleri ortadan kaldırmak toplumun yararı içindir ve bu nedenle de iyidir. Olası rakipleri güçsüz kılma yöntemi iç siyasete özgü de değildir; büyük ve güçlü devletlerin öteki şehir ve uluslara karşı her zaman yaptıkları budur. Örneğin Atinalılar, yeterince güçlenince konfederasyon anlaşmasını çiğneyerek Lesbos, Khios ve Samos’u boyundurukları altına aldılar. Bir başka örnek, Pers kralının geçmişteki egemenlikleriyle gururlanan Medleri, Babillileri ve başkalarını ezmesidir. Gerçekten, bütün bu rakip erk sorunu yalnızca yöneticilerinin bu gibi yöntemlere kendi kişisel çıkarları için başvurdukları bozulmuş olanları değil, her türlü hükümeti yakından ilgilendirir.

Sonuç olarak, ister barbar ister uygar olsun, hem her toplumda/toplulukta çoğunluktan farklı düşünen/davranan insanlar ya öldürülerek ya da kovularak toplum dışına itiliyorlar. Yukarıda örnek olarak verilen toplumlarda bu tür kişiliklerin tedavisine yönelik herhangi bir girişimin olup olmadığı konusunda bilgi sahibi değilim. Ancak, Sami toplumlarında “mesih” denilen bir kavram var ve günümüzde de geçerliliğini koruyor. Mesih (Aramice), “kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilerek kutsanmış” demektir. Krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de "yağlanmış" anlamında “Mesih” denirdi. Acaba, ortadoğu bölgesindeki kadim halklar bu tür davranışlar içinde olanları iyileşsinler diye mi yağlıyorlardı?
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 11.01.2016, 16:41   #2
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI

Kutsal Hastalık ve Peygamberlik

Tıp dilinde “epilepsi”, halk dilinde “sara hastalığı” denilen sinir hastalığı insanlık tarihi kadar eskidir ve asıl nedeni hala anlaşılamamıştır. Eski devirlerde bu hastalığa sahip olanlar ya şeytanla özdeşleştirilerek “cadı” diyerek cezalandırlacak veya tanrısal güce ulaştığına inanılıp peygamber sıfatıyla takip edileceklerdir. Bu nedenle, sara hastalığına halk arasında “ peygamber hastalığı”, “kutsal hastalık” gibi adlar da verilmiştir. Sara nöbeti geçiren bir kişi ister ayakta isterse bir sandalyede ya da yerde oturur durumda olsun –tutulmazsa - mutlaka yere düşer ve bayılır(bilincini kaybeder), bu nedenle halk arasında “düşme hastalığı” olarak da bilinir. Epilepsi hastalığından ilk kez söz eden ve bu hastalığı bir beyin rahatsızlığı olarak ilk kez tanımlayan Eski Yunan hekimi Hipokrat (MÖ 460-370)’dır. Hipokrat, MÖ 400 yılında “Kutsal Hastalık Üzerine” adıyla epilepsi üzerine bir kitap yazmıştır.

Neden sara hastalığına ‘peygamber hastalığı’ veya ‘kutsal hastalık’ denir ve neden bütün peygamberler (224 bin tahmin ediliyor) İbrani ırkından çıkmıştır? Peygamber, evliya, şeyh, derviş, dede, vb mistik kişilikler psikoloji yönünden derinliğine analiz edilse nasıl bir ruhsal yapıları çıkardı ortaya? Sara (epilepsi) hastalığına “peygamber hastalığı” ya da “kutsal hastalık” denilmesinin nedeni, bu hastalığın “peygamberim “ diye ortaya çıkanlarda sık görülen bir hastalık olması mıdır? sorularının henüz açık ve kesin bir yanıtı yoktur. Peygamber yerine “Mesih” de denilyor. Mesih (Aramice), “kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilerek kutsanmış” demektir. Mesih anlamına gelen “Maşiah” sözcüğü İbranice’de ’kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilmiş ve böylece kutsanmış’ anlamına gelmektedir. Tarih öncesi İsrail kralları ve yüksek rahipleri, yeni görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı. (tr.wikipedia.org/wiki/Mesih) Yani, krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de "yağlanmış" anlamında “Mesih” denirdi. Tevrat’ın birçok yerinde bu işlemin yapıldığına dair ayetler vardır. Geniş anlamıyla bu unvan, "Tanrı’nın bir görev vermek üzere seçmiş olduğu” kişileri kapsar. Ancak, Tanrı Rab’ın seçme ve görevlendirme anının tanığı yoktur; yani nerede ve nasıl seçildiğini sadece seçilip görevlendirilen kişi (peygamber: Tanrı elçisi) bilir. Eski İsrail’de peygamberlereden önce krallar Tanrı ile İnsanlar arasında bir aracı olarak görülürdü. Önceleri krallar kutsal yağ ile yağanırken, sonradan zuhur eden peygamberler de yağlanırlar. Acaba bu mesih(maşiah) işlemi, bugün halk tıbbı denilen bir tedavi yöntemi miydi? Onların normal insan populasyonundan farklı bir takım söylem ve davranışları mı vardı ve bu yağlama ile onların bu farklıları törüplenmeye, yani onların heyacanını gidermek, sakinleştirmek için mi yağlıyorlardı? Çünkü, normal bir beyin yapısına ve düşünme yetisinde olan bir insanın, Tanrı ile halk arasında aracılık ettiğini söyleyemez ve oturup kendi kendine; “hadi! kendi kendime bir şeyler yazayım ve bunları Tanrı‘nın size iletmem için bana söyledikleri sözler (vahiy) olduğunu ilan edeyim,”deyip “İşit Ey İsrail” diyerek nutuk atamaz, hatta –bazı peygamberlerin sözlerinde olduğu gibi- “Rab ile anlaşma (akit) yaptım; Mısır nehri (Nil) ile Büyük nehir (Fırat) arasını İsrailoğulları’na bağışladı” (Arz-ı Mevut) anlamına gelecek sözler söylemez, bunları söylese bile inandırıcı olamaz.
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 12.01.2016, 14:18   #3
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI

SARA HASTALIĞININ NEDENLERİ

Epilepsi, nörolojik bir rahatsızlık olup sinir sistemini etkiler. Genellikle ikinci nöbetten sonra tanı konulabilir. Çoğunlukla sebebi bilinmese de beynin fiziksel ve/veya ruhsal travmaları sonucu oluşabileceği gibi, genetik (kalıtsal) olarak sonraki kuşaklara aktarıldığı düşünülür. Örneğin, Dostoyevski’nin ruhsal bir travma sonucu sara hastalığına yakalandığı iddia edilir. Dostoyevski’nin babası askeri cerrahmış ve bir çiftliği varmış. Çok sert ve cimri bir adammış, çiftliğinde çalışan kölelere iyi davranmazmış. Dostoyevski askeri okulda okuyormuş ve babasından harçlık istediğinde çoğu kez azar işitirmiş. Dostoyevski de –çok inançlı bir insan- babasının ölmesi içinde dilek dilermiş. Bir gün babasının ölüm haberini almış; çiftlikteki köleler feci şeklide döverek öldürmüşler. Dostoyevski, kendini suçlu görmüş: “Eğer ben ölümünü istemeseydim ölmezdi, çünkü Tanrı dileğimi kabul etti,” diye düşüncelere dalarmış . İşte bu bunalımlı günlerinde ilk epilepsi krizini geçirmiş. Öldüğünde 60 yaşında olduğu halde, fiziksel görünümü 100 yaşındaki bir malulü andırıyormuş.

SARA HASTALIĞININ BELİRTİLERİ

Beynin korteks bölgesindeki geçici elektrik fonksiyonu değişimleri, hastanın davranışlarındaki ani değişimlere neden olur ve bu ani değişimler “nöbet” olarak tanımlanır. Sara (epilepsi) hastalığı; “Nöbet öncesi”, ”nöbet anı” ve “nöbet sonrası” olarak kategorize edilir ve bu aşamlarda hastalarda farklı davranışlar ve yan etkiler gözlemlenmiştir. Bunlardan en bilinenleri şöylelistelenebilir:
Nöbet öncesi:
Tuhaf sesler duymak
Tuhaf duygular yaşamak
• Korku ve panik
Zevk verici duygular yaşamak
Düşünceler fırtınası yaşamak
• Sersemleme

Nöbet anı:
Baygınlık, düşme
Zihin karışıklığı
Kendinden geçme
• Korku ve panik
• Konuşmada zorlanma
• İstem dışı geviş getirme ve dudak kıpırdatmak
• Ağız şapırdatmak
• Terlemek
• Titremek
• Kalp atışlarında hızlanma
• Vücut dışı (fizik ötesi) deneyimler yaşamak (Vecd, Miraç)
• Nefes alış verişlerde zorlanma
Nöbet sonrası:
• Hafıza ‘kaybı
• Zihin karmaşıklığı
• Şaşkınlık
• Korku
• Susama
• Bitkinlik
Depresyon
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 12.01.2016, 14:48   #4
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI

Dostoyevski’nin Roman Kahramanları

Edebiyat alanında, bazı yazarlar yaşamlarını doğrudan anlatmazlar, yazdıkları romanlarda, hikayelerde yarattıkları kahramanlara kendilerini anlattırırlar. Bu, en çok, kendisi de bir epilepsi (sara) hastası olan İbrani asıllı Rus yazarı Dostoyevski’de(1821-1881) görülür. Dostyoyevski’nin yarattığı roman kahramanlarında kendisini anlattığı; roman kahramanlarının fiziksel ve ruhsal durulmalarını , düşüncelerini, birbiriyle olan ilişkilerini,vb özelliklerini tanımlarken aslında, kendisinin nöbet öncesi, nöbet anı ve nöbet sonrası duyumsamalarını, algılarını, bellek sorunlarını, bedensel ve ruhsal travmalarını yansıttığı ileri sürülmüştür. Dostoyevski’nin yazdığı romanlarda yarattığı kahramanlarının çoğu, belki de hepsi, epilepsi hastasıdır. Örneğin, “Suç ve Ceza” adlı eserindeki Raskolnikov, Sonya, Pulheriya Aleksandrovna, Avdotya Romanovna, Sividrigaylov; “Ecinniler” adlı siyasal romanındaki Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin (Prens), Kirilov , Pyotr Stepanoviç, Şatov, Liputin, Marya Timofeyevna, Semion Yakovlevic, Varvara Petrovna, Andrey Antonoviç, Liza; 'Karamazov Kardeşler'deki Smerdyakov, İvan , Alyoşa, Katerina İvanovna; “Ezilenler”deki Elena, Nastasya, Nikolay Sergeyiç. “İnsancıklar”daki Verenka; “Öteki Ben” adlı eserindeki Golyadkin,"Beyaz Geceler"deki Nastenka, "Uysal Kız"daki kız çocuğu, Ev Sahibesi’ndeki Ordinov, Murin,Katherina, Budala’da Prens Lev Nikolayeviç Mışkin, Nastasya Filippovna, Gavrila, Ağlaya;Delikanlı’da Dolgorukiy, Versilov ilk akla gelenlerdir.

Burada anılan roman kahramanlarının hemen hepsi birer hayalcidir; yarattığı diğer kahramanlarında da bu hal hemen göze çarpar. Gerçekten hayaller içindeki bu roman kahramanlarının çoğu kederli, somurtkan, hasta gibidirler. Çoğu sessiz, içlerinde nefret derecesine varmış bir düşmanlık besleyen, ümitlerini, beklentilerini açığa vurmaktan hoşlanmayan adamlardır. Burada anılanlar ve daha birçok kahramanı sürekli huzursuzluk, garip bir kızgınlık, sabırsızlık, bazen de boş olmaktan daha çok saçmalığı andıran hayaller kurarlar ve bu ruhsal fırtınaların doruk noktasında sara krizi geçirirler. Kriz anında düşüp baylırlar, hem bedensel hem de ruhasal çöküntüye uğrarlar, krizden sonra günlerce hasta yatarlar; kelimnenin tam anlamıyla enkaz yığınına dönüşürler.
Birkaç örnek vermek gerekirse;

(Mariya) “Yüksek sesle konuşmanın önemi yok, çünkü kendisiyle konuşmayanları, hemen dinlemekten vazgeçer, hemen kendini hayal dünyasına atar, sessiz sessiz düşlere dalar, evet tam anlamıyla düşlere dalar. Düşçü mü düşçüdür, eşi benzet yoktur. Sekiz saat, bütün bir gün olduğu yerde böyle oturur.(Ecinniler , s. 142)
♦♦♦
Liputin engin düşler kurar. Pireyi deve yapıyor. .(Ecinniler , s:111)
♦♦♦
(Marmeladov) ” Ne varki onda, çok tuhaf bir hal vardı; bakışlarında bir çoşkunluk, hatta galiba akıl ve zeka ışıltıları vardı; ama aynı zamanda deliliğe benzeyen bir anlam da parlayıp sönüyordu.”(suç ve cezave Ceza,s: 42)
♦♦♦
“Sözün kısası, onda işini bilen, ciddi ve yok yere aşağılanan, buna karşın böyle aşağılanmaları unutuveren bir adam hali vardı.”( Ecinniler,s: 280.)
♦♦♦
Bilmiyorum bana ne oldu. Gelirken size bunları anlatmak istiyordum... Zaman durmuş, o anda içimdeki duygular sonsuzlaşmış gibiydi. O anın sonsuza kadar uzayacağını, yaşamın benim için durduğunu hissediyordum. Gözlerimi açtığım zaman sanki çok eskiden işitip ezberlediğim, sonra da unuttuğum tatlı bir ezgi çalınıyordu kulağımda. Yaşadığım sürece ruhumdan kopmak isteyen ve şimdi fırsat bulan bir ezgi...Çok tuhaf! Nasıl bir şey bu? Bundan hiçbir şey anlamadım.Oysa size bu tuhaf duyguyu anlatmayı ne kadar isterdim.” (Vecd hali)
♦♦♦
(Nikolay:Prens: Soylu)“Tuhaf bir şey olarak şuna da değineyim: daha geldiği ilk gün ayrıcalıksız herkese pek akıllı ve anlayışlı bir adam olarak göründü. Konuşkan değildi, özentisiz bir inceliği vardı, şaşılacak kadar alçakgönüllüydü. Ama bu alçakgönüllülük onun herkesten daha gözü pek olduğuna inanmasına engel değildi. Kentimizin şık gençleri, moda düşkünleri onu kıskandılar, çünkü yanında sönük kalıyorlardı. Yüzü de dikkatimi çekti: Simsiyah saçları, çok az kimsede görülen durgun, berrak bakışlı, açık renk gözleri, ince, beyaz bir teni, inci gibi dişleri, mercan rengi dudakları vardı. Bu baş güzel bir portreye benziyordu. Ama, niçin bilmiyorum, gene bu yüzde insana tiksinti veren bir şey vardı. Bayağı bir maskeye benziyordu. (Ecinniler,s: ) ( Çift kişilik, aynı anda hem deli -canavar hem de dünyanın en iyi insanı-melek)
♦♦♦
Suskun bakışlı, okşayıcı, kurşun rengi gözleri şimdi bile daha güzeldi. Durgun, şen bakışlarında bir saydamlık, düşe dalmış gibi bir hal vardı./.../ Ne tuhaf şey ki, feleğin dertli ettiği bu yaratıklar karşısında o her zaman duyulan acı duygu, tiksinti, hatta korku yerine ben daha o anda bu kızı seyretmekten zevk duyar gibi oldum, ama hiçbir zaman bir tiksinti değil. (Ecinniler,s: 141)
♦♦♦
“Şatov’un görünüşündeki somurtkanlık yargılarına uygun düşüyordu: yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında, kısa boylu, sarışın, kıllı, geniş omuzlu, kalın dudaklı, buruşuk alınlı, beyaz kalın kaşlı bir adamdı. Yaman, yabanıl bir bakışı vardı, başkalarına göstermekten utanıyormuş gibi, gözlerini yerden kaldırmazdı. “ (Ecinniler, s: 29)
♦♦♦
Şatov konuşurken, her zaman, hatta en taşkın zamanlarında bile yaptığı gibi yerde bir noktaya bakıyordu.” “(Ecinniler, s: 138)
♦♦♦
“Onu (Şatov’u) evinde, ancak akşamın saat sekizinde buldum. Şaştığım şey, evinde konuk vardı. Aleksey Niliç(Kirilov) ile Virginski’nin karısının kardeşi Şigalev adında biri../.../ Virginski bir gün bizerastlayarak sokakta tanıştırmıştı. Yaşamımda hiçbir insan yüzünde bu kadar sarılık, hüzün ve sıkıntı görmemiştim. Bu adamda adeta kıyamet gününü bekleyen bir hal vardı, hem de öyle hani belli olmayan bir tarihte ve aslı çıkmaz kehanetlere dayanaraktan değil, tam tamına belirlenmiş bir anda ve örneğin yarın saat onu yirmi beş geçe olacağını bilen bir durum! O tanışma dolayısıyla iki sözcük ya konuşmuş ya konuşamamış tık; ama birbirimizin elini iki suikastçı gibi sıkmış olduğumuzu anımsıyorum. “(Ecinniler, s: 134)
♦♦♦
“Virginski adında, otuz yaşlarında, ‘aile babası’ genç bir adam vardı; Şatov’a benziyordu; ama bütün tavır ve davranışlarıyla Şatov’un tersiydi. Virginski acınacak bir durumdaydı, iyi huylu bir insandı. ( Ecinniler s-29)
♦♦♦
“(Raskolnikov) Oradan her geçişte, utanç duyar, suratını buruşturur, hastalıklı ve ürkek bir duyguya kapılırdı. /.../ Sırası gelmişken şunu da söyleyim ki, delikanlı (Raskolnikov) olağanüstü güzel kara gözleriyle, esmer yüzüyle, ortadan biraz uzunca boyu ile, ince ve biçimli vücuduyla gerçeketen yakışıklı bir gençti. Ama çok geçmeden derin bir düşünceye dalar gibi, daha doğrusu kendini unutur gibi olurdu. Artık çevresinde olup bitenleri ayırt etmeyerek, ayırt etmeyi de istemeyerek, yoluna devam etti. Ancak arada sırada, şimdi kendi kendine itiraf ettiği gibi , bir başına konuşmak alışkanlığı, bir şeyler mırıldanıyordu . Öylesine kötü giyinmişti ki, bir başkası, hatta alışık bile olsa, güpegündüz bu paçavralarla sokağa çıkmaktan utanırdı./.../ Ama delikanlının ruhunda öylesine haince bir küçümseme duygusu birikmişti ki, bazen çocukluk derecesine varan bütün alınganlığına rağmen, şu an en az utandığı şey , sırtındaki paçavralardı. (Suç ve Ceza, s:33)
♦♦♦
Genellikle kendisinde şaşkın bir insan hali olurdu. Sıkıntısını dindirmek için içki getirdi, biraz içtik. Biraz sonra tatlı, derin bir uykuya dalıverdi.” (Ecinniler,s:75)
♦♦♦
“Liputin, gür bir sesle bağırdı: “Size bir konuk getiriyorum, hem özel bir konuk! Yalnızlığınızı bozmaya kendimde hak gördüm Tanıtayım: Bay Kirilov, yüksek mühendis ve mimar. /.../ Bu sırada ben konuğu dikkatle inceliyordum. Yirmi yedi yaşlarında kadar esmer, ince uzun, yakışıklı, iyi giyinmiş bir adamdı. Biraz toprak rengine çalan soluk bir benzi, donuk bakışlı siyah gözleri vardı. Hafif dalgın ve düşünceli görünüyordu; uzun bir cümle kurmak zorunda olduğu zaman sözcükleri yerli yerinde kullanmakta zorlanıyor, sözü parçalıyordu.( Ecinniler s:88,89.) ( Kirilov'un intiharı bugün bile edebiyat ve psikiyatri alanlarında tartışılır, google arama motorunda var)
♦♦♦
“Stepan Trofimoviç bir dakika kadar kararsız halde durdu; bana baktı, ama herhalde beni görmedi; sonra şapka ve bastonunu aldı, usulca odadan çıktı. Biraz önceki gibi ben gene arkasının ı yürüdüm. Tam sokağa çıkacağı sırada gözü bana ilişti: Üzgünüm, acınacak bir gülümsemeyle bir an durdu; bir utanç, umutsuzluk vardı bu gülümsemesinde... Aynı zamanda tuhaf bir hayranlık ifadesi taşıyordu.” (Ecinniler, s: 103)
♦♦♦
“Lizaveta Nikolayevna’nın güzelliği dillere destan olmuştu, ama hastalıklıymış, diye adını çıkarıyorlardı./.../ Gerçekten de hastaydı. Her halinde sürekli bir zorlanma, bir kuruntu, bir sinirlilik göze çarpıyordu. Heyhat! Zavallının büyük bir derdi vardı, bu da sonradan anlaşıldı./.../ Esmerlerde görülen bir solgunluğu olan bu yüzün tuhaf bir büyüsü vardı. Siyah gözlerinin ateşli bakışından bir güç fışkırıyordu. ‘Hep yenmek için yaratılmış bir utkun kadın’ gibi görünüyordu. Kibirli, üstelik bazen küstah bir hali vardı.” (Ecinniler, s: 104.)
♦♦♦
Böyle anlarda niçin hep mahzun oluyorum? Bunun sırrını bana anlatın, bilgin adam. Sizi gene gördüğüm zaman mutlu olacağımı düşünüyordum hep, Tanrı biliyor, ama işte, size olan bütün sevgime karşın, şu dakikada gene mutlu değilim.” (Ecininler 106.)
♦♦♦
“Yüzü kızgındı, yüzüme baktı. Söze önce onun başlamasına şaştım. Başka zamanlar, ona konuk gittiğimde (ki elbet pek seyrek) bir köşeye çekilip oturur, asık bir yüzle yalnızca benim sorularıma cevap verirdi, ta neden sonra kendiliğinden konuşmaya başlardı. Dahası var, kendisine hoşça kal deyip de gideceğiniz zaman hep hırçın bir tavır takınır ve size kapıyı bir düşmanından kurtuluyormuş gibi bir davranışla açardı. (Ecininler,s: 135.)

Dostoyevski’nin değişik kitaplarından alınan aşağıdaki paragraflara bakıldığında ,yukarıda vurgulandığı gibi, yarattığı hemen tüm kahramanları Sara (epilepsi ) hastasıdır. Bu eserler dikkatlice okunup incelendiğinde “sara hastalığı”nın aynı insanda birden çok kişilik (iyilik meleği, şeytan, canavar, devrimci, sapık, mazlum, vb) yarattığı çok açık görülür. Sara hastalarında ‘aşırı bir dindarlık’ ve buna paralel bir ‘şehvet düşkünlüğü’ olduğu da konunun uzmanları tarafından kaydedilmiştir. Gerçekten, Dostoyevski’nin romanlarından yapılan aşağıdaki alıntılara bakıldığında, söylediklerinde ve yazdıklarında peygamberane bir damar ve vurgu bulunmaktadır. Ancak, çeşitli kaynaklara dayanılarak, dindar saralının bir de ahlaksız olduğu ileri sürülmüştür. Epilepsi orotiteleri, sara hastalarındaki dinsel eğilimin sapkınlık ve acımasızlık gibi utanç verici davranışlarla birlikte ortaya çıkıtığını ileri sürmüşlerdir. “Zavallı saralı bir cebinde dua kitabı var; Efendimiz sözü dudağından hiç eksik olmaz ama içi bayağılıkla doludur.Dostoyevski’nin, sara hastalığının insan yeteneğini geliştirdiğini, hayal gücünü genişleterek olumlu etki yaptığını iddia ettiği kaydedilmiştir. Oysa, Dostoyevski’nin eserlerini inceleyen bazı yazarlar, yazarlık yaşamı otuz yıl süren Dosytoyevski için, aynı bedende Tanrı ile hayvan bir araya gelmiştir. İçindeki ölüm canlandıkça Tanrı’ya sığınıyordu ve hayvan yaşadıkça, Dostoyevski bir şehvet düşkünü oluyordu," şeklinde ifadeler kullanmışlardır.

Prof. Dr. Yalçın Küçük, “ Dostoyevski’nin romanlarında, kahramanların sözlerinden, Dostoyevski’nin kendisini, anlamış oluyoruz, ”demiştir.
Sık sık epileptik nöbetler geçiren, 19. yüzyılın en ünlü epilepsi hastası ve insanlık tarihinin belki de en derin roman yazarı İbrani asıllı Rus Yazarı Fyodor Dostoyevsky, “nöbet öncesi ”,nöbet anı” ve “nöbet sonrası” geçirdiği düşünce karmaşası, heyacan, korku, bunalım, şehvet, ruhsal ve bensel çöküntü hallerini yansıtırken - farkında olmadan ama belki de bilinçli olarak- insanlık tarihine ve özellikle İbrani mitolojisinin temel dayanağı olan “ mucize” olgusuna da ışık tutar, aslında. Dostoyevski’nin kitaplarını okurken onun sanatçılığı, dahi bir psikoloğun yüksek becerisini, bir düşünürün derin düşünselliğini, düş gücü sınırsız bir idealistin ve bir gazete yazarının büyük coşkusunun birarada golduğunu hayranlık ve saygı içinde duyumsarız. Dostoyevski’nin sara hastası roman kahramanlarından bazılarının “ nöbet öncesi” ,nöbet anı” ve “nöbet sonrası” hallerini anlattığı paragraflardan birkaç örneği buraya alıyorum. Sadece bu birakaç alıntı bile Dostoyevski’nin sara hastalığı konusunda ne kadar derin gözlemleri ve bilgisi olduğu çok açık görülür. Nitekim, sara hastalığı konusunda kendisinin kendisi hakkında tuttuğu notlar bugün bile epilepsi hastalığının tedavisinde ve hastaya yaklaşımında yol gösterici olduğu konun otorleri tarafından kaydedilmiştir.
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 15.01.2016, 10:58   #5
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI

DOSTOYEVSKİ’DE "NÖBET ÖNCESİ" VURGULARI
(Tuhaf Sesler Duymak)
(Hayalet, cin, gaipten sesler, vb ile konuşmalar)

(Stepan Trofimoviç) “Zihnini kurcalayan türlü düşünceler içinde eve girdi, eline aldığı puroyla açık pencerenin yanına gitti, kımıltısız durdu, yorgundu, gökyüzünde parlak ayın çevresinden kayıp geçen tüy kadar hafif bulutları seyre daldığı bir sırada ansızın duyduğu hafif bir hışırtıyla titredi, başını çevirdi. Karşısında Vavara Petrovna’yı gördü./.../ Bunun bir düş olması olasılığına karşın, bütün ömrünce her gün bunun devamını, yani bu olayın çözülmesini isteyip durmuştu. Bunun böylece sona ermiş olmasına İnanmıyordu! “( Ecinniler, s: 16-17.) (Gerçekte Vavara Petrovna, Stepan Trofimoviç'in patronuydu ve bir malikhanede yaşıyordu, onun evine hiç gelmedi)

♦♦♦
(Raskolnikov)“Böylece uzun bir süre yattı. Arada sırada uyanır gibi oluyor ve o dakikalarda gecenin bir hayli ilerlemiş olduğunu fark ediyordu. Ama, kalkıp oturmak aklına gelmiyordu. Sonunda ortalığın gün ışığıyla aydınlandığı fark etti. Divanın üstünde, az önceki baygınlığından hala kendine gelmemiş bir halde, sırtüstü yatıyordu. Sokaktan korkunç ve acı birtakım çığlıklar ona kadar geliyordu. Zaten bu gibi çığlıkları, her gece saat ikiden sonra penceresinin altında duymaktaydı. Onu uyandıran da bu çığlıklar oldu: "Hah, işte sarhoşlar da meyhaneden dağılıyor, demek saat ikiyi geçiyor" diye düşündü. (Suç ve Ceza, I.cilt,s:139.) (Gerçekte çığlık atılmamıştı)
♦♦♦
Raskolnikov)“Korkunç bir çığlıkla gözlerini zifiri bir karanlığa açtı. Aman Allah’ım bu ne çığlıktı!.. Böyle doğal olmayan sesleri, böyle ulumaları, böyle çığlık ve diş gıcırdatmalarını, göz yaşlarını,böyle dayak ve küfürleri o ana kadar ne görmüş, ne de işitmişti! Böyle bir vahşeti, böyle bir öfkeyi göz önüne bile getiremezdi. Her an kalbi duracak gibi oluyordu, acı ile, dehşetle doğruldu, yatağında oturdu, dayaklar, çığlıklar, küfürler gittikçe artıyor ve şiddetleniyordu. İşte, birdenbire, büyük bir şaşkınlıkla ev sahibinin sesini tanıdı. Kadın uluyor, bağırıyor, hızlı hızlı, adeta anlaşılamayacak biçimde kelimeleri arka arkaya sıralayarak ve bir şeyler yalvararak sızlanıyordu. Herhalde artık dövmemeleri için yalvarıyordu. Çünkü merdivende onu insafsızca dövüyorlardı. Dayak atanın sesi, öfkeden, sinirden öyle bir hal almıştı ki, sadece bir hırıltı gibi çıkıyordu.
-Nastasya... Ev sahibesini neden dövdüler? Kadın dikkatle ona baktı.
Nastasya onu sessizce süzmekte devam etti, sonra yine sert ve kesin bir sesle :
-Ev sahibini kimse dövmedi, dedi." (Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 175-177.)
♦♦♦
“...Adeta bir rüyada imiş gibi olduğu yerde duruyordu. Dudaklarında küçümseyici, biraz da bilinçsiz bir gülümseme uçuşuyordu. Nihayet kasketini aldı, sessizce odadan çıktı. Düşünceleri karmakarışıktı. Dalgın bir halde kapının önüne vardı. Birdenbire kalın bir ses: “Hah, işte kendisi, diye bağırdı.” Raskolnikov başını kaldırdı. Kapıcı, kulübenin kapısı önünde durmuş onu, esnaf kılıklı ufak tefek bir adama gösteriyordu./.../ Raskolnikov çok zor işitilen bir sesle: “Siz kimsizmniz? Nesiniz? Katil olan kim?diye mırıldandı.Beriki , daha etkili, daha iyi seçiklen bir sesle: Sen katilsin! dedi./.../ Nasıl olup da kendini sokakta bulduğunu anımsaması çok tuhafına gitmişti. Artık akşam iyice ilerlemişti, karanlık gittikçe koyulaşıyordu. Raskolnikov dalgın, tasalı bir halde yürüyordu: Belli bir amaçla sokağa çıktığım, bir şeyler yapmak, acele etmek gerektiğini çok iyi anımsıyor, ama bu şeyin ne olduğunu bir türlü anımsamıyordu."(Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 387)
♦♦♦
Delikanlı (Raskolnikov) ansızın bir saatin çaldığını açıkça işitti. Ürperdi, kendine geldi, başını kaldırıp pencereye baktı. Saatin kaç olabileceğini tahmin ettikten sonra, sanki biri gelip kendisini divandan çekip koparmış gibi büsbütün aklını başına toplayarak, birdenbire yerinden fırladı. Parmaklarının ucuna basa basa kapıya gitti, yavaşça kapıyı aralayarak merdiveni dinlemeye başladı. Yüreği şiddetli çarpıyordu. Ama merdiven tamamıyla sessizdi; sanki herkes uykuya yatmıştı.Hiçbir hazırlık, hiçbir şey yapmadan, dünden beri böyle kendinden geçmiş bir halde uyuyabilmiş olması, ona tuhaf ve korkunç göründü. Oysa, belki de saat altıyı çalmıştı. Uykunun, uyuşukluğun yerini, birdenbire normal olmayan, hummalı, şaşkın diyebileceğimiz bir telaş almıştı.Rasskolnikov, delirdiğini sandı./.../Ama gaiyet açık bir şekilde duymuştu her şeyi. Herhalde, daha sonra kendisine sıra gelecekti.” (Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 115)
♦♦♦
“Raskolnikov: "Bu sessizlik aydan ileri geliyordur, herhalde şimdi ay bir bilmece söylüyor olmalıydı" diye düşündü... Durmuş bekliyordu. Uzun uzun bekledi. Ayın sessizliği arttıkça, onun da yüreğindeki çarpıntı artıyor, hatta bir ağrı duymaya başlıyordu. Sessizlik bir türlü dinmiyordu. Ansızın sanki bir dal kırılmış gibi, bir an süren kuru bir çatırtı duyuldu. Sonra yine her şey sessizleşti. Uyanan bir sinek, birdenbire uçarak cama çarptı ve şikâyet dolu bir sesle vızıldadı.” (Suç ve Ceza, I.cilt, s: 392.)
♦♦♦
“Ortalık zifiri kararlıktı. O kadar ki eşyalar ancak, karanlık lekeler halinde, hayal meyal seçebiliyordu. Sividriğaylov, beş dakikadan beri dirsekleri pervaza dayalı, eğilerek, dışarısını seyrediyor, bu koyu karanlıktan kendisini alamıyordu. Gecenin ve karanlığın içinden bir top sesi gürledi, bunu bir ikincisi izledi. “Hah işte, işaret veriliyor, diye düşündü.” ( II cilt, 312)
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 16.01.2016, 11:46   #6
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI

TUHAF DUYGULAR YAŞAMAK

“Tersliğe bakın ki o sırada Stepan Trofimoviç’in elden ele dolaşan, altı yıl önce, yani ilk gençlik çağlarında Berlin’de yazmış olduğu bir şiir, meraklı iki gençle bir üniversite öğrencisinin üzerinde yakalanıyor. Şu anda benim masamın üzerinde bu şiirin bir kopyası var: Stepan Trofimoviç bunu geçen yıl, kendi el yazısıyla yazarak, bir ithafla bezeyip, kırmızı marokenle kaplattırdığı bir cilt içinde bana armağan etmişti. Şiirin edebi değeri yok değil, üstelik dâhice yazılmış da denebilir, ama tuhaflığı da var... doğrusunu isterseniz, konuyu kendim de pek kavrayamadığım için, istendiği gibi anlatamayacağım: Faust’un ikinci kısmını anımsatan liriko- dramatik biçimde bir allegori, yani mecazi bir şiir. Sahne, kadınlar korosuyla açılır, sonra onun yerini erkekler korosu alır, daha sonra, görünmeyen güçler korosu gelir, en sonunda da, henüz yaşamamış, ama yaşamak isteğiyle kıvranan ruhlar korosu çıkar. Bütün bu korolar, belirsiz bir şeyi dile getirir, daha çok birisini suçlarlar; ancak onlarda geniş bir mizaha yer verilmiştir. Derken sahne birdenbire değişir, ’yaşayanların bayramı’ gibi bir şey başlar. Burada, haşereler bile şarkı okurlar, sonra Latince duaları andıran sözler söyleyen bir kaplumbağa çıkar ortaya. Dahası, anımsadığıma göre maden, cansız bir madde olan maden bile bir şarkı söyler. Genellikle herkes bir şarkı söyler, konuşmalar bile belli belirsiz tartışmalı geçer; ancak bütün bunlar gene de yüksek bir anlam taşımaktadır. Sonunda sahne gene değişir, sahnenin ortasında bir dağ başı görünür, kayalıklar arasında uygar görünümlü bir genç başıboş dolaşmaktadır, bu genç bilinmeyen bazı otları koparır ve emer; peri kızının bu otları niçin emdiğini sorması üzerine, kendisinde çok fazla canlılık hissettiği için bu otların özsuyuyla avuntu bulduğunu, ancak en büyük isteğinin (bu istek, belki de gereksizdir) elden geldiğince çabuk, aklını yitirmek olduğunu söyler. Derken birdenbire yağız bir at sırtında güzeller güzeli bir delikanlı çıkagelir. Arkasında çeşitli uluslardan bir kalabalık vardır. Delikanlı ölümü temsil etmektedir, arkasındaki kalabalıksa onu istemektedir. En son sahnede Babil Kulesi’yle onun kimi asma katları belirir, sonra insanlar yeni umut şarkıları söyleyerek kulenin inşasını tamamlamaya başlarlar. Ta tepeye kadar çıkınca, sözgelimi, Olimp’in sahibi, gülünç bir durumda kaçıp gider, bunun farkına varan insanlar da onun yerini doldurarak eşyaya yeniden uyarlanırlar ve yeni bir yaşama başlarlar, işte o zaman tehlikeli buldukları şiir buydu. (Ecinniler, s:8)
...
“Boyuna falıma bakıyorum, Şatuşka,” dedi. ”Ama hiç de istediğim gibi çıkmıyor.”/.../ Hep aynı şey çıkıyor; bir yol, kötü bir adam, biri beni aldatıyor, bir ölüm döşeği, bir mektup, beklenmedik bir haber. Yalan bunlar hep, ben biliyorum. Sen ne dersin, Şatuşka? insanlar yalan söylerse fal niçin yalan söylemesin?” Birden iskambilleri karıştırdı. “Praskovya Ana’ya da aynı şeyi söyledim, çok saygıdeğer bir kadın, baş rahibeden gizli benim oturduğum hücreye gelir fal baktırırdı. “Yaa ! Hem gelen yalnızca o değildi. Ah, diye iç çekerler, başların ı sallarlar, aralarında fiskos ederlerdi. Bense gülüyordum! Nerden mektup gelecek size Praskovya Ana, diyordum ona, on iki yıldan beri bir tane bile almamışsınız. Bir kızı varmış, kocası alıp Türkiye’ye götürmüş; oniki yıldır öldü mü kaldı mı, haber alamamış, derken ertesi gün başrahibeyle oturmuş çay içiyoruz, başrahibe, (doğuştan prensestir.) bir de hanım vardı, konuk, hayalci bir kadın, sonra Aynaroz manastırından gelme bir de papaz vardı, pek farklı bir adam, bana öyle geldi, inanır mısın Şatuşka, bu Aynaroz manastırı papazı, o sabah Praskovya Ana’ya Türkiye’deki kızından mektup getirmemiş mi! -gördün mü karo valesini- ummadık haber! Çayımızı içiyorduk, Aynaroz papazı, ‘başrahibe, saygıdeğer başrahibe’ dedi, ‘duvarları içinde böyle büyük bir hâzineyi sakladığı için Tanrı hepsinin içinde manastırınızı kutsadı.’ Başrahibe: ‘Hangi hazine?’, ‘Lizaveta Ana cennetlik.’ Bu cennetlik Lizaveta manastırda uzunluğu iki arşın yüksekliği olan bir kafes içine kapanmıştı. On yedi yıldır orada, demir parmaklıkların arkasında oturuyordu. Yaz kış... Arkasına kaba kendirden bir gömlek giyerdi, bedenine acı versin diye gömleğinin arasına saman çöpleri, çalı çırpılar tıkıştırırdı; on ye¬di yıl tek bir sözcük konuşmadı, saçını taramadı, yıkanmadı. Kışın kafesin içine bir gocuk koyuyorlardı, her gün bir dilim ekmek ve bir testi su verirlerdi. Ziyaretçiler onu görünce ah, vah ederler¬di. Para verirlerdi. Başrahibe hırslandı: ‘O mu büyük hazine?’ dedi (Başrahibe Lizaveta’dan nefret ederdi), ’Lizaveta’ dedi inadından, ‘tersliğinden orada oturuyor, ikiyüzlülük onunkisi.’ Hoşuma gitmedi, o zamanlar ben de kapanmak istiyordum. Tanrı ile doğa, ikisi aynı şey sanıyorum, dedim. Hepsi birden bana dönüp: ‘Şuna bak!’ diye bağrıştılar. Başrahibe gülmeye başladı. O kadın kısık sesle bir şeyler söyledi, beni yanına çağırdı, saçlarımı okşadı, kadın da pembe bir kurdela armağan etti bana. Göstereyim mi şimdi? Sonra papaz bana uzun uzun öğüt vermeye başladı; öyle de tatlı tatlı, usul usul konuşuyordu ki dinlememek elimden gelmiyordu. Bana, ‘Anlıyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır, hiç anlamadım, beni rahat bırakın,’ dedim. O gün bu gün beni rahat bıraktılar, Şatuşka! Bir gün bizim manastırdan yaşlı bir kadın, gelecekten haber vermeyi öğrenmek için çile dolduran bir kadın, kiliseden çıkarken kulağıma eğildi de: ’Tanrı anası nedir sana göre?’ diye fısıldadı. ‘Büyük anamız’ diye cevap verdim, ‘insan oğullarının avuntusu!’ ‘Evet,’ dedi. ‘Tanrı anası, büyük ana, nemli toprak, onda insanların büyük neşesi saklı. Dünyada çektiğimiz her acı, döktüğümüz her gözyaşı, bizim için bir sevinçtir. Bastığın toprağı yarım arşın derinliğine gözyaşlarıyla ıslattığın zaman her şeyden neşe duyarsın, acın kalmaz, dünya ahret esenlenirsin. Bu vahiydir,’ dedi. Bu sözleri ta yüreğime işledi. O gün bugün,her duada, secdeye kapanınca yeri öperim, alışkanlık edindim. Hem öperim, hem ağlarım. Ben söylüyorum, Şatuşka, bu gözyaşlarında acılık yok. İnsan, derdi olmasa da, sevincinden ağlıyor. Gözyaşın kendiliğinden boşanıyor, inan bana, kimi vakit göl kıyısına giderim; gölün bir kıyısında manastır, bir kıyısında Yalçıntepe dedikleri sivri bir dağ var. Arada sırada bu dağa tırmanırım, yüzümü doğuya çeviririm, yere kapanırım, ağlarım ne kadar zaman ağladığımı anımsamıyorum, hiç bilmiyorum, hiç, hiç... Sonra kalkarım, geldiğim yoldan geri dönerim, o sırada güneş batmak üzeredir, öyle de büyük, öyle de kabarık, öylesine de güzeldir ki! Güneşe bakmayı sever misin, Şatuşka? Güzel olur, ama sıkıntı verir. Yeniden doğuya dönerim, gölge, dağımızın gölgesi, gölümüzün üstünde koşar, ok gibi, uzun, upuzun, ince... Bir mil öteye kadar, gölün üzerindeki odaya kadar, oraya kadar uzanır, orada bu kayadan adayı ikiye böler, gölge ikiye bölündü mü, ötede güneş batar, birdenbire her şey kararıverir. O zaman bir hüzün çöker üstüme, belleğim uzanır; karanlık beni korkutuyor, Şatuşka! En çok bebeğim için ağlıyorum.”

“Çocuğunuz var mıydı?”

Onu dikkatle izleyen, Şatov dirseğiyle kolumu dürttü.

“Elbet. Minicik tırnakları olan bir bebek. Ufacık, pembe pembe. Üzüldüğüm, kız mı oğlan mı bir türlü kestiremedim. Dünyaya geldiği zaman onu patiskalara, dantellere sardım, pembe kurdeleler bağladım, çiçekler serptim üstüne, süsledim püsledim, dua ettim onun için. Vaftiz edilmeden aldım götürdüm, onu ormandan götürüyordum, ormandan korkuyordum. Beni asıl ağlatan şey bir çocuk doğurduğum halde kocamın kim oldu¬ğunu bilememem.”

Şatov usulca:

“Belki de kocan vardı,” dedi.

“Böyle düşüncelerinle bana gülünç görünüyorsun, Şatuşka. Belki kocam vardı, ama kocam olmuş neye yarar, bir kocam yokmuş gibi olduktan sonra? Kolay bir bilmece işte, çöz!” diyerek gülümsedi.

“Çocuğu nereye götürüyordun?”

İç çekti:

“Göle götürdüm,” dedi.

Şatov, gene kolumu dürttü.

“Yoksa hiç çocuğun olmadı da bütün bunlar sayıklamadan mı ileri geliyor, ha?”
Bu sorudan hiç mi hiç şaşırmadı, dalgın dalgın:

“Zor bir soru soruyorsun,” diye cevap verdi. “Bu konuda bir şey söyleyemem; belki de çocuğum yok gerçekten. Beni sorguya çekmen yalnızca merak! Olsun, ben gene ağlamaktan vaz¬geçmem; düş görmedim ya!” Gözlerinde nohut gibi yaş taneleri belirdi. “Şatuşka Şatuşka! Gerçekten karın seni bıraktı mı?” Birden iki elini Şatov’un omuzlarına koydu ve acımaklı gözlerle ona baktı: “Darılma, benim de içim dolu. Biliyor musun, Şatuşka, bir düş gördüm: o bana doğru geliyor, bana işaret ediyor, sesleniyor: ‘gel pisi pisim, gel pisi pisim!’ Hoşuma gitti, beni seviyor sanıyorum.”(Ecinniler,s:142-145)

♦♦♦

(Sividrigaylo ile Raskolnikov’un “hortlak” sohbeti)
- Galiba Marfa Petrovna’yıçok göreceğiniz geldi? (NOT: Marfa Petrovna ölmüş bir kadın)
- Benim mi? Belki de... Belki de gerçekten öyle. Aklıma gelmişken sorayım: Siz hortlaklara, hayaletlere inanır mısınız?
- Hangi hortlaklara?
- Hangilerine olacak, basbayağı hortlaklara işte!..
- Ya siz inanıyor musunuz?
- Evet, belki de hayır. Yani inanırım ama pek de o kadar değil!
Bunların size göründüğü oluyor mu?
- Sividrigaylov tuhaf bir bakışla onu süzdü ve tuhaf bir gülümseyişle:
- Marfa Petrovna ara sıra ziyaret etmek lütfunda bulunuyor! diye fısıldadı.
- Ne demek ziyaret etmek lütfunda bulunuyor?
- Şimdiye kadar üç sefer geldi. Birinci seferinde onu, cenazeyi gömdüğümüz gün, mezardan döndükten bir saat sonra görmüştüm. Buraya hareketimin arifesinde idi. İkinci sefer, önceki gün. Yolda, şafak vakti. Malayavişere istasyonunda gördüm. Üçüncüsünde ise, iki saat önce, oturduğum odada gördüm, yalnızdım.
- Uyanık mı idiniz?
- Tamamıyla. Her üç seferinde de uyanıktım. Geliyor, bir dakika kadar konuştuktan sonra, kapıdan çıkıp gidiyor. Her seferide kapıdan girer. Adeta yürüdüğünü duyar gibi oluyorum.
- /.../
Raskolnikov canı sıkılmış bir eda ile:
- Bütün bunlar saçma şeyler, diye bağırdı. Marfa Petrovna geldiği zaman size neler söylüyor?
- Birinci seferinde geldiği zaman, ben çok yorgundum. Cenaze töreni, ruhun rahatlığı için okunan dualar, yas sofrası falan beni iyice yormuştu. Nihayet çalışma odamda yalnız kalmış, bir sigara tellendir miştim. Karmakarışık şeyler düşünüyordum. Birdenbire kapıdan girdi:
“Arkadi İvanoviç, bugünkü telaşınız arasında yemek odasmdaki saati kurmayı unutmuşsunuz!” dedi. Ger¬çekten de, o saati yedi yıldır her hafta hep ben kurardım. Unuttuğum zamanlarda da, her seferinde, bunu bana o ha¬tırlatırdı. Ertesi gün de, buraya gelmek üzere yola çıkmış¬tım. Sabaha karşı istasyonda indim, gece biraz kestirmiş¬tim, vücudum kırılıyordu. Gözlerim hâlâ mahmurdu. Bir kahve getirttim. Birdenbire ne göreyim: Marfa Petrovna, elinde bir deste oyun kâğıdı ile gelip yanıma oturdu: “Arkadi İvanoviç, yolculuğunuzun nasıl geçeceğini, falınıza bakıp söyleyeyim mi?” diye sordu. Karım, fal bakmakta pek usta idi. Falıma baktırmadığım için kendimi hiç affetmeyeceğim!.. Korkup kaçtım. Gerçi o sırada, kampana da çalmıştı ya!.. Bugün de, ahçı dükkânından getirttiğim berbat bir yemekle midem ağırlaşmış bir halde oturmuş sigara içiyordum.
Ansızın yine, Marfa Petrovna içeri girdi. Sırtında, yeşil ipekli kumaştan yapılmış, uzun etekli yeni ve çok şık bir tuvalet vardı: “Günaydın Arkadi İvanoviç” dedi. “Elbisemi beğendiniz mi? Aniska böylesini dikemez.” (Aniska bizim köyde oturan Moskova atölyelerinde çıraklık etmiş eski toprak kölelerinden pek cici bir terzi kızdı) Karım, karşım¬da durmuş, fırıl fırıl, dönüyordu. Önce tuvaletini gözden ge¬çirdim, sonra da dikkatle yüzüne bakarak: “Marfa Petrov¬na, böyle incir çekirdeği doldurmayan şeyler için bana ka¬dar gelmenin, rahatsız olmanın ne gereği vardı?” dedim. “Ah aman Yarabbi, demek artık seni rahatsız etmek de ol¬mayacak!” diye karşılık verdi. Ona. biraz takılmak için: “Marfa Petrovna,” dedim, “ben evlenmek istiyorum.” “Bu sizin bileceğiniz şey Arkadi İvanoviç” dedi,ama karınız ölür ölmez hemen evlenmeye kalkışmanız size şeref vermez!Bari iyi birini seçseydiniz! Yoksa sen biliyorsun, bu ne ona ne de sana mutluluk getirir, sadece kendinizi elaleme güldürmüş olacaksınız!” Karım bunları söyledikten sonra çıkıp gitti.Adeta eteğinin hışırtısını duyar gibi olmuştum. Pek saçma bir şey değil mi?
-Bir doktora başvursanıza!..
-Doğrusunu isterseniz ne olduğunu bilmemekle birlikte, siz söylemeden de hasta olduğumu biliyorum. Bana kalırsa, herhalde sizden beş kat daha, sağlıklıyım. Ben size, hortlakların göründüklerine inanıp inanmadığınızı sormuştum.
Raskolnikov, hatta biraz da öfkeyle:
-Hayır, asla inanmıyorum, diye bağırdı.
Sividrigaylov adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi, başı biraz yana eğik ve başka yana bakarak mırıldandı:
-Bu gibi hallerde, genel olarak ne derler? Size derler ki: “Sen hastasın, şu halde sana görünen şeyler aslı olmayan bir karabasandan başka bir şey değildir.
- Zaten işin mantığa sığar yanı da yok!.. Hayaletlerin, hortlakların yalnız hastalara göründüklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlakların sadece hastalara görünebileceklerini ispat eder, yoksa onların hiç olmadıklarını değil!..

Sividrigaylov, ağır ağır gözlerini ona döndürerek sözlerini sürdürdü:
- Demek yok ha?.. Siz böyle düşünüyorsunuz öyle mi? Peki, şöyle düşünemez misiniz (Siz de bana yardım edin):”Hayaletler hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesapça da yaradılış yasaları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama, bu sağlıklı adam biraz hastalanı verince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverince, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olabilir bir hal almaya başlar. Adamın hastalığı arttığı ölçüde öteki dünya ile olan ilişkisi de o ölçüde artar. Böylece insan, öldüğü zaman doğrudan doğruya öteki dünyaya göçer!” Ben bu nokta üzerinde çoktandır düşünüp duruyorum. Eğer siz de öteki dünyaya inanıyorsanız, bu düşüncelere inanabilirsiniz! (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:16-17.)
♦♦♦
"Hiçbir şey düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Ama, hülyalar birbirini kovalıyor, birbiriyle bağlantısı olmayan başsız ve sonsuz düşünce kınntılan parlayıp sönüyordu. Yarı uykulu hale düşer gibi oluyordu.../ Salonun ortasında, beyaz atlasla örtülü bir masanın üzerinde bir tabut vardı. Bu tabut, Napoli dokuması ipek bir kumaşla kaplı idi. Kumaşın kenarlarına beyaz, kırmalı bir farbala dikilmişti. Tabutun her yanı çelenklerle kuşanmıştı. Tabutun içinde, çiçekler arasında, beyaz tüller giymiş bir kız çoçuğu, adeta mermerden dökülmüş kolları göğsü üzerinde kavuşmuş bir halde yatıyordu. Ama dağınık açık kumral saçları ıslaktı. Güllerde örülmüş bir taç başını süslüyordu. Yüzünün ciddi, adeta sertleşmiş profili de, mermerden yontulmuş gibi idi. Ne var ki, solgun dudaklarındaki gülümsemede, çocuk yaşma uymayan sonsuz bir acının ve büyük bir yakınmanın izleri vardı. Sividrigaylov, bu kızı tanıyordu. Bu tabutun etrafmda ne kutsal resimler, ne de yanan mumlar vardı. Hiçbir dua da işitilmiyordu. Bu kız, kendini suya atarak intihar etmişti. Henüz on dört yaşında idi. Ama, yüreği acıyı tatmış ve genç çocuk bilincini dehşete salan bir karakterle parçalanmıştı. Bu temiz - melek ruh, layık olmadığı bir utançla dolmuş, ondan yükselen son umutsuz çığlık duyulmamış, karanlık, soğuk, nemli bir gecede, rüzgâr; ulumaları arasında boğulup gitmişti.” (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:310,311)
♦♦♦
“Hemen söyleyeyim, Stepan Trofimoviç, hep aramızda özel bir rol, bir yurttaş rolü oynuyordu. Bu role bayılırdı; ölür de bu rolden vazgeçmezdi sanırım. Kendisini meslekten yetişme bir aktöre benzetmek istemem,Tanrı göstermesin, ona saygım vardır. Onunkisi bir alışkanlıktı, daha doğrusu, çocukluğundan beri kendisini hep iyi bir yurttaş, önemli bir adam saymasından kaynaklanan bir şeydi. Örneğin ‘polisin kovuşturmasına uğramış’, ‘sürgün edilmiş’ olmanın zevkine doyamazdı. Bu iki küçük sözcüğün, yani kovuşturma ile sürgün sözcüklerinin estetik büyüsü onu bir daha ayılmamacasına sarhoş etmişti. Bu iki sıfatı benimsediği için de kendisini dev aynasında görüyor, kişiliğini büyülte büyülte sonunda bir övünme kaidesinin üstüne heykel gibi kuruluyordu./.../ Ne dersiniz! Meğer o bunda kendi kendini aldatmış. Günün birinde, Stepan Trofimoviç’in öyle herkesin sandığı gibi, kentimize ‘sürgün’ olarak gelmek şöyle dursun, ömründe ‘polisin kovuşturmasına’ bile uğramamış olduğunu şaşkınlık içinde -ama doğruluğuna inanmak zorunda da kalarak- öğrendim. Durum buyken, siz hayal gücünün enginliğine bakın ki, ömrü boyunca birtakım makamların kendisinden çekindiğine, her attığı adımın kollandığına, her davranışının gözetlendiğine, son yirmi yıl içinde değişen üç validen, her birinin kenti yönetmeye gelirken Petersburg’tan kendisiyle ilgili bir sürü dosya ve uyarıyla yola çıktığına inanıp durdu. Ama pek sayın Stepan Trofimoviç’e hiçbir şeyden çekinmesine gerek olmadığı açıkça söylense, bunun kanıtları da gösterilseydi, kesinlikle gücenirdi.”(Ecinniler, s:6)
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesaj?n?z? De?i?tirme Yetkiniz Yok

BB Code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
TÜRK Hastalıkları........ SAWAS Eglence 8 29.09.2008 00:47


WEZ Format +2. ?uan Saat: 14:45.


Powered by: vBulletin. Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

Copyright © - Bütün Haklar Sivaslilar.net'e aittir.