|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Divriği Divriği İlçesi ve Köyleri |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
|
18.05.2007, 09:48 | #1 |
Usta Yiğido
Serd@r Şuan
Son Aktivite: 08.03.2023 15:27
Üyelik Tarihi: 06.11.2005
Yaş: 46
Mesajlar: 1.997
Tecrübe Puanı: 913
|
DİVRİĞİ-Çayören
Nüfusu: 115 İle Uzaklığı: 214 km İlçeye Uzaklığı: 38 km
__________________
๑۩۞۩๑ TÜRKiYE ๑۩۞۩๑
|
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 13 Kullanıcı Serd@r'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:11 | #2 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Adı
Çayören'de Selvi ağacı çok yetiştirilir, ekonomik getirisi olan bir ağaçtır. Çayören'de Selvi ağacı çok yetiştirilir, ekonomik getirisi olan bir ağaçtır. Çayören Köyü'nün önceki adı 'Pütge'dir [2] ; ne anlama geldiği, kimler tarafından konulduğu bilinmiyor. 1970'den sonra adı devlet tarafından "Çayören" olarak değiştirilmiştir. Bu adın konulmasında herhalde köyün akarsuları esin kaynağı olmuştur. Köyün güney, kuzey ve doğusundan akan 3 deresi vardır, üçü de köyün hemen altında birleşir, oluşan büyük dere (ulu dere) Divriği'ye kadar olan yolda başka derelerle, çaylarla birleşerek Divriği'de Fırat Nehri'nin kollarından biri olan ‘Çaltı Çayı’na karışır. Büyük olasılıkla, bu üç dere, bayanların -3 dala ayrılmış- saç örgülerine benzetilerek "Çayören" adı verilmiştir. O yıllarda köyün yaşlıları ‘Pütge’ adını kullanmakta ısrar etseler de, yeni nesiller 'Çayören' adını -köyün coğrafyasını tanımlayan en iyi ad olduğunu görerek- hemen benimsemişlerdir. Hatta, bir üniversite öğretim üyesi soyadını, mahkeme kararıyla 'Çayören' olarak değiştirmiştir. Tarihi Türkiye'de hemen her köy gibi, yazılı kaynaklar olmadığından, Çayören Köyü'nün de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından önceki tarihi hakkında kesin bir şey söylenemez. Köyde Cumhuriyet dönemine kadar okur-yazar sayısı- yok denecek kadar- azdır. Bilenler de Arap alfabesi ile yazılmış "Eski Türkçe" (Osmanlı Türkçesi) denilen yazıyı biliyorlardı. Bu nedenle, köyde Kuran okuyanların sayısı günümüze göre daha çoktu. 1930’lu yılların başında, askerde Latin alfabesi ile okuma yazma öğretilmiş ve çavuş yapılmış Çayören köylülerinden biri, terhis olup köye geldiğinde, devlet tarafından Eğitmen olarak görevlendirilmiş ve köylülere Latin Alfabesi’ni öğreten bu kişi olmuştur. Çayören’e 1938’de bahçesi, iş alanı, kapalı oyun salonu, öğretmen lojmanı, kız ve erkek tuvaletleri olan taş ve kiremit kullanılarak büyük bir ilkokul yapılmıştır. Yine de, 1960’lı yıllara kadar okur-yazar oranı çok yüksek değildi. Sonuç olarak, köyün kuruluşu, kültürü, etnik kökeni gibi tanımlayıcı özelliklerinin yazıldığı kaynaklar yoktur. Çünkü, Cumhuriyet dönemine kadar toplumsal hatırlama yazı araçlarıyla olmamıştır. Oysa yazı, toplumsal belleğin oluşmasında, yeni nesillere aktarılmasında ve böylece bir hatırlatma ve geçmişle iletişim kurma aracıdır. Böyle bir geçmişin sonucu olarak, bugün Çayören köylüleri hatırlayamıyor, geçmişle bağları kesin kaynaklara dayanarak kuramıyorlar. Kurdukları bağlar-sözlü kültürün doğası gereği- daha çok dini bilgi ya da efsanelerle oluyor. Örneğin, değil Çayören Köyü'ne, Anadolu'nun herhangi bir yerine geldiğine dair hiçbir tarihi belge olmayan Ali'nin kılıcının Gatırlı dağının zirvesi Düşek'te, atının ayak izlerinin ise Alıbaba tepesindeki yassı bir taşta bulunduğu anlatılır:Yezitler Şah-ı Merdan Ali'nin peşinden gelmektedirler, bindiği at, Eyerli dağından Alıbaba'ya oradan da Düşek'e atlayarak Şah-ı Merdan'ı yezitlerden kurtarır. Eyerli ile Alıbaba arasında yaklaşık 2 Km, Alıbaba ile Düşek arasında ise yaklaşık 7-8 Km'lik mesafe vardır. Eyerli, Alıbaba ve Gatırlı dağları kutsaldır; ziyaret edilirek ve adaklar adanarak dileklerde bulunulur. Doğuştan Tanrı vergisi kutsallıkları olan ve bu nedenle de Alevi inancının en üst manevi makamlarını oluşturan Dedelik ve Babalık mevkiinde olanların kerametleri ile gösterdikleri mucizeler de bu türden hikayelerdir. Örneğin, 10 kişinin kaldıramadığı en az 2 ton ağırlığındaki selvi ağacının üzerine Dede oturunca ağaç sadece 2 kişi tarafından kolayca kaldırılır. Bu hikayelerde de görüldüğü gibi, gerçeğin yerini masal, haberin yerini hurafe ve tarihin yerini mitoloji almıştır. Bu türden bir hikayeyi dinleyenlerden birinin, bir an kararsızlığı/inanmamazlık hali, nakledecinin ve orada bulunan diğer dinleyicilerin kızgınlıklarına neden olur ve bu kızgınlık hali yüzlerine yansır; yüzleri kızarır, kuşkuyla karışık nefret duygularıyla bakarlar. Bu, sözlü kültürün biçimlendirdiği toplumsal belleğin yansımasıdır. Yaşanılan gerçek hayat ile efsanenin iç içe geçtiği bu tür anlatılar, tüm olumsuzluklarına karşın, Çayören köylülerinin inançlarına ait çok dikkat çekici ayrıntılar da nakletmektedirler. Hem Eyerli, hem de Gatırlı dağları köyün en yüksek dağlarıdır ve Ziyaret'tirler. Yüksek dağların kutsallığı Orta Asya göçebe boylarının dini olan Şamanlığın kalıntısıdır. Çayören'deki kutsal dağlara kutsal kişiliği olan Ali'nin kılıcını kuşanıp atına binmiş yenilmez bir asker olarak kondurulması Ali'ye derin bir sevgi ve bağlılığı gösterir. Bu da Çayören köylülerinin dini inançlarında hem eski göçebe yaşamın inanç kalıntılarının, hem de İslam'ın Şii mezhebinden, özellikle de onun Batınilik yorumdan bazı öğelerin olduğunu gösterir. Sonuç olarak, Çayören Köyü'nün Cumhuriyet öncesi tarihi hakkında yazılı bir belgenin olup olmadığı bilinmiyor. Bu nedenle,köy halkının dili, dinsel-inançsal ritüelleri, kurban, ölüm, düğün, vb gelenekleri, kadın ve erkeğin toplumsal statüsü gibi bazı karakteristik özelliklerinden hareketle etnik kökeni, tarihi ve kültürü hakkında bazı öngörülerde bulunulabilinir. Bu özelliklere bakıldığında, Çayören köylülerinin, Orhun Abideleri'nden Bilge Kağan Anıtı'nda geçen "Türk Kara Kamag Budun: Türk Kara Kemik Budun"[1] (ya da kısaca Türk Kara Budun),Dede Korkut hikayelerinde sözü edilen "Karacık Çoban" veya "Karaca Çoban"[2] (zavallı kara çoban: kara/avam halk) ile Moğol göçebe yaşantısını inceleyen eserlerde betimlenen "Unagan Boğol"[3]( bağımlı boylar), Haraçu Boğol (adi köle); Bo’ol Nekun (köle ve hizmetçiler);Xaracu veya Xaracud [4](Avam) ile benzer bir tarihe ve kültüre sahip oldukları görülüyor.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 12 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:12 | #3 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Toplumsal Yapı
Köy topluluğu genelde anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek ailelerden meydana gelmiştir. Bazı ailelerde eğer hayatta iseler babanın annesi ve babası da vardır.Ev halkına küflet (külfet) denir. Çocuklar hem babalarının annesine, hem de annelerinin annesine ebe, babalarının ve annelerinin babalarına ise dede derler. Ailede baba dominanttır, ama aileyi ilgilendiren konular evde herkesin katılımıyla tartışılır, bazan annenin görüşleri ağır basar. Ancak, hiçbir ailede anne tarafından ebe ve dede aynı evde oturamaz. Yani, küflet içinde annenin annesi ile babasına yer yoktur;onların yeri evli kızlarının evleri değil, oğullarının evleridir. Çocukların yetiştirilmesinde babanın annesi başat rol oynar; neyin iyi neyin kötü olduğunu, iyiye nasıl ulaşılacağını ve kötüden nasıl kaçınılacağını, kavgalı oldukları yakın düşmanlar ile yezit gibi uzak düşmanları -ebesinin kendisine öğrettiği usullerle- torunlarına öğretir. Bu nedenle, çocukların gözlerinde annelerinin annesinin değeri babalarının annesine göre ikinci derecededir. Ailelerde çocuk sayısı genelde 4-7 arasındadır, daha fazla çocuğu olan aileler de vardır. Ailelerden sülaleler oluşur ama "aşiret" yapılanması görülmez. Yani, bir sülaleyi oluşturan aileler arasındaki ilişkiler aşiret dayanışmasına göre oldukça zayıftır. Bu tür dayanışma bazı sülaleleri oluşturan ailleler arasında hiç görülmez, hatta bazılarında tam tersine düşmanlık izlenir. Genelde, aynı sülaleden olan ailelerin başka sülalelerden olanlarla daha sıkı dayanışma -yardımlaşma içinde oldukları görülür. Yani çoğu kez çıkar ilişkilerine dayanan ve bu nedenle de zamana göre değişen dostluklar aşiret yapısının temelini oluşturan kan bağı (akrabalık)'dan önce gelir. Köyde eğer karşılıklı rıza varsa evlenmek çok kolaydır, ancak boşanmak -zina gibi-çok ciddi bir suç yoksa imkansızdır. Hem boşanmalara hem de iki eşli evlikliklere ahlaksızlık olarak bakıldığından, bunlar çok nadir olarak meydana gelirler. Köyde günümzde iki eşli evlilik yoktur. Köyde akrabalar arasında , özellikle kardeş çocukları arasında evlilikler sık görülür ve köyde doğuştan zeka özürlü, görme ve yürüme engelliler ihmal edilemeyecek sayıdadırlar. Köyde küçükler büyüklerine karşı daima saygılıdırlar, onlarla konuşurken mutlaka adlarını söyledikten sonra bir akrabalık bağı kurarak, yani agbey, dayı, bacı, amca, hala, bibi, küvra (kirve)diyerek konuşmaya başlarlar. Küçükler, kendilerinden yaşça büyük zeka veya bedensel özürlülere de aynı şekilde hitap ederler. Bu şekilde davranmayanlar kınanır. Bununla birlikte, köyde hemen herkesin lakapı vardır. Herhangi birisinden,kendisinin olmadığı bir yerde, söz ediliyorsa genelde lakabıyla anılır. Hatta, bazılarının lakabı adları olmuş, nüfustaki adları unutulmuştur. Bu nedenle yeni nesiller onlara, lakaplarının sonuna emi, dayı, hala, bibi, agbey, vb ekini koyarak hitap ederler. Köyün bilinen tarihinde bir kez ensest (fücur) meydana gelmiştir, olay 1940'lı yıllarda baba-kız arasında olmuştur, bu sülale tüm mallarını mülklerini bırakarak köyü terk etmiştir. Bugün sülalenin devam edip etmediği, ediyolarsa nerede olduklları bilinmemektedir. Köyde homoseksüellik hiçbir dönem olmamıştır.İbn Fadlan, İ.S. 921’de Oğuz Türkleri, Hazarlar, Başkirler,Bulgar Türkleri ve öteki Türk topulukları içinde yaklaşık 1 yıl süren seyahetinde yaptığı gözlemlerde homoseksüel ilişkilerin olmadığını belirtmiştir. "Homoseksüelliğe gelince; bu davranışın Arap ülkelerinde pek olağan olduğu bilinmektedir. İbn Fadlan, bunun 'Türkler arasında çok büyük günah sayıldığını' anlatıyor"[12]. Heredot, Mısır, Pers ve Araplar'da yaygın olan homoseksüelliğin Eski Yunan'dan alındığını yazmıştır:" Persler, yabancı görenekleri başka her ulustan daha kolay kaparlar; örneğin, genç oğlanlarla cinsel ilişki kurma huyunu Yunanlılardan almışlardır."[13] Aristoteles'in yazdıklarına göre, Eski Yunan'da aile içinde de homoseksüellik vardır: "Sonra, Platon'un oğulların ortaklaşa olmasını kabul ederken, yalnız birbirlerini sevenler arasında cinsel ilişkilerde bulunulmasını yasaklayıp, cinsel ilişkilerin erkek kardeşler ya da babayla oğul arasında olduğu gibi —böyle bir tutkunun kesinlikle yasaklanması gereken yerlerde— en uygunsuz belirimlerine göz yumması da eşit ölçüde karşı çıkılacak bir tutumdur. Salt çok güçlü bir haz veriyor diye, başka hiçbir sakıncası olmadığı halde, cinsel ilişkiyi niçin yasaklamalı da, bununla erkek kardeşler ya da baba-oğul arasındaki ilişkiyi ayırmamalı?"[14] Köyde "kan davası" yoktur, hiç bir dönem de olmamıştır. Köydeki kavgalarda hiçbir zaman ateşli silahlar veya orak, tırpan, satır gibi kesici aletler kullanılmamıştır, daha çok kürek sapları, taşlar ve değnekler kullanılır. Kavgalarda hafif yaralanmalar olabilir ama ağır yaralama ve ölüdürme olmamıştır. Bununla birlikte, yakın geçmişte kadınların da karıştığı bir kavgada atılan bir taşın kavga edenlerden birinin başına isabet etmesiyle bu kişinin İstanbu'da defalarca beyin amaliyatı geçirmesine rağmen çok geçmeden öldüğü ileri sürülmektedir.Bazı kavgalara kadınlar da karışır, kocasının döğüştüğü kişin saçını çeker, yüzünü tırmalarlar. Köyde Alevi-Kızılbaş inaçları çok güçlüdür ama Alevi toplumunda "ocak" olarak nitelenen dinsel kast(dede, şeyh, ermiş vb )Çayören'de yoktur. Bununla birlikte, her sülalenin bağlı olduğu bir "Dede" vardır ama bunlar Divriği'nin başka köylerinde yaşarlar, gerektiği zaman (Cem, Kurban, Abdal Musa, Muharrem Orucu, vb)getirilirler. Köyde devletin oluşturduğu idari hiyerarşinin dışında, ekonomik varlığa göre oluşmuş bir hiyerarşi daha vardır. Bir ailenin ekonomik varlığını tarlalarının sayısı, büyüklüğü ve verimi ile evdeki hayvan saysı belirler. En zengin evlerde 2 çift öküz (bir çifte 2 öküz koşulur), 2-3 inek, 30-50 arasında koyun ve keçi ile 1 katır veya at ve 1-2 eşek vardır. Bu evlerin külfetinin (ev halkı) hepsi, özellikle ihtiyarları daha saygındırlar, herkes onlara gönüllü ırgat olmak ister, oğulları veya kızları ile evlenmek isteyen adaylar daha çoktur. Bu ailelerin görünmeyen bir otoritesi vadır; Onların destekledikleri adayın muhtarlık seçimini kazanma şansı daha yüksektir. İstedikleri kişiyi Sucubaşı seçtirirler. Sucubaşı, köyün tarlalarının sulanması dönemlerinde gerekli gördüklerine çok beklemeden ve daha uzun süre sulama zamanı verebilir. En yoksul aileler ezelden beri çok çocuklu ailelerdir, bunların tarlaları her nesilde yeniden paylaşıldığından küçülmüş, bu nedenle değersizleşmiştir. Gerekli yemi (saman, yonca, çayır otu, arpa,buğday) üretemedikleri için çok az hayvan besleyebilirler. Varlık ve güç farklılıklarına karşın Çayören köylüleri arasında 20-30 yıl öncesine kadar yine de görece bir eşitlik söz konusu idi. Herkes sabahları aynı çorbayı (yazın bulgur çorbası, kışın tarhana çorbası),aynı çökeleği,aynı tereyağını,aynı ekmeği,yaz-kış öğlenleri aynı aşı ve ayranı aynı tekniklerle elde ediyorlar ve aynı görgü kurallarıyla aynı sofralarda aynı ağaç kaşıklar ile yiyorlardı. Aynı işlerde, aynı elbiseler içinde ve aynı usulde çalışıyorlardı.İstanbul'a gittiklerinde hamallık, garsonluk, kapıcı, araba yıkayıcısı gibi aynı nitelikte ve hemen hemen aynı ücretlerin ödendiği işlerde çalışıyorlardı. Köye dönüşlerinde lokum, tahin helvası, reçel gibi köyde lüks olan gıda maddelerini alırlardı. Karıları,kızları Divirği'den aynı dükkanlardan alınan basmalardan elde diktikleri fistanları, tumanları, işlikleri(iç gömlek,fanila) giyiyorlardı. Daha önemlisi,kişilikleri aynı kültürel ortamda biçimleniyordu. İstanbul'a her kış gidip yazın gelenler, 2-3 yıl, hatta 5-10 yıl gibi uzun süre kalıp dönenler bile,büyük oranda Çayören'de edindikleri kültürel dokuyu koruyorlardı. Kısacası, Çayören Köyü'nün koşulları orada doğan herkese aynı yaşamı dayatıyordu,sınıfsal farklılaşmanın derinleşmesine izin vermiyordu. Orta Asya'da Oğuz göçebe kabilelerinin içinden geçen bir Ermeni yazar,büyük bir şaşkınlık içinde, "efendileri ile uşakları aynı yemeği yiyor" [15] derken, yerleşik tarım toplumlarına göre daha bir eşitlik içinde yaşayan göçbe kabilerler arasında da efendi ile uşağın,yani 'güç' ve 'varlık' farklılıklarının olduğunu ancak bozkır koşullarının her ikisine de aynı yaşamı dayattığını ifade etmiştir. Ancak,1970'li yıllardan itibaren, yani kentlere göçüp oralarda yerleşmeyle birlikte, eski yapı tamamen değişti: köyün en itibarlı ailelerinin çocukları en yoksul ailelerin çocuklarının sahip oldukları çorap atölyelerinde işçi olarak çalışmaya başladılar, en zenginlerin çocukları orta okulu bile bitiremezken yoksul ailelerin çocukları üniversite bitirip meslek sahibi oldular. Köyde sadece erkek çocukları değil, bazı ailelerin kızları da Doktor, Eczacı, Öğretmen, Hemşire gibi meslekler edinip özel veya resmi kurumlarda çalışmaya başladılar.Gerek erkeklerde gerekse kadınlardaki giyim tarzı tamamen Batı uygarlığının giysileri oldu, kadınlar saçlarını kaförlerde yaptırıp boyatıyorlar. Yeni nesil bayanların hepsi eskisi gibi ellerine kına yakmıyorlar, sadece tırnaklarını ojeliyorlar. Sonuçta, eski toplumsal statü ve kültür tamamen değişti;insanlar arasında, kardeşler arasında bile, hem maddi hem de eğitim bakımından büyük uçurumlar ortaya çktı. Eskiden köyde gündüz kapılar arkadan kitlenmezdi, arkadan kitlenen evlere gizli/kötü işler çevrildiği kuşkusuyla bakılırdı. İsteyen istediği eve kapıyı vurmadan fakat yüksek sesle Eyyy!! kim var kim yok?!, veya ev sahibinin ve/veya sahibesinin adını söyleyerek, örneğin Tamey bibi, Leyli bacı nerdesiz ya! veya Garib abey (abi) evde misiiz?gibi sorular sorar eğer ooo kim o, burdeyük, yoharı gelin ! cevabını alırsa veya sesten kim olduğu tanınmışsa adıyla yukarı çağrılınca eve girerdi. Köyün bütün evleri iki katlı taş binadır, alt kattaki ahşap kapıdan girilir taş merdivenle eve çıkılır, girişte samanlıklar ve ahırlar vardır. Şimdi ise, köydeki evlerin çoğunda eski ahşap kapıların yerini demir kapılar almış ve hem en dıştaki avlu kapısı, hem de evin kapısı içerden kitleniyor; herkes birbirinin evine -tıpkı kentlerde olduğu gibi- kapıyı çalarak, ya da zile basarak ve eğer kapı açılırsa girebiliyor. Köydeki evlerde bile tıpkı kentlerdeki gibi zemini ve duvarları mermer veya fayans döşenmiş, tezgahları ve dolapları kentten getirilmiş mutfaklar, banyolar ve tuvaletler var,banyolarda Batı tarzı tuvalet olan 'klozet" var. Köyde artık 'log' ile loglanan toprak dam yok, tüm evlerin kiremitten veya saçtan çatısı var. Her evin çatısında güneş enerjisi'den sıcak su üreten sistemler var. * Köyde Kadın ve Erkeğin Konumları Çayören'de ezelden beri görece bir kadın-erkek eşitliği vardır.Sünni İslam'daki kaç-göç olayı yoktur. İki-üç yaşarından itibaren kız ve erkek çocuklar birarada büyüler; birlikte kuzu güderler, bazı oyunları birlikte oynarlar, ikişerli ya da üçerli gruplar halinde birlikte türkü söylerler, yaylaya gruplar halinde giderler, düğünlerde aynı halayda el ele, omuz omuza oynarlar. Tüm bu aktivitelerde zina olmaz.İbn Fadlan İ.S. 921’de Oğuzlar için şunları söyler:" Kadınları, ne kendi erkeklerinin ne de yabancıların yanında ‘peçe’ kullanıyor. Zina bu insanlara çok yabancı. Ama birisinin zina işlediğini öğrenirlerse, onu iki parçaya ayırıyorlar. Bunu yapmak için günahkarı iki ağacın dallarına bağlıyorlar, sonra deviriyorlar ağaçları. O zaman adam ikiye bölünüyor.[16] Bazı işleri, örneğin evde yemek yapmak, dikiş dikmek, çocukların bakımı, dışarda tarhana yapmak, bulgur kaynatmak, bugur çekmek gibi işleri kadınlar yaparlar; ekin ekmek, tarla sürmek, tırpan vurmak gibi işleri erkeler yapar. Ekin dermek, keven almak, çaşur kırmak, odun etmek,düğen sürmek,sokgu döğmek, bina yapımı için taş taşımak, ekilecek ya da ekili tarlaları arklarla sulamak gibi işleri ise birklikte yaparlar. Bir konuyu birlikte tartışırlar, kızlarının ya da oğullarının evliliklerinde ya da ev ile ilgili bir işte birlikte karar alırlar ve daha da önemlisi -genel olarak-kızlar evlenecekleri kişiyi kendileri seçerler. Tüm bunlara karşın, mal(miras) verilmez. Zaten kadının miras almaması gelenek haline gelmiştir, miras almak isteyen kadın atasına "asi" sayılır. Ayrıca, eskiden kadınlar bir erkek ile karşılaştıklarında kenara çekilir, yol verirlerdi; kadınların oturduğu bir yere bir erkek geldiği zaman oturan kadınlar ayağa kalkarlardı. Bugün artık yolda kenara çekilmiyorlar fakat erkeğin önünden kalkma geleneğini sürdürüyorlar. Heredot, Mısır'da benzer bir gelenekten söz eder: " Gençler yaşlı biriyle karşılaştıkları zaman kenara çeklir, yol verirlerdi;bir ihtiyar içeri girdiği zaman yerlerinden kalkarlar. "[17] Ayrıca, Abdal Musa, Kurban, Can-Gün Görme, Kazma Tıkgıltısı gibi kutsal ve toplumsal yemeklerde kadınlar erkeklerle aynı anda sofraya oturmuyorlar, erkekler yemeklerini yedikten sonra kadınlar gelip aynı sofralarda yemek yiyorlar.Kadın kocası ile yolda yürürken yan yana veya erkeğin önünde değil, en az bir adım arkasından yürür. El ele, kol kola, hatta temas etmeden yan yana yürümek bile çok büyük ayıptır, törelere saygısızlıktır. Bu durum gelinlik çağına gelmiş kızlar için de geçerlidir; Babalarının, amcalarının yanında ya da önünde yürüyemezler, arkadan gelmek zorundadırlar. Köyde bir kez gerçekleşmiş olan ensest olayında ilk kuşku çeken şey baba–kızın tarlaya giderken kızın ata binmesi, babanın da atın yularını çekmesi olmuştur. Bunu ilk gören köyün paparaziliğini yapan kişidir, çevresine bugüne kadar böyle bir şey görülmediğini ve bu işin altında pis bir iş olduğundan kuşkulandığını söylemiştir ve çok geçmeden olay ortaya çıkmıştır
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 11 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:12 | #4 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Kültür
Dil Halkının anadili Türkçe'dir,İstanbul lehçesinden bazı farklılıkları vardır.Örneğin, İstanbul lehçesinde kalın sessiz harfle ince sessiz harfin birlikte kullanıldığı bazı kelimelerde sessizlerin ikisi de ya kalın veya ince sessiz olur. Örneğin, ateş: ataş, elma:alma, beraber: barabar, düşmanuşman, biçare: beçere, Gülay:Güley,taze: teze, Ahir-i:Ahırı, Lastik;Lestik , sahip: sahap, sanki; sankı olarak söylenir. Fakat bazı kelimelerde de bunun tam tersi görülür. Örneğin, İstanbul lehçesindeki Tamay;Tamey, Canay;Caney, kolay; goley şeklinde söylenir. İstanbul lehçesinde (K) harfi ile başlayan kelimelerin çoğu (G) ile başlatılır; koç:goç, karga:garga, kar:gar, kara:gara, kemik:gemük, kiler; gilar, katır:gatır, kazma: gazma, kurt; gurt,vb. (S) ile başlayan bazı kelimeler, (Z) ile başlatılır. Örneğin, soba: zoba, sopa: zopa,vb. Buna karşın, çapa, yama, boru, kömür,kürek,vb birçok sözcük hiçbir değişikliğe uğratılmadan söylenir. Köyün dilinde (ğ)yerine çoğu kez (g), bazan da (y) kullanılır. Örneğin, düğen; dügen, yediğimiz; yedügümüz, öğlen;öylen, şeklinde söylenir. Bazı kelimelerde (g) ile (k) kaynamış gibidir, örneğin, 'soku', 'so(g)ku' şeklinde söylenir; bazı kelimelerde de (g) ile (h) kaynamış gibidir. Örneğin uşak:uşag(h); ok: ohg şeklinde söylenir. Bazı sözcüklerin başına (I) eklenir, Örneğin rahmet; ırahmat, rafhan; ırafan,rakı; ırakgı,vb. Bazı kelimlerde harfler yer değiştirir: ömrü; örmü, ekşi; eşki (veya eşgi),vb. Bazı kelimelerde ise bazı harfler atılır, yerlerine başka harfler kullanılır. Örneğin, Bismillah; Mismillah, külfet; küflet, çene; çeye, alnı; annı; anlının şakı; annının çatı, naylon; laylon,nöbet:löbet kirpi; dirpi, pişirmek; büşürmek, pınar; puar, musahip; miseyip, sulamak: suvarmak, eldiven; elduvan, vb. Bunlar gibi başka farklılıklar da vardır, örneğin İstanbul lehçesindeki (-yorum) eki yerine (-yim ) eki kullanılır; geli-yorum;geli-yim, gidi-yorum;gedi-yim, sevi-yorum;sevi-yüm, çalışı-yorum;çalışı-yım şeklinde söylenir. Çayören'de erkek hayvanı niteleyen zamire eklenen -sak/sek eki dişi hayvanlardaki cinsel isteği (cinsel kızışmayı) belirtir. Örneğin, Teke-sek: keçinin teke ile, buga-sak ineğin boğa ile, gos-sak, (koç-sak)koyunun koç ile, aygır-sak kısrağın aygır ile çiftleşmek istediğini belirtir. Buna karşın cinsel kızışma halindeki dişi eşeğe dalap denir. * Çayören'de Günlük Yaşamda Kullanılan Bazı Sözcükler: Ağıl:Yaylada tek gözlü ev.Agırlıgh: Toprağın 1-2 M derinindeki su kaynağının çevresinde oluştuduğu bataklık. Ahgbun: Hayvan gübresi. Alaçugh: Bahçede-bostanda tahta parçaları, çalı çırpı kullanılarak yapılan barınak. Alaf: Hayvanların kışın yemeleri için stoklanmış saman, yonca,çayır otu,çaşur, keven,vb yemlerin tümü. Anu(g)h:Kekik, Arholuç: Kadınlar sırtlarında ot, kes, odun gibi hem ağır hem de yaralayıcı ağır yükler taşırlar. Belleri ile yük arasına kalın bir paçavra korlar, buna arholuç denir. Arus: Ekin ekilmeyen veya ekin ekilmesine uygun olmayan yer. Aruhg dadı: Güneşte uzun süre kalan yiyeceklerdeki bozulmuş tat. Arvencin: Deriden yapılmış kırmızı renkli torba; kuzu veya gıdık kesildiği zaman derileri bütün olarak çıkarılır, bir teşt içinde su, kül, kızılkavak ağacının kabuğu ve naneden yapılmış bir karışım içine batırılarak üzerine taşlar konur ve günlerce bekletilir. Çıkarıldıktan sonra yıkanır ve kurutulur. İçine su konularak sızdırıp sızdırmadığına bakılır. Uzun mesafelerde içine süt, yoğurt ve ayran konularak taşınır. Arvencine eşür de denilir. Ayakgıltı: Ayakucu. Başyanı: Başucu. Belleme: Keçeden yapılmış çultar. Barhaç: Bakırdan yapılmış, saplı, içi kalaylı su, süt, ayran, yoğurt taşımaya yarayan kap. Ber: Yaylada koyunların sırayla sağıldığı yer; sağılan koyunu sağılmayanlardan ayırabilmek için koyunlar yüksekliği 1.5-2 M, aralarında 3-4 M mesafe olan taşlarla rastgele örülmüş iki duvarın arasına sırayla alınır, sağılır ve ayrı bir yerde toplanırlar. Berci: Koyunları sağan kadın. Berge: Kayısı. Bıldık: Patates. Bıldır: Geçen yıl. Bibi: Hala. Bizlenguç: Masta'nın ucundaki sivri çivi, öküzlerin baldırına dürtülünce canı yanan öküz daha hızlı yürür. Burma: Bükülmüş çayır otu. Busunmak: Sığınmak. Buymak:Çok üşümek, donmak.Cılgı: Bir insanın yürüyebileceği kadar dar yol, patika. Cortlan: derenin deri yeri, derinliği olan bataklık Çağa: Bebek,küçük çocuk. Çagıldagh: Koyun ve keçilerin kuyruk veya karın bölgelerindeki yünlerine yapışıp kuruyan kendi dışkıları.Çaput:Eski, yırtık ve bir işe yaramayan bez veya kumaş parçası.Çatağların en sarp yamaçları.Çebiş:Bir yaşından büyük ve henüz yavrulamamış keçi yavrusu. Çıngı: Kıvılcım.Çigit: Kayısı çekirdeğinin içi, tohumu. Çimmek: Yıkanmak.Çir: Kayısı, elma, armut, erik kurusu.Çolugh: Büyükbaş hayvanları 'kurun'a bağlamak için kullanılan, ince ağaç dalları U şeklinde bükülerek yapılmış araç. Çömçe: Kepçe. Çunmak:Başkasına imrenmek. Çüt: Çift. Çultar: Atın sırtına örtülen çul parçası. Çüte Goşma(Çifte Koşma): Karasaban düzeneğinin öküzlere bağlanması. Dadanmak: Bir yere davet edilmeden ve sürekli giderek bıktırmak. Dekmük: Tekme. Derhe: Uç tarafı sivri ve içe büklümüş satır. Deste: Bir elin içine sığdırılarak derilen ot veya ekin demeti. Dıhmagh: Tıkış tıkış doldurmak, (argoda s..mek). Divana: Aptal, Zeka özürlü. Düge:Bir yaşından büyük henüz yavrulamamış dişi öküz, inek olabilmesi için yavrulaması gerekir. Duvahg: Ekmek pişirirken üzerinde hamur açılan dikdörtgen şeklinde, yerden yüksellği 25-30 cm olan bir masa. Ebe: Babaanne ve anneanne. Ebügo:ebe (Moğollarda kabilenin her üyesi kendini ortak bir atadan inmniş sayar, bu ata ebüge’dir )Eke: Deneyimli, bilmiş, ükela. Egiş: Ekmek pişirirken hamuru kesmeye yarayan küçük sapı olan yekpare metalden yapılmış üçgen şeklinde ve el büyüklüğünde bir alet. Ekdi: Görgüsüz. Ergimat: İki veya üç çatalı olan meşe, alıç,yabani armut ağacı gibi dayanıklı ağaç dallarından yapılmış harmanda kullanılan bir alet. Essik: Aynı seviyede görünen iki yer arasındaki doğal çöküntü. Eşür: Oğlak derisinden yapılan ve içine ayran konulan tulum,arvencin de delir.Evlek: Çiftçi öküzlerle çift sürerken, kendisinin belirlediği bir zaman aralağında süreceği yeri bir hat ile ayırır, buna evlek denir. Eyenk: Karasaba'nın toprağı yaran kısmı. Eydemürü: Karasabının toprağı yaran kısmınına , yani 'eyenk'e, geçirilen ucu sivri özel demir.Farıma:Herhangi bir şey için eskiden duyulan heyecanın/isteğin artık duyulmaması hali. Ferik:Bir yaşındaki tavuk veya kuş yavrusu. Fısındırıgh: Değirmende suyun çarka bağlandığı koridor.Fışgı: At, eşek ve katır gübresi. Gakguç: Bir ucu sivriltilmiş küçük sopa parçası,toprağı eşmekte kullanılır. Gamuldur:Urgan(kendir) veya 'kolan'ın ucuna takılan 2 çatalı olan, sapana benzeyen alet. Galata:Orospu. Garıgh: Bostanda hıyar ve kabak ekimi için toprakta açılan geniş ve yayvan kanallar.Gasplagh: Tahta parçaları, sopalar, uzun odunlar kullanılarak yapılan bahçe-bostan kapısı. Gatıgh: Yoğurt. Gatma: Kısa kalın ip, Gavar: Tarlayı sularken ana kanalın değişik yerlerinden açılan küçük kapılar. Gavuşmak: Yetişmek, ulaşmak. Gelmacı(gelin bacı):Yenge. Gıcınmak: Bayır bir yede popusunu üstüne oturarak kaymak. Gıç: Bacak. Gıdık: Bir yaşından küçük keçi yavrusu (oğlak). Gırgı:Atmaca. Gırmıt: Dağların koyuklarında yetişen yabani bir meyva, temizliği simgeler: gırmıt gibi olmuş denilince o şeyin çok temiz olduğu ifade edilir. Gıvışlanmak: Kıpraşmak. Gilar: Kiler. Godur godur etmek: Mırıl mırıl konuşmak. Gunduk: Yumruk. Gol (Kol): Küçük bir dereceğin aktığı yayvan ve dar vadi. Goya: Güya.Göbek: Mantar. Gök: Sebze ve meyvelerin henüz olgunlaşmamış, yeşil hali. Göze: Suyu çok az olan pınar. Guzlama: Koyun, keçi ve ineğin yavrulaması. Gunnama: At, eşek, köpek ve kedinin yavrulaması. Hag: Sebze ve meyvelerin henüz olgunlaşmamış,yeşil hali. Hal: Kar küremek için tahtadan yapılmış alet. Haloun Yeritme (yürütme):İmdat çağırısı, daha çok Çayören'in komşu köylerle otlak-mera yüzünden çıkan kavgalarında veya köydeki yangınlarda 'haloun' yürütülürdü (Cengiz Han'ın annesi [Hole-un]]ile bir ilintisi var mı acaba?)Hargh: Su kanalı. Harar: Kıl ve yünden dokunmuş büyük çuval (bugün Moğolistan’da parlamento’ya Büyük Hural deniyor.) Hatıl: İki taş üzerine örülen bir duvar yaklaşık 2 M yükselince duvarın her iki kıyısından boydan boya yassılaştırlmış 15-20 cm eninde ağaçlar uzatılır ve bunlar merdiven misali kısa ağaçalar çakılarak birbirlerine bağıtlanır, buna hatıl denir. Duvar hatıl üzerine örülmeye devam eder, 2 M sonra yine bir hatıl atılır. Hatılsız taş duvar hemen yıkılır. Havzul: Baharda yeni yapraklanmış dalalr. Havzul: baharın il haftalarındaki yeni yapraklana dallar. Haylamak: Hayvanın arkasına vurarak yürütmek. Haznouç: Mastanın diğer ucundaki üçgen çeklinde küçük metal kürek (spatül), sabana yapışan toprağı sıyırmaya yarar. Hezer bezer kalmak:Çaresiz kalamak, bıkmak, yılmak. Hındık: Sümük. Hırçık: İşe yaramaz, çok eski giysi, kumaş parçası. Hırık: Arakası yırtılmış, kopmuş, eskimiş lastik ayakkabı. Hürülük: Kızıl Şahin. Hon: Ekin deren kişinin hiç ara vermeden dereceği alanı göz kararı belirlemesidir; bu alanın sınırları tarla içindeki bir kaya, bir ağaç, bir çalı yığını gibi görünen objelerle belirlenir. Honcu: Ekin derenlere “honcu” denir. Hozan: Derilmiş ekin tarlası. Ihı: İşte. İssİ:Sıcak, rutubetli, kapalı ve bunaltıcı hava.Işıma: Güneşin doğması. Günışıdı:Şafak vakti. İşevüne gelmek: Yazın koyunların sağılması için köye getirilmesi. İşmar: Göz kırpmak,işaret etmek.Ka!: Ya! anlamında bir ünlem; kadınlar kullanır(ka anam! böyle de olur mu?). Kakuç:Çekiç Karış vermek: Beddua etmek. Kefleme: Tehdit etme.Kehan etmek:Bostanda yetişen yaban otlarının ayıklanması.Kepenek: Kelebek.Kes: Dikenli otların tümü.Kesmük: Harmanda buğday samandan ayrılırken harman makinesinin özel bölümünde toplanan tam ezilmemiş başaklar ile kum ve küçük çakıl taşlarından oluşan karışım, tavuk yemi olarak kullanılır. Keşgür: Tahtadan yapılmış, iki kişi tarafından taş, gübre,vb taşımak için kullanılan araç (teskere).Keyveni: Evde yemekleri pişiren ve düzeni sağlayan kadın.Kıya: Konuşma anında kadınların kullandığı 'arkadaş' anlamında bir ünlem (Kıya, sene deyem ki!). Kulunk: 5 Kg ağırlığındaki çekiç. Kopmak: koşmak,tez Kopuç: Sokgu döğmeye yarayan ağaçtan yapılmış başı ve sapı olan, 2-3 Kg ağılığında (T) harfi şeklindeki alet. Kos: Gece yatmadan önce evin en dıştaki kapısı(dışkapı)nın arkasına dayanan büyük kalas, kilit görevi görür. Kosou: Yanarken söndürülmüş odun. Koskuz: Köstebek. Kurt: Kürt. Kurun: Hayvanların yemelerinin konulduğu tahtadan yapılmış, hayvanın ulaşabileceği kadar derinlikte olan kanal. Külbe: Küçük kazma. Küflet: Ev halkı, külfet. Kürelemek: Silip süpürmek. Küreniyinen: Topuyla, tümüyle. (Moğollar geçici olarak konakladıkları yere bugünkü Türkçe'ye kamp olarak çevrilen "küriyen" derlerdi.[18] Kürümek: Küremek. Küren Küren: Fazla fazla. Log: Yaklaşık 1.5 metre boyunda, 40-50 Kg ağırlığında sert taştan yapılmış yekpare silindir. Toprak damların üzerinde durur, yağmur yağdığında damın tüm yüzeyinde yuvarlanarak toprağı sıkıştırır, evin tavanından içeriye su sızmaz.Logdurağacı: Log'un iki yanındaki deliklere takılarak çekildiğinde hareketini (yuvarlanmasını) sağlayan ağaçtan yapılam alet. Mag: İstiflenmiş odun yığını (Heredot, Med'lerde Mag adında bir boydan söz eder[19])Martaval: Bire bin katarak anlatmak, yalan. Masta:Öküzlerin haylanmasını (yürütülmesini) sağlayan, bir ucunda 0.5-1 cm uzunluğunda sivri bir çivi, diğer ucunda da haznouç denilen üçgen şeklinde küçük bir metal olan 2-3 metre uzunluğunda genellikle iğde ağacının dallarından yapılmış sırık. Mendek: Palanlı ya da semerli hayvana yüklenen yükün bir tarafı Mıgal: Hayvanların sütünden elde edilen tüm ürünler, ağartı da denir. Miseyip(Musahip): Kanbağı olmayan kardeş, Anda. Narpuz: Nane. Ohg(ok): Yeni inşa edilen evin damı yapılırken, her odanın karşılıklı iki duvarının üstüne, bir ucu bir duvarda, diğer ucu da diğer duvarda olacak şekilde uzun ve kalın bir selvi veya ardıç ağacı uzatılır, buna ‘ohg(ok)’denir. Diğer karşılıklı iki duvarda bu ok’a daha ince ve daha kısa kalaslar uzatılır, bunlara da ‘tersik’denir. Tersiklerin üzerine mertekler, merteklerin üzerine ince ve yapraklı ağaç dalları, çalılar yerleştirilir ve bunların üzerinde de tonlarca çamur dökülür, sıvanır ve loğlanır; bu işleme Püsürük denir. Oynaş: Evli erkeğin veya kadının sevgilisi.Pagaç: Değirmende yapılan bir çeşit kurabiye. Payalanmak: gururlanmak,tafra. Per: Su değimeninde taşın dönmesieni sağlayan su gücü ile çalışan çark. Pılışga: Beleş. Pingal: Tavukları kandırmak için kümeste içi saman dolu bir sepetin içine bırakılan bir adet yumurta. Tavuk o yumurtanın üzerine yumurtlar. Pırnat: 3-4 ot destesinden bir pırnat oluşur. Pir: Yaprak. Pirpirim: Semizotu. Sabanohu:Karasaban'ın sapı. Sagsı: Ateş küreği. Samı: Öküzleri çifte ya da düğene koşarken boyunduruk denilen ağaça bağlayan meşe ağacından yapılmış, yay şeklinde, 30-40 cm boyunda alet. Sambağı: Öküzün boyununu iki taraftan saran iki 'samı'yı bağlamada kullanılan 25-30 cm uzunluğunda keçi kılından elde örülmüş serçe parmağı kalınlığında ip. Sası Çalma: Yiyeceklerdeki metalik tat. Soharıç: Bir tür sos'dur; tereyeğında soğan kavrularak pişmiş yemeğin üzerine dökülür, bazan soğanla birlikte kavurma ve anuhg da kavrulur. Sakgandurugh: Evli kadınların başlarına giydikleri Fes adı verilen başlığı başa sabitlemek için çeneden gırtlağa geçirilen lastik bağ. Salahana: Sokaklarda dolaşan sahipsiz köpek; bu sözcük tembel ve işsiz insanlar için kullanılır. Şeher uşağı: Görmemiş, Herşeyden yoksun. Şişek: Bir yıllık ve henüz yavrulamamış koyun. Süyük: Damların saçağı. Şoruk: Ağızdan akan salya. Tasgır: Herşeyden yoksun. Tay durmak: Havvana yük yüklerken dengesizliği giderene kadar ağır tarafı kaldıran kişi tay durmuş olur.Tersik: Duvardan ogh (ok)’a uzatılan kalaslar.Tıgıç: Çok büyük kazanlarda yapılan bulgur pilavını (aş) ve tarhanayı karıştırtmakta kullanılan 1-2 M boyunda, harman yabasına benzeyen alet. Tarlayı suvarırken (sularken),suyun istenieln yere gitmesi için küçük kalan açmaya yarayan 4-5 M boyundaki ince sırık da tığıç olarak adlandırılır. Tez: çabuk Tum:İki tarla arasında 50-60 cm enindeki sınır hattı, ekilmez, otları derilir. Ubba: Bilmiş, ükela. Ubba ubba konuşmak: Ükelalık etmek. Uşagh: Çocuk. Üznük: Çalışa çalışa takattan düşmüş, sakatlanmış hayvan. Vıjjık :Karasaban'da kullanılan çok küçük ağaçtan vida. Ümürze: Miseyip(Musahip)lerin her biri, diğerinin eşinin ümürzesi olur.Yancugh: Köyde kadınlar yünden ve keçi kılından ip üretirler, bunu iğ denilen başı ve sapı ahşap olan bir alet ile yaparlar.İğin 10-15 Cm uzunluğunda ve yuvarlak olan sapını baldırlarında yuvarlayarak yaparlar. Elbise iğin hareketini engeller ve baldırı tahriş eder. İğin sapının daha kolay dönmesi ve baldırı tahriş etmemesi için kadınlar elbiselerinin üstünden baldırlarına yaklaşık 30 x 30 Cm boyutlarında bir deri parçası bağlarlar, işte buna yancugh (yancık) denir. Yaylım: Hayvanalrın yayıldıkalrı alan, meralarZomp: Balyoz. * İnsan Adları1970 öncesinde gerek erkek ve gerek kadın adları İslam dini aracılığıyla geçen İbrani - Arap adlarıdır. Ençok taşınan erkek adları: Ali, Hiseyin (Hüseyin), Hasan, İrbaham (İbrahim), Mısa (Musa), Mısdafa veya Musdo (Mustafa), Ehmed (Ahmet), Memmed (Mehmet), Sato(Sadık), Yusup (Yusuf), Ismayıl (İsmail),Sülo (Süleyman) ve Yagıp (Yakup)'dur. Az sayıda Gamber, Garip, Aşur adları da vardır. Yeni doğan bebeğe babasının adı verilmez, babasından önceki atalarının adlarının verilmesi çok yaygın olmakla birlikte, bazan köyde Cem yürüten ve kerametine çok inanılan Dede'lerin adları da verilirdi. Buna karşın, Dede'nin yürüttüğü ve çok büyük manevi değeri olan "Cem", hiçbir zaman çocuklara ad olarak verilmemiştir.Oysa Kerbela olayından kök alan "Aşur" erkeklerde, Aşura (Aşurey olarak söylenir) kadınlara ad olarak verilir. Çayören köyünde en yaygın kadın adları da şunlardır:Eşo (Ayşe), Elüf (Elif), Zebo (Zeynep), Fatey(Fatma), Sultan, Haçca (Hatice), Güley (Gülay), Tamey (Tamay), Zöhre (Zehra) ve Satı'dır. Bunların yanında Navruz (Nevruz), Aşurey (Aşura), Fatıgül (Fatmagül), Ağgül (Akgül), Döndü gibi isimler de -yaygın olmamakla birlikte- vardır. Bu adlar İslam'ın değişik mezheplerine mensup olanlar tarafından taşınan adlardır. Bununla birlikte Çayören Köyü'ndeki erkek adları Şiilik'te daha çok kullanılan adlardır, Sünni halifelerin adları olan Bekir, Osman ve Ömer adları çocuklara asla konulmaz, çünkü bu adlar "yezid" i çağrıştıran adlardır. Bununla birlikte, sülale adları (lakapları)arasında bu halifelerin adları da vardır. * Sülale Adları: Çayören'de sülale adları çok çeşitlidir; bu adların çoğunun köyün dilinde anlamları yoktur ve niçin ve ne zaman bu adları aldıkları bilinmez. Buna karşın, beş sülalenin adının anlamı ve bu adları nasıl aldıkları kesin olarak bilinir. Bunlar 'Osmangil', 'Ömereviler', 'Boz Osmanlar', 'Bekir Ağalar', Davutgil sülaleleridir. Bu sulalelerin hiçbirisi geçmişinde ve bugün çocuklarına bu adları vermemiştir. Ancak, Osmanlı vergi memurları geldiğinde, köy muhtarı "Aloca" (Ali Hoca) sülaleri böyle tanıtır, kendi oğullarını da onların yanında 'Bekir', 'Osman', 'Ömer' ve 'Halit' diye çağırırmış. Aloca'nın sülalelere verdiği adlar bugün de geçerlidir. 1970'li yıllardan itibaren Çayörenliler büyük kentlere göç ettiler, bu göç onları düşünce, meslek (iş),giyim, beslenme gibi birçok bakımdan değiştirdiği gibi, çocuklarına ad koyma geleneğini de değiştirdi. Artık eski atalarının adlarınından çok, okullarda arkadaşlarının, mahallede komşularının, televizyon dizilerindeki karakterlerin ya da o karakterleri oynayan aktörlerin-aktirislerin adlarına öykünerek çocuklarına ad koyuyorlar.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 11 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:13 | #5 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Atasözleri:
→Eline, diline, beline sahap ol!: Hırsızlık yapma, dedikodu yapma, zina yapma. →Ne kimseyi kına, ne kimseye çun!: Bir kimseyi yaptığı işten dolayı ayıplama, senin de başına gelebilir. Bir kimsenin konumuna(zenginliğine, güzelliğine, saygınlığına, vb)imrenme, kendi haline şükret' (bir kimse senden daha iyi bir durumda da olsa, sen o (başkası)olma, kendin ol!) →Tilkiyi sağmaya götürmüşler, yüzüne bakmışlar. Bakımsız, güçsüz ve becereksiz kadın veya erkeği tanımlar. →Gurt (kurt) ulusundan gördügünü işler. Hoşa gitmeyen şeyler yapan çocuklar için söylenir; büyüklerinden öğrendiği vurgulanır. →Yıhılın dağlar, Cello hacat guruyu: Elinden iş çıkmayan, beceriksiz erkekler için söylenir. →Kötünün orağı gece keser: Herkesin çalıştığı zaman çalışmayan, herkesin yemek yiyeceği ya da dinleneceği zaman çalışmaya gayret eden beceriksiz kadınlar için söylenir. →İt ite, it de kuyruğuna buyurmuş: Kendisine verilen bir işi başkasına devrederek işi yağtığını söyleyen kişiyi tanımlar. →Düşkün kaldıran: Perişan, yoksul insanlara yardım eden kimse. →Ali evlenmiş, Güllü gelin olmuş: Bir olay olup bittikten sonra öğrenildiğinde söylenir. →Aggulsuz (akılsız) baş elinden sefil daban (taban) ne çeker: Hayatta aklını kullanamadığı için çok çalıştığı halde perişan olan insanı tanımlar, divana yerine de kullanılır. →Görmeye gelince direm direm, yemeye gelince küren küren: Evin büyükleri çalışmayı sevmeyen ama çok yemek yiyen çocukları için böyle söylerler. →Gendi başını bağlayamayan gelin başı bağlamaya gider: Beceriksiz, kendine bakmayan kadınların bu konularda başkalarına akıl vermesini vurgular,o kadını basit görmedir. →Değirmen gitmiş, şakkıldağını arıyı:Asıl kayıplarını fark edememiş, daha küçük çıkarlarını kaybettiğine üzülen kimseyi ifade eder. → Geldin mi yikini yikini, aldın mı s..i mi ! Bir işi başaracağını sanan birinin başarısız olmasına rakiplerinin sevinmesini ifade eder. →Arsuzun g..üne gazugh çahmışlar, bu takgıltı nerden geliyi demiş: Arsız, onursuz kimseyi tanımlar. Eğitim Durumu Köyde okur-yazar oranı yüksektir, 1980 sonrası doğan kız ve erkeklerde okuma -yazma bilmeyen yoktur. Lise mezunları yüksek orandadır, 100'ün üzerinde üniversite mezunu vardır; bunların içinde doktor, dişhekimi, eczacı, avukat, mühendis, mimar, öğretmen, hemşire, anestezi teknisyeni bayanlar da vardır. Bir kişi 'doktora' seviyesinde akademik kariyer yapmıştır, başka biri de İTÜ'de -TUBİTAK'ın desteklediği ulusal bir proje içinde- doktora çalışması yapmaktadır. Din Çayören Köyü halkı kendilerini 'Alevi' olarak tanımlamaktadır. Aslında, dinler, toplumların ortak bilinçaltını da ifade ederler.İnsanın temel güdüleri olan beslenme, barınma ve güvenlik, yani modern ifadeyle ekonomi-politik, dinsel inançların şifreli diliyle konuşur.Herhangi bir toplumun tanrı telakkisinden ya da mesela basit bir ayrıntıya dair inancından, diyelim su'ya veya güneş'e dair inançlarından o toplumun ruh köküne de, bilinmeyen kadim geçmişine de inilebilir. Doğruya yakın kestirimlerde bulunulabilir. Bu nedenle, bir kültürün sürekliliğini, yazılı metinler başta olmak üzere diğer birçok ögenin yanında dinsellik üzerinden de en açık ve doğru verilerle test edebiliriz. Köyde cami yoktur (12 Eylül 1980’den sonra İmam atanmış, atanan imamları köyde gören yok ama, maaş aldıkları biliniyor). Ya Allah !, Ya Muhammed !, Ya Ali ! (İmam Ali) üçlemesi günlük yaşamın hemen her alanında herkesin ağzından binlerce kez dökülmesine , başka bir ifadeyle köylülerin Besmelesi olmasına karşın, namaz kılınmaz, Ramazan orucu tutulmaz, Hac'a gidilmez. Bunlardan daha önemlisi, bunları yapanlara ‘yabancı’, hatta ‘yezit=düşman’ olarak bakılması ve en ağır hakaret’in, ‘mavuya (Muaviye), Yezit, Mervan gibi Emevi liderlerinin adları olması, buna karşın Muharrem ayında oruç tutulması, 12 İmam’a derin bir bağlılık ve saygı duyulması İslam dininin Şiilik koluna dahil olduklarını gösterir. Ancak, bu bağlılık –diğer ülkelerin Şiileriyle karşılaştırıldığında- çok yüzeyseldir; derinde Şamanlığın değerleri vardır ve bu değerler çok canlı bir şekilde yaşatılırlar. Başka bir söylemle, İslam dininin yasakladığı ve hatta sapkınlık olarak nitelediği Şamanlık inancından kök alan birçok kültürel değer bilinç dışı bir alışkanlık olarak,yani günlük yaşamlarının bir parçası olarak farkında olmadan yaşatılır. Örneğin, Çayören köylüleri güneşe, aya, pınarlara, akarsulara, büyük dağlara, büyük ve yaşlı ağaçlara, içten gelen derin ve sarsılmaz bir saygı ihtiram duyarlar; şu güneşe kör bakayım ki...! diyerek güneş üzerine yemin edilir; güneş tanrılaştırılır. Pınarlara tükürülmez ve işenmez. İlkbahar'da doğadaki hayvanlar öldürülmez, yeşil ve çiçekli ağaçlar-dallar kesilmez.Yeni ay gökyüzünde göründüğünde herkes -özellikle yaşlı kadınlar- ona bakarak "niyaz" ederler, dileklerde bulunurlar.Örneğin, Elimi-gözümü veresin, cemi cümlenin yanı süre (sıra) bizim de haggımıza (hakımıza) heyirlisini (hayırlısını) veresin derler. Grenard, Alevilerde güneş ve ay kültü olduğunu yazar.[20] Çeşitli kaynaklarda Orta Asya bozkırlarında, yaklaşık 2000 yıl sürdüğü tahmin edilen göçebe yaşam süresinde, Hun, Göktürk, Moğol gibi çeşitli boy konfedarasyonlarında Yer ve Gök Tanrı'dır. Örneğin, Cengiz Han, nökerlerinden Çurçedai’ya hitaben şöyle dedi: " ...Yer ve Gökün (Tanrı'nın)verdiği güçle Kereyitleri imha ve esir etik. "[21] Göktürkler her yıl Yer ve Gök Tanrı'ya çok sayıda at ve koyun kurban ederlerdi. Bununla birlikte, en büyük Tanrı, Gök Tanrı'dır. Gök Tanrı, gökteki bütün yıldızları, güneşi ve ayı kapsayan nesnel bir varlıktır. Göksel cisimlerin tümüne Tanrı denilir. Onların da canlı olduğuna, ruh taşıdıklarına inanılır. Tanrı (Tengri) deyimi hem nesnel göğü, hem de onun ruhunu belirtir. Gök(mavi) sözcüğü, Tengri'nin sıfatı olarak kullanılır. Göksel cisimlerin tümü, Gök Tanrı'dır, fakat onu teşkil eden güneş, ay, yıldız, vb her göksel cisim de Tanrı sayılır. Örneğin Hun hükümdarı, her sabah çadırından çıkarak güneşe, geceleri de aya tapar. Moğollar da güneşi ve ayı ulularlar. " Temuçin (Cengiz Han) Burhan dağlarından inerek yumruklarıriyle göğsüne vurdu ve şunları söyledi:'Bundan sonra Burhan Haldun için her sabah tapınmalıyım, bunu neslim ve neslimin nesli böyle bilsin!' Temuçin bu sözlerile kemerini boyununa ve şapkasını koluna asarak güneşe karşı döndü ve eliyle göğsüne vurarak güneşe karşı dokuz defa diz çöküp tövbe ve istiğfar etti ". 22( Moğolların Gizli Tarihi, s:41.) Cengiz Han, her konuşmasına, Kök Tengri'nin (Mavi Gök'ün) dileğiyle sözü ile başlardı.[23] Gerek Orta Asya göçbe topluluklarının bu inançları, gerekse Çayören köylülerinin Alevilik adında yaşattıkları benzer inaçlar Şamanzim'den kaynak alır. Şamanizm, Türklerin de dahil olduğu Orta Asya’nın görece eşitlik içinde yaşayan bütün göçebe kavimlerinin dinidir. Bu bağlamda Türk göçebelerin kendi tarihsel, siyasal, ekonomik, kültürel coğrafyasında kendi gereksinimlerine göre biçimlenen bir dindir. Peygamberi, kutsal kitabı ve tapınakaları/camileri olmayan Şamanizm, kamları, yani rahipleri tarafından idare edilirdi. Kutsal günlerde, ölüm, gömme ve bayram ayinlerini her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın sorunlarını çözen, dertlere deva bulan bu kam’ların Tanrı ile ilişkilerde bulunduklarına inanılırdı.[24] Şamanizme göre tüm doğa canlıdır, her varlığın bir ruhu vardır, bu nedenle de kutsaldır ve saygı duyulmasını ister. Şamanca yaşamak, en doğal, en gösterişsiz, en sade ve en alışılmamış olanı ve de düşünce ve mantık yerine duygu ve sezgilerini ön plana çıkararak yaşamaktır.[25] Hem Orta Asya'da Türk-Moğol göçbelerin, hem de Çayörenlilerin dinsel ve dinsel olmayan şölenlerinde kadın-erkek birliktedir ve içki içilir. Şamanlık, içkiyi kutsar, kadın erkek eşitliğini, birlikte yaşamayı ve birlikte eğlenmeyi öngörür. Anadilleriin Türkçe olması, görece kadın -erkek eşitliği, dinsel bağnazlığın olmaması ve Sünnilik hariç başka inançlara ve etnik gruplara (Kürt, Ermeni, Laz, vb) anlayışla yaklaşım, kavurma, kurut, güneşte et kurutulması gibi beslenme alışkanlıkları, yaylaya çıkma, türkü söyleme gibi kültürel özellikler, yüksek dağların, gökyüzünün, güneşin, ayın, yıldızların kutsal kabul edilmesi ve her yıl ziyaret olan en yüksek dağda kurban törenleri yapılması gibi Şamanist gelenekler Çayören köylülerini Orta Asya bozkırının kandaş göçebe yaşam tarzına ve onun kutsallık alanındaki örgütselliği olan Şamanlık geleneklerine bağlamakla birlikte, Allah’a tam bir inanç, Muhammed ve Ali’ye ve On İki İmam’a derin ve sarsılmaz hürmet/bağlılık, bir işe Besmele’yle, konuşmaya Selamın Aleyküm’le başlanması, cenazenin İslami kurallara göre defnedilmesi (Kuran okunması, yıkanması, cenaze namazının kılınması, Musalla taşında helallik alınması, yüzünün Kıble’ye gelecek şekilde gömülmesi), Cem, Semah gibi ritüeller, erkek ve kadın adlarının hemen tamamnının Arap-İbrani adları olması gibi dinsel-kültürel özellikler Çayören köylülerinin inanç sitemlerinde İslami öğelerin de ihmal edilemeyecek boyutta olduğunu gösterir. Belki Şamanizm ve İslam dininden başka inançlardan da kalıntılar olabilir. Örneğin, Çayören Köyü'nde en temel ahlak kuralı olan ve her ailenin çocuklarına öğrettiği/öğütlediği 'eline, diline, beline sahip ol' ilkesi 3. yüzyılda İran’da kurulan Mani dinine bağlanamktadır. Mani dininde ağızdan kötü söz çıkması, elden iyiliğe zarar verecek eylem yapması ve gönülün kötü şeylere eğilim göstermsi yasaktır.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 10 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:13 | #6 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Dinsel-İnançsal Gelenekler
Günlük yaşamda tehlikleli bir işe başlarken, kötü bir haber işitildiğinde, bir rüyayı anlatırken, hasta-yaralı birinden söz ederken , karanlıkta yürürken, vb olağanüstü bir durum ile karşılaşıldığında erkekler Bismillah!, kadınlar Mismillah ! derler. Erkekler birbirleriyle karşılaştıklarında Selamın aley kim- Aley kim selam dialoguyla konuşmaya başlarlar. Köyde herkes herhangi bir işe giden birine rastladıklarında ona uğurlar olsun!, Allah ıras getüre ! (veya kısaca ıras gele!) derler. Bir işe başlanacağı zaman Ya Allah !, Ya Muhammed ! Ya Ali! ile birlikte Yetiş ya Hızır! denir. Zorda kalan, yardıma muhtaç olan birine Hızır yardımcın olsun ! derler. Evin büyükleri zor bir işe başlayacak evin külfetine Ali yardımcıız ola, Boz atlı Hızır yerişe ! (erişe) derler. Bu islami ritüllerin yanında ve aynı anda Şamanlık inancının ritüelleri de yerine getirilir. Örneğin, Eyerli, Alıbaba ve Gatırlı dağlarından da dileklerde, yardım istemlerinde bulunulur. Gidilen yol üstündeki ziyaretlere görüşülür, ziyaretlere sevgi, şefkat ve saygı sunulur, adaklar adanır,dileklerde bulunulur, vb. Bayramlar Bayram günleri büyük bir heyacanla beklenir ve coşkuyla kutlanırlar. Gerek Kurban Bayramı, gerekse Şeker Bayramı köyde aynı nitelikte kutlanırlar. Daha doğrusu, köylüler Kurban ya da Şeker Bayramı olarak bilmezler, onlara göre söz konusu olan sadece Bayram'dır. Bayramlar, takvimler ne yazarsa yazsın, her zaman üç gün olarak kabul edilir, özellikle birinci gün çok önemldir. Arife günü heyecan doruktadır, bir çok insan oruç tutar; Arife günü oruç tutmayanın Bayram günü yüzü gara olur sözünü aile büyükleri ailenin küçüklerine sıkça söylerler. Arife günü akşamı bütün çocukların, genç erkek ve kızların ellerine kına yakılır. Kınayı genelde ebeler yakar torunlarının ellerine. İstanbul'dan vakti zamanında getirilen ve ebenin sındığının (sandık) bir köşesine gizlenmiş olan kına bulunur, bakır bir tas içinde su ile çamur haline getirilir, içine çok az da kül atılır ve iki elin içine de suvanur (sıvanır), her el bir bez ile iyice sarılır, gece böyle yatılır. Sabah erkenden heycanla kalkılır ve eller yıkanır. Büyüğü küçüğü, kadını erkeği herkes en temiz ve en yeni elbiselerini giyer. Bayram günleri giymek için örülmüş nakışlı ip çorapları saklandıkları sındıklardan(sandık)çıkarılır, kırmzı ağırlıklı basma fistanlar ve saltalar giyilir. Erkekler İstanbul'dan geitrdikleri en temiz ceketleri, pantolonları ve Divriği'den aldıkları şapkalr ile lestikleri (lastik ayakkabı) giyerler, bazılarının ayakalrında lestik yerine iskarpin bile olabilir. Ebeler, başlarına asalet ve olgunlık simgesi olan ketenlerini (kenten kumaştan yapılmış beyaz, püsküllü büyük başörtüsü) örterler. Birinci gün öğleden önce, büyükler bir Kuran okuyucu ile bir gün önceden hazırladıkları lokmalarını alarak yakınlarının mezarlarını ziyaret etmek için mezarlığa giderler. Önce mezara görüşülür, sonra Kuran okunur. Kuran okunması bittikten sonra lokmalar orada bulunanlara dağıtılır. Lokma, ya gurbetçilerin İstanbul'dan döndükleri zaman beraberlerinde getirdikleri lokum, boyalı şeker ya da arife günü evde yapılan un helvası veya 'cumur'dur. Lokmadan alanlar, 'Allah kabul etsin !, canına yetsin !, Allah ı-rahmat eyleye ! derler. Lokmadan alabilmek için çocuklar sabahın erken saatlerinden itibaren mezarlığı doldururlar, büyük bir itiş-kakış ve kargaşa içinde o mezardan o mezara koşarak lokmalardan almaya çalışırlar, bazan bu yüzden birbirleriyle kavga da ederler. Mezarlıktaki törenlerden sonra evlere gelinir, çocuklar kendi yakın arkadaşları ile ikili üçlü gruplar oluşturarak köye dağlıp 'bayramcalık' toplarlar. Herkesin kapısı açıktır, çocuklar istedikleri eve istedikleir zaman girerler. Evlerde daah çok boyalı şeker ve/veya kavurga (yarmanın saçta kavrulmauş hali)verilir. Bazı hatırlı ailelerin çocuklarına gizliden çiğ yumurta da verilir. En prejtijli bayramcalık çiğ yumurtadır. Bayramcalık olarak para verilmezdi, çünkü köyde hem para yoktu hem de bayramcalık dağıtan kadınlar para nedir bilmezlerdi. Hemen her ev yahnı ya da leyvaz (etsiz kuru fasulye)pişirir, Bayramlarını ziyarete gelen erişkinlere ikram ederlerdi. Baramın ikinci günü artık Bayram değildir, bayramcalık toplamaya giden çocuklara ev sahipleri aş bişti, bayram gaçtı diyerek bayramcalık olmadığını söylerlerdi. Zaten, ikinci gün bayramcalık toplamaya giden çokcuk sayısı çok az olurdu. Bayramlarda kişisel sorunlara yer yoktu, kutsallığı olan geleneksel bir şölenin sebep olduğu ortak bir atmofer içinde herkesin paylaştığı güzel, umut dolu heyecanlı duygular vardı. Köyde her insan Bayramın birinci gününün mümkün oluğu kadar uzun olmasını, yani günün batmasını istemezdi. Yani, herkes için, özellikle de çocuklar için, en hüzün verici duygu akşam olacağı korkusuydu. Cem Temsili bir İmam Ali çizimi Temsili bir İmam Ali çizimi Cem, dinsel inançların yerine getirildiği(ayin)bir mekan, köydeki tüm erişkin insanların herkesin önünde ve açıkça yargılandığı bir halk mahkemesi, toplumsal belleğin güncelendiği ve genç nesillere aktarıldığı, birarada yaşamanın kurallarının öğretildiği/öğütlendiği ve 'Musahiplik' yoluyla toplumsal dayanışmanın pratiğe geçirildiği bir eğitim kurumu nitelğindedir.Cem'in "ayin" kısmı bir anlamda Oniki İmam'ı, özellikle İmam Hüseyin ve Kerbela olayını anma, 12 İmam ile özdeşleşmedir. Başka bir söylemle, Cem 12 İmam kültü çevresinde biçimlenir. Belki de bu nedenle, Cem'de 12 ayrı hizmet, bu hizmetleri yerine getirmekle görevli 12 hizmetçi vardır. Her hizmet köyde bir sülaleye (ocağa)verilmiştir, babadan oğula ya da diğer yakın akrabalara geçer. Türkiye'nin değişik bölgelerinde yapılan Cem'lerin tümünde 12 hizmet vardır, hepsi de aynı niteliktedir. Cem'deki 12 hizmet ve Çayören Köyü'nde 12 hizmeti yerine getirmekle görevli sülaleler (Ocak'lar)şunlardır: 1.Baba: 'Dede', 'Cem'i başlatır, 1-2 hafta sonra köyden ayrılınca Cem'i Baba yürütür. Baba'nın kişiliği de, Dede'nin kişiliği kadar olmasa da, kutsaldır. Bu ilahi görevi Gozogilin Haydar (Haydar Ağa, Kör Haydar) yapıyordu. Gözleri görmeyen Haydar Ağa'nın zaman zaman kaybolduğu, bu sürede gaipten kişilerle, örneğin Kırklar'la "Cem " yürütüp "Semah" döndüğü bugün de tam bir imanla nakledilmektedir. ihtiyarlar, inanmayanları ayıplamaktadırlar. 2.Zakir: 3.Saka: Su dağıtır. Bu hizmet 'Köseligil'e verilmiştir. 4.Gözcü: Elinde asası ile Cem'de sükuneti sağlar. Bu hizmeti 'Eğitmengil'yapar. 5.Süpürgeci: Cem'de meydanı süpürür 6.Kapıcı: Cem'in yapıldığı binanın kapısında durur, herhangi bir tehlike anında, örneğin Osmanlı baskını gibi, baskını önceden haber verir. 7.Fikgeci(aşçı): Cem'de "meydan"a getirilen ve can İsmail !, can ismail nidaları ile ululanan kurbalık kınalı koçun sakatından 'Dede' ve yaşlılar için paça çorbası yapar,etinden aş (bulgur pilavı)pişirir, Cem'e her ev tarafından getirilen çeşitli lokmaları Cem'de dağıtır, 8.Bacı: 9. 10. 11. 12. * Ayin: Akşam ahırları temzileyip, hayvanların yemlerini verdikten sonra akşamlıklar edilir(akşam yemekleri yenir), sonra gündüzün ya da bir gün önceden keyveninin hazırlayıp bohçaladığı lokma (genelde kömme olur)ile birlikte ailecek Cem yürütülecek eve gidilir. Dede, evin en büyük gözünde (salonda) kapının tam karşısındaki sedirde bir döşek üzerinde bağdaş kurmuş durumda oturur, yanında "Baba" ve köyün dindar yaşlıları vardır: "Baba" da ayrı bir döşek üstünde, ihtiyarla ise halı ya da çulların üzerinde aynı şekilde otururlar. Salona giren her erişkin erkek doğrudan gidip dedenin elini öper, eğer o sırada saz çalıyorsa ya oturduğu döşeğin köşesini, ya da salona girdiği yerde yeri secde ederek öpererek "işte niayzın Dede"der ve gider Dede'nin çevresindeki erkeklerin içinde oturur. Bohçalardaki lokmalarını Figke'ye teslim eden kadınlar ayakta dururlar, Cem'i ayakta izlerler. Sonuçta Dede'nin hemen yakınında erkekler, onların arkasında kadınlar, en arkada da ebelerinin, annelerinin kucağında çocuklar vardır. Bu arada elinde uzunca sırığı (asası) ile "Gözcü" sürekli etrafı gözetleyerek ve ağlayan, yaramazlık yapan çocukları işmar ederek (kaş göz işaretleri) susturur;düzeni ve sükuneti sağlar. Dede'nin önündeki alan (Meydan)boştur. Dede ve Baba saz çalarak Hacı Bektaş Veli, Şah İsmail(Hatayi), Pir Sultan Abdal,Kaygusuz Abdal, Kul Himmet gibi Kızılbaş-Alevi-Bektaşi ozanların "Deyişler"ni, "Düvez-İmamlar"nı söylerler. Hatayi, İran’da Kızılbaş Türkmen Devleti’ni (Safevi Devleti)kurdu. Hatayi, İran’da Kızılbaş Türkmen Devleti’ni (Safevi Devleti)kurdu. Bu ozanlar sadece ozan değil, aynı zamanda da din uluları /ermişlerdir. Bu nedenle,hem deyişlerde adı geçen on iki imamlara hem de deyişleri söyleyen ozanların hepsine de -adlarının geçtiği anda- niyaz edilir: topluluk işaret parmağının üst taarfını öperek anlına kor, yani içten gelen derin bir saygı, sonsuz sevgi ile başların üzerine oturtulurlar. Ancak, Hatayi ve onun izleyicisi Pir Sultan Abdal’ın gönüllerdeki, zihinlerdeki yerleri başkadır. Çünkü onlar sadece bir ozan ve dil ulusu değil, Kızılbaş Türklerin (Türkmenlerin) direniş sembolleridir. Şah İsmail(1487-1524), İran’da Kızılbaş Safevi Devleti’ni kurdu, devletin resmi dili Türkçe idi. Devlet bürokrasisini Türkmenlerden oluşturdu. Hatayi lakabı ile aşk, tasavvuf ve ideolojik şiirler yazdı. Türkmenlerin bir alışkanlık olarak başlarına giydikleri kızıl renkli börkü ideolojik bir simge haline getirdi: " Hayat-ı cavidan muteberdir/Kızıl alem kızıl bayrak kızıl taç./Giyinse gaziler olgün hezerdür/Mu’aviye leşkeri bir gazi görse/Koyun kim kurt tohurandan beterdür. " Ki her kim on iki imamı bildi, /Ana kırmızı tac geymek revadur/Nişanı ol güneş tal’atlı şahın/Başında tac u belinde kemerdür. " Kırmızı taclu, boz atlu, ağır leşkerlü/Yusuf peygamber sifetlü, gaziler! Deyin şah menem. "[26] Hatayi’nin etkisinde kalan Kızılbaş ozan Pir Sultan Abdal bu ideolojik simgeyi daha da yüceltir: " Açalım kızıl sancağı/Geçsin yezitlerin çağı/Elimizde aşk bıçağı/Tevekkül tu tealallah."[27] Kerbela ve İmam Hüseyin adları geçtiğinde ise gene niyaz edilir ve görevli birisi yüksek sesle "lanet olsun yezide !" der, salondaki tüm topluluk hep birden ve çok yüksek sesle "Allah Allah !, Alllah Allah!" der. Cem'de her akşam bu cümleler yüzlerce kez tekrarlanır. Sonra Meydan'a "Semah" dönecekler gelir, yüzlerce yıldan beri süregelen usule göre Dede'nin saz çalarak söyledği "Deyişler",Düvez-İmamlar"la "Semah" dönerler. Bazı geceler Dede'in önündeki alanda (Meydan) dizlerinin üzerine çökerek halka oluşturan 10-15 erkek gene Deyişler eşliğinde ellerini dizlerine vurarak ve yanındaki ile kafasını tokuşturarak "Hey Şah!, Hey Şah !" diye bağırırlar, tempo gittikçe yükselir kafaların tokuşmasından çıkan sesler salonun en arkasından bile işitilebilir. Bazan kafalar o kadar şiddetli tokuşturulur ki, mistik gerilimin de etkisyle bayılanlar olur, bayılana "esiredi" derler. * Görülme:Yukarıda da değinildiği gibi, "Cem" birçok toplumsal etkinliğin yapıldığı ve yaklaşık bir ay süren bir süreçtir. Bu etkinliklerden biri de köyde gerek bireye ve gerekse topluluğa karşı suç işleyenlerin yargılanmasıdır. tarlaların sınır itilafları, herhangi bir nedenle çıkan küçük kavgalar, birisi hakkında dedi-kodu yapmak gibi olayların tarafları Dede'nin huzurunda ve Dede'nin isteği ile barışırlar, aksi halde Dede'nin "karış vermesi"nden korkarlar. Karış vermek, "beddua etmek"tir. Dede'nin kerametinden dolayı "karış vermesi"nden çok korkulur.(anne-babanın karşı vermesinden de çok korkulur). Evli bir erkek ile evli bir kadının zinası gibi büyük suçlarda kusurlu taraf "düşkün" durumuna düşürülür. Düşkünlük çok ağır bir cezadır; düşükün olan ile kimse konuşmaz, verdiği selam alınmaz,hayvanları köyün sürülerinden ayrılır, köyle ilgili bir iş için, örneğin hark çıkarmak (tarları sulayacak su kanalının yapım ve onarımı), yol yapmak gibi işlere çağrılmaz. Kısacası, yüzlerce insandan oluşan köy topluluğu içinde tek başına kalır. Oysa insan, tek başına insan değildir; diğer insanların içinde insandır. Bu durumda, düşkünlük cezası insanı insanlığından uzaklaştırmaktır.İşte bunun için de çok ağır bir cezadır. * Musahip Tutma: Musahip tutmak inançsal bir zorunluluktur,birbiriyle "Musahip" olmaya karar veren iki genç erkekğin Dede'nin huzurunda, köylülerin tanıklığında kardeş ilan edilmeleridir. .Bu olay dinsel bir törendir. Buluğ çağına ermiş iki genç Meydan'a gelirler, diz çöküp ellerini yere korlar, bir görevli ikisinin belini bir başötüsü ile bağlar, bu bağa "kemer bent" denir, sonra bu poziyonda yürüyerek Dede'nin huzurna gelirler. Dede, "Tarı(g)h" denilen kutsal asa ile bunların başlarını, sırtlarını dular ederek sıvazlar. Tarı(g) çok kutsal olan 40-50 cm uzunluğunda düz bir asadır. Her evde saklanmaz, Cem yapılmış evlerde saklanır, Cem'e büyük bir gizlilik içinde getirlir. Tarıgh geliyor denildiğinde Cem'deki herkes korkuyla ürperir.Aslında, Cem'de neşe diye bir şey yoktur; başından sonuna kadar korku,yeis, lanetleme ve trans durumuna geçme(esireme) vardır. Törenden sonra bellerindeki bağ çözülür, onlar artık Miseyip (Musayip)tirler ve biribirlerine hayat boyu "gardaş", "gardaş'ının karısına "yenge" derler.Birinin karısı diğerine "ümürze" der. Miseyiplik (Musahipler) kan kardeliğinden farksızdır. Birinin karısı, kızı -aynen "öz kardeş" de olduğu gibi-diğerine haramdır, buna uymayan kesin olarak " düşkün" olur. Kardeşlerin çocukları biribiriyle evlenebildiği halde, musahiplerin çocuklarının biribirleriyle evlenmesi günahtır, yani dinen yasaktır. Musahipliğin nereden kök aldığı bilinmiyor, ancak eski Moğol göçebe toplumunda kan akrabası olmayan iki erkeğin "anda" olarak adlandırılan bir bağla yakın dost oldukları bilinmektedir. Örneğin, henüz Cengiz Han olmadan önce Timuçin ile - sonradan rakibi olan-Camuka "Anda"dır." Timuçin, Tokotoa'dan aldığı altın kemeri Camuka'ya taktı; onu yıllardır kısır olan doru atına bindirdi. Camuka, Dayır-usun'dan aldığı altın kemeri Timuçin'e taktı ve onu Dayır usun'a ait olan beyaz ata bindiridi"[28]
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 9 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:14 | #7 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Abdal Musa
Her yıl yapılan dinsel bir gelenektir. Çevredeki Alevi köyleri de davet edilerek kutsal etli bulgur pilavı yenilir. Ne zamandan beri uygulandığı bilinmiyor. Genellikle kışa girilecek haftalarda ve Dede'nin "Cem" yürüttüğü, köylülerin "görüldüğü" ayda yapılır. Cem; dinsel bir törendir, musahip tutma, görülme, yargılama, semah dönme, saz eşliğinde "deyişler" (saz çalarak türkü tarzında söylenen dinsel şiirler) söyleme gibi çeşitli rütüelleri vardır. Cem töreni yaklaşık 1 ay sürer. Cem töreninin bitiminde Abdal Musa yapılır. Muhtar ve sözü dinlenir yaşlılar tarafından görevlendirilen birkaç kişi tüm köyden un, bulgur, para toplar. Dileklerinin yerine gelmesi için adak adamış olanlar dana, koyun, keçi, inek verir. Toplanan parayla öküz, tosun, koyun ve keçi alınır. Abdal Musa aşına tavuk veya horoz eti konulmaz. Bazan -adaklarla birlikte- kesilen et miktarı yüzlerce kilo olabilir. Aş'ın (pilav) pişirilmesi ve yenilmesi için uygun bir meydan (harman veya büyük bir dam) seçilir. Hayvanlar 'fikge'nin (baş aşçı) denetiminde köyün gençleri tarafından bir gün önceden kesilir, yüzülür ve etleri doğranır. Aynı gece köyün genç kızları tecrübeli bir kadının gözetiminde aynı evde yuha (yufka) pişirirler. Ertesi günü, çok büyük, en az 6-8 gaz tenekesi bulgur alabilen, kalaylı bakır kazanlarda (en az 2 kazan) su kaynatılır, içlerine yeteri kadar bulgur salınır, bu arada etler daha önceden yine aynı büyüklükteki kazanlarda pişirilmeye konulmuştur. Fikge ve yardımcıları sürekli kontrol ederler, uygun kıvama geldiklerinde eti bulgurun kaynadığı kazana aktarırılar, ocaktan -kazanın saplarına meşeden yapılan bir kalas geçirerek ve her ucundan üçer kişi omuzlarına alarak- indirirler, ağzını uygun bir tahta ile örtüp etrafını kalın bezlerle sararlar, öğlene doğru misafirlere ve köylülere büyük kalaylı bakır leğenler içinde ikram edilir. Abdal Musa aşı en önce yatakta olan hastaların, gelemeyecek kadar ihtiyar olanların ve dağdaki çobanların evlerine gönderilir. Önceleri kaşık verilmezdi, herkes aynı leğene kopardığı yufka parçalarını (lokma) daldırarak yerdi. Sofradan hiç kimse doymadan kalkmaz. Aslında, doymak için yenilmez; 'tıkınılır'. Artan yemek gelen misafirlere yufkalara konulup mendillere bohçalanarak (paketlenerek) ailelerine -mahsus selamlarla birlikte- götürmeleri için verilir, yine artmışsa köyün evlerine dağıtılır. Aşur Orucu ve Aşura Çorbası Muharrem ayında 10 yaşındaki çocuklar dahil olmak üzere hemen herkes 12 gün oruç tutar, hasta, çok ihtiyar, 8-9 yaşındaki çocuklar ve bünyesi çok zayıf olanlar 3 gün veya 7 gün oruç tutarlar. Bazıları ise, 3 gün de "Mensimler" (Masumlar) için, yani Kerbela'da öldürülen çocuk yaştakiler için tutar. Oruç tutmak için kimse kimseyi zorlamaz ama kentlerde "mahalle baskısı" denilen sosyal olgu Muharrem Ayı'nda Çayören'de "köy baskısı" şeklinde kendini gösterir. Bu sürede evlerdeki hiçbir hayvan kesilmez, doğada hiçbir hayvan öldürülmez,hiçbir yaş ağaç kesilmez.Kısacası, canlı olan hiçbir varlığa kötü davranılmaz. Cam kaplardan su içilmez, başkasının karşısında kalaylı 'maşafa' (maşrapa)dan kana kana su içilmez. Çok inançlı bazı ihtiyarlar sularına kül atarak suyun rengini değiştirip içerlerdi. Yuvarlak bir nesne ile top oynar gibi oynanmaz.Bazen köye Dede gelir, 3-4 gün kalır, ama Cem yürütülmez. Kerbela olayını anlatan hikayeler okur ya da anlatır. Oruç bitimnde köydeki evlerin çoğunda "Aşura Çorbası" pişirilip dağıtılır. Çorba, Kurban Aşı'nın pişirildiği büyük kazanlarda pişirilir. Çorbanın ana maddesi yarmadır. İçine üzüm, dut, nohut, şeker, tuz, vb 12 çeşit besin maddesi konur. Aynı günde 4-5 ev çorba pişirmiş olabilir. Çorba pişince köyün çocukları "çorbaya ha!, çorbaya ha! " diye köyün her tarafında bağırırlar. Herkes kaşığını kendi evinden alarak gidip istediği evin çorbasını içer. Sultan Navruz Hıdırellez Kurban Kesme Abdal Musa'ya Sünni Kürt köyleri davet edilmezler ama kurbanalra davet edilirler. Cenaze Töreni Ölen ister genç, ister yaşlı kadın ya da erkek olsun hemen bir kaç genç görevlendirilerek komşu Alevi köylerine, eğer ölenin arkadaşlık-dostluk ilişkileri olmuşsa komşu Sünni Kürt köylerine de haber verilir.Cenazelerde mutlaka 'ağıtlar'söylenerek ağlanır.Yaşlı ölümlerinde sadece oğlu, kızı, karısı gibi yakınları ile çok yakın dostları ağlar.Genç ölümlerinde ise tüm köy ağlar. Genç ölümlerinde, eğer köyde ölmüş ise, cenaze evin bir odasına konur, etrafında annesi, ebeleri, varsa kardeşleri ile köyün yaşlı kadınları otururlar. İçlerinden sesi güzel olan biri yüksek sesle bir ağıt söyleyerek ağlar, diğerleri ona eşlik eder ve hep birden "lorey lorey, lorey lorey!" diyerek hüngür hüngür ağlarlar, buna "diye diye ağlama" denir. Ağlama sesleri köyün yakınındaki tarlalardan duyulabilir.Genç ölünün annesi, ebeleri ömür boyu, kız kardeşleri senelerce başlarına siyah başörtüsü bağlarlar. Tüm köy büyük bir üzüntü içindedir, günlerce yüksek sesle gülünmez, rady
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 10 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:14 | #8 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Çayören Köyü-DİVRİĞİ
Günlük Yaşam Çayören’de günlük yaşam mevsimlere göre biçimlenmiştir, yani yılın her günü faklılıklarını da beraberinde getirir. Bununla birlikte, yaz-kış, ilkbahar-sonbahar hiç değişikliğe uğramadan , bir gün öncesinin aynen tekrarı olan bir iş vardır; ocaklığa ataş yakmak. Evde keyveni kimse ateşi de o yakar. Her sabah evde yataktan en erken keyveni kalkar, önce kapıya çıkar yüksek sesle Türkçe şükürler-dualar-dilekler eşliğinde elini–yüzünü yıkar: Layilaha illallah, hagh birisin resulallah ! Senin varlığına, birliğine, verdiğin nimmetlere şükürler olsun yarebi ! Elimi gözümü veresin, kimsenin eline yüzüne goymayasın, mıhanete mohdac etmeyesin ! Cemi cümle’nin yanı sıra bizim de (ev halkı) hakgımıza iyisini deel, heyirlisini veresin! Duşmana fırsat vermeyesin ! Kimseyi gorhtuğu yere uğratmayasın, yanı süre de bizi ( ev halkını) gortuğumuza uğratmayasın !, vb şükranlarını sunarak dileklerde bulunur. Dilekler mutlaka öncelikle 'Cemi Cümle, yani herkes içindir. Çünkü, hiç kimsenin tanrısal yardımı yalnız kendisi için istemeye hakkı yoktur; bütün insanlar için ve özellikle Aleviler için dua eder, dileklerde/istemlerde bulunur; bütün insanlar için dua ederken/dileklerde bulunuken kendisi de bunun içindedir. Dualarının, dileklerinin Mıhammed Mısdafa , İmam Ali, On İki İmam, Üçler, Yediler, Gırghlar ve bütün ermişlerin, uluların yüzü suyu hörmetine kabul etmesini ister. Ayrıca Eyerli ve Gatırlı’dan da doğrudan benzer dileklerde bulunur. Sonra gelir ateşi yakar. Köyde çok az evde kibrit olurdu, bu nedenle ocağı yakacak keyveni kendi evine en yakın kimin bacası tütüyorsa sagsıyı (sadece ateş taşımak için yapılmış çok küçük bir kürek) alıp o eve gider ateş alıp gelir kendi ocağını yakardı. Hiçbir ev buna engel olamaz. Çok nadir de olsa da, ateş vermek istemeyenler Allah’ın ataşını bile esirgiyi diyerek ayıplanır. Ocaktaki ateş gece yatana kadar söndürülmez, ancak ev halkı yatmadan önce mutlaka sönmüş olmalıdır. Keyveni yatmadan önce ocağı kontrol eder eğer hala ateş varsa mısmıllah(Bismillah) deyip bir miktar su dökerek söndürür. Ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte aynı seremoni tekrarlanır. Ocak yandıktan sonra ocağa çorba konur; yaz ise bulgur çorbası, kış ise tarahana çorbası. Çorba pişene kadar keyveni evi süpürür, anne-baba ve uşahglar (çocuklar)ahırları süpürür, hayavanların yemini-suyunu verirler. Herkes işini bitirince hep birlikte sofayara oturur çorbalarını içerler, sonra herkes kendi işine gider. Örneğin, ilkbahar ve yaz günlerinde ihtiyarlar ve çok küçük çocuklar hariç tüm köylüler tarlalarda, bahçelerde, harmanlarda çalışırken, sonbaharda erkekler tarla sürmek, ekin ekmek, keven almak ile meşgul iken kadınlar buğday yıkama, bulgur, yarma, un, tarhana gibi kışın yenilecek besinlerin üretimiyle ilgilenirler. Kışın ise, erkekler ve kadınlar hayvanların yemlenmesi, ahırların temizlenmesi, damlardaki karların kürenmesi gibi işleri birlikte yaparlar. Erkekler karın bol yağdığı günlerde keklik avına giderler. Çayören'de günlük yaşamın değişmeyen öğesi de kadınların ve erkeklerin çocukluk çağlarından başlayarak "türkü" söylemeleridir. Herhangi bir iş görürken, örneğin evde tuluk yayarken veya ahırları süpürürken, tarlada ekin dereken, çayırda tırpan vuruken, harmanda düğen süreken, yolda yürürken, yaylada koyun sağarken, düğünde oynarken türkü söylerler. Başka bir ifadeyle, nerede hangi işi yapıyor olurlarsa olsunlar türkü söylereyek yaparlar ve günümüzde kentlerde yaşayanlar da türkü söylüyor, türkü dinliyor ve türkü söylenen barlarda eğlenmeye gidiryolar. Kısacası türkü Çayören Köylüleri'nin hayatlarının olmazsa olmazıdır. Aynı olgu göçebe yaşam sürüdüren Avrupa Hunlarının da geleneğiymiş: "otlaklara bağlı Hunlar, sürekli göçebe yaşayan kabilelerden oluşuyordu. Savaşçı erkekler en önde at sürerken, kadınlar ve çocuklar hayvan derileriyle örtülü arabalarda zaferin ganimetleriyle arkadan yol alırlardı...Tek düze ve uzun göçlerine tek ruh veren, doğaya saygının ifade edildiği türküleriydi.Bu türkülere, sürekli şaklayan kırbaçların sesi ve atların kişnemeleri karışırdı"[38] Çayören köyü erkeklerinin günlük yaşamlarında vazgeçemedikleri bir alışkanlıkları da köyün ortasındaki küçük meydana gitmektir. Köyde hiçbir zaman kahvehane olmamıştır, toplanma yeri en soğuk kış günlerinde de,en sıcak yaz günlerinde de köyün tam ortasındaki küçük meydandır. Köyle ilgili bütün kararlar bu meydanda alınır. Burada sadece erkekler toplanır, önemli kararların alıncağı günlerde yandaki evlerin ayvanlarına toplanan kadınlar bir yandan sohbet ederlerken diğer yandan meydandaki tartışmaları dinlerler ama hiçbir zaman tartışmalara katılmazlar. Meydanın kıyısında bir kalas ve taştan yapılmış, 15-20 kişin oturabileceği bir yer vardır. Buraya daha çok yaşlılar ve sakatlar oturur, geri kalanların tümü ayakta üçlü, dörtlü veya daha fazla kişinin katılıdığı gruplar halinde sohnbet ederler. Kimisi tarladan yeni gelmiştir, evine gitmeden oraya gelmiştir.Bu nedenle elinde kürek, kazma, değnek, orak veya tırpan olabilir. Çocukları gelip akşamlık için (akşam yemeği için) babalarını oradan çağırırlar. Yaz günleri orada oturduğu yerde uyuyakalıp sabah uyananlar bile olabilir. Bazan bu meydanda çok kişinin katıldığı kavgalar olur; yüksek sesle söylenen galiz küverlerlerle birlikte yumruklar, kürek sapları, değnekler ve küçük taşlar havada uçuşur, kimin kime vurduğu pek belli olmaz. Çayören köylülerinin, özellikle kadınlarının, günlük yaşamlarında zorunlu olmakla birlikte severek de yaptıkları günlük işlerden biri de, daha çok kış ve ilkbahar günlerinde, sabah ekenden “Ergek”e sığır gatmaya (katmaya) gitmeleridir. Ergek, köyün hemen alt tarafında, Uludere’nin kıyısında irili ufaklı çakıl taşlarıyla dolu bir alandır. Her ev büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarını sabah erkenden, çorbalar daha içilmeden, buraya haylar; tüm köyün sığırları (öküz, inek, at, eşek, katır) ve davarları ( koyun, keçi) toplandıktan sonra çobanlar tarafından yaylıma götürülürdü. Buğasak olan inekler büyük bir itiş kakış ve bağrışlar içinde Ergek’te boğaya çekilirdi; ineğin boynuna bir organ bağlanır, sahiplerinden en güçlü kuvvetli erkekler bir yandan hem ipten hem de ineğin kulaklarından tutarak hareket etmesini engellenmeye çalışırken diğer yandan da boğaları cinsel bakımdan uyarmak için sürekli yüksek sesle “hırrr, hırrrr, hırrrrrr!!! diye bağırırlardı. Bu olaya “çevürme” (çevirme) denir. Boğanın ineğin üzerine sıçrayarak cinsel birleşmeyi başarmasına “aşma” denir. Çevirme işinde yaşlı-genç, çoluk-çocuk, kadın-erkek görev alır. İri, güçlü kuvvetli boğaların aşması için evin erkekleriyle birlikte gelinlik kızları - yeni gelinleri de dahil kadınları da yardımcı olur, yani diğer boğaları sopayla kovarak, istedikleri boğaların ineklerine aşmasını sağlarlar. Ergek’te sığır veya davar gatma işini daha ok yaşlı kadınlar ve çocuklar yapardı. Orada kadınlar –tıpkı erkelerin köy meydanında yaptıkları gibi- hemen ayaküstü ikili –üçlü gruplar oluşturarak bir iki gün önce olan kavga, yeni ortaya çıkan bir aşk hikayesi, vb gibi yakın geçmişe ait ilginç olayları kısık sesle analiz ederler, yorumlar yaparlardı, yani dedi-kodu yaparlardı. Kısacası Ergek’e sığır gatmaya gitmek Çayören kadınları için hem iş hem de sosyal bir faaliyet idi. İlkbahar Mart ve Nisan aylarında bolca kavak ve söğüt ağaçları dikilir. 1965'ten sonra elma, armut, kayısı, ceviz gibi meyve ağaçları fidanları dikilmeye ve köyün tarlalarındaki yetişmiş olan yabani elma ile ahlat ağaçları aşılanmaya başlandı. Çayören köylüleri 1960'lı yılların ortalarına kadar elma, armut, ceviz ve dut'u Malatya'nın Arapgir ve Eğin (Kemaliye) ilçelerinden katırlara, eşeklere yüklenerek köye buğday, fiğ, arpa ile değiştirmeye getiren çerçilerden -çok az miktarlarda- temin edebilirlerdi. Asıl elma ve armut ihtiyaçlarını tarlalarda ve meralarda bulunan yabani ağaçlardan karşılarlardı. Bu meyvalar Ekim-Kasım döneminde olgunlaşırlardı. Herkes kendi tarlasındaki ağaçları korur, meyvalarını getirip samanlıkta depolar, sonbahar ve kışın yerlerdi. Saman üzerine konan bu meyvalar hem daha çabuk olgunlaşırlar, hem de çörüşmezler (tazeliklerini korurlar). Çayören'in çevresindeki diğer Alevi ve Kürt köyleri de aynı durumda idi. Bu nedenle, özellikle dağlardaki yabani meyvelerin toplanması ( köylüler toplamak yerine "etmek" derler; 'alma etmek, " armut etmek') yüzünden hem Çayören köylülerinin kendi aralarında, hem de başka köyülerle bazen sert tartışmalar, hatta kavgalar olurdu. 1960 yılında köye Sivas Yıldızeli Köy Eğitim Enstitüsü mezunu bir öğretmen geldi, okulun hemen yanındaki bir köylüye ait yoncalıkta bulunan yabani armut (ahlat) ağacına "aşı" yaptı. Bu ağacın 4-5 yıl sonra meyva vermesiyle birlikte köylüler bir yandan tarlalarında bulunan yabani elma ve ahlat'ları aşıladılar, bir yandan da yonca, fiğ, 'boy'(çemen otu) ektikleri yerlere Tokat'tan, Amasya'dan, Malatya'dan getirdikleri elma, armut, kayısı, ceviz ağaçları diktiler. Aynı dönemde arıcılık hızla gelişti. 1970'lerin başlarında 5 ton elma, 2 ton bal üreten evler oldu. Bugün, -köyün üretken nüfusu büyük kentlerde olduğundan- elma, armut, kayısı ağaçları kesilerek odun olarak kullanıldı, ceviz yetiştirme ve arıcılık sürdürülüyor. Ot Derimi Mayıs ayının ortalarından Haziran'ın sonuna kadar devam eden süredir. Bu sürede yoncalar, çayırlar, tumlar (tarla sınırları)daki otlar orak ve tırpanla biçilir, dağlardan "kes" denilen dikenli bitkiler orakla biçilerek getirilir. Biçilen otlar 'pırnat' halinde kurumaya bırakılır. Biçilen yoncalar 'bağ', çayır otları 'burma' yapılır.'Bağ', biçen kişinin elinin büyüklüğüne göre değişmekle birlikte 3-4 yonca destesi üst üste konularaka yine yoncadan yapılan bir bağ ile bağanır.Yonca bağı, modern tarım araçlarıyla yapılan saman balyasına benzetilebilir. 'Burma', çayır otları tırpanla vurulur (biçilir),birkaç gün kurumaya bırakılır, sonra alt-üst edilir yin 3-4 gün kurumaya bırakılır. Kuruyan otlar 4-5 noktada yığılır ve her yığın iki kişi tarafından bükülerek burma haline getirilir. Bunlardan ayakta olanı küçük bir deste ot alır, tam ortasından ikiye katlar ve ortasından 30-40 cm uzunluğunda bir sopa geçirir ve eğilerek bunu ot yığının dibinde oturan kişiye uzatır, oturan kişi yığındaki otu sopaya dolanmış ota -bükerek- ekleme yapar ve bunu 'vida yönünde' sürekli yapar, ayaktaki ise, iki ucundan iki eliyle tuttuğu sopayı ot yığınından ot ekleyen kişinin tersi yönünde bükererek ve vücudunu sağa sola hafiften yaylandırarak çok yavaş bir şekilde arka arkaya gider ve işaretli yerde durur. İşaretli yer, yapılacak burmanın büyüklüğünü belrler. Bu noktada ayaktaki kişi sopayı burmanın ucundan çıkarır, elindeki ucu, yığında sürekli bükerek ot ilave eden kişin elindeki uç ile birleştirir; ot, zıt yönde bükülen bir ip gibi, hemen dolanır; bunun adı burmadır. Çayırları büyük olan evler (aileler) yılda 500-1000 burma bükebilirler. Çok burma üretimi zenginlik işaretidir. Ot bükmek hem ağır, hem de sürekli aynı hareketler yinelendiğinden,can sıkıcı, bezdirici bir iştir. Ancak, hemen bitişik çayırlarda ot bükenler veya tırpancılar ile şakalaşmalar,İstanbul veya asker anılarının abartılarak anlatılması, ya da civardaki tarlalarda çalışan genç erkek ve kızların yüksek seslerle söyledikleri türküler, ıslık sesleri,çevredeki çoban çocukların yüksek seslerle konuşmaları veya birbirleriyle şakalaşmaları,köpek havlamaları, eşek anırtıları, at kişnemeleri, vb öğelerden oluşan ortamda günün akışı fark edilmez bile ve bu doğal ortam çocukların belleklerinde yerel kültürün hiçbir zaman silinmeyecek izleri olarak kalır. Yaz Çayören'de yaz 15 Haziran-15 Eylül arasındaki süredir. Çayören'de kış çok soğuk, yaz da o kadar sıcak geçer. Yazın özellikle öğlenleri çok sıcak olur. Gölgeler üç ayak olduğu zaman, yani saat 13.00 civarı, platonun her yanına sessizlik hakim olur. Günışıması (şafak)ile birlikte bozkırın her yerinden yükselen değişik canlılara ait sesler bu zamanda kaybolur. Çünkü, güneşin dayanılmaz sıcağıyla ağırlaşmış gök altındaki platonun her yanı sıcaktan kavrulur, her canlı bulabildiği bir ağaç veya bir kayanın veya gol denilen küçük dar vadilerin güneşi engelleyen kuytularına girer. Koyun çobanları sürüleri köye yakın koruluklara ya da ekilmemiş tarlalardaki ağaçların altına getirirler. Kendileri yemekleirni yedikten sonra uykuya çekilirler, o sürede berciler koyunları-keçileir sağarlar. Düğenci çocuklar öküzleri düğenden salar (düğeni çözer) 'kos gölü'ne giderler, orada Ulu Dere'de çimerler. Ekin tarlalarındaki honcular dermeyi bırakırlar, gölgelerde dinlenmeye çekilirler, bazıları uyur. Başka bir söylemle gökten lav lav ateşlerin indiği yaz öğlenlerinde bozkırda çığlıklar diner; güneş ve sessizlik buluşur. Gölgelerin salınması, yani 6 ayak olması, ile birlikte, bozkırın her yanı yeniden canlanır; koyun sürüleri yeniden yaylıma çıkar, honcular honlarına yeniden girerler, türküler, çocuk ağlamaları, çan sesleri, köpek havlamaları, eşek anırmaları, at kişnemeleri yeniden birbirine karışır. Gölgelerdeki, korulardaki, kuytulardaki börtü böcek, kurdu kuşu kendilerine özgü sesleri ile yeniden fonda belirirler. Akşamla birlikte, Ağustos öğlenlerinin mavi-kızıl göğünün altında çocuğu-erişkini, kadını- erkeği, börtü-böceği, kurdu- kuşu velhasıl bütün canlılarıyla dolu düzlükleri – tepeleri –vadileri ile birlikte plato kendini soluksuz geceye bırakır. Yaylaya Çıkma Ot deriminden hemen sonra ya Gatırlı'nın düzüne ya da Eyerli'nin eteklerindeki Kızılpuar ( kızılpınar) ve Beşpuar(beşpınar) meralarına çıkılır.Her ev önceden gider taş, çamur, keven, çalı-çırpı kullanarak tek gözlü sıvasız, badanasız, duvarlarında pencere yerine küçük delikler, giriş yerinde kapı yerine büyücek bir çalı olan bir barınma yeri yaparlar,buna "ağıl" denir. Her yıl yaylaya çıkmaya yakın günlerde gidilip ağıllar onarılır. Yaylaya çıkmada asıl amaç ekonomik faydadır. Yalaya evin yaşlı kadını (keyveni)ve çocuklar konur. Tarlalarda çalışacak asıl iş gücü köydedir. Yalaya çıkanlar beraberlerinde koyun, kuzu ve ineklerini de götürürler ama çift veya düğen sürecek öküzler ile yük taşıyacak eşek, at veya katırlar köyde bıraklır. Böylece, sütünden yayarlanılacak hayavanlar dağlardaki otlara ve sulara ( buna yaylım denir) daha yakın olurlar; köyden oralara ulaşmak için en az 2-3 saatlik yol katetmek zorundadırlar, oysa yayladan 15-20 dakika sonra yaylıma ulaşırlar. Sonuçta, yaylada kışın tüketilecek tereyağı, peynir,ayrandan yapılan çökelek ve tarhana daha çok üretilir. Yayla aynı zamanda, köyde çalışanlara çocuklar ile her gün yolladığı yoğurt, kaymak, süt, ayran ile besin desteği verir. Yayladaki çocuklar gün doğarken ebelerinin (babalarının anneleri) kalaylı bakır barkaçlara veya arvencinlere doldurdukları ayran, yoğurt, çökelek, peyniri veya bohçlara sardıkları kuru kaymakları koyun yünü veya keçi kılından yapılmış heybelere, torbalara koyarak 'semer' vurulmuş eşeklere yüklerler ve eşeklerin sırtlarına binerek gruplar halinde yola çıkarlar, büyük bir neşe, coşkunluk içinde ve çoğu kez hep birlikte türkülerin söylendiği 2-3 saatlik bir yolculuktan sonra köye ulaşırlar. Akşama doğru ise köyden aynı heybelere, torbalara konulan bulgur,tuz, şeker, bostan( pirpirim, yeşil pancar, taze soğan, hıyar) gibi yiecekleri ağıla götürürler. Bu döngü 3 ay, Eylül'ün ortalarına kadar sürer. Yayla kültürü aslında göçbe yaşamın gereklerindendir. Çayören Köyü'ne nasıl intikal ettiği bilinmiyor. Köydeki bazı yaşlıların verdikleri bilgilerden yaylaya çıkmanın en çok yüzyılllık bir geçmişi vardır, ondan öncesi bilinmiyor. Bugün aynı dili konuşan ve aşağı-yukarı aynı kültürü yaşayan Toroslar'daki Türkmenler (Yörükler) ezelden beri yaylaya çıkmaktadırlar. Yörükler etnik olarak Türk-Moğol kabul edilmektedirler. Moğollar kışları görece ılman vadilerde yazları ise dağların yükseklerinde geçirirlerdi. Örneğin, Çinli Taoist rahip Çang-Çun'un bildiridiğen göre, Cengiz Han ile 1222 yılında Ceyhun nehri yakınlarındaki ordugahında bir görüşme yapmış ancak Cengiz görüşmenin devamını Kasım ayına ertelemiştir. Çünkü, "görüşmeden sonra Cengiz Han, yaz sıcaklarının başlaması üzerine 'karlı dağlara' doğru ilerlemeğe başlamıştı."[39] Kasım'da havalar soğuyunca yeniden ılıman bölgelere gelecektir. Çayörenlilerin Haziran'da yaylaya çıkıp Eylül'de köye dönmelerine çok benziyor. Kısacası, Çayören'deki yayla kültürü Orta-Asya'daki Türk-Moğol göçebe yaşamının ekonomik-kültürel bir kalıntısı olabilir.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 11 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
27.10.2008, 00:15 | #9 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2175
|
--->: DİVRİĞİ-Çayören
Çaşur Kırımı
Ot deriminden sonra, ekin derimden hemen önceki devrede yapılır, bu dönem 15 Temmuz-15 Ağustos arasıdır. "Çaşur (Ferula communis)" genelde yüksek platolarda ve dağların doruklarında yetişen çok yıllıklı, iğne yapraklı bir bitkidir. Çaşur bitkisinin yetiştiği ve ailelere ait olan yerlere "çaşurluk" denilir. Her ailenin bir çaşurluğu vardır, orada o aileden başkası çaşur kırmı yapamaz, gerçi çaşurlukların tapusu yoktur ve "mera" olarak kabul edilen yerlerdir ama, yazılı olmayan bir anayasa gibi herkes bu kurala uymak zorundadır. Orakla biçilir, zehirlidir, suyu göze kaçarsa kör edebilir, uçucu yağları çok ihtiva ettiğinden kırımı yapılırken burun ve ağız kapatılmadan biçilirse ölüme neden olabilir. Çaşur kıran, sol eliyle çaşuru kökünden eğerek kolay kesilecek pozisyona getirir, sağ elindeki orakla köküne vurarak keser, kestiği çaşurları -sapları önüne gelecek şekilde- koltuk altında biriktirir. Belli bir kalınlığa gelince onu dağın yamacında bir yere bırakır, üzerine bir kaç küçük taş kor ki, rüzgar dağıtmasın, buna " telek" denir. Çaşur kıranlar genelde çaşurlukta, ya da yayladaki ağıllarda yatarlar, çaşur kırımı 10-15 gün sürebilir. 15-20 gün kurumaya bırakılır, sonra eşek, at ve katırlarla köye taşınır, damlara- tıpkı sonbaharda alınacak kevenler gibi- yığılır. Kışın aynen keven gibi akşamdan dereye ıslatılır, ertesi sabah derhe (burunlu satır) ile yarlık (sert ağaçtan yapılmış kütük) üstünde doğranarak küçükbaş hayvanların, özllekle koyunların yemlerine katılır. Çok besleyici bir bitkidir.Çaşur kırımı çok zor ve deneyim gerektiren bir iştir. Ekin Derimi Olgunlaşma aşamasına henüz gelmemiş yeşil buğday başakları. Olgunlaşma aşamasına henüz gelmemiş yeşil buğday başakları. Ot deriminde sonra 'dere yıkanır' yani köylüler banyo yaparlar, kirli elbiselerini, çamaşırlarını, yataklarını derelerin (yukarıda köyün derelerinden söz edildi) kıyısına kurdukları kazanlarda su ısıtarak yıkarlar; ekin derimine hazırlık yaparlar, çünkü ekin derimi 1.5-2 ay sürebilir, bu dönmemde genelde erişkinlerin, hatta büyük çocukların büyük çoğunluğu tarlalarda yatarlar. Ekin derimi; Arpa derimi ile başlar, aslında Arpa derilmez, elle kökünden yolunur. Arpa yolumu Temmuzun 15'nden sonra başlar, 10-15 gün sürer. Arpa, hayvan yemi olarak kullanıldığı için az ekim yapılır; susuz ve buğday verimi düşük tarlalara ekilir. Buğday derimi her yıl Ağustos ayının 15'nden sonra başlar, tüm tarlalar orakla derilir, tırpan kulllanılmaz, 1.5-2 ay sürer. Ağustos’un ortalarında “ekine girilir”, yani buğday orakla derilmeye başlanır. Ekinler genelde 15-50 yaş arasındaki erişkinler (genç evli kadınlar, gelinlik çağına gelmiş genç bekar kızlar, evli veya bekar erkekler) tarafından derilir. Önce köyden uzak tarlalar, sonra köye yakın tarlalar ve en sora da köyün hemen yakınındaki tarlalar derilir. Ekin tarlasının derildiği yerine hon, ekin derenlere de honcu denir. Honcular sabahleyin erkenden, henüz güneş doğmadan “hon”a girerler, yani ekin dermeye başlarlar. Güneş doğup biraz yükselince, yani hon’a girdikten 1-2 saat sonra kahvaltı yaparlar. Kahvaltıda akşamdan kalan yoğurt veya ayrana yine önceki günlerden kalan kuru ekmekler, varsa dünkü "aş"ı (bulgur pilavını) katarak yerler. Bunun içine, çok nadir olarak bostanlardan getirilen domates (köydeki bostanlarda Eylül ayının ortalarında çıkar, Ağustos ‘da Malatya’nın Arapkir ilçesinden getirilerek köyde buğday, arpa, fiğ vb ile değiştirilir), hıyar (köydeki bostanlarda Temmuz ayının ortalarında çıkar), doğarlar. Taze soğan mutlaka vardır. Çünkü, soğan köyde herkes tarafından çok ekilir, Haziran ayından itibaren yenilmeye başlanır. Köyün yazın yedikleri her yemekte baş köşededir. Bazı zengin evlerin kuru kaymakları, tuzsuz taze tereyağları, haşlanmış yumurtaları da olur. Kahvaltı yaptıktan sonra, eğer önceki hon bitmiş ise yeni bir hon alınır, önceki hon bitmemiş ise kalındığı yerden devam edilir. Ekin,sol elle bir demet halinde dibe yakın yerden tutulur, sağ elle en dipten orak kendine doğru hızla çekilerek biçilir. Bu destelerden 4-5 tanesi üstü üste -kökleri ve başaklar aynı tarafta olacak şeklide- konarak “bağlık“ ile bağlanır, buna “bağ” denir. Bağlık, tarlanın en uzun buğdaylarından büyük bir demet yapılarak bir gün önceden bir derede suya gömülür (bağlık ıslatma), ertesi günü 10-15 ekin (sap) bir ele bir o kadarda öbür ele alınarak urgan kalınlığında özel bir ip yapılır, bu ipe “bağlık” denilir; iki elde yaklaşık eşit sayıdaki buğdaylar başakları birbirlerine -yüzyıllardan beri uygulanan yöntem ile - özel bir şekilde çaprazvari dolanarak bağlanır, bu işleme “bağlık çalma” denir. Honcu, ekin demetini dermeden önce- yere bir ‘bağlık’ açar (bağlık serer). O bağlığın içini derdiği ekin ile doldurup, bağlığın bir ucunu bir eline, diğerini öbür eline alır, dizi ile üstten ekin demetinin üzerine bastırarak iki ucu – harmanda kolay çözülecek- özel bir düğüm ile bağlar. Eğer, en baştan bütün bağlıkları tarlaya sererse bağlıklar kurur ve ekini bağlarken kopar. Gölgeler 3 ayak olduğunda, yani saat 13.00’e yaklaştığında (1960’lı yıllardan önce köyde kimsede saat yoktu) kuşluk vaktidir. Ekşi (eşki) ayran, kuru ekmek gibi önceden kalan ne varsa bir gölgede ve daha çok pınar başında yenir (köyde pınar olmayan, kaynak suyu çıkmayan mevki yok gibidir). Ekin derimine hazır olan buğday başakları. Ekin derimine hazır olan buğday başakları. Gölgeler sallanmaya (uzamaya) başladığında, saat 13.00-14.00 arası, öğlen zamanıdır. Köyden mutlaka aş (tereyağlı, etsiz bulgur pilavı), ayran, taze soğan, yufka ekmeği gelir, buna “öylenlik” denir. Öylenliği ya tarladan ekinleri hayvanlarla taşıyan sapçılar ya da evin 8-9 yaşındaki çocukları getirir. Aş, ya büyük kalaylı taslarla, ya da kalabalık honcuların olduğu evlerde barkaçlara konarak getirilir. Aşın içinde çoğu zaman tereyağının dışında başka bir şey konulmaz, bazan fasulye veya mercimek konur; bunlara leyvazlı aş ve mercimekli aş denir. Bazan aşın yanında yahnı (taze fasulye, patates, soğan, nadir olarak taze kabak konarak yapılan sulu yemek) da getirilir. Öğlen yemeği, yine bir pınar başında, bu kez komşu tarlalarda çalışanlar da davet edilerek yenilir. Kadın-erkek en az 10-15 kişi yerde kimsi oturarak, erkekler genelde yan yatarak ağaç kaşıklarla veya yufka ekmeklerini doğrudan yemek kabına daldırarak yerler. (Heredot, İskit soyundan olduklarını ileri sürdüğü Massagetlerin yatarak yemek yediklerini kaydetmiştir36. (Heredot Tarihi, s:113, dipnot.) Köydeki düğün, püsürük, ölüm, kurban, Abdal Musa gibi toplumsal yemeklerde kadınlar erkeklerle aynı sofrada yemek yemedikleri halde tarlalarda birlikte yerler. Yemek yemeye köyde “ekmek yemek” denir. Örneğin, bir honcu kendi yoldaşı honcu’ya ya da komşu tarladaki honcu’ya “haydı artuh (artık) ekmeğimizi yeyek (yiyelim) der. Sonra yine hona dönülür, karanlık çökene kadar (garouh garışana kadar) ekin dermeye devam edilir. Kimsi, ay ışığı olduğu zaman da ekin dermeye devam eder. Akşam yemeği (akşamlık) genelde öğlende kalanlar oluşturur. Akşamlıktan hemen sonra yatıp uyunur, aslında buna uyumak denemez, güneşin altında gün boyu en ağır iş yapana insanların geçici bir süre ölümü denilebilir belki.Honcular -çoğu kez-uzak tarlalarda ekin derdikleri tarlalarda açıkta yatarlar; yataklar koyun yününden köyde yapılmış döşek, yorgan ve yastıktan oluşur. Köyde pamuktan yapılmış yatak kullanılmaz. Ekin deren kadınların üzerinde günlük giysileri vardır. Çayören'de köpekler ya 'saf kan' Kangal, ya da Kangal kırmasıdır Çayören'de köpekler ya 'saf kan' Kangal, ya da Kangal kırmasıdır Ekin dermek, hem fiziksel güç gerektirdiği için, hem de kavurucu sıcak altında toz-toprak içinde yapıldığından ağır bir iştir. Hele tek başına derenler bir de yalnızlık duygusu altında ezilirler, güneşin batmasını dört gözle beklerler ki köye dönsünler. Yanında yoldaşı olanlar için gün daha iyi geçer. Honcular durmaksızın ekin dererken bir yandan da türküler söylerler, çoğu kez birden fazla honcu birlikte türkü söylerler.Ekin tarlalarında hem kadınlar, hem de erkekler tarafından türkler söylenir, özellikle yeni sevdalananlar veya gizli sevda çekenler çok içli türküler söylerler. Genelde “Çamşıhı“ ( Divriği’ye bağlı bir grup köyün oluşturduğu bölge) ve “Argoon (Malatya’nın Arguvan ilçesi) ağzı” olarak bilinen türküler söylenir. Hepsi de gurbet, genç ölümü, terk edilme, ihanet, yoksulluk üzerine olan türkülerdir. Bu türkülere Ağustos böceklerinin(cızgı) koro halinde çıkardıkları ses, kekliklerin sesleri, kuzu güden çocuk çobanların bağırtıları, yeni doğım yapmış anaların beşiklerle yanlarına getirdikleri çağalarının (bebeklerinin) ağlamaları karışır. Geceleri ise, koyun sürülerinden gelen çan (cıngırık) sesleri, çoban köpeklerinin karanlıkları yırtan güven veren kaba ve kesik kesik havlamaları,çobanların türkü ya da ıslık sesleri ( köyün çobanları kaval çalmayı bilmiyorlardı) köyden uzak, karanlık yüksek platolarda yatan honcuların korkusunu dağıtır, onlara yalnız olmadıkları duygusunu verirdi. Harman Zamanı Ağustos'un son haftası başlayıp tarlalarda derilen ekinlerin 'dügen'(düğen) ile ezilmesinin bittiği zamana kadar olan süredir. Yani, Çayören'de 'ekin zamanı' aynı zamanda 'harman zamanı'dır. Düven (Düğen) Düven (Düğen) Ekinlerin düğen ile ezilmesine 'dügen sürme' denir. Düğen sürülen yere de 'harman' denir.Her evin, hemen çevresinde kendisine ait olan ve yaklaşık bir dönüm büyüklüğünde bir harman yeri vardır. Her yıl, harman zamanı geldiğinde harman yeri su bağlanarak [(bir su kanalıyla (hark)ile su getirilerek)]çamur oluncaya kadar sulanır.Suyun toprak tarafından emilmesi için ertesi güne kadar beklenir, sonra daire şeklinde olacak şekilde kıyıları toprakla yükseltilir ve üzerine saman serpilerek 'log' denilen yekpare taş silindir ile -yer taş gibi sert oluncaya kadar- loğlanır. Loğlama 1-2 gün sürebilir. Buna 'harman çalma' denir. Tarlalarda ekinler orak ile biçildikten sonra 'bağ' haline getirilirler. Bu bağlar, sırtlarına ağaçtan yapılmış "cağ" denilen aletlerle donatılmış palanların vurulduğu at, eşek veya katırlarla taşınarak harmanın kıyısında bir yere yığılır. Bu ekin yığınınına 'yığın' denilir. Ekin bağlarının bağları bir orak ile kesilerek tarlada büyükcek bir deste haline getirilmiş ekinler harmanan saçılır. Harmanın büyüklüğüne ve evin öküz sayısına göre saçılan bağ sayısı az ya da çok olabilir. Üst üste saçılan bağların yüksekliği genelde 1-1.5 metre kadar olur. Harmana öküzler ve öküzlere koşulacak dügenler getirlir. Her düğene 2 öküz koşulur (çift sürümünde ve harmanda hep öküzler kullanılır, atlar kullanılmaz; atlar yük taşımacılığında kullanılır.)Öküzlerin ağzı ya bez torbalar ya da çemberden yapılmış maskeler takılır ki harmandaki buğdayı yemesinler, çok yedikleri zaman hemen ölürler. Düğencinin oturması için düğenin üstüne bir minder (palaz) veya bir iskemle (köyde ustalar tarafından yapılan özel bir tabure) konur.Düğenci elindeki 4-5 metre uzunluğunda , genelde iğde ağacından yapılmış ve "masta" denilen bir sırık ile öküzleri haylar, yani öküzleri yürütür. orak,yaba ve ergimatlar orak,yaba ve ergimatlar Öküzlerin hareketi daire şeklindeki harmanın merkezinden çevresine, çevreden de merkeze doğrudur. Başka bir söylemle, düğenci öküzlerin düğeni dairesel yörüngeler çizerek hareket ettirmelerini sağlar. Düğen sürme işini daha çok yaşlı erkek veya kadınlar ile kız veya erkek çocukları yaparlar. Çünkü, harman zamanı aynı zamanda ekin zamanıdır, erişkin erkekler ve kadınlar ekin tarlalarında orakla ekin biçerler. Öğlen saatinde, yani bir insanın gölgesi kendi ayağı ile ölçüldüğünde 3 ayak ise, 'düğen sürme' işine ara verilir, öküzler düğenden salınır, 'Kos Gölü'ne suvarmak ( su içirmek) için götürlürler, 1-2 saat oradaki çayırlarda söğüt veya kavak ağaçlarının altında dinlenirler. Bu sırada düğenci erkek çocuklar Kos Gölü'ndeki deredeki (Ulu dere) bir cortlanın (doğal küçük bir göletin )ağzını taşlarla örerek, taşların arasındaki boşlukları da söğüt, kavak dalları, keven, kuru otlar, kum gibi malzeme ile doldurarak göleti derinleştiriler ve orada anadan üryan(çırılçıplak)çimerler (yıkanırlar), deredeki kızgın çay taşlarına uzanarak güneşlenirler, su içinde oyunlar oynarlar, birbirlerine yerenlik ederler (şakalaşırlar). Arada bir kendi gölgeleirni ayakları ile ölçerler, 5-6 ayak geldiğinde söğütleirn gölgesinde yatan öküzleri getirip yeniden düğene koşarlar, gölgeler harmanı kaplayan kadar, yani gün batımına yakın zamana kadar, sürmeye devam ederler. Sonra öküzleri salıp bu kez "çay" olarak çayırlıklara götürüler. Orada birbirleiyle oyunlar oynarken, öküzler yayılır. Bu döngü yaklaşık 1.5-2 ay sürer. Harmana saçılan sap (ekin bağları) 2-3 gün sonra tamamen ezilmiş olur, saman ile buğday karışım halindedir, birbirlerinden ayrılmaları gerekir. 'Hal' denilen ve kışın toprak damlardan kar kürümekte kullanılan ağaçtan yapılma alet başta olmak üzere yine dayanıklı ağaçlardan yapılma 'yaba', 'ergimat', kürekler kullanılarak harmanın ortasına tepe şeklinde yığılır, buna 'çec' denir. Harman makinesi denilen ve çark kısmı hariç her tarafı tahtadan yapılmış ve kas gücüyle çalışan bir alet kullanılarak saman ile buğday ayrılır.Bu işleme 'makineye verme'denir. Harman makinesi Divriği'ye özgü ve Divriği'nin bütün köylerinde kullanılan bir alettir.Harman Makinesi'ni çeviren kişiye 'makanacı' (makineci) denilir. Bir 'çec'in harman makinesinde işlenebilmesi için en az 4 kişi gerekir.Makineye verme işlemi aşırı sıcak günlerde yapıldığı ve çok toz ürettiği için çalışanlar için çok zor ve sıkıntı vereici bir iştir. Bu iş, çok sıcaktan dolayı genelde gün batımına yakın, ay ışığı olduğu günlerde gece yapılır. Sonbahar Çayören'de ceviz üretimi yapılmaktadır. Çayören'de ceviz üretimi yapılmaktadır. Eylül; buğday yıkama, sok(g)ku döğme, tarhana yapımı. Ekim; tarla sürümü (Herk) ve aktarma yapılır, buğday ekilir. Eylül - Ekim'de koçlar sürüden ayrılır ve ayrı otlatılır (yayılırlar). Kasım ayında; koç katımı, koçlar sürüye salınarak koyunların içine bırakılır. Koçun koyun ile çiftleşmesine "aşma" denilir. Sonbahar ve kış günlerinde yenilecek yabani elma ve armutlar toplanır. Evlerde sepetlere veya samanlıklarda samanının üzerine dökülerek saklanır. Keven alımı Bir keven türü.Çayören'de buna 'kuzu keveni'denir. Bir keven türü.Çayören'de buna 'kuzu keveni'denir. Keven adı verilen kazık köklü ve 'çok yıllıklı' bitki hemen her yerde yetişmekle birlikte, en çok dağların eteklerinde "arus" denilen tarım üretimi yapılmayan yerlerde yetişir.Keven kökü 2-3 metre uzunluğunda, 3-5 cm çapında yumuşak ama çok sağlam bir köktür. Kevenin etrafı 10-15 cm kadar kazılır, köküne sağlam bir uzun sırık (meşe, alıç, ahlat gibi dayanıklı ağaçlardan yapılmış levye denilebilir) dolanır ve sopanın ucuna -bazan iki kişi birden- asılarak topraktan çıkarılır. İyi çalışan bir kişi, sabahtan gün batımına kadar 2-3 yük (1 yük bir at'ın yada katır'ın götüreceği ağırlık demektir) keven alabilir. Keven çıkarma işlemi sona erince, alınan (topraktan sökülen) kevenler üst üste yığılır, altan ateş verilir, dikenleri yanar (ütülür), ateş söndürülür, geri kalan iskelet hayvanlara "mendek" yapılarak ( özel bir yükleme biçimi) taşınır, damlara yığılır. Kışın -ahırdaki büyük baş hayvan sayısına göre- bir demet dereye götürülerek akşamdan ıslatılır, sabahleyin erkenden gidip -bazan buzlar kırılarak- dereye ıslatılan keven getirilir, doğranır, samana katılarak büyük baş hayvanlara verilir. Hem nişasta deposu olması, hem de kitre zamkı içermesi bakımından karbohidrat ve protein yönünden besinsel değeri çok yüksektir. Keven yiyen hayvan çok gürbüz ve tüyleri parlak olur. Tarhana yapmak Yarma (sokguda döğülen buğday) ve eşgi(ekşi) ayran kullanılarak yapılır. Günlük olarak üretilen yoğurtlar bir ağaç veya teneke tuluga (tuluk) konur, yayılır, üstteki yağ (tereyağı) alındıktan sonra günlük tüketilecek ayran ayrı bir kaba konulur, geri kalan ayran büyük bir kalaylı kazana ( kazanın hacmi 4-5 gaz teneksi su alabilir) konur, ağzı örtülür. Her gün elde edilen ayran bu kazana ilave edilir, kazan dolunca tarhana yapımına başlanır. Ayranın toplama süresi 1-2 hafta olabilir, bu sürede toplanan ayran ekşir. Bu, istenilen bir durumdur. Ekşiyen ayran, genelde harmanlarda kurulan ocaklıklarda kaynatılır, içine yeteri kadar 'yarma' salınır (konulur)ve tıgıç denilen tahtadan yapılmış küçük bir kürek ile sürekli karıştırılır. İyice kaynayıp, istenilen kıvama gelince indirilir, ertesi güne kadar soğuması ve özümsenmesi için beklenir. Bir dam ya da harmana buğday sapları ya da temiz bezler serilir, iki el arasında küçük 'disk' biçiminde (yayvan çay tabaklarına benzetilebilir) şekiller verilerek beze dizilir. Güneşte kuruması için 3-4 gün beklenir. Kuruduktan sonra bezden dikilmiş çuvallara doldurularak kilerlere konur. Kışın -özellikle sabahları- çorbası yapılır. Ocakta kaynayan tarhana çorbasına bir tavada tereyağında haşlanmış kavurma, soğan, anu(g)h (kekik), acı toz biber ilave edilir ve içilir. Bulgur Kaynatmak Derilen ekinler harmanda dügen ile sürülür, buğday ve saman ayrılır. Buğday Araplı ya da Uludere'ye götürlerek yıkanır ( yıka çullar içinde yapılır). Yınanana buğdaylardan 1 yıllık ihtiyaca göre ölçülen miktar Kurban aşlarının pişirildiği büyük kazanlarda suda kaynatılır, buna hedik kaynatma denir. Kaynamış buğdaylar (hedik) damlar üstüne serilmiş temiz çullar veya büyük bezler üzerine serilir, 3-4 gün güneşte kurumaya bırakılır; Buna sergi denilir. Sergileri serçelerin, saksağanların ve kara kargaların yemesini önlemek için ya küçük çocuklar ya da hiçbir işte çalışamayacak kadar ihtiyar olanlar bekleler. Kuryan hedik daha sonar sokguda dövülür, bulgur taşaşrında çekilerek bulgur hailen getiliri. Sokgu Döğmek Sokgu, büyük yuvarlak yekpare taştan oyulmuş, içine 2-3 gaz tenekesi buğday alabilen (her teneke yaklaşık 12 Kg buğday alır)bir araçtır. Derelerde yıkanıp güneşte kurtulmuş çiğ ya da suda kaynatılmış buğdaylar sokguda dögülür(döğülür). Sogkuya döğülecek buğday dolduruklduktan sonra hafifçe ıslatılarak "kopuç"larla döğülmeye başlanır. Kopuç, dayanıklı bir ağaçtan yapılan baş ve saptan meydana gelmiş el yapmı bir alettir, toplam ağırlığı yaklaşık 5-6 Kg vardır. Kopuç'un sapı iki elle ile sıkıca tutulur, sağ omuz hizasından yaklaşık 45 derecelik bir açı ile başın oldukça yukarısına kaldırılır ve hızla sokgudaki buğdayın üzrine inidirilir.Sokgu tek kişi tarafından dövüldüğü gibi, iki veya dört kişi tarafından da dövülebilir. Kişiler tek ya da ikişer olsun karşılıklı olarak sokgunun başında ellerinde kopuçlarla yer alırlar; biri kopuçu indirdiğinde diğeri kaldırmış olur, dörtlüde ise ikişerli olarak kopuçlar kaldırılıp indirilir. Böylece, buğday kapuğundan (kepekten) sıyırlmış olur. Sokgunun bir seansı 2-3 saat sürebilir.Sokgu dögmek çok ağır bir iştir, herkes sokgu dögemez; güçlü kuvvetli genç kızlar, gelinler ve genç erkekler sokgu dövebilirler. Dövülen buğdaylar tekrar güneşe serilerek kurutulur ve kilerdeki çuvallara konur. Eğer dövülen çiğ buğday ise "yarma" olarak kullanılır, kaynatılmış buğday ise Kışın uygun biir zamanda köyün genç kzıları toplanrak ( buna ırgat alma denir, köyde ırgatın anlamı 'hatır için gelip çalışan işçi'dir, ücret talep edilmez) bulgur taşlarında bulgur yaparlar. Un Öğütmek ve Pagaç Pişirmek Buğdaydan un yapmaya 'un ügütme' denir. 15-20 yıl öncesine kadar buğdaylar su değirmenlerinde ügütülürdü (öğütülürdü).Her köyün Ulu Dere'nin kıyısında bir su değirmeni vardır. Köy uzakta olsa da, değirmen Uludere'nin hemen kıyısındadır, çünkü değirmen taşını döndürecek su bentlerle yükseltilerek büyük harklarla (kanallarla) Uludere'den götürlür. Su değirmenleri genelde her köyde aynı sülalenin tekelindedir. Buğday öğütecekler bu isteklerini değirmenciye bildirirler, eğer başkaları da aynı zamanda buğday öğütmek isterlerse değirmenci onları sıraya kor. Öğütülecek buğday evdeki nüfusu göre hesappaldığından, un öğütme işi evden eve değişir, ama genelde en kalabalık aileler için bile 3 günü geçmez. Yünden ya da kıldan örülmüş büyük çuvallara konulmuş buğdaylar (bunlara 'seklem' denir) eşek, katır ve atlara yüklenerek değirmene taşınır. Değirmenci, buğdayını öğüttüğü evin unundan "pağaç" denilen kurabiyeler yapar. Un genelde dar güzün ya da Aralık ayında (karakış) yapılır, havalar soğuduğundan değirmende sürekli ateş yanar, odunu buğdayı öğütülen ev götürür. Ocağın iki yanındaki ocak taşları kızgındır, değirmenvi hazırladığı hamurdan küçük küçük parçalar alarak iki eliyle bir simit büyüklüğünde ekmekler hazırlayarak ocağın iki yanındaki kızgın taşlara yapıştırır, iyice kızarınca alır, yenilrini yapıştırır. Pagaçlar çok lezzetlidir, dostlara ahbaplara da ikram edilir. Değirmen taşına, döndüğü sürece ona dokunarak hep aynı ritmik sesi çıkaracak poziyonda parmak kalınğında 10-15 cm boyunda bir sopa bağlanır, buna "şagkıldak" denir. Değirmenci hangi işi yaparsa yapsın kulağı şakkıldağın değirmen taşına her dokunuşunda çıkardığı sestedir, ondaki bir ritim bozukluğu değirmenin arızalndığını gösterir. Değirmenci, hemen müdahale eder ve eğer arıza büyükse hemen değirmeni durdurur. Çayören Köyün'de şagkıldak ile ilgili bir hikaye ve ona bağlı bir ata sözü vardır ve bugün de çok yaygın olarak söylenmektedir. Hikaye şöyledir: Bir gün bir sel gelmiş değirmeni götürmüş, bu olay karşıında değirmenci aklını zayetmiş ve derenin kıyısında birşeler aramaya başlamış. Oradan geçen bir köylü ne aradığını sorunca o da, değirmenim suya gitti, şakkıldağını arıyorum demiş. Şimdi Çayören'de başından büyük bir olay geçen ancak olayın ciddiyetini kavrayamayn biri olursa, değirmeni gitmiş, şakgıldağını arıyı (arıyor) diyerek hem o adamla dalga geçerler, hem de olayın ciddiyetini kavrayamadığını vurgulamış olurlar. Kış Kışın damlardaki (çatı) karlar kürünür, evlerin alt katında yer alan ahırlardaki hayvanların üç öğün yemleri hazırlanır verilir, keklik avına gidilir. Akşamları yakın aileler birbirlerine akşam ziyaretlerine giderler, buna mahlaya gitme denir ve köyde çok yaygındır. Kış yarısı eğlencesi (gluglu) düzenlenir. Burç Kırma Çayören'de genlede kış süresi uzundur. Hayvalalr için stoklanan yemler azalır. Bu durmda kavak ve söğüt ağlalrının dalalrı budanarak besin sağlanır, bun a" burç" denir. Kesilen dalalrın kabuklalrı soyularak ve en uçtaki dalalrı satır ile doğaranarak büyük baş haybvvalrın samanlrına katlır. Keçiler doğrudankesiekn dalalrın üzeirne salınır, keçşieire ağalalrın kabukalrınıu soyar, ince dalalrın ı yer. Koyunar ise burç yemez, onallra yonca ve çayır otu verilie, ya da samanlrıan arpa ya da buğday katılır. Keklik Avı Keklik, Çayören'in kış zamanlarının hem önemli bir yiyeceği hemde avlanan kuşudur. Keklik, Çayören'in kış zamanlarının hem önemli bir yiyeceği hemde avlanan kuşudur. Keklik avına erkekler gider, av çok kar yağdığı günlerde ve yürüyerek yapılır, av tüfeği veya başka bir ateşli silah ya da tuzak kurma ile yapılmaz, yapanlar ayıplanır. Çayören köyüne kar çok yağar, bazı yıllar dağlarda 2 metreyi geçer. Köyün dört tarafı da yüksek dağlarla çevrilidir, kuzey yönünde derin ve geniş bir vadi vardır, bu vadide Fırat nehrine karışacak Ulu Dere akar. Köyün dağlarında keklik çok bulunur. Bir kural olmamakla birlikte, genelde keklik avına gidenlerin en genç olanları dağların yamaçlarına kadar giderek orada kardan bunalıp sürüngen ardıçların veya herhangi bir doğal engelin kardan koruduğu yerlerde, özellikle böyle yerlerdeki pınarların çevresindeki çimenlerde sürüler halinde yem bulmaya çalışan keklikleri uçurular ve dağın eteklerinde hazır bekleyen orta yaştaki avcılara gözle geliyi ha!, 'gözle geliyi ha! diyerek haber verirler. Keklikler yukarı doğru uçamazlar, hangi dağdan uçuşa geçerlerse geçsinler daima Ulu Dere'nin aktığı vadiye, yani köye doğru uçarlar. Kanatları da kardan ıslandığından kanat çırpamazlar ve bu nedenle uçuşları kısa mesafelidir. Kekliklerin kondukları yerdeki avcılar, onlara dinlenme fırsatı vermeden tutmaya çalışırlar, keklikler yeniden uçmaya başlayınca da yine gözle geliyi ha! veya dereye aşağı geliyi, dereye aşşagı geliyi ha! diye yüksek sesle ve koro halinde bağırarak köyün yanındaki tarlalarda bekleyen avcılara haber verirler. Yeniden uçuşa geçen keklikler -yorgun ve karın içine konduklarından kanatları daha da ıslandığından- bu kez daha kısa mesafe uçarlar ve kondutan sonra bir daha uçamazlar, sekmeye (yürümeye)başlarlar, buldukları herhangi bir daldaya (dulda: sota)gizlenirler. Avcılar, kekliklerin kar üstündeki ayak izlerini sürerek (takip ederek) onları saklandıkları yerde yakalarlar. Ava gidenlerin çoğu bir günde 1-2 keklik tutabilir, karın çok yağdığı ve kekliğin bol olduğu kış aylarında bazı avcıların günde 4-5, hatta 8-10 keklik tuttuğu olur. Avcı tututuğu kekliğin kanadını dişi ile yolar ve canlı canlı koynuna ( kazağının, gömleğinin en üst düğmelerini çözer kekliği boynundan elbisesinin içine iter)koyar. Tutulan kekliklerin etleriyle bulgur pilavı, küfde (içli bulgur köftesi)ve kömme, özellikle babıbgo yapılır.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 10 Kullanıcı seva'e Teşekkür Ediyor... |
06.01.2009, 21:20 | #10 |
Yeni Yiğido
hayalet_casus Şuan
Son Aktivite: 06.01.2009 21:23
Üyelik Tarihi: 04.10.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 5
Tecrübe Puanı: 0
|
Cevap: DİVRİĞİ-Çayören
.Bir Çayörenli Olarak Verdiğin Bilgilerden Dolayı Sana Çok Tesekür Ederim Çok İyi Anlatmışşın Kardeşim .
|
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 10 Kullanıcı hayalet_casus'e Teşekkür Ediyor... |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|