|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Dini Bilgiler (Ayetler, Hadisler, Dualar ve Muhtelif konular) |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
|
04.12.2008, 13:48 | #1 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2173
|
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK (1)
Mustafa Nevruz SINACI Atatürk’ün ülkemiz, devleti yönetenler, gençlik ve geleceğimiz üzerinde müessir bütün kişi, belirleyici unsur ve kurumlara vasiyet ve emaneti; “T.Cumhuriyetini muasır medeniyet seviyesine (ve dahi onunda üstüne) çıkartmaktır. Burada, ‘muasır medeniyet’ in batı uygarlığı olduğuna ilişkin (Atatürk’ün söylev, söz, demeç, emanet ve vasiyetlerinde) tek bir kelime bile yoktur. Ancak, batının bir medeniyet değil, sadece ‘uygarlık’ olduğuna ve batı uygarlığının kadim Türk medeniyetine düşman olduğuna dair binlerce söylemi vardır. Önce bunun bilinmesinde ve altının ‘özenle’ çizilmesinde fayda ve zaruret vardır. Tarihi, kadim ve müstakbel ‘Büyük Türk Medeniyeti’ nin ilham kaynağı batı değildir. 10 Kasım 1938’e kadar bilinen ve uygulanan hakikat budur. Diğer bir anlamda, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Kuramından da açıkça anlaşılacağı üzere; Türk medeniyeti bütünüyle kendine özgüdür. Başka bir deyişle “Nevi-i Şahsına Münhasırdır” Eşi, benzeri, örneği ve emsali yoktur. Zira, medeniyet: “Adalet ahlâkı, objektif hukuk, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve toplumsal barış, karşılıklı anlayış, sevgi-saygı, tolerans, birlikte yaşama, kalkınma-gelişme ve gelişmeyi tabana yaymadır.” Batı bu özelliklerden mahrumdur. Yani, sadece uygarlıktır. ATATÜRK’DEN SONRA YANLIŞ ALGILAMA Dönem itibarıyla, ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar yoğunlaşmış, içimizdeki hainler, dönmeler ve dış işbirlikçilerinin desteği ile, (Atatürk’ün vefatından sonra) “içinde Türk ve Müslüman bulunmayan bir Türkiye” heves ve ihtirası adeta hezeyan halini almıştır. Aslında bu amaçla düğmeye basılan tarih 1938’dir. Bu tarihten itibaren önce 19 Şubat 1932’ de Atatürk tarafından ‘Halk Fırkasının bir yan kuruluşu olarak’ (çok asil amaçlarla) teşkil edilen Halk Evleri ile 17 Nisan 1940’da İnönü hükümeti tarafından oluşturulan Köy Enstitüleri yoluyla Yunan-Grek-Lâtin kültürü ile Fransız orijinli (dejenere ve din karşıtı) seküler lâiklik empozasyonu 1950’ye kadar sürmüştür. Bu, çok yanlış bir algılama ve adeta ‘millet aleyhine’ kasti bir uygulamadır. Sonuçları çok ağır olmuştur. Bu anlamda klâsik halk partisi zihniyetinin lâiklik anlayışı apaçık dinsizliktir. Türk milletini dinsizleştirme, milli ve manevi değerlerinden arındırma projesi de AB ve ABD’ye aittir. ABD ile en kalıcı ve tavizkâr ilişkiler 1944-1950 arasında CHP tarafından tesis, ikame ve idame olunmuştur. CHP ve AB bu temel nedenle daimi AB yanlısıdırlar. Bu gün dahi CHP de AB karşıtı olmak ve bu istikamette görüşler ileri sürmek yasaktır. (Bak: 22.5.07/Basın) Öyle ki, Cumhuriyet tarihinin bu kayıp ve karanlık yıllarında, (özellikle 1944 yılı ve sonrası) adeta milli kültür, manevi değerler ve ahlâk kökünden kazınmaya, gelenekler yok edilmeye; Millet, tarihine yabancılaştırılmaya ‘milli gurur, onur, erdem, öz değer ve övünç kaynaklarından, dilinden ve dininden’ sistematik bir husumet ve kasıtla (ajitasyonla) koparılmaya-uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte özellikle örselenen ve yıpratılan dindir. OYSA, İSLÂM DİNİ “ÖZ” DE LÂİKTİR Müslümanlara zoraki lâiklik dayatması yapmak abesle iştigal etmektir. Zira, İslâm’ın en belirgin vasfı lâikliktir. İslâm’da baskı ve zorlama yoktur. Bütün inanç, vicdani kanaat ve bunların icabı olan ibadetlere hoşgörü ve tolerans esastır. Aksine davranış ve yaklaşım biçimi zulüm olarak değerlendirilir ve mutlaka en ağı surette cezalandırılır. Bu aynı zamanda ahlâki ve ilmi (ilmihâl) vecibe olup; Bütün Ahlâk öğretilerinin temeli de dindir. Din ve ahlâk ise, iyi, sağlıklı, akılcı ve düzenli ‘adaletli ve hakkaniyetli’ yaşam biçiminin ortak öğesidir. CUMHURİYET FAZİLETTİR Esas itibarıyla Arapça ‘cumhur’ kökeninden gelen bu kelime ‘halk’, sistem bazında ise ‘halkın kendi kendisini yönetme hakkı’ anlamına gelir. İslâm dininde bu, halkın en akil, ilkeli, onurlu ve sorumlu ‘bilge’ kişilerinin yine halk tarafından ‘adalet ve hakkaniyetle’ seçilerek ‘şura’ (millet meclisi) bağlamında ülkeyi yönetmesi ve devlet işlerini yürütmesi anlamına gelir. Bu nedenle, Atatürk’ün de ifade ettiği gibi: “Cumhuriyet Fazilet Rejimidir.” Peki, “fazilet” nedir ? Bakalım. “FAZİLET: (Yeni Lügat, Abdullah Yeğin, 1975) Değer. Meziyet. İyilik. İlim ve iman, irfân itibarı ile olan yüksek derece. Dini ve ahlâki vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle yüksek olmak) Yani; Namuslu, ilkeli, dürüst, onurlu, sorumlu, adaletli, çalışkan-üretken, diğer bir anlamda örnek, öncü ve önder insan olmak. Cumhuriyetin temel ilkelerini bu tanım içinde aramak ve “cumhuriyet rejimini” demokrasi ile özdeş biçimde görüp anlamak gerek. Büyük ATA, Mustafa Kemâl ATATÜRK “Cumhuriyet Fazilettir, Erdemdir” demekle ve Türk milletine en uygun, ideal rejim olarak Cumhuriyeti seçmekle bu hususu kast etmiş olmak gerektir. Nitekim, ileride örnekleyeceğimiz vecizeleri bu anlayış ve kavrayışın ürünü olduğunu çok net bir biçimde göreceğiz. DEMOKRASİ Cumhuriyeti taçlandıran yegâne sistem Demokrasidir. Şura (meclis) sistemi müşavere, istişare veya danışma terminolojisi ile “halka danışmayı, halkla anlaşmayı ve devleti yönetip, yürütmede millet iradesini hakim kılmayı” amirdir. Atatürk’ün TBMM ana duvarında kazılı “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” vecizesi de bu usul, esas ve kaideyi kanıtlar. Ayrıca, İslâm dini hiçbir rejim önetmemiştir. Zaten önermiş olsaydı asla evrensel olamaz, ilel-ebed lokal bir Arap dini olarak kalırdı. Oysa, Cumhuriyet, Lâiklik ve Demokrasiyi önermekle, bütün zamanları kapsayan bir perspektif ortaya koymuş ve doğal karakteri icabı cihana şamil olmuştur. Kaldı ki, İslâm tek ve en ekmel dindir. Vahiy kaynaklı bütün dinleri kapsar. ŞİMDİ SÜRECE BAKALIM 1950-1960 arası, her ne kadar milli, ilmi, manevi ve kültürel değerlerin yeniden ihya ve rehabilitasyonu konusunda büyük bir gayret sarf edilmiş ise de; Başta halk partisince oluşturulan bürokratik oligarşi, gerici-solcu, yoz ve yobaz-statükocu kesim paniğe kapılarak, 27 Mayıs darbesi ile Türk milletinin yeniden kimlik ve kişiliğine kavuşmasını bilinçli olarak engellemiştir. Bu yönüyle 27 Mayıs, sadece siyasete, demokrasi ve Cumhuriyete değil, bütün milli-manevi, ilmi ve kültürel değerlerimize vurulmuş, öldürücü bir darbedir. Dolayısıyla, milli birlik kurulu nam kirli cuntanın işbaşı yapması ile birlikte geriye dönüş kaldığı yerden yeniden başlamış ve sonuçta bu günlere kadar ülke aleyhine gelişen hızını ve dozunu arttırarak gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki, 1938-50 ve 60-2007 arasında gerçekleşen yozlaşma, erozyon, aşınma, deformasyon ve mutasyon tamiri mümkün olamayacak kadar büyük bir tahribata yol açmıştır. Diğer bir anlamda, anılan dönem içinde, aziz ve nezih Türk milleti milli kültür ve manevi değerlerinden koparılmaya ve maksatlı olarak dejenere bir toplum haline getirilmeye çalışılmıştır. Konuyla ilgili olarak, 26.03.2005 günü Kanal Türk’ de (kt) konuşan yazar Atillâ İlhan aynen şunları söylemektedir: “Halk Partisi, İngiltere ile yapılan anlaşmadan sonra Halk Evleri ve Köy Enstitülerini kurarak buralarda Yunan-Lâtin-Grek kültürünü yaymaya ve bütün halk ile gençlere, bu kültürü aşılamaya çalıştı. Diğer taraftan yavaş, yavaş Gazi’ nin (Atatürk’ün) yolundan da ayrılmaya ve uzaklaşmaya başladı. Zaten bu dönemde (1938-1950) Kaymakamlar Halk Partisi’ nin ilçe başkanı, Valiler’ de il başkanı idi.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
04.12.2008, 13:49 | #2 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2173
|
Cevap: DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK (2)
Mustafa Nevruz SINACI Parti ve Devlet birbirine girmişti. Bu haliyle yönetim faşistti. Totaliterdi. Batılılar bu tür icraatları tasvip, tercih ve hararetle teşvik ediyor, ancak Türkiye’ yi de aralarına almak istemiyorlardı. Zira, Atatürk, kültür ve medeniyet yönünde değil; Endüstriyel ve teknik ilerleme-gelişme yanlısı bir “batı’ cı” idi. Taklitçi değil. Ancak,Halk Partisi bunun tam tersini uygulamaya çalıştı.” Bu yoğun ajitasyon, milli-manevi ve kültürel değerlerden, dinden uzaklaştırma-yozlaştırma çabaları sonucu hasıl olan boşlukta (son 45 yılda) varılan nokta şudur: İlk önce yoğun bir siyaset simsarlığı, bunu takip eden kesif bir din tüccarlığı. Böylece, 50 öncesi kötü eğilim-eğitim ve alışkanlıklar hortlatılarak, kaldığı yerden devam ettirilmiş, sağlıklı, akılcı ve çoğulcu demokrasi ve ‘fazilet anlamında Cumhuriyet’ yerine; “Halka rağmen halkı yönetme ve yönlendirme” gibi adalet, ahlâk, demokrasi, hukuk ve çağ dışı, ilkel bir zihniyet hakim unsur haline gelmiştir. Bununla birlikte; ATATÜRK VE MİSYONERLİK Mustafa Kemal Atatürk misyonerlik ve masonluğa şiddetle karşı idi, dış kaynaklı ve emperyalist odaklı her iki şer, hıyanet ve fesat akımını ülkeden atmış ve köklerini kurutmuştu. Ancak, buna rağmen Atatürk döneminde kesilen misyonerlik faaliyetleri CHP ile yeniden başladı ve giderek yayıldı, çoğaldı. Bütün Anadolu’yu sardı. Köşe-bucağa, hattâ köylere kadar uzandı. Buna paralel olarak başlayan, sözde ‘dinler arası diyalog’ Vatikan damgalı tapınak şövalyelerinden de destek alarak bütün ülkeyi kapladı. İslâm dininde büyük günah ve şiddetle kaçınılması gereken haramlardan olmasına ve kanunen yasak sayılmasına rağmen: Sahtecilik, yalan, talan, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, iltimas ve nüfuz ticareti aldı yürüdü. Yolsuzluk yoksulluğu, yoksulluk cehaleti, cehalet felâketi getirdi. Anarşi, terör, gasp, irtikap ve kap-kaç olayları ülkeyi sardı. Namussuzluk ve ahlâksızlık geçer akçe haline geldi. Krizler birbirini kovaladı. Dahası; yeşil sermaye nam din tüccarları tarafından sadece Almanya’da çalışan işçilerimizin 10 milyar doları alçakça soyuldu. Ülke içinde 45 yıl içinde 500 milyar dolar dan fazla milli servet çarçur edildi. Çalındı. Yağmalandı. İç ve dış borç yükü devasa boyutlara yükseldi. Halkın imkân ve kaynakları peşkeş çekildi. Ülkemizde yer altında ve yer üstünde her ne varsa yabancılara satıldı. İpotek edildi. Peşkeş çekildi. Kıbrıs kaybedildi.Milli davaya gölge düştü.Bunları çürüyen-yozlaşan Atatürk’ten, gelenekten, kök değerlerden, dinden, imandan, ahlâk ve faziletten kopan siyaset simsarları ve din tüccarları yaptı. Bütün olup bitene rağmen, devlette bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu kurumdan sorumlu devlet bakanı daima vardı. Peki, vardı da ne yaptı ? No oldu ? Burada şu gerçeğin altını önemle çizmek gerek: Kâinatta var olan ilk ve tek din İslâmiyet’tir. İslâm’ı cihana yayan ve duyuran Türk milleti. Bu ve benzer pek çok nedenle, “her Türk Müslüman’dır. Müslüman olmak ve Müslüman kalmak zorundadır.” Aksi taktirde Macarlar, Bulgarlar ve daha nice örnekleri gibi Türklükten uzaklaşır. Yozlaşır. Yani, “hakkıdır hak’a tapan milletimin istiklâl” Yakın ve kadim Türk tarihi açıkça göstermiştir ki, dinini kaybeden Türk milliyetini de yitirmektedir. Çünkü, insan fıtratına uygun olan tek ilâhi kaynak ve din İslâmiyet’tir. Ancak Türk milleti, dininden ve diyanetinden uzaklaşmakla bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödemiştir. Milli şair merhum M. Akif Ersoy’un dediği gibi ‘toparlanmaz ve kendine gelmezse eğer’ daha da bedel ödemeye devam edecek ve muhtemeldir ki sonunda ödeyecek bir şeyi de kalmayacaktır. İşte felâket budur. Merhum, döneminde uzun bir Avrupa seyahati yapar. Dönüşünde ‘orada ne gördün, ne buldun’ diye sorulur. Cevap çok dehşet ve ibret vericidir. “Biz İslâm’a inanıyoruz, lâkin ne sünneti Resul ve nede sünnetullahı (Allah’ın sünnetlerini) yaşamıyoruz. Onlar ise, İslâm’a inanmıyorlar, ama sünnetullahı (allahın sünnetlerini) yaşıyorlar” der. Diğer bir deyimle onlar; Sünneti İlâhiyi çözmüşler ve yaşam boyutuna geçirmişlerdir. Biz ise, sünneti Resulü dahi anlamaktan ve yaşamaktan aciz ve zavallı bir haldeyiz. Ne zeval.. Daha da doğrusu-açıkçası: Bu günkü AB’ye baktığımızda, Türkiye zaviyesinden çok gerici, mürteci ve yobaz görünmektedir. Avrupa, tıpkı Atatürk’ün Türk milletine tavsiye ettiği gibi dindardır. Amerika, yüce yaratıcının adını doların üstüne yazmıştır. Burada Atatürk’ün din, ahlâk, lâiklik, kadın ve aile hakkında vazettiği bazı vecize ve Türk milletine ‘vasiyet’ niteliği arz eden sözlerini hatırlatmak isterim: Bunları, günümüz cumhuriyet mitinglerinin mimarı durum ve konumundaki ADD ve ÇYDD iyi bilmeli ve doğru okumalıdır. Zira aziz ve necip milletimizin “lâiktir Türkiye lâik kalacak” ve “ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye” sloganlarını haykırırken, dönem ve tarih itibarıyla bunların ne anlama geldiğini ve kimler tarafından ne maksatla söylendiğini de çok iyi bilmesi gerekir. Ki, estirilen heyecan inanç ve bilinç/şuur oluştursun. ATATÜRK VE DİN Bakınız Mareşâl Mustafa Kemâl ATATÜRK şöyle diyor: 1- Mânevi kuvvet, özellikle ilim ve iman ile yüksek bir şekilde gelişir. (Atatürk) 2- Allah birdir. Şanı yücedir. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Allah tarafından insanlara, dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’da ki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü, dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilâhi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü, tüm evren kanunlarını (maddi ve manevi âlem kanunlarını) yapan Allah dır. (1923-Atatürk’ ün S. ve D., Cilt: 2 – Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yayını, 1952 ) “Hazreti Peygamber Efendimiz, bütün Müslümanların ve kutsal kitap sahiplerinin bildirdiği üzere, Allah tarafından dini gerçekleri insanlık dünyasına duyurmaya ve anlatmaya memur edilmişlerdir ve ismi peygamberdir. Yani, haber ulaştırmakla görevlidir. Ulu Allah, Kur’an-ı Keriminde kendisine emirlik, saltanat ve taç vermiş değildir. Hükümdarlık vermiş değildir. Peygamberlik vazifesi ile gönderilmiştir. Tabiatıyla, gerçek vazifesini tamamen kavramış olan Cenab-ı Peygamber bütün dünya insanlarına O’nu duyurdu. Hepinizce bilinmesi lâzımdır ki, o devirde, meselâ doğuda bir İran devleti, kuzeyde bir Roma İmparatorluğu vardı. Diğer teşkilâtı ve kurulu devletler vardı ve Cenab-ı Peygamber (bu) devletlere gönderdiği peygamberlik mektuplarında buyurmuşlardır ki; Allah bir ve ben O’nun tarafından, size gerçeği anlatmakla vazifeliyim. Hak Dini, İslâm dinidir. Ve bunu kabul ediniz... ve hattâ ilâve etmiştir, Ben size, Hak Dini’ni kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz, hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnız hak dinini kabul ediniz ve koruyunuz. (1923-G. M. Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan-TTKurumu, 1982) 3- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinimize, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey kapsamıyor.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
04.12.2008, 13:51 | #3 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2173
|
Cevap: DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK (3)
Mustafa Nevruz SINACI Halbuki, Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni, boş inançlardan (hurafeden) ibaret bir din daha vardır. Fakat, bu cahiller, bu güçsüzler (zavallılar) sırası gelince, aydınlanacaklardır. Onlar aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini yok ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 3–Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1954) 4- Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız, şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. (1930-Nutuk, Cilt: 3 Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayını-1960) Büyük bir inkılâp yaratan Hazreti Muhammed’e beslenilen sevgi, ancak O’nun koyduğu fikirleri, esasları korumak ve uygulamakla mümkündür. (1930-Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi-Sayı: 100 – 1945) 5- Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında âdil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve mahkeme’ lerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit âdalet uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine uymaya mecburdur. (1927-Nutuk, Cilt: 2, M.K.Atatürk-Türk Devrim Tarihi Ens. Yayını, 1960) 6- Lâiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Lâiklikle dinsizliği karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz. (Atatürk ve Din, Sadi Borak-1962) Softa sınıfın din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. (1930-Atatürk’ün Hususiyetleri, Kılıç Ali-1955) Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmelidir. Tüm Müslümanlar Hazreti Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli, İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler. (1938-Prof. Dr. Hanif Favuk–Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1979, Sayı: 102 – 1938, / Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, B. Şaşal – Ankara, 2004) “Türk milleti vakur ve çok sabırlıdır, O’nun büyüklüğü ülkesinin ve nüfusunun genişliğinde değil, sadece yüksek (kanındaki asalet, insanlık davası, onur, haysiyet, şeref ve) karakterine dayanır ve ondan doğar. Türk, asil, mağrur ve yüksek bir ruhtur. Cumhuriyet ve Demokrasi bunun açık bir göstergesidir.” TÜRK KADINI Esas itibarıyla ve kendi ifadesiyle “KEMALİZM” isimli bir doktrin, insani boyut ve bilgi toplumu bazında esaslı bir REJİM olan ATATÜRKÇÜLÜK bağlamında Türk kadını konusunda da özgün örnek ve söylemler vardır. Türk kadınının ilham kaynağı “ANADOLU” dur. Anadolu, adını, çok yiğit, namuslu-dürüst, kahraman, şerefli ve şanlı bir Türk anasından almıştır. Sanıldığı gibi Türk milleti 1070 yılından bu yana değil yaklaşık 14.000 yıldan bu yana Anadolu sakinidir. Dikkat edin ! “Türkler Anadolu’ya 1070 yıllarında gelmiş diyenler ya cahil, ya ahmak, aptal veya saf, yahut ta dahili bedhah (gizli düşman) olabilirler. İşte örnekleri: 7- “Türk Kadını Nasıl Olmalıdır ?” “Türk Kadını dünyanın en aydın, en özverili ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil; Ahlâkta, erdem de ağır, ağır başlı bir kadın olmalıdır.” – “Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, azmiyle koruma ve müdâfaaya gücü yeter nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı ve sosyal hayatın esası olan kadın, ancak faziletli olursa vazifesini yapabilir. Her halde kadın, çok yüksek olmalıdır.,” (Atatürk, Söylev ve Demeçler-T.D.K. Ens. 1989-Sayfa: 242/294) “Kadınlık meselesinde şekil ve dış görünüş ikinci derecededir. Asıl mücadele sahası, kadınlarımız için şekilde ve kıyafette başarıdan çok, asıl başarılı olunması gereken saha (kadınların) nur ile irfan ile “Gerçek Fazilet” ile donatılmasıdır., Ancak, bu şekildedir ki, çocuklarımız memlekete yararlı (ve hayırlı) birer vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar.” (1923-Nutuk, 153-154 ve F. Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, S: 74 H.Rıza Soyak) “Şehirlerimizdeki kadınlarımızın giyinme ve kapanmalarında iki şekil meydana çıkıyor. Ya aşırı taşkınlık, ya da aşırı kapalılık görülüyor. Ya, ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, çok karanlık bir dış şekli gösteren giyim, yahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile dış giyim olarak gösterilmeyecek kadar açık bir kıyafet... Bunun her ikisi de şeriatın tavsiyesi, dinin emri dışındadır. Bizim dinimiz kadını o tefritten ve bu ifrattan uzak tutar. O şekiller dinimizin gereği değil, muhalifidir.” (21.Mart.1923 – Söylev ve Demeçler, Cilt: 2 T.D.T.E. Yayını, 1989–S: 155-156/294) “Onun için, medeni topluluklarda erkek daima kadına hürmet etmek zorundadır.” (N. Ahmet Banoğlu, Nükte-Fıkra ve Çizgilerle Atatürk – K: 2, Sayı: 136) ÖRTÜNMEK 8- Din gereği olan örtünmek, kısaca açıklamak gerekirse, denebilir ki, kadınlara külfet yaratmayacak ve terbiyeye aykırı olmayacak şekilde basit olmalıdır. Örtünme şekli kadını hayatından, varlığından ayıracak bir şekilde olmamalıdır., Dini örtünme, kadınlar için zorluk yaratmayacak, kadınların sosyal hayatta, ekonomik hayatta, ilim hayatında, erkeklerle birlikte çalışmasına engel olmayacak şekilde basit olmalıdır. Bu basit şekil, toplumumuzun ahlâk ve terbiyesine aykırı değildir., Kadınlarımızın, genel görevlerde üzerlerine düşen paylardan başka; Kendileri için en önemli, en hayırlı ve en faziletli vazifelerden biri de, “İYİ ANNE” olmaktır... Bu günün anaları için gerekli özelliklere sahip evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir organ hâline koymak, “pek çok yüksek niteliği” taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple; Kadınlarımız, hattâ erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, olgun, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer gerçekten “milletin anası olmak istiyorlarsa” böyle olmalıdırlar. (1923-Söylev ve Demeçler, S: 150-153) AHLÂK 9- Bu millet, esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti, öyle Analara sahiptir ki, her devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını, daha yüksek nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir., Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır başlı kadını olmalıdır. Milletin kaynağı, sosyal hayatın esası olan kadın, “ancak faziletli olursa” görevini yerine getirebilir. Her halde kadın çok yüksek olmalıdır. (Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Enver Ziya Karal / 1925-Nutuk, S: 234-235) 10- Hiçbir ulus yoktur ki, ahlâk temellerine dayanmadan yükselsin. (Atatürk, 30.Ağustos.1926, Nutuk Cilt: 2, T.D.T.E. Yayını, 1989 S: 4) Ahlâk kutsaldır; Çünkü aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir çeşit değerle ölçülemez. Ahlâk kutsaldır. Çünkü, en büyük “gerçek ahlâkın sahibi” bir varlığa aittir. O varlık, yalnız ve ancak toplumdur. Ondan başka bir varlık yoktur. Gerçek ahlâk, Tanrı katında değişmiş, örnek bir şekilde düşünülmüş ve bir toplumla birleşmiştir. Çünkü vicdanlarımız üzerinde etkili olan ruhi hayat, toplumun fertleri arasındaki niyetler ve bu niyetlere olan tepkilerden oluşur. Hakikatte toplum, en yoğun fikri ve ahlâki faaliyetlerin odak noktasıdır. (1929-Medeni Bilgiler, M.K.Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan)
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
04.12.2008, 13:52 | #4 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2173
|
Cevap: DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK (4)
Mustafa Nevruz SINACI Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün en çok kullandığı üç kelime vardır. Radikal Olmak, Büyük Türk Medeniyeti ve Çok Namuslu Olmak Gerek. Lütfen yanlış anlaşılmasın. Burada “Radikal Olmak” objektif norm, yani her şeyin aslı, esası, doğal ve bilimsel biçimi anlamında kullanılmaktadır. Büyük Türk Medeniyeti ise çok kendine özgüdür. Batı, emperyalizm, dış kaynaklı kapitalizm ve “Komünistlik Türk Milletinin en büyük düşmanıdır. Her görüldüğü yerde mutlaka ezilmelidir” vecizesinde olduğu gibi sosyalizm ve iğrenç türevi komünizm karşıtlığı ve aleni düşmanlığını ifade eder. Bu bağlamda Atatürk’ü kadrocular gibi kapitalist, ateist, pagan veya materyalist gibi göstermeye kalkışanlar “en amansız Atatürk, Türk, Türkiye ve cumhuriyet” düşmanıdırlar. Bu günlerde en çok yapılan hatalardan biri de budur. ÇOK NAMUSLU OLMAK GEREK 11- ÇOK NAMUSLU OLMALIDIR. Şimdiye kadar yapılmış bulunan hataların en büyüğü, bilhassa teşebbüs sahiplerimizin, aydınlarımızın ve özellikle bilginlerimizin en büyük günahı namuslu olmamaktır. Milletin karşısında namuslu olmak, namuslu (ilkeli) ve dürüst hareket etmek lâzımdır. Milleti aldatmayacağız. Millete daima ve daima gerçeği söyleyeceğiz. Belki hata ederiz. Gerçek zannederiz. Fakat, millet onu düzeltsin ! Kendimizi kimsenin üzerinde görmeğe de hakkımız yoktur. Radikal yürümek ve esaslı olmak lâzımdır. Yapacağımız her şeyin bir anlamı ve bir nedeni olması gerekir. Bütün dünya bilsin !.. Yeni Türkiye ne yapıyor, hangi esas üzerine yürüyor ? Gerçekte aldatmak kolay değildir. Hiçbir zaman medeniyet dünyasını aldatabileceğimizi zannedemeyiz. Böyle bir zan, dünyanın en büyük yanılgısı içinde bulunduğumuzu göstermekten başka bir neticeye varamaz. (1923-E.-İzmit Konuşm. A. İnan) 12- Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz. Felâket veya mutluluk getirsin, iyi veya kötü olsun, daima gerçekten ayrılmayacağız. (1925-Nutuk, Cilt:2) Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza inandıkça ifadeye cesaret eden adamlar olmalıyız. (1931-Sümerbank Dergisi., Cilt: 3-Sayfa: 29, 1963-Uluğ İğdemir) Din, diyanet, ahlâk ve bu erdemlerin yaşam boyutuna geçirilerek ebed-müddet kılınmasında birinci derecede rol üstlenen ‘kadın-anne’ hakkında büyük Atatürk’ün söylediği söz, nasihat ve vasiyetleri arasından seçilen özgün örnekler bunlar. Ancak, bu sözler, kadın kadar erkeği ve bütün milleti şamildir. Yani, Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan ve nüfus hüviyet cüzdanında ‘TC vatandaşı’ yazan herkesi bağlar. Özellikle, ‘Atatürkçüyüm’ ve ‘Kemalist’im’ diyerek ortalıkta dolaşan, ahkâm kesen ve bu aziz dava ve misyonu temsil ve ilzama yeltenen insanların bunları çok iyi bilmesi, nefsinde yaşaması ve yaşatmaya çalışması mutlak bir zorunluluktur. Ulu Önder Atatürk’ün yanı sıra, TC’nin diğer kurucuları ile dava ve misyon büyüklerinin bu meyanda söylenmiş çok önemli, değerli ve anlamlı söz, vecize, nasihat, vasiyet, icraat ve faaliyetleri vardır. Örneğin: 1- İyi bir sanatkâr olmanın yanında “iyi ve karakteri sağlam insanlar” olmaya çalışmalısınız., İsmet İnönü (Hasan Pulur, 25.Ekim.2003 – Milliyet, Madam Butterfly’ı Seyrederken) 2- İnönü: “Çocuklarına din eğitimi vermek isteyen ana babalar, devlete şunu söyleyeceklerdir: Ya bize bırakın, ya da siz yapın ! Türk olmayan azınlıklara tanınan bu en doğal vicdan hakkının gereklerini yerine getirmekten Türkleri yoksun kılmak, hangi hakka dayandırılabilir ?” (Barutçu, Siyasi Anılar 1939-1945, s. 326-327) Cumhurbaşkanlığı sırasında, İnönü ordu vaizlerine tekrar orduda görev vermiştir. (Barbara Ward, Turkey, Londra Oxford Universty Pres, 1942 s. 72) 3- 1968 yılında yapılan Parti Meclisi toplantısında İnönü’ye; Konuşmalarında neden “Allah’ın” adını ağzına almadığı sorulunca, cevaben: “BEN O YÜCE ADI, BU CÜCE POLİTİKAYA SOKMAM” demiştir. (Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, 1954-1957 s. 193 / Kalkanoğlu, İsmet İnönü – Din ve lâiklik, s.167) Gerçekten de 1960’a kadar kesinlikle ve asla dinin siyasete alet edilmesine müsaade edilmemiş, müsamaha gösterilmemiş ve teşebbüs edenler, cezalandırılarak men edilmişlerdir. 4- Türkiye’de siyasi rejimin en önemli meselesi lâikliktir. Dinin siyasi amaçlarla kullanılması, Türkiye’deki demokratik rejimin geleceği için en büyük tehlikeyi oluşturur. Politika ihtirasları iktidar için dayanak olur zannedilerek irtica okşanmaktadır. Cumhuriyetin büyük ıslahatı tehlikeye konmuştur. Haber veriyorum : Tehlike görüyorum.” (Ali Rıza Cihan–Abdullah Tekin, Çağdaş Devlet Adamı İ. İnönü, s. 115) Bu örneklerden anlaşılan ve anlaşılması gereken kısaca şudur : Öncelikle lâiklik bir ‘dinsizlik’ tercihi değil; İslâm dininin, “Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik” olan üç temel şartından biridir. Burada, Atatürk tarafından ifade edilen çok önemli ve özgün bir örneği tekrarlamak istiyorum. Atatürk şöyle diyor. (Özellikle, bu ve yukarda yer alan söylemler ile Atatürk’ün hutbeleri çok iyi incelenmelidir.) TÜRKİYE LÂİKTİR, LÂİK KALACAK DİYENLERE “Hazreti Peygamber Efendimiz, bütün Müslümanların ve kutsal kitap sahiplerinin bildirdiği üzere, Allah tarafından dini gerçekleri insanlık dünyasına duyurmaya ve anlatmaya memur edilmişlerdir ve ismi peygamberdir. Yani, haber ulaştırmakla görevlidir. Ulu Allah, Kur’an-ı Keriminde kendisine emirlik, saltanat ve taç vermiş değildir. Hükümdarlık vermiş değildir. Peygamberlik vazifesi ile gönderilmiştir. Tabiatıyla, gerçek vazifesini tamamen kavramış olan Cenab-ı Peygamber bütün dünya insanlarına O’nu duyurdu. Hepinizce bilinmesi lâzımdır ki, o devirde, meselâ doğuda bir İran devleti, kuzeyde bir Roma İmparatorluğu vardı. Diğer teşkilâtı ve kurulu devletler vardı ve Cenab-ı Peygamber (bu) devletlere gönderdiği peygamberlik mektuplarında buyurmuşlardır ki; Allah bir ve ben O’nun tarafından, size gerçeği anlatmakla vazifeliyim. Hak Dini, İslâm dinidir. Ve bunu kabul ediniz... ve hattâ ilâve etmiştir, Ben size, Hak Dini’ni kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz, hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnız hak dinini kabul ediniz ve koruyunuz.. (1923-G. M. Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan-TTarih Kurumu, 1982) Buna göre: Lâiklik asla dinsizlik-imansızlık değil; Tam aksine, dini arı-duru, ana kaynağından geldiği ve Peygamberimiz Efendimizin açıklayıp öğrettiği gibi yaşamak her insan ve Müslüman’ın asli ve insani görevidir. Cumhuriyet ve Lâikliğin kabulü ile birlikte “her Müslüman Türk’e” önerilen ve öngörülen dava ve misyon budur. Türk tasavvuf tarihinde çokça geçen ve adeta, her Türk ve Müslüman’a ‘mutlak bir buyruk’ olarak telkin ve tavsiye olunan hakikat şöyledir. “El iman, minel Vatan” Yani; Vatansız iman ve İmansız vatan olmaz. Yukarda arz ve ifade edilen vecizeler dikkatle incelenip değerlendiğinde; Cumhuriyeti kuran ve Türk Devlet geleneğini oluşturanların bu gerçeği çok iyi bildikleri açıkça anlaşılmaktadır. Olan bu. Peki, olması gereken ne ?
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
04.12.2008, 13:53 | #5 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2173
|
Cevap: DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK (5)
Mustafa Nevruz SINACI Türk Medeni Kanunu, mütedair hukuk ve Anayasa da değişiklikler yapılarak "Amerikan Modeli" ve bizzat Atatürk tarafından önerilen, arzu, vasiyet ve tavsiye edilen; Dahası ‘Tevhid-i Tedrisat Kanununun’ orijinal biçiminde ön görülen bir lâiklik sistemi ile ciddi anlamda din, dil, ırk, mezhep ve sair ayrımlar bütünüyle ortadan kaldırılmak ve “Türk Vatandaşlığı” dışında her türlü kimliğin resmi devlet nezdinde “yok sayılmak” suretiyle; Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğü, millet adına hakimiyet ve hükümranlığı, hükümranlık haklarının paylaşılmazlığı, siyasi ve sosyal anlamda mutlak ulusalcılık/milliyetçilik, Türkçe’nin, aksi tartışılmaz ve teklif olunamaz biçimde ‘resmi dil’ olarak kalması; "insani boyut ve bilgi toplumu" ile "demokrasi ve uzlaşma kültürü" bağlamında birlik, beraberlik, anlaşma ve dayanışma sağlanmalı; Din mensupları arasındaki vaki eşitsizlikler ortadan kaldırılmalı, Ancak, toplumsal konsensüs ve evrensel değer ve gerçekler bağlamında uzlaşma esas alınmalıdır. Bu, kısaca ‘şu’ demektir: “Türk milleti, bütün unsurları ile birlik, beraberlik, anlayış ve barış içinde ve hukuk devletinin adalete dayalı hükümleri dahilinde; Vicdanı hür, irfanı hür ve özgür bireyler olarak; Dilediği şekilde inanma ve inandığı gibi yaşama hak ve eşit bir biçimde hayatını idame ettirme” hak ve hürriyetine sahip olmalıdır. Bu yaşam biçiminin maddi, manevi (dini) ve kültürel boyut, norm, standart, ilke ve kriterleri asla Avrupa ve ABD’den aşağı olmamalı; Eğitim sistemi goşist (ot), faşist (sultacı-diktatör), ateist–pagan (dinsiz) ve din tüccarları ile siyaset simsarları; Dahası, yalancı-talancı-rüşvetçi-iltimasçı-sahteci-anarşist ve terörist üretmeyecek biçimde “Namuslu-Dürüst ve Demokrat” bir esas, usul ve kaideler üzerine yeniden kurulmalıdır. Zira, Türk kimliği ve kişiliğinin yeniden temayüz etmesi, “Türk olan Müslüman’dır. Müslüman, “dinini bütün sadeliği ile dosdoğru yaşayan, iyi insan, iyi, namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu vatandaş olandır” anlayışının hakim kılınması, acil ve halledilmesi zorunlu bir sorundur. Bu çerçevede: Din, inanç ve inancı yaşama hürriyeti yaşam boyutunda (doğal mecraında) serbest kılınmalı; Din ve inanç sistemleri adına ülkemizde yaşayan din, mezhep, cemaat ve tarikatlar konusunda sadece ve yalnızca kanuni ehliyeti haiz olanlar ile Diyanet İşleri Başkanlığı konuşabilmeli, mensup ve taraftarlar ise "yaşam boyutunda fiili temsil" dışında bir hak ve yetkiyi haiz olmalıdır. Baskı anlamına gelen ve suç teşkil eden-tahrik içeren eylem ve söylemler en ağır şekilde cezalandırılmalı ve bu bağlamda lâiklik ilkesine (din ve vicdan hürriyetine) asla gölge düşürülmemelidir. Şu kadar ki, her üye-mensup, inandığı dinin ve/veya aidiyet iddia ettiği cemaatin icaplarına göre (yasalara göre suç teşkil etmeyecek bağlam ve kapsamda) hareket ve faaliyet göstermek zorunda olmalıdır. Her hangi bir dinin mensubu işlediği bir suç nedeniyle yargılanırken, inancına ters bir eylemle ilgili suçun sabit olması halinde bu bir ağırlaştırma nedeni olarak kabul edilmeli; Bütün vatandaşların nüfus hüviyet cüzdanlarında mutlaka dini inançları yazılmalı; İnançsızlar için ise ateist veya pagan kaydı düşülmelidir. Ateist, pagan ve goşistler kendilerine karşı suç işledikleri kişinin mukayyet-müseccel (kayıtlı) inanç hükümleri esas alınmak suretiyle yargılanmalı, tecziye edilmeli ve cezalandırılmalıdır. Toplumsal barış, ahlâki davranış, karşılıklı anlayış, tolerans ve hoşgörü ortamını kurmak ve sürekli kılmak başka bir şekilde mümkün olamaz. Birbirlerini sevmeseler bile, bütün insanların ‘saygılı’ olmaları, konuşma-hitabet ve davranış biçimlerini edep ve terbiye-görgü kurallarına uygun bir tarzda sürdürmeleri esastır. Bu usul, lâiklik kavramı ve içerdiği anlamın; Aynı zamanda insani boyut ve bilgi toplumunun doğal bir gereğidir. Şu halde lâiklik konusunu biraz daha açalım ve tanımlayalım. Buna göre: Çağdaş, güncel ve yaygın anlamda Lâikliğin vazgeçilmez ve değişmez esası: “Lâiklik kurumsaldır ve münhasıran devleti raci’dir. Yani, devleti bağlar. ‘Din, inanç ve vicdan özgürlüğü’ dışında kişiyi ilzam eden bir yanı yoktur. Yani, lâik olan asla birey değil devlettir. Bireyin devletteki görevi, Cumhurbaşkanı-Başbakan-Genel Kurmay Başkanı-Bakan ve sair her ne olursa olsun bu görev inanmasına ve inancının icaplarını yerine getirmesine asla engel teşkil etmez. Bu farkın çok iyi anlaşılması, açıklanması ve devletin buna göre yapılandırılması şarttır. Örneğin, Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal bir yandan bu görevini hakkıyla ve lâyıkıyla yürütürken, diğer taraftan da hacca gitmiş, Cuma dahil bütün namazlarını kılmış ve Ramazan aylarında nizami olarak orucunu tutmuştur. Kenan Evren her Cuma bir camiye giderdi. Günümüz Başbakanı Recep Tayip Erdoğan ise, hem devlet görevini yapmakta ve hem de 5 vakit namazını kılmaktadır. Pek çok Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genel Kurmay Başkanı yönüyle bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şu kadar ki; Devleti, devletteki görevi ve siyaseti asla bu amaçla kullanmamak ve dini siyaset ve/veya ticarete alet (istismar) etmemek koşuluyla... Zira, son 45 yılın en büyük sorunu budur. Diğer bir bağlam ve anlamda ise: Milletin memuru (devlet memuru değil) devlette aldığı görev gereği, hiçbir ayrım yapmaksızın herkese eşit davranmak ve görevini adalet ve faziletle yapmak zorunda ve durumundadır. Devlet adına yürütülen görevin yani, ‘millet memuriyeti’ nin, hangi inanç mensubu olursa olsun, ister pagan ister ateist veya goşist, her halükârda tam bir dürüstlükle yerine getirilmesi şarttır. Bu nedenle: Millet memuriyeti dediğimiz devlet yönetimi ve devlet işlerinin yürütümünde, yalan-dolan-rüşvet-iltimas-hırsızlık-yolsuzluk-sahtekârlık-gasp-suistimal -ayırıcılık-bölücülük ve benzer fiillerden dolayı kişiliği-sicili bozuk kimselerin alınmaması, var olanların ise, hiçbir affa tabi kılınmaksızın derhal temizlenmesi şarttır. Aksi taktirde, hükümetlerin meşruiyeti tartışma konusudur. Eylem ve işlemleri meşru ve yasal sayılamaz. Zira, vatandaşın ‘tam bir eşitlik ve adaletle’ huzur, sağlık, esenlik ve saadeti, dirlik-düzenlik ve güvenliği, refah ve mutluluğu için çalışmayan siyasi kurum-kuruluş ve hükümetler ya ‘halk düşmanı’ ve ‘vatan haini’ veya kan emici, sömürgen çıkar gruplarıdır. Bunlar, lâiklik-demokrasi ve adalet-hukuk gibi, millet hayatiyeti için elzem (olmazsa olmaz) yüksek bilgi-deha, onur-erdem ve fazilet gerektiren kavramları algılayamaz, anlayamaz ve uygulayamazlar. Antilâik Avrupa da yüksek öğrenim görmemiş din adamlarının halkın önüne çıkartılmadığı ve kiliselerde görev verilmediği hatırlanmalıdır. Bu bağlamda, dini eğitim-öğretim ve kurumlaşma (AB ve ABD’de olduğu gibi) serbest bırakılmalı ve her çocuk ailesinin mensup olduğu dine ait eğitimi 18 yaşına kadar bütün incelik ve ayrıntılarıyla zorunlu olarak almalıdır. Pagan-Ateist veya goşist olduğunu beyan edenlerin çocuklarına ise ‘rıza ve talebe bağlı olmaksızın’ mutlaka İslâm’i eğitim verilmelidir. Hattâ, Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden yapılandırılmak suretiyle doğrudan, bağlı kuruluşları veya Diyanet Vakfı yoluyla her düzeyde okul, üniversite Radyo, Televizyon kurabilmeli ve AB’deki eşitleri gibi eğitim-öğretim sektöründe etkin olarak yerini almalı; Din ve inanç dünyasında daha aktif bir rol üstlenmelidir.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
04.12.2008, 13:53 | #6 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2173
|
Cevap: DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK (6)
Mustafa Nevruz SINACI Akademik kariyere sahip olmayan hiç kimse "İmamlık, Hatiplik, Fetva ve tebliğ kadrosunda" yer alıp istihdam edilmemeli; Bu ve benzeri görevlere atanmak üzere yetiştirilenlere; Hukuk, Tıp, Ticaret, Tarım ve Ziraat dahil çok yönlü eğitim verilmeli ve "din adamının saygınlığı" en yüksek düzeye çıkartılmalıdır. Ayrıca, yurt dışında yaşayan bütün Türk vatandaşlarına din hizmetleri noksansız olarak götürülmeli, milli-manevi ve moral motivasyon en yüksek düzeyde sağlanmalı; Bu sayede insanlarımız beyinleri yıkanmış bir yığın olmaktan kurtarılarak, yaşama sevinci-bilgi ve bilinç düzeyleri yükseltilmelidir. Önceki bölümlerde irdelenen sorunlar ışığında mümkün ve muhtemel çözüm yolları üzerinde yoğunlaştığımız taktirde, son yıllarda çokça tartışılan ve muhtelif kesimlerin de beklentilerini içine alan ‘alternatif çözüm önerileri’ şöylece sıralanabilir: SORUN: Osmanlı dönemini içine alan ve ilk kez 1830 yıllarında alenen başlayıp 1850 yılına kadar bünyede büyük tahribat ve parçalanmalara yol açan misyonerlik; 1850’ den 1920’ye kadar muhtelif periyotlarda hükmünü icra etmiş, 1920-1938 yılları arası, büyük Atatürk’ün müdahalesi ile (masonlar dahil)TC toprakları üzerinde menfur faaliyetlerine son verilmiştir. Bunun tek ve en büyük sebebi merhum Atatürk’ün din, hürriyet, adalet, milli kültür, insani değerler ve vatan konusundaki ciddi, ilmi, samimi ve istikrarlı siyasetidir. Ancak, 1938-1950 arasında Türkiye’de misyonerlik ve buna paralel olarak masonluk faaliyetleri yeniden sökün etti. Atatürk’ün “kamusal alan” dışına attığı dönme, devşirme, milli mücadele karşıtı ne kadar şer ve şeytani unsur varsa yeniden devlete duhul etti. Milli kültür, yükselen değerler ve manevi mukaddes’ ler dışlandı. Başta Türk Ocakları olmak üzere; Milli kültür ve manevi değer kaynakları bir-bir yok edildi. Türk İnkılâbının “Lâiklik” kavram ve anlamı, ard niyet ve sapkınlıkla dejenere edilerek, fundamentalist, çağdışı, gerici, yoz, yobaz, çağdışı ve insanlık düşmanı (muharref) Hıristiyanlığın Lâtin-grek_yunan orijinli (tefessüh etmiş) kültür ve medeniyeti ülkemize taşınmak istendi. Bu süreç, Türk-İslâm sentezi ile Türk kültür ve medeniyetine ihanet dönemidir. 1950-1960 yılları arası “milli hükümet” döneminde masonluk ilga edildi. Bütün Misyonerler, dayandıkları dünya bankası ve IMF dahil ülkemizden kovuldu. Ancak bu, şer ve şeytani unsurlar 27 Mayıs vatana ihanet hareketinden sonra yeniden geldiler. 1960-1980 dönemi nispi bir koza süreci yaşandı. Zira, mevcut hükümetler, onların aktif olmasını gerektirmeyecek kadar ‘din düşmanlığını’ körükleyip, ‘din tüccarlığını’ ikame, din ve diyaneti istismar ve suistimal hususunda ellerinden gelen her şeyi üstelik de “din adına” yaptılar. Öyle ki, bu dönemde misyonerlere yapacak iş kalmadı. Askeri yönetimde nötralize oldular. Pasif kaldılar.1983’le birlikte yeniden ve eskisinden daha azgın bir şekilde harekete geçtiler. Şimdi en azgın, hain ve cüretkâr dönemlerini yaşamaktalar. Arkalarında AB ve ABD, önlerinde sözde kürt sorunu (!?), Anadolu’nun asimilâsyonu, Türk ve Müslümanlardan boşaltılması var. ÇÖZÜM: Türk harsı İslâm ile mündemiçtir. İslâm’ın olmazsa olmaz ve vazgeçilmez üç ilkesi Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâikliktir. Dolayısıyla, kurumsal yapı olan devlet ile, devleti kuran ve oluşturan halkın dini asla çelişmemekte; Tam tersine birbirini tamamlayıp bütünlemektedir. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletle ilişkili ve bağlantılı oluş nedeni budur. Bazı gerici, solcu, çağdışı fanatik, müfteri, müfsit ve yobazların aptalca iddia ettiği gibi “devletin dini kontrol etmesi” amacına matuf değildir. Bu yapılanmanın ileri, çağdaş ve modern medeniyet ile İslâm’ i moderniteye aykırı bir yanı yoktur. Şu kadar ki, Türk inkılâbının temeli olan “Lâik Devlet Müslüman Millet” ilkesine uygun adaletli, hukukun üstünlüğüne saygılı, namuslu-dürüst ve saydam bir yönetim olsun. Bunun aksini iddia edenler cahil, gerici, çağdışı, prematüre ve mutasyona uğramış primitif varlıklar, dönmeler-hainler veya organize Türk-İslâm düşmanlarıdır. Dış kaynaklı, güdümlü, hain veya cahil olmaları nedeniyle nazarı itibara alınmaları ve kabul görmeleri abesle iştigal anlamını taşır. Bu millet ne çekmişse onların ve uzantılarının yüzünden çekmiştir. Amerikalıların klasik deyimi ile “ya bu ülkenin ve milletin geleneklerine uymalı veya arzu ettikleri yere defolup gitmelidirler” Diğer taraftan; Din konusunda “tek söz sahibi” Diyanet İşleri Başkanlığı, müftüden Cami İmamlarına kadar bütün kadrolarını seferber etmek suretiyle gerekirse ev-ev dolaşarak (tıpkı AB ülkelerinde olduğu gibi) dini telkinlerde bulup, halkın sorunlarını paylaşarak ve dini en güzel biçimiyle anlatarak, büyük bir moral ve motivasyon projesini hayata geçirmelidirler. Bunun yanı sıra, Kuran kurslarına başlama yaşı, AB ülkelerinde olduğu gibi 03’e çekilerek, ana okulu ve evveline paralel bir hale getirilmeli, bütün camilerde ‘yıl boyu’ Kuran kursu açılmalı ve bütün halkımızın tıpkı okuma-yazma kursu ve halk eğitimi gibi bu kurslara ‘mutlaka’ katılım ve devamı zorunlu kılınmalı; Yeniden Cami+Okul+Kışla birliği tam bir uyum ve ahenk içinde sağlanmalıdır. Bundan başka; Bütün ana okulu, ilk ve orta öğretim ve Üniversitelerin son sınıfı dahil din dersleri mecburi hale getirilmeli, İmam-Hatip Okulu, İlâhiyat Fakültesi ve Yüksek İslâm Enstitüleri uzmanlık alanı olarak geliştirilmekle birlikte, diğer bütün eğitim ve öğretim kurumları asgariden ‘İslâm’ ı yaşayacak, ahlâki ilkelerini öğrenip – uyacak ve mükemmel bir şekilde namaz kılacak kadar’ bir eğitim ve öğretime tabii tutulmalı. Tamamlayıcı, bütünleyici ve kolaylaştırıcı tedbir olarak; asker kişi ve millet memurlarının namaz dahil her türlü ibadetlerini serbestçe yapabilme imkân ve ortamları sağlanmalı; Hastanelerde her hastanın baş ucuna bir Kur-an’ı Kerim konmalı, hastane mescitleri ihya edilmeli; Ayrıca, NATO normları gereği her düzeyde Askeri birliğe ‘İmam’ tayin olunmalı, yoğunluklarına göre kamu kurum ve kuruluşlarına da ‘İmam Kadrosu’ tahsis edilip, İmamlar ‘namaz kıldırma memuru’ konum ve durumundan çıkartılarak, ABD ve AB örneklerinde görüldüğü gibi ’24 saat aktif’ hakiki ve samimi din görevlileri konum ve durumuna yükseltilmelidir. Şu kadar ki, başta Camiler olmak üzere, bütün İmam, Din ve irşâd görevlilerinin aşamalı olarak değişim ve dönüşüme tabii tutularak asgari İlâhiyat Fakültesi ve/veya Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu olması şarttır. Bunun yanı-sıra: (Diyanet İşleri Başkanlığı, Hükümet, MEB ve halk) Yazılı, sesli ve görsel medyanın edep, ahlâk, terbiye/bilim, kültür ve “güzel Türkçe” düzeyine çekilmesi; Gayri milli ve gayri ahlâki yayınların yasaklanması, “insani boyut ve bilgi toplumunun” her düzeyde esas alınması; Yozlaşma, yoksullaşma, fikri sefalet ve cehalet nedeni aykırı programların önlenerek, ısrarcı olanların toplumdan dışlanması; Buna rağmen aynı doğrultuda yayın yapan yazılı medyaya itibar edilmemesi ve satın alınmaması; Halkın eylem ve söylem, yani davranış biçiminin düzeltilmesi, ‘namuslu-dürüst-demokrat ve temiz” bir hayatın özendirilmesi; Aksine davrananlar hakkında hukuki müeyyidelerin ikamesi. Rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk, gasp ve sahtecilik ile benzer insanlık dışı-alt varlık türü inisiyatif, teşebbüs ve fiillere karşı halkın eğitilmesi, bilinçlendirilmesi, aktif sorumluluk ve duyarlığın arttırılması. Şikâyet ve takibin özendirilmesi. Şer ve şeytani unsurlara karşı her türlü resmi ve sivil önlemin alınması. Kötü olanların ve kötülüğü yaymaya kalkanların toplumsal ve sosyal hayattan “ıslah oluncaya kadar” dışlanması, kamu görevlerinden atılması.
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
04.12.2008, 13:54 | #7 |
Usta Yiğido
seva Şuan
Son Aktivite: 31.08.2010 21:51
Üyelik Tarihi: 04.02.2008
Yaş: 39
Mesajlar: 15.375
Tecrübe Puanı: 2173
|
Cevap: DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK
DİN, DİYANET, CUMHURİYET VE ATATÜRK (7)
Mustafa Nevruz SINACI Bütün din görevlileri tarafından, inançları istismar ve suistimal eden siyasi parti ve sair kesimlere karşı ağırlıklı ve duyarlı bir mücadele verilerek; Adalet, hakkaniyet, ahlâk ve hukuk ilkelerinin hayata geçirilmesi, din ticaretinin mutlaka önlenmesi, din ve insan istismarını meslek ve meşrep edinen alt varlıkların toplumdan dışlanması konusunda her türlü tedbirin alınarak: Milliyetçi, mukaddesatçı ve maneviyatçı temeller üzerinde; “İlkeli, onurlu, namuslu-dürüst ve sorumlu insan/yurttaş” ve “temiz, dürüst, şeffaf devlet” için tam bir seferberlik ilân edilerek uygulanması. Vatandaşların, millet memurları ve topyekün devlet yönetimini özenle takip, kontrol ve denetlemesi ile “hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” emir, hedef, ülkü ve ideali yönünde, insanlık ve vatandaşlık görevini yaparak: Halka rağmen değil, “Halk hizmetinde devlet” felsefesinin bir yaşam biçimi olarak yerleşmesine öncülük ve önderlik edilmesi. Bilimin, bilincin ve objektif demokrasinin; “devleti ebed-müddet kılma ve tam bağımsızlığı koruma” ilke, norm, standart ve kriterleri dahilinde “ULUSAL BİRLİK ve BÜTÜNLÜĞÜN” mutlaka ve behemahal sağlanması; Sağlıklı, akılcı ve mütekabiliyete dayanan hukuki bir rekabetle bütün misyonerlerin nötralize edilmesi, din-milliyet ve devlet düşmanı masonları Atatürk ve Menderes’in yaptığı gibi yeniden tasfiyesi mutlaka gerekli ve zorunludur. SON SÖZ YİNE ATATÜRK’ÜN Atatürk diyor ki: “Dinsiz Milletlerin Devamına İmkân Yoktur.” Atatürk’ün bu sözüyle, İslâm’ın Türk Milleti’nin basiret ve bekası için taşıdığı önem ve değer ile vazgeçilmez zarureti vurguladığı bilinen bir gerçektir. Nitekim, Emine Şeyma Usta tarafından kaleme alınan “Atatürk’ün Hutbeleri” isimli nadir kitap dikkatle incelenir ve değerlendirilirse, (İleri Yayınları, No: 64, Temmuz : 2005) görülecektir ki; Büyük Önder, Cumhuriyetin, Genelkurmay Başkanlığından sonra ikinci resmi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve dönemin Başkanı büyük alim merhum Rıfat Börekçi tarafından hazırlanan 52 Cuma hutbesini tek tek gözden geçirmiş ve tamamen kendi üslubu ile yeni baştan yazmıştır. Bu kitabın başlangıcında (s.9) şöyle bir hitabı vardır: “Milletimiz, bu yüce İslâm dinini çok iyi anlamamaktadır. Yüce İslâm dininin çok iyi anlaşılması için açık bir Türkçe’yle hutbelerin vatandaşımıza seslendirilmesini istiyorum. Bu büyük milletin diniyle, kültürüyle daha iyi büyüyeceğine inanıyorum. Yalnız, dinimiz bilginin ışığında ve müspet ilimler yolunda ele alınmazsa, vatanımız ve milletimiz için bu bir felâket olacaktır.” Demektedir. (Atatürk’ün Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi’ye hususi emir ve direktifleri, 1927 – s.9) Bu bağlamda tarihi ve toplumsal gerçeklere baktığımızda; Yukarıdaki paragraflarda ve bu yazı dizisinde de yer alan Atatürk’e ait bütün sözlerin büyük bir isabet, kemâl-i basiret, derin bir vukuf, sağlam bir iman ve yüksek bir Türk Rûhunun eseri olduğunu görürüz. Çok açık bir ifade ile Mustafa Kemâl Atatürk, kimilerinin iddia etmek küstahlığında bulunduğu gibi asla bir materyalist, gizli bir komünist, seküler bir lâik veya mukallit bir sosyalist değildi. Bütün bu ve benzeri iddia ve isnatlar yalan, uydurma ve iftiradır. Zira: Felsefi, sosyolojik ve psikolojik bir hakikattir. Bir milletin fertlerini birbirine bağlayan ve kenetleyen en güçlü bağ dindir. Tarih, ne kadar zor şartlar altında olursa olsun dini ve milli değerlerine sahip çıkan milletlerin daima ve her şeye rağmen ayakta kalabildiğine dair sayısız örneklerle doludur. Diğer taraftan dini bağları zayıf, hattâ dinsiz milletler tarih sahnesinden çar çabuk silinip gitmişler veya güçlü inanç, kültür ve dinler içinde asimile olmuşlardır. BATININ ALTERNATİFİ DE ASİMİLÂSYONDUR Mukallit ve muharref bir akaide dört elle sarılacak kadar mutaassıp ve bu kara-kirli taassup karanlığı içinde ahlâken tefessüh etmiş (paraya ve şeytana tapan emperyalist) batı; Başta AB içinde yaşayan 4.5 milyon Türk olmak üzere, bütün Müslümanlar için asimilâsyonu tek ve en doğru-kolay yol olarak seçmiştir. Bunu açıkça haykırmakta ve elinin uzanabildiği, gücünün yetebildiği ve dahili bedhah bulup da kullanabildiği her yerde uygulamaktadır. Bu nedenle AB taraftarı kişi ve kurumlara kuşkuyla bakmak ve eğer bunlar siyaset kurumu iseler mutlaka ve behemahal uzak durmak gerekir. Çünkü: AB, ABD ve dünya emperyalistleri, dinin toplum üzerindeki ‘bireysel bazda’ olumlu, kendi çıkarları ve emperyalizmin menfur amaçları yönünden çok zararlı ‘olumsuz’ etkilerini çok iyi bilmektedirler. Özellikle, Atatürk’ün tanımladığı arı-duru, hurafeden arınmış, gerçek, doğru ve samimi İslâm yaşadığı sürece küresel emperyalizm zevale uğramaya mahkumdur. Peki, bunun bilinen ve belli olan ‘müşahhas’ sebepleri nelerdir ? 1. Din, bir ahlâk sistemi ve yaşama biçimidir. İnsanlara iyiyi, güzeli, gerçeği, doğruyu, hakkaniyet ve adaleti, adaletli olmayı, sapkınlık, ahlâk dışılık ve yanlışı açık ve net olarak öğrettiğinden dolayı, dini değerlere sahip biri aynı zamanda özgür bilim, akıl, mantık ve sağduyu sahibidir. Din ve bilimin et ve tırnak gibi örtüşük ve birbiri ile barışık olduğunu bilir. Bilimi ve dini bu bağlamda algılar. Dosdoğru, düzgün, huzur içinde ve mükemmel bir hayat yaşar. Gerçek anlamda çağdaştır. Hattâ çağın da çok ötelerindedir. İyiyi kötüyü, yanlışı doğruyu birbirinden srahatle ayırır.Dinin varolmadığı bir toplum ve ortamda ise yardımlaşma, dürüstlük, hoşgörü, adalet, fedakârlık gibi insani değerlerin hiçbirinden söz etmek dahi mümkün olamaz. Kapitalist ve emperyalist (seküler) ülke ve bu anlamda lâik toplumlarda ‘insan insanın kurdu’ dur. Kurtlar sofrasında din olmaz. Olamaz. Dinin olmadığı yerde ahlâk da yoktur. Orada cumhuriyet fazilet anlamına da gelmez.Dürüstlük, adalet, hukuk hak getire. Oralarda hukuk hak sahibinin değil, gasp sahibinin çıkarlarına göre düzenlenir. Bu, kuşkusuz toplumun çürümesi ve zamanla yok olması anlamına gelir. 2. İnsanı insan yapan erdemler ve ahlâki değerler geçerliliğini yitirdiği ve yok olduğu taktirde, toplumun her kesimi ve mutlaka her ferdi bundan nasibini alır. Her birey sadece ve yalnızca kendisini umursayan ve kendi dışında hiç kimseyi önemsemeyen birer ayrı parça ‘prototip’ halini alır. Tümüyle dini bir kurum olan aile anlamını yitirir ve parçalanır. Ve yine, kaynağı ve dayanağı mutlak surette din olan evlilik müessesesi, namus ve fazilet ortadan kalkar. Toplumda genetik deformasyon, genel bozulum ve DNA inhilâli (çözülme-ayrışma, dağılma) başlar. İnsanlık aleminin, insani ve ilmi boyutun en büyük ve amansız düşmanı olan fuhuş, lezbiyen ilişkiler ve lânetli şeytanın aşşağılık homoseksüelliği alır yürür. Namuskârlık ortadan kalkar. Din tüccarlığı, siyaset simsarlığı, fahiş fiyat, fahiş kâr ve bütün usul, esas ve unsurları ile fahişeliğe dayalı alçakça, acımasız bir düzensizlik, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, irtikap, gasp, sahtecilik, hortumculuk, anarşi, zulüm ve terör hüküm sürmeye başlar. İşte, AB nam batının sözde uygarlık dediği tam da budur. Bu çarkın oturduğu ve hakimiyet kurduğu yerde devlet sermayenin eline geçer. Adalet, hukuk, huzur ve insicam, düzen ortadan kalkar. İnsan hakları, adalet ve demokrasiden artık söz edilemez. Buna paralel olarak baş gösteren psikolojik ve sosyolojik bozulum bireysel terör, yoğun tedhiş, toplumsal gerilim ve intiharlara yol açar. Menfur olaylar birbirini kovalar. Ortam yaşanmaz ve tahammül edilemez hale gelir. Bu hayatın gerçeğidir. Atatürk, bu gerçeği büyük bir beka ve basiret eseri olarak görmüş ve Türk milletinin dindar olmasını istemiştir
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] CANDA ÖZÜR OLMAZ... |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Sabiha Serin Siir Kösesi | Sabiha Serin | Şiirler | 169 | 02.09.2010 11:50 |
ULUSAL GÜNEŞİMİZ CUMHURİYET | Sabiha Serin | Köşe Yazıları | 6 | 31.10.2008 23:17 |
CUMHURİYET TARİHİ EKONOMİ KRONOLOJİSİ | WåñTêd_øØ7 | Arşiv | 3 | 19.06.2008 20:54 |
Dünya Basınında ATATÜRK | orhanakbulut_58 | Atatürk ve Sivas | 0 | 07.11.2007 20:47 |