|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Arama | Bugünki Mesajlar | Forumlar? Okundu Kabul Et |
Serbest Kürsü Serbest Konular |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
19.02.2016, 15:43 | #1 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 604
|
Tarihte Türk –Yahudi Birlikteliği: EFENDİ-METRES İLİŞKİSİ-1
İki Göçebe Toplum: Türkler ve Yahudiler
Bilinç toplumsal olduğuna göre, aynı zamanda tarihseldir de. Tarih bilinci ise, bugünü geçmişin sonucu geleceğin de bugünün bir devamı sayan bilinçtir. Böyle bir bakıştan yoksun ele alınan tarih, aslında tarih olmayıp, salt çeşitli efsanelerden, hikayelerden, massallardan oluşmuş bir geçmiş torbasıdır. Böyle bir torbanın yardımıyla herhangi bir kültürel çözümlemeye ulaşabilmek ise olanaksızdır. Bir insanın, diline, dinine, soyuna tarihine, yer altı-yer üstü hazinelerine, kentlerine, doğasına, denizlerine, göllerine, eski sanatlarına, neyi var neyi yoksa tümüne sahip çıkabilmesi için bilinçlenmesi birinci koşuldur. Kısacası, bilinç, bellekle ilişkili bir sosyal oluşumdur. Türk –Moğol toplumlarının binlerce yıl göçebe yaşam sürüdüğü, zaman içinde bu ilkel ancak alabildiğine özgür yaşam biçimini yerleşik yaşama üstün tuttukları, gerek Asya ve gerekse Avrupa’nın zaptettikeri tarımsal üretim yapılan verimli ovalarını hemen hayvan sürüleri için otlaklara çevirdikleri; egemenliğinde yaşadıkları Selçuklu, Osmanlı gibi devletlerin kendilerini toprağa yerleştirip tarımsal faaliyete yöneltmek isteklerine şiddetle karşı koyup isyan ettikleri tarihsel kayıtlardandır. Tarım toplumuyla karşılaştırıldığında, göçebe Türk ve Moğolların yaşantısı, binlerce yıl aynı şekilde tekrarlanan, basit bir yaşamdır. Kendi aralarında – hayvan sayısı bakımından – servet farklılığı meydana gelmiş olsa da, kandaşlık (aynı soydan olma) bağları toplumsal örgütlülüğün çimentosu olarak varlığını korur. Devlet yolunda örgütlenmeler (göçebe konfederasyonlar) yapsalar da, yerleşik yaşama geçmeden önceki hiçbir dönemde merkezi devlet örgütünü kuramazlar. Oysa devlet, uygarlığa giden yolda önemli bir aşamadır. Bu nedenle de, doğayla olan göbek bağlarını kesemezler; efsaneler dünyasından gerçekler dünyasına geçemezler. Enerjilerini sürekli savaşlarda birbirlerini boğazlayarak tüketirler. Bırakalım Yunan ve Roma filozoflarının –bilim adamlarının; ‘dünya nasıl yaratıldı?’ ‘Olup bitenin ardında bir güç var mı?’ ‘Ölümden sonra bir hayat var mı?’ vb sorularını sorup yanıt aramalarını, bunlardan daha önemli bir soru olan, “nasıl yaşamalıyız?” sorusu acaba akıllarına hiç gelmedi mi? Gelemezdi, çünkü; “İlkel komünal toplumun yaslandığı üretici güçler düzeyi, doğaya fazla yakın, adeta göbek bağıyla bağlı kaldığı insanın düşüncesini kısıtlar, onu ağır koşullar altında ezer ve eblehleştirir aynı zamanda”.(Komünist Manifesto) İlkel komünal toplumun – bizim için göçebe yaşam süren atalarımızın- beyinsel aktivitenin bu durağanlığına karşın, yerleşik tarım toplumları daha kolay ve rahat yaşamın koşullarını oluşturmanın yollarını aralar; yani düşünürler. İnsanın en basit hareketi yer değiştirmesi, en gelişmiş hareketi ise düşünmesidir. Göçebe yaşam sürenler binlerce yıl en basit hareketi , yani sürekli yer değiştirmeyi, tekrarlamışlardır. Buna karşın yerleşik tarım toplumları doğal olayları anlamaya, onlara karşı koymaya ve gerektiğinde kendi yararları için kullanmanın yollarını ararlar. Bu bağlamada, doğadaki tüm enerji kaynaklarından yararlanmaya, tarımsal üretimi arttırmaya çalışırlar ve bu süreçte düşünce-bilim-teknolojiyi geliştirirler. Enerji kaynakları olarak ilk kullanılanlar hayvanlar ve insanlardır. Bir kısım insanlar diğerlerini köleleştirerek kendileri için üretimde kullanırlar.(Bu durumu en eski kaynaklardan biri kabul edilecek 'Mezmurlar'da çok açık görülür: Yahudi kabilelerinden insanlar kaçırılmakta ve Rab'ın İsrail'i koruması için dilek ve isteklerde bulunulur) Bu durumda toplum iş bölümüne göre yeniden yapılanır, eski sosyal yapının en önemli bağı olan aşiret bağları (kan bağı) kırılır, toplum sınıflara ayrılır. Sınıflara ayrılan toplum, doğası gereği devlet örgütünü kurar ve uygarlık yolunda hızla ilerler. “...Batı uygarlığının yayılışının ardında iki aksiyom gizlidir; bunlardan ilki gerçek bir toplum olabilmek için Devlet’in koruyucu gölgesini arar, diğeri ise çalışmanın gerekliliğini içerir.” Sadece Türk-Moğollar değil, Gotlar, Tunguzlar, Buryatlar, Vikingler, vb başka toplumlar da uzun yıllar göçebe yaşam sürdürmüşlerdir. Yahudiler de göçebe toplumlardandır. Yahudileri, iki bin yıldan daha fazla bir süreçte vatanlarından uzakta ve çok farklı, birbirinden çok uzak ülkelerde, özellikle Avrupa’da şehirlerin “Getto” denilen dış mahallelerinde ilkle, yoksul topluklar olarak yaşamışlardır. Üstelik o toplumlarda sürekli olarak toplu öldürülmeleri, kovulmaları, aşağılanmaları yaşamışlardır. Ancak, onların göçebeliği diğer toplumlar/toplulukları gibi bir göçebelik değil, başka toplumların içinde sürdürülmek zorunda olan -kendine özgü- bir göçebeliktir. İşte bu yaşam biçiminden dolayı, Yahudi toplulukları “göçebe” değil, “parazit” topluluklar olarak tanımlanır. “Yahudi hiçbir zaman bir krallık kurmadığı ve dolayısı ile kendine has bir medeniyete sahip olmadığı için, onu göçebe kavimler arasında saymak isteyenler olmuştur. Fakat bu yanlış ve tehlikelidir.Göçebelerin, üzerinde yaşadıkları sınırlı bir toprakları vardır. Ancak bunlarbelli bir yerde oturup çiftçilik yapmaz, sürülerinden elde ettikleri ürünle geçinirler ve bu sürüyü otlatmak için kendi topraklarında dolaşırlar. Bunun sebebi de topraklarının bir yerde devamlı oturmalarına imkân vermeyecek kadar verimsiz oluşudur. Fakat asıl sebep, bir devrin veya bir milletin teknik medeniyeti ile bölgenin doğal fakirliği arasındaki dengesizliktir. Ari ırklar, bazen böyle verimsiz bölgelere gelmişlerdir, fakat bin yıldan fazla bir zaman içinde, teknikleri sayesinde sabit tesisler kurmaya, yaşamak için gerekli olan her şeyi aldıkları geniş topraklarda hakimiyetlerini kabulettirmekte başarılı olmuşlardır. Teknikleri olmasaydı ya bu araziyi terkeder, ya da durmadan yer değiştiren göçebe hayatı yaşarlardı.Binlerce yılda edindikleri formasyon, yerleşik oturmaya olan alışkanlıklar, böyle bir hayatı onlara tahammül edilmez göstermiştir. "Ari ırk ihtimalki önce göçebe hayatı yaşadı, ancak çağlar sonra , yerleşti. Yerleşti, çünkü o bir Yahudi değildi. Yahudi göçebe değildir,çünkü göçebede bir "çalışma" anlayışı vardır, bu anlayış, fikrî şartlar verine getirildiği takdirde bir iç gelişmenin doğması mümkündür, Göçebede zayıf olmakla beraber, bir idealizm esası da vardır, bu İdealizm doğası Ari ırka yabancı görünür ama antipatik görünmez. Böyle bir anlayış Yahudiler için bilinmez. Bundan dolayı Yahudiler hiçbir zaman göçebe olmamış, fakat her zaman başkalarının sırtındangeçiinen parazit olmuşlardır. Bazen yaşadıkları bir bölgeyi terkederler ama isteyerek değil, gösterdikleri misafirperverliği istismar eden Yahudilerden bıkan milletler, onları topraklarından kovarlar da onun için. Yahudilerin daima uzaklara yayılma âdetleri parazitlere has bir karakterin izidir, ırkları için daima yeni bir besleyici ararlar. Fakat bunun göçebelikle bir ilgisi yoktur, çünkü Yahudi bulunduğu araziyi terk etmeyi hiç düşünmez, yayıldığı yerde kalır ve öyle çöreklenir ki, oradan ancak şiddete başvurularak çıkarılabilir. Yahudi, devamlılığım yalnızca göç etmekle temin edebileceğini anladığı ve buna mecbur olduğu için yeni bölgelere gider. O parazit bir tiptir, öyle yaşamaya devam etmektedir, tıpkı pis bir tenya gibi, daha besleyici gördüğü yerlere yayılır. Onun bulunduğu yere etkisi, parazit bitkilerin etkisiyle birdir: Onun bittiği yerde, onu kabul etmiş olan millet, az veya çok bir zaman geçtikten sonra sönüp gider. (Mısır, Pers, Roma uygarlıkları).Yahudi başka milletlerin ülkelerinde, her zaman bu şekilde yaşamıştır. (Kavgam,s:241,242) Özetle, bir sarayda, bir kulübedekinden başka türlü düşünülür veya göçebe çadırında uygarlıktan uzak yaşayanların (Türk Karabudun) bilinci, binlerce yıldan beri Yunan-Helen-Roma uygarlığının inşa ettiği görkemli kentlerde ,“tefecilik/bezirganlık” yapanların bilinci ile aynı değildir; bu iki göçebe halk aynı toplumu oluşturduklarında çadırdan gelenler uşak, kentlerden gelen göçebeler ise “Beyaz Efendi” (kripto Yahudiler) olacaklardır; Bugün Türkiye’deki durum budur. Bu olgunun konumuzla ilgisi, bunun böyle olduğunu “Karabudun”un kendiliğinden fark edememesi; Yahudi asıllıların( Yalçın Küçük, Soner Yalçın, Ilgaz Zorlu, Avram Galante, Moiz Kohen, vb) ) –içeriden-verdikleri bilgilerle fark edebilmesidir. Yani, Türkiye’de kendilerini Sünni, ya da Alevi olarak ifade eden Orta Asya kökenli Türklerin ( Karabudun’un) geçmişte ve şimdi, bütün sorunlarının kaynağı olan ana sorunu farkında olamamaktır, yani “bilinçsiz” oluşudur.Karabudun’un bilinçsizliği hala sürmektedir. O halde kişisel bilinç, toplumların yaşam biçimleriyle, dolayısıyla toplumun belleği ile ilintili/ilişkili, onun tarafından belirlenen bir kavramdır. Konu cebe tarafından (19.02.2016 Saat 15:56 ) değiştirilmiştir.. |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 20 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
20.02.2016, 12:32 | #2 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 604
|
Cevap: Tarihte Türk –Yahudi Birlikteliği: EFENDİ-METRES İLİŞKİSİ-1
“Tamamlayan Kavimler” yalanı: “Efendi-Metres” Gerçeği
Bazı Tanımlar: Bir şey hakkında konuşurken veya yazarken önce o şeyin bir tanımını yaparız. Tanımlamak, tanımlananın ayırt edici özelliğini vurgulamaktır. Tanımlarken kullandığımız ifadeler herkesin aynı şeyi anlamasını sağlayacak kadar açık olmalıdır. Bu anlayış doğrultusunda, konuya girmeden önce "millet", "ırkçılık", “metres” , “efendi” gibi bazı kavramları kısaca tanımlamamız gerekir. Çağdaş yorumuyla millet “geçmişten şimdiye kadar olan süreçte dil, inanç, kültür, akrabalık ve soy birliği gibi ortak değerler oluşturarak bir araya gelmiş bütünleşmiş topluma denilmektedir. Böyle bir topluluğun geleceğe yönelik anlam ve derinlik kazanması, başka bir söylemle gelecekte yaşama arzusu gösterebilmesi için ortak bir geçmişten gelmiş olması şarttır. Irkçılık, sadece kendi milletine ait olan ortak değerlerin “ yüksek değer”, diğer milletlerin ortak değerlerini ise “ değersiz” görme anlayışıdır. Türkler, tarih süreçte hep göçebe yaşamış, her girdikleri uygarlık alanında asimle olarak köklerinden kopmuş, yazılı metinleri olmadığından toplumsal belleği hiçbir zaman oluşamamış, her zaman aşağılanmış, adam yerine konulmamış ve Asya kıtasının hemen her yanına saçılmış topluluklardır. Bu etnisitenin tarihte ilk kez adını duyurduğu yer İç Asya’da bugün Moğolistan olarak bilinen yerdir. Türk etnikin kültürü Türkiye’de bugün Türk Kızılbaş Aleviler tarafından –bilinçsiz bir alışkanlık tarzında- az çok yaşatılmaktadır. Yahudilik ise, üstün, ayrıcalıklı, özel bir topluluğun, diğerlerinden kendini özenle ayırma çabasıdır. Yahudiler, hem bulundukları toplumun elitlerine bağlılıklarını ifade etmek, hem de Yahudi’ce bakış açısıyla insanlar ve toplumlar arasında "ben ve öteki" ayrımı yapmak, Yahudiliğe özgü bir karakterdir. Buna çağımızda Yahudi ırkçılığı, Siyonizm denilmektedir. Sadece Türk milliyetçiliğinin değil, modern milliyetçiliklerden bir çoğunun önde gelen teorisyenleri de Yahudilerdir. Kurguladıkları milliyetçiliğin içinde kendi milliyetçiliklerini gizlerler. Tarihlerine ve efsanelerine sarsılamaz bir bağlılıkları vardır. Bu konuda hem Türkiye, hem de dünya pratiğinde somut ve güncel olaylar var. Örneğin, Türkiye’de “AK” sözcüğü Yahudilik ile o kadar özdeşleşmiştir ki, bu sözcüğü adlarında, soyadlarında veya şirket adlarında taşıyanlar çok büyük bir olasılıkla Yahudi asıllıdır. “Ak”, hem bir Yahudi efsanesinden kök alır, hem de bir Yahudi kabilesinin, Libni=Ak, adıdır. ( Y. Küçük: İsyan-1, s 581-600) ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Yahudilerin bu davranış biçimleri, toplumbilimciler tarafından yadırganmamaktadır; Yahudilerin yaklaşık iki bin yıl vatansız-devletsiz yaşamaları onların karakterinde derin değişimler yaparak kendine özgü toplumsal korunma güdüleri geliştirdikleri şeklinde değerlendirilmektedir. Tarih boyunca Yahudiler, ana özellikleri olan yükselen güçlerle işbirliği yapıp tefecilik imtiyazları elde etmek dışında bir varlığa sahip değildir. Perslerle başlayan bu serüven Roma yükselince Roma'ya, İslam gelince Müslüman yönetimlere, Avrupa'da yükselen kral ve beyliklere ve en son bugün ABD'ye kullanım değeri halinde kiralanmış bir asabiyeye dayanır. Yani Yahudiler ne zaman güçlü görünmüşse, o dönemin esas politik gücüne bakmak gerekir.(Ahmet Özcan: Yahudilik Nedir,[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Konumuz, işte bu iki farklı toplumun “aynı” oldukları tezini irdelemektir. Fransızca “maitresse” sözcüğünün Türkçe söylenişi olan “metres”, Türkiye’de günlük yaşamda evli bir erkekle nikâhsız yaşayan kadına denir; böyle kadınlara, eskiden “kapatma” veya ”kapama” da denirdi; bu üç sözcük de, halkın zihninde “orospu”yu çağrıştırır. “Efendi” ise, birçok anlamları olmakla birlikte, daha çok “sahip=egemen” olmayı vurgular. Günümüzde, “efendi” veya “sahip” yerine “patron” deniliyor. Efendinin düşüncesinde metresinin algılama, düşünme, değerlendirme gibi beyinsel fonksiyonları hem yetersiz, hem de gereksizdir, gerekli olan ise bedensel cazibesidir; patron için metres, “bekleyen kadın” dır. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: patron-metres birlikteliğini sağlayan parametreler patronun beyni ile metresin bedenidir. Bu nedenle efendi, söz konusu birlikteliğin niteliğini ve süresini belirlemenin ötesinde metresin özel ve genel yaşamını da belirler; kimlerle konuşacağını, kendisine ve başkalarına nasıl davranacağını, nereye gidip nerelere gitmeyeceğini, vb özel yaşama ait gerekli gördüğü düzenlemeleri –gerektiğinde şiddet de kullanarak- yapar. Yani, metresin ne birinci eş gibi statüsü, ne de ikinci eş gibi resmiyeti (toplumsal kabul) vardır; o, “düşürülmüş”, yani değersizleştirilmiş bir kadındır. Metres –cinselliğinden soyutlanırsa- tek sözcükle, “kul=köle”dir. Tamamlayan Kavimler Yalanı Prof. Dr. Yalçın Küçük, Yahudilerin amaçlarından birinin de “ İsrail Yahudileri ile Türkleri bir tek kavim” göstermek olduğunu ileri sürmektedir. Bu teorisine dayanak olarak da, İsrail’in kurcu devlet başkanı, Osmanlı mebusu, Ben Gruion ile Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’in ( asıl adı: Ali Adnan, cinayet işledikten sonra : Adnan Ertekin, siyasete girdikten sonra: Adnan Menderes) (Prof. Yalçın Küçük: İsyan-2, s: 597) 1958 yılında imzaladıkları “gizli” bir anlaşmayı göstermiştir. Çok gizli tutulan bu anlaşmada “complementary nations:tamamlayan kavimler” ifadesinin yer aldığını 1987 yılında Yahudi Doktor Nachmani’nin yayınladığı anıları sayesinde haberdar olunduğunu not etmiştir: “1958 Alyansı ile, Yahudiler’le “tamamlayan kavim” olmayı kabul ettiğini de öğreniyoruz.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük :İsyan-1, s:312.) ( Alyans=Aliyah=Aliye: Filistin’e göç anlamında kullanılır) Bununla birlikte, Ben Gruion’un öncülleri Siyonist teorisyenler (aynı zamanda da Türk ırkçılığının teorisyenleri) Arminius Vambery, Emmanuel Karasu (Carasso), Avram Galante, Leon Cahun, Moiz Kohen (Munis Tekinalp= Tekin Alp )’ e göre, “tamamlayan kavimler” şöyle dursun, Türkler, Moğollar ve Yahudiler aynı soydan gelmektedirler. Hatta, Prof. Dr. Avram Galante, daha da ileri giderek, Atatürk’ün “Yahudiler bizim gibidir, yani Türkler ile Yahudiler arasında fark yoktur” dediğini iddia etmiştir. (Prof. Dr. Yalçın Küçük:İsyan-2,s:289). Avram Galante, 1873 Milas doğumlu Siyonist bir Yahudi’dir. Çocukluğu Bodrumda geçmiş ve Rodos’ta bir Yahudi okuluna gidene karar Türkçe öğrenmemiştir. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsyan-2,s:289). Türkçeyi –zorunlu olduğu için-sonradan öğrenen biri, Türklerle Yahudilerin aynı kavimden olduğunu iddia ediyor; tam bir yılanlık! Ancak, Yahudi ırkçılarının(Siyonistlerin) bu düşüncesi, 1948’ten öncedir; henüz İsrail Devleti kurulmamıştır ve 1967 Arap-İsrail Savaşı olmamıştır. İsrail Devleti kurulduktan sonra, “aynı kökten” teorisi yerini “tamamlayıcı kavimler” teorisine bırakmıştır. Bu yeni teoriye, 1967’de İsrail’in Arapları 6 gün gibi çok kısa bir sürede bozguna uğratmasından önce, Prof. Küçük’e göre, şiddetle gereksimin vardır; çünkü, “tamamlayan kavimler” hedefinin temelinde yeni kurulan İsrail Devleti’nin yaşatılması vardır. O’na göre, “Siyonist Ben Gruion, has Yahudi nüfusu ile İsrail’in yaşamasına imkan olmadığına inanmakta ve bu nedenle Türkiye nüfusuyla Yahudi aklını birleştirmeyi yüksek tutmuştur.” Nitekim, 1958 yılında yapılan söz konusu anlaşmada ele alınan konulardan biri de Türkiye nüfusunun hızla çoğaltılmasıdır. Oysa, Yahudi ırkçıları (Siyonistler), Türkleri kültür bakımından diğer halklara göre “geri:ilkel” olarak değerlendirmişlerdir. Nitekim, Türkler ile Yahudileri “tamamlayan kavimler” olarak formüle eden Ben-Gruion’un kendisi bile, “Türkleri, Ermeniler, Yahudiler ve Elenler (Rumlar) kadar gelişmiş kabul etmiyor, bunu açıkça yazmıştır .”( Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsyan,s:490,499). Türk milliyetçisi kimliğindeki en azılı Yahudi ırkçısı Tekin Alp (Moiz Kohen) de aynı görüştedir; 1909 yılında Hamburg’da toplanan Dokuzuncu Dünya Siyonizm Kongresi’nde şunları söyler: “ Türkiye gerçekleştirilecek büyük bir Yahudi göçü, ülkemizde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak bir güç olacaktır. Ayrıca, bizde (Türkiye’de), kendilerini asimle edecek daha yüksek bir kültür olmadığı için, göç eden Yahudiler, kültürel kimliklerini koruyabileceklerdir. Örneğin ne Arnavut kültürü ne de Ermeni kültürü Yahudi kültürünü eritmeye ve onun özgün yapısını bozmaya yetecek güçtedir.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük:İsyan-1, s 497). Görüldüğü gibi, Türklerin kültüründen söz edilmemektedir: “yok” sayılmaktadırlar. Demek ki, Siyonist düşüncede Türkler tıpkı Ottoman’ın kurduğu devletteki (The Ottoman Empire) statüsündedirler: “etrak-ı bi-idrak”tirler. ( Etrak: Türkler, İdrak:Anlayış yeteneği, anlama, kavrama, akıl yürütme: Bi-idrak: İdraki olmayan, idraksiz; hayvan) “Ayrıca, bütünleyen kavim, “Beni İsrael, Türkleri çok soğukkanlı ele alıyorlar; kuvvete saygı gösterirler demektedirler. Belki de kuvvete taparlar demek istemektedirler. O tarihteki İsrail dışişleri bakanlığı belgelerine göre, Türkler, bir kuvvet ne kadar vahşice tatbik edilirse, daha çok seviyorlar, değer veriyor ve de anlıyorlar; bundan bir rahatlık çıkardıklarını –kesinlikle okuyabiliyoruz.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük:İsyan,s: 312) Yani, Türkleri kontrol altına almak (yönetmek) için gerekirse şiddet kullanılması öğütleniyor, çünkü uygulanan zora Türklerin karşı koyması şöyle dursun, şiddeti uygulayanlara saygıyla boyun eğeceği vurgulanıyor. (12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ile Maraş, Çorum, Ümraniye ve “Hayata (Hayyim’e: İsrail’e) dönüş saldırılarında uygulanan şiddetin dozu bu mantıkla açıklanabilir mi?) Ayrıca, yukarıdaki değerlendirmede –Türkler aşağılanarak- ırksal farklılıkları en ince ayrıntıya kadar ve kesin bir dille betimleniyor, ama yine de “tamamlayan kavimler “ oldukları ileri sürülüyor; ne iştir!? Bu tamamlayıcılık, Aristoteles’in (İ.Ö 384-322), “..gereken şeyleri zekasıyla önceden görebilen bir kimse, doğaca yönetici ve efendidir, oysa beden gücüyle bunları yapabilen bir kimse doğaca köledir, yönetilenlerden biridir. Bundan ötürü, efendiyle köleyi birleştiren ortak bir çıkar vardır” (Aristoteles: Politika. Türkçesi: Mete Tunçay) sözlerinden anlaşılan efendi-köle zıtlığının bütünlüğü müdür? Aristoteles’in bu düşüncesine göre hayvan ile sahibi arasında da çıkar ilişkisi vardır; hayvan sahibinin (efendisinin) istediği şekilde çalışır, sahibi de onun “hayvanca” yaşaması için gerekli koşulları sağlar. Türk kökenli Türklerin, ki bunların asli unsuru -Türkçe başta olmak üzere- geleneğin taşıyıcısı olan Kızılbaş-Aleviler’dir, tarihine Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün baktığı/baktırdığı açıdan bakarsak ve Göktürk, Selçuklu, Moğol ve Osmanlı tarihlerinde gördüklerimizi-algıladıklarımız-sezdiklerimizi de Türkiye’de günlük hayata uyarlarsak efendi-köle, hatta sahip-hayvan zıtlığının oluşturduğu bütünlüğü çok net görürüz. Prof. Küçük, Yahudi aklıyla Türk bedeni arasındaki bu ilişkiyi “metres “ ilişkisi olarak adlandırmıştır. Ayrıca, İbranice’de Türkiye’ye, “Türkiye Memleketi” dendiği gibi “İsmail Memleketi” de denir. Zaten, Türk milliyetçisi kimliğindeki Siyonistler Türkiye’nin Türklerin değil, Yahudilerin vatanı olduğunu açıklamışlardır. Örneğin, görünürde Türk ırkçısı gerçekte en keskin Yahudi ırkçısı(Siyonist) Tekin Alp (Moiz Kohen) şunları söyler: ” Türkiye’yi, bizler, zamanımızın Kenan Ülkesi, İsrailoğulları’nın kutsal toprakları olarak değerlendiriyor ve kardeşlerimizin, modern ülkelerin zulmünden ve kentlerin uşaklık ve ezikliğinden kurtulmaları için tek çözüm olarak görüyordu. Türkiye’ye gerçekleştirilecek büyük bir Yahudi göçü, ülkemizde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak bir güç olacaktır…Eğer Yahudiler Yahudi olarak kalabilirlerse, eğer partizanlık nedeniyle bir ayrılık olmazsa, aralarındaki kardeşlik bağlarını sürdürebilirlerse anti-Siyonizm yok olmaya mahkum olacaktır. Ve merhum Theodor Herzl’in dileği olan Yahudilerin kendi toprakları olmasını istiyorsak, bu topraklar, Türkiye’dedir.”(Prof. Y. Küçük: İsyan-1, s: 498) Gerçekten, 1920’lerden itibaren Türk kimliğine gizlenen Yahudiler, Ermeni, Çerkez ve Rum etnik grupları yok ederek ve Türkiye’ye Balkanlardan, Ege adalarından ve Rusya’dan gerçekleştirilen büyük Yahudi göçleri ile, “ülkemiz” dedikleri Türkiye’de -İsrail ve New York hariç- dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak ve hegamon bir güç oluşturmuşlardır. Türkiye’ye gelen Yahudi göçmenlerin Ege, Akdeniz, Karadeniz ve İç Anadolu’nun en verimli ovalarına yerleştirildiklerini, buna karşın Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları çok verimli büyük ovaları olan Güneydoğu Anadolu ile kışları çok uzun ve verimsiz toprakları olan Doğu Anadolu’ya hemen hiç muhacir (Yahudi göçmen) yerleştirilmediği, “ Osmanlı Ülkesine Yahudi Göçleri, “adlı önceki derlemelerimde çok açık görülmektedir. Prof. Küçük, bu “tamamlayan kavimler” formülüne Türkiye gizli Yahudilerinin razı olduklarını, asıl sorunun İsrail Yahudilerinin ikna edilmesi olduğunu ileri sürmüştür. Bunun için, yani Yahudilerle Türkleri bir potada eriterek bir kavim çıkarma işine ikna etmek için, bir “ortak tarih” yazımına ihtiyaç duyulduğunu, böylece de İsrail’in kurucu başbakanı “ Ben Gruion” un “Irksal yakınlık olmasa bile” (Y. Küçük:İsyan,s: 303) “tamamlayan kavimler” formülünün hayata geçirilmesinin amaçlandığını ileri sürmüştür. (İsyan-2, s: 524). Ortak bir tarihi yazımı için, Yahudi asıllı ancak Türk görünen madrabaz tarihçiler, yazarlar, çizerler bazı tarihsel olaylar çarpıtılarak, bazıları da tamamen uydurularak bu korkunç ırkı Türklerle aynı kavimden veya birbirini tamamlayan kardeş kavimler olarak göstermeye çalışırlar. Türklerin aşırı ölçüde bir “Yahudiseverliği” olduğu toplumsal belleğe yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Prof. Küçük’e göre, bu yeni bir tarih yazımıdır ve tamamen “uyduruk” bir tarihtir. Örneğin, İspanya’dan 1492’de kovulan Yahudilere sadece Osmanlı Devleti’nin kapılarını açtığını, hatta İspanya’ya gemiler göndererek Yahudileri getirttiği, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Marsilya, Paris ve Rodos Başkonsoloslarının (tümü de Türk kimliğindeki Yahudilerdir, bunlardan Necdet Kent’in oğlu Muhtar Kent bugün dünyanın en büyük şirketlerinden ve bir Yahudi kuruluşu olan Coca-Cola’nın genel müdürüdür), kendi hayatlarını tehlikeye atarak, Yahudileri Nazi toplama kamplarına götürülmekten kurtardıkları, Birinci Dünya Savaşı sonunda işgal edilen Türkiye’de işgal kuvvetlerine karşı ilk kurşunun İzmir’de Hasan Tahsin (Osman Nevres) adında bir Yahudi’nin attığını yazdıkları tarih kitaplarında, romanlarda, sinema kurgularında, gazete makalelerinde ve haberleri ile ölen Yahudi asıllılar için düzenlenen cenaze törenlerinde devlet adına ve kişisel konuşmalarda yer almaktadır. Oysa, Prof. Dr. Yalçın Küçük, tüm bunların uydurma olduğunu, asıl amacın Türklerle Yahudileri birbirini seven, ortak bir tarihi, kültürü paylaşan kavimler olarak gösterilmek istenildiği için kasıtlı-bilinçli olarak uydurulduklarını belgeler göstererek kanıtlamıştır (Belgeler Prof. Y. Küçük’ün “Tekeliyet” ve “İsyan” kitaplarında Örneğin, İbrani asıllı (kripto) Prof. Dr. H. İnalcık, “Türkler ile Yahudilerin asırlar boyunca birlikte yaşadıklarını, ortak deneyimler ve olumlu bellekler edindiklerini işaretle, böylece, ‘dostlukla bütünleşmiş bir aile’ oldukları sonucunu çıkarmaktadır. Bütün bu masalların, abartmaların, gerçekdışı yazımların, madalyaların, bunun için düzenlendiğinden hiç kuşku duymayız: bir tarih yaratılmaktadır.” (İsyan-2, 533) Yahudi tarihiyle ilgili bir şeyler yazmaya çalıştığı için dünya Yahudiliğinin kontrolündeki Nobel Ödülü verilen Hazar Yahudi’si Orhan Pamuk, Karay-Hazar Yahudilerinin tarihiyle ilgili yazdığı “ Kara Kitap'ta: “Hazarların aslında Yahudiliği seçen Türkler olduğunu da biliyorduk. Ama bilmediğimiz şey, Yahudilerin Türk olduğu kadar, Türklerin de Yahudi olduğuydu. Kardeş olan bu iki kavmin, yirmi yüzyıl boyunca, göçlerle birbirlerine kavuşamadan, ama hep birbirlerine teğet geçerek, gizli bir müziğin ritmiyle birbirleriyle dans eder gibi, birbirlerine mahkûm umutsuz ikizler gibi dalgalanmalarını izlemek ne kadar, ne kadar ilginçti." (Orhan Pamuk: Kara Kitap, s:127) "Kara" İbrani'de okumak demek ve kendilerini Tevrat'ın okunmasıyla sınırlayan bir tarikatın da adıdır; daha çok Kırım çevresindeki bu tarikatın mensuplarına, İbrani "karaim", Latin kökenli dillerde "karaid" ve bizim dilimizde ise "-i" nisbet ekiyle " kara-i" daha doğrusu "karay" denmektedir. (Y. Küçük: Tekeliyet-2, s?) Bir taraftan “Anadolu’da Yahudileri asimle edecek bir kültür yok” derken sadece Ermenileri ve Arnavutları muhatap olarak görüyorlar ve Türklerden hiç söz bile etmiyorlar, diğer taraftan “dostlukla bütünleşmiş bir aile’ olduğunu iddia ediliyor. Ne yaman bir çelişki! Yine aynı şeklide, kardeş olan iki kavimden Yahudi olan ekonomiyi, siyaseti, kültürü, kısacası toplumun tüm faaliyetlerini yöneten/yönlendiren kavim olurken, diğer kardeşe, yani Türk’e cephede –ölmeleri emredilen- rütbesiz asker, ekonomide işsiz ya da hamal, amale, hizmetçi,ucuz orospu, pezevnek, seçim sandıklarında –göstermelik demokrasi adına- “beyaz efendi: Yahudi” seçme özgürlüğü verilmiştir. Seçilmesi için –Türkçü, Kürtçü, sosyalist, sosyal demokrat partiler de dahil- bütün siyasi partilerin gösterdikleri tüm aydalar “seçilmiş kavim” hastalığıyla sakatlanmış Yahudi ırkındandır; seçim ve seçim hukuku bunun için yapılmıştır: “Sözünü ettiğim bu üçüncü iç savaştan sonra, de facto, aday tespiti, merkezi otoriteye bırakıldı, İngilizce deyim ile vekillerin constimency'leri kaldırıldı, bu, büroların dışında, politik faaliyeti tasfiye etmek anlamına geliyordu. Böylece vekiller daha tabansız yapılmıştır. Ayrıca, vekil olabilmek için, bir listenin toplam oyların yüzde onundan fazlasını alması şartı da getirilmişti, bu da hiçbir muhalif görüş mensubunun vekil olmamasını garanti altına almak sayılıyordu, vekil listeleri oligarşiler tarafından belirlenmiştir. Bütün bunlar için, önce sol ve daha sonra da Kürt tehlikesi gerekçe gösterilmiştir; fakat bugün, bu iki tedbirin sadece tekelistleri vekil yapmak için alındığını görüyoruz.”(Y. Küçük: Tekeliyet-2, 70) “Bugün ülkede, yeteneklere, bütün kapılar ve yerler kapalıdır; öyleyse seçim ve yarış yoktur diyebiliyoruz.”(Y. Küçük: Tekeliyet-1, s:11) |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 19 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
27.02.2016, 11:28 | #3 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 604
|
Cevap: Tarihte Türk –Yahudi Birlikteliği: EFENDİ-METRES İLİŞKİSİ-1
Evrensel Yahudilik (Siyonizm), Filistin’i İslamlaştırdı
Orta Doğu’ya giriş, bir elde ibraniyet ve diğer elde islamiyet tutmayı zorlamaktadır.”( Prof. Dr. Yalçın Küçük: Gizli Tarih, s:55.) 1967 Arap-İsrail Savaşı Filistin’in siyasal havasını değiştirdi. Filistin halkı, savaşı Allah’ın gazabı olarak nitelendirip içine kapandı. O tarihe kadar hiçbir siyasal faaliyette bulunmayan İhvan yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. 1975’ten sonra kuluçkadan tamamen kalktı. Niye? Bu süreçte Filistin topraklarına bir “görünmez el” girmişti. İsrail hükümeti, İslamcı, milliyetçi, solcu ittifakı parçalamak için bir “yeşil” stratejiyi hayata geçirdi. İlk attığı adım, Filistin toplumunu Müslüman, Hıristiyan ve Dürzi olarak bölmek oldu. İsrail Radyosu’nun Arapça programında her sabah dini yayınlar yaptı. Arapça yayınlanan İsrail gazetelerinde İslam propagandası yaptı. İslam’a ilişkin kitaplar bastırdı, dağıttı. İslami yayınlarda patlama yaşandı. Bu arada Arap ulusalcılığına ve sosyalistlere ilişkin tüm yayınlara yasak getirdi. 1967-1987 arasında Filistin’de cami, mescit sayısı 400’den 750’ye çıktı. Gazze’de ise bu rakam 200’den 600’e yükseldi. Gazze sahilindeki kum tepecikleri arasına gelişigüzel yapılmış camiler, göçmen gençlerle doldurulmaya başlandı. Kudüs, El Halil, Gazze’de İslam üniversiteleri kuruldu. Filistin’in “İslamileştirilmesi” sonucu laik çevrelerin kalesi olarak bilinen Nablus bile bu yeşil dalgadan etkilendi. 1990’lara gelindiğinde Filistinlilerin yüzde 50’si, İslami temelli bir devlet kurulmasından yanaydı. “Şekillendirilen” bu Müslümanlar, ulusalcı, demokrat, ilerici, sosyalist Filistinli direnişçilerle aralarına mesafe koymaya başladı. Filistin hareketi bölündü...İhvan uyandırıldı. İhvan 1980’lerin başında uzun kış uykusundan tamamen uyandı/uyandırıldı. İlk hedefi FKÖ kontrolündeki sivil toplum kuruluşların yönetimlerini ele geçirmek oldu. FKÖ karşıtı sert söylemleri zaman zaman çatışmalar çıkardı. Filistin hareketi ikiye bölünmekle kalmadı artık birbirlerini öldürür hale geldi.İsrail’in bu gelişmelerin içinde olmadığını düşünmek saflık olur.Örneğin, Filistin’e giden ve gelen paraları kontrol altında tutan İsrail, İhvan’a yurtdışından gelen paralara bu dönemde hiç ses çıkarmadı.İsrail yaptıklarının “meyvesini” 1986’dan itibaren toplamaya başladı. FKÖ’nün en güçlü birimi El Fetih’den ve İhvan’dan ayrılanlar Hamas’ı kurdu. El Fetih Gazze lideri Tevfik ebu Hawse’ye göre, İsrail, Hamas ile gizli işbirliği içindeydi ve Hamas’ın gelişmesine göz yumuyordu.El Arab Gazetesi: “Hamas örgütünün kurulmasına müsaade eden kişi İsrail Hükümeti’nin Gazze’deki asker valisiydi ve hedefi FKÖ’yü bölmekti.” (11.01. 1993)Benzer sözler ve tartışmalar hâlâ sürüyor.İşbirliği şaşırtıcı mı? (Soner Yalçın: ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 16 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
21.04.2016, 15:21 | #4 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 604
|
Cevap: Tarihte Türk –Yahudi Birlikteliği: EFENDİ-METRES İLİŞKİSİ-1
xxxxxxxxxxx
|
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 8 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
22.04.2016, 10:18 | #5 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 604
|
Cevap: Tarihte Türk –Yahudi Birlikteliği: EFENDİ-METRES İLİŞKİSİ-1
Evrensel Yahudilik (Siyonizm) Türkiye’yi İslamlaştırdı
Laik Toplumun Mistik Topluma Dönüştürülmesi (Ne umuldu ve ne bulundu!) Umulan: “Mustafa Kemal, 1930 yılı: “Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde, tüm tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vesaire yasatıkr. Çünkü bunlar gericiliğin kaynakları ve cehaletin damgalarıdır. Türk milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına katlanamazdı ve katlanmadı. “ ••• Bulunan: Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Bakanlar Kurulu’na medreselere yasal statü verilmesini önerdi. (Yani üniversite denkliği isteniyor) [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] Medreselere universite denkligi.html ••• “Tedavi gördüğü hastanede dün yaşamını yitiren Nakşibendi tarikatının ileri gelenlerinden din adamı Ahmet Yaşar bugün son yolculuğuna uğurlandı. Cenazeye, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Şeref Malkoç, Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak ve yaklaşık 10 bin kişi katıldı. Ahmet Yaşar’ın cenazesi, namazın ardından Of İlçesi Ballıca Mahallesi mezarlığında toprağa verildi. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] ••• Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Mehmet Kırkıncı Hoca'yı son yolculuğuna 20 bin kişi uğurladı.( [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) MehmedKırkıncı, Din adamı, yazar. Nur Cemaati'nin önde gelen isimlerinden ve kanaat önderlerindendir. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] ••• Mustafa Kemal, 1930 yılı: “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir. “(Diyanet'ten yeni fetva: Ateistle evlenilmez, kestiği hayvanın eti yenmez. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) (NOT: Son birkaç günün bu tür haberlerinden 1950’lerden günümüze binlerce, on binlerce örnek vardır) Mitsel -Dinsel Toplum Oluşturma Kronolojisi • Din dersleri 1933 'te okul programlarından çıkarıldı. •1936 yılında Polonya Yahudi’si bir aileden gelen şair Nazım Hikmet, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” adında bir şiir yayınlamıştır. Bu şiirde, 1415-1416 yıllarında Batı Anadolu ‘da “Börklüce Kıyamı” olarak da adlandırılan halk isyanın önderleri olan Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal adındaki üç İbrani’nin hayatı anlatılır. Şeyh Bedreddin’in babasının adıİsrail’dir. “Ben “Börklüce Kıyamı” diyorum, başında kırmızısı vardı, Bedreddin katıldı, yardımcısı Kemal’di, asıl adı Samuel’dir ve eski kaynaklarımızda, “Hud” Kemal veya “Hude” Kemal yazılmaktadır. Tam karşılığı “Yahudi Kemal” oluyor; köylüler ve halk, isimlerde kısaltmayı seviyorlar.Yahuda yerine “Huda” ya da “Hude” diyorlar; dil-bilim, bir ekonomi koludur, hep tasarruf ediyoruz ve en çok “alt” tabakaların tasarruf alışkanlığı var. ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) •1936-1950 yılları arasında sadece Şeyh Bedreddin değil,Yunus Emre gibigeçmişin başka mistik kişileri de tolumun gündemine getirilmişlerdir; “Neden, Yunus’un(Yunus Emre) indirildiği bir tarihte Nâzım Hikmet, Bedrettin’i çıkarma işini üzerine alıyordu? Mühim mesele buradadır, çünkü bu bir talihsiz iştir ve hiçbir yere sığmıyor. Aynı tarihte Necip Fazıl’a bir dergi çıkarmak üzere, İş Bankası’ndan ve bizzat Celal Bayar’ın eliyle, para verildiğini de tespit etmiş du¬rumdayız. Bunları, bir de, kısa bir zaman sonra, Mevlevi dergâhların sadık bendesi Hasan Âli Yücel’in işbaşı yapması izliyordu; demek ki tarikat kapılarının açıldığı bir dönemdir. Ama resmen kapalı gösteriliyordu; resmi tarih, “kapalı” yazıyordu. Öyleyse, bu Destan, estetik ve akılcılık planında olmasa da, gerçekten tarihi ve menkibevi’dir. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Atamanoğlu Fatih, s:131) •Nacip Fazıl Kısakürek, Adnan Menderes hükümetleri döneminde (1950’li yıllar) “ Büyük Doğu Gazetesi” için örtülü ödenekten 140 000 lira verilmiştir ve bunu için Yassıada’da yargılanmıştır. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] • 14 Mayıs 1948’de İsrail Devlet’i kurulmuş, 21 Mayıs 1948 tarihinde İmam Hatip Yetiştirme Kursları açılmıştır. • İsrail’in kuruluşundan hemen sonra, 28 Haziran 1949’da, Necip Fazıl Kısakürek'in öncülüğünde “Büyük Doğu Cemiyeti” kurulmuştur. Bu cemiyetin kurucu üyelerinden biri de AbdurrahimZapsu’dur. Bu kişi Kürt Talebe Ümit Cemiyeti (Tikva:Ümit pasajı. Bkz: [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) ve Kürt Teali Cemiyeti'nin de kurucusudur. Said-i Nursi'nin talebesidir. AbrurrahimZapsu'nun Şeyh Said İsyanı'nın iki numaralı ismi olduğu belirtilmektedir. Bu yüzden sürgün yemiş, hapis yatmıştır. Abdurrahim Zapsu, ilk Kürt isyanını çıkaran Bedirhan Aşireti lideri Bedirhan Paşa'nın torunlarından Arusî şeyhi M. Aziz Çınar ( Hüseyin Feyzullah'ı siyasete itekleyen şeyh) 'ın kızı Hidayet Hanımla evlenmiştir.( [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Bu evlilikten üç çocuğu olmuştur. Kızı Hale, Musa Anter'le evlenmiştir. Oğlu Mustafa Pertev, 'Masey Ferguson' traktörlerinin Türkiye'deki imalatçısı Uzel ailesinin kızı Gaye Uzel ile hayatını birleştirmiştir. Bu evlilikten Cüneyt Zapsu doğmuştur. Ailenin büyük oğlu Aziz Zapsu, BİM’in yönetim kurulu başkanıdır. BİM‘in, Yasin El Kadı, Mehmet Fatih Saraç (Alo Fatihçiğim…)ve Mohammed Omer A. Zubair‘in ortak olduğu, kuruluş sözleşmesini Yasin El Kadı adına Tayyip Erdoğan’ın da avukatı olan Faik Işık’ın imzaladığı Caravan Dış Ticaret ve İnşaat Limited Şİrketi’ne para yatırdığı ortaya çıkıyordu. BİM’in büyük ortağı ise Amerika merkezli Yahudi sermayesinin başarılı finans şirketlerinden Merrill Lynch. BİM’in yönetim kurulunda AKP’lilerin ağabeyi Korkut Özal, Cüneyt Zapsu, terörist Yasin El Kadı, George Bitar, M. P. Kassamali Merali, Ekrem Pakdemirli, Başbakan Tayyip Erdoğan’a kızının kına gecesini evinde yapacak kadar yakın olan Nakşibendi tarikatı’nın önemli isimlerinden Mustafa Latif Topbaş yer alıyordu.([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] Büyük Doğu: Arz-ı Mevut’un Örtüsü Mü? İsrail Devleti’nin hazırlık çalışmaları, Beyoğlu Abraham Paşa apartmanında, İngiltere'nin İstanbul Elçisi Sandison tarafından 1882 yılında kurulan “Cercle d'Orient” adındaki kulüpte(yeni ismiyle Büyük Kulüp) yapılmıştır. Fransızca bir terim olan Cercled'Orient, "Doğu çevresi” veya "Şark çemberi” anlamlarına da gelir. ‘Cercle d'Orient’ adındaki kulübün kurucusu olan İngiltere'nin İstanbul Elçisi Sandison, aynı zamanda Beyoğlundaki "Grand Orient Mason Locası (Büyük Doğu Mason Locası)”nın da kurucusudur. 1930'lu yılların başlarında Circled'Orient'in adını değiştirme konusu gündeme geldi. Toplantı tutanakları Türkçe ve Fransızca olarak yazıldı. Ve 1936 yılında "Büyük Kulüp' adını aldı. İşte böyle mitolojik bir anlamı olan Abraham (Hz. İbrahim) apatmanında ve “Büyük Doğu” kulübünde hazırlık çalışmaları yapılan ve 1948 yılında kuruşunu ilan eden İsrail Devleti’ni, tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye’dir. • 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) kuruluşunun 100. yılı nedeniyle hazırlanan belgeselde geçmiş yıllarda yaşadığı öğrenci kavgalarını anlattı. TRTBelgesel'de bugün başlayacak “Büyük Doğu’nun Atlıları” belgeselinde Gül, üniversitede okurken kantinde sıkıştırılıp alnına silah dayandığını söyledi. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] • 1933 yılında –öğrenci azlığı nedeniyle- okul programlarından çıkarılan din dersleri (Sünni İslam öğretisi) 1949’da ilköğretim programlarına "seçmeli ders" olarak yeniden konuldu. •”İsmet İnönü, hükümeti, Demokrat Partiye, Celal Bayar’a iktidarı teslim etmek istiyordu; uzun olmayan bir zaman sonra, geri alır, hesap budur. 14 mayıs 1950 tarihinde, iktidar değişti ve muhalefetteki İsmet Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisi, ezanın restore edilmesine itiraz etmedi ve “kemalist” saylavların bir kısmı, o şifalarda “kemalist” sözü pek kullanılmıyordu, restorasyon için oy kullandılar.”(Prof. Dr. Yalçın Küçük: Çıkış,s: 244) •. Muhalafet artıyordu; Bayar-Menderes, Kürtler ile yobazizmi aynı anda ileri sürdüler. Tarikatçı ve Kürtçü Said-i Nursi’yi dolaştırmaya çıkardılar, Şeyh Said'ir kızı tarafından torunu, Melik Fırat’ı, 22 yaşında milletvekili yaptılar.(Prof. Dr. Yalçın Küçük: Çıkış,s: 244) •17 Ekim 1951 günü Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin onaylamasıyla İmam Hatip Okulu açma kararı yürürlüğe girmiştir. Kararnameye göre 7 ilde birer İHO açılmıştır. İHO, 1954-1955 öğretim yılı sonunda ilk mezunlarını verdikten sonra 3 yıllık lise kısmı da açılmıştır. Böylece 4+3=7 yıllık bir ortaöğretim kurumu haline gelmiştir.Prof. Dr. Y. Küçük, bu uygulama için; “Bu, sabetayizmin, aynı zamanda, anti-laik vektörü olması anlamına geliyordu. Şimdi en islamist akımların da sabetayist denetim altında olduğunu görüyoruz. “ •16 Haziran 1950 tarihinde Ezan yeniden Arapça okunuşuna döndürüldü. 5 Nisan 1946 tarihlerinde Amerikan Missouri Savaş Gemisi İstanbul’a geldi./…/ Boğaza yaklaşırken, yoksul insanlarımız, kendilerini denize attılar, pek büyük sevinçle karşıladılar. Bu, cumhuriyetin, bağımsızlığı bırakıp, Amerikan kampına girişinin bayramıdır, artık “vale” oluyoruz. Bağımsızlığımızı vermeyi, bayram saymaya, başlıyoruz. Harp Gemisi, hediye olarak, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün (cenazesini getirdi. Daha önce vefat etmişti, mezardan çıkarıp, taşıdılar. /…/ Dinselleşme planında yaptıkları ise ölçüsüz olmuştur, bir, ilkokullara din dersi koydular ve bir de ilahiyat fakültesi açtılar; İmam-Hatipler’e giriş yapmayı ihmal etmediler. Ordu için, askerin din kitabını kabul ettiler; restoratör İnönü, burada da durmadı ve Sebilülreşatçı Şemsettin Günaltay’ı başbakan yaptılar./…/ Dokunmadıkları bir tek ezan kaldı, Türkçe söyleniyordu, “Tanrı uludur, Muhammed Allah’ın kulu” ve bunu Arapçalaştırma işini, Demokrat Parti iktidarına bıraktılar. Ve Bayar-Menderes iktidarının ilk işi budur; yalnız, artık CHP genel başkanı İsmet İnönü, oylamada, CHP grubunu serbest bırakıyordu, reddedenler çok azdılar ve çoğu ezanın Arapçaya çevrilmesi lehinde oy kullandılar. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Çıkış,s:21,122.) (NOT: Missouri Savaş Gemisi, 2. Dünya Savaşı’nda yenilen Japonya’nın teslim anlaşmasını imzaladığı gemidir. Münir Ertegün, ABD’de müzik sektörünün büyüklerinden olan Ahmet Ertegün’ün babasıdır. Türkiye’de bir yılbaşı gecesinde okuduğu 3 şarkı için 2 trilyon para ödenen Tarkan (Tarkan Tevetoğlu) adlı İbrani soytarıyı ‘star’ yapan bu müzik şirketidir. Tevet, Temmuz’dan geliyor. 1967 yılında Arap-İsrail Savaşı’nda Sina çölünde İsrail tank birliğinin en önündekinin adı Tevet’dir.. Kısacası, baba, oğul ve soytarıları saf kan İbrani’dirler..) •17 Nisan 1940 yılında kurulan “Köy Enstitüleri”, -Prof. Dr. Yalçın Küçük ve gazeteci/yazar Soner Yalçın’a göre- Sabetaycıların kurduğu Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te kapatılmıştır. •1933 yılında okul programlarından çıkarılan din dersleri (Sünni İslam öğretisi) 1956’da ortaöğretim programlarına "seçmeli ders" olarak yeniden konuldu. • 1967 yılından sonra, yani Dünya Yahudiliği’nin Arap ordularını 6 gün gibi kısa bir sürede bozguna uğratarak İsrail’in geçici değil, kalıcı bir devlet olduğunu kanıtladıktan sonra –İsrail’in güvenliğinin bir unsuru olarak-Türkiye toplumunu , tıpkı Filsitin toplumuna uyguladığı gibi, laik yapıdan Sünni topluma dönüşmesine hız verildi; İmam-hatip lisesleri ve İlahiyat fakültelerinin hem okul, hem de öğrenci sayısı hızla çoğaldı. •İHO sayısı 1970-1971 döneminde 72’ye çıktı. •22 Mayıs 1972’de(12 Mart 1971 askeri darbesinden hemen sonra) yayımlanan bir yönetmelikle, İmam Hatip Okulları ortaokuldan sonra 4 yıl eğitim veren bir meslek okulu haline getirildi. •1973 yılında, o güne kadar İmam Hatip Okulları olarak anılan okullara İmam Hatip Liseleri (İHL) adı verildi. 1974’te 29 yeni İHL açıldı ve böylece okul sayısı 101’e çıktı. 1976’da kız öğrenci alınmaya başladı. 1975-1978 döneminde 230 yeni İHL açıldı. •12 Eylül 1980 darbesinden sonra, “Dinsiz Atatürkçülük bu ülkeye çok kötülük eti, buna izin veremeyiz” diyen Kenan Evren yönetimi yönetimi tarafından Temel Eğitim Kanunu’nun 32. maddesinde yapılan bir değişiklikle İHL mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine gidebilmesine olanak tanındı. Türkiye’de 2008 yılında 456 olan imam hatip lisesinde, yüzde 60’ı kız öğrenci olmak üzere, halen 135 bin öğrenci mevcut ve İmam hatip okullarından mezun olanların sayısı 2 milyonun üzerinde idi. (Hürriyet Gazetesi, 16.07.2008.) •12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1982 Anayasası’nın 24. Maddesi ile ilk ve ortaöğrenim kurumlarında din dersi zorunlu dersler arasına girdi. Prof. Dr. Yalçın Küçük ve Soner Yalçın’ın baktırdıkları pencereden bakılınca; Köy Enstitüleri’nin kapatılması, yerlerine “din dersi” adı altında –İslam Dini’nin Sünni yorumu dışında- hiçbir dine yer vermeyen derslerde İslam’ın en katı yorumu olan Sünniliğin öğretilmesi ve ritüellerinin (tesettür, namaz, oruç, vb) uygulanması ve uygulamayanların cezalandırılması gibi günlük hayatı kapsayan pratikler lokal bir durum değil, evrensel tezlerin hayata geçirilmesi olduğu çok açık görülür. Hem Filistin’de ve hem de Türkiye’de asıl dinselleşme (Sünni iktidar tekniği) 1967 yılından sonra görülecektir. Prof. Küçük’e göre, bugün dinsellikten şikayetçi olan ve arada bir irticaya karşı bildiriler yayınlayan Türk Silahlı Kuvvetleri, aslında bugünkü siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel yapının planlayıcısı, yapıcısıdır. “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zoruyla , ülkeye görülmemiş bir dinsellik giydirdiler. Daha önceden başlamıştı, ancak, eylülist rejim (12 Eylül 1980 askeri cuntası), dincilikte, ölçü tanımıyordu, yaşadık. Düzen, insanını değiştirmek ve edilgen yapmaya muhtaçtı, başka yol bulsaydı öyle yapardı ve dinsellik tek yol göründü. Neden-sonuç ilişkisini kuramayan, akıl yürütme kabiliyetini yitirmiş bir halka ihtiyaç vardı; bu halkın sürüleşmesi demektir. Türk Silahlı Kuvvetleri, bunu "kurtuluş" sayıyordu ve saymayanları tasfiye ettiler. Din eğitimi veren okulları, islamı ve diğer dinleri öğretmek için değil, halkı, bilgisizleştirmek için açtılar. Bilgisizleştirmede kütle üretimi için en iyi fabrikaları bulduklarına inandılar. Bunun, kemalizm’in sonu olduğunu biliyorlardı ve tereddüt etmediler.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük, Gizli Tarih, s: 284-285.) Böylece İrtica, 40 yılık çok partili dönemde yapamadığı atılımı “12 Eylül dönemi”nde gerçekleştirebilmiştir. Önceleri irticai çalışmalar gizli-örtülü yapılırken, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra gizliliğe gerek kalmamıştır; görünürde Türk Milliyetçiliği ama gerçekte İbrani Milliyetçiliğinin- Yalçın Küçük’e göre Siyonizm’in- Türk siyaset alanına uzanması olan “”Türk-İslam Sentezi ideolojisi açıktan Türkiye toplumuna dayatılmıştır. •Eylülist ve Yobazist Darbeler, Kürtleri ve yobazları harekete getirdiler. Cumhuriyete düşmanlık yapıyorlar. Şehirdeki Kürtler yobaz oldular ve heykel kırıyorlar. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Çıkış, s:244.) • Eğitim-Sen’in Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Antalya’da devam eden 19’uncu Milli Eğitim Şurası’nda açıkladığı rakamlara göre, imam hatip liselerindeki öğrenci sayısı 2002-2003 eğitim-öğretim döneminde 71 bin iken 2014-2015 eğitim-öğretim yılında 474 bine yükseldi.İmam hatip liselerinin sayısı da 11 yılda 450’den708’e çıktı.[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] • Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Antalya’da devam eden 19’uncu Milli Eğitim Şurası’na katılan Eğitim Sen Genel Başkanı Kamuran Karaca’nın aktardığı araştırmada elde edilen bulgular şöyle: - MEB kesin bir rakam vermese de, 2012-2013 döneminde 730 ilköğretim okulu imam hatibe dönüştürüldü; sayı bu yıl 940’a çıktı; - İmam hatiplerdeki öğrenci sayısı 1995-1996 eğitim-öğretim döneminde 515 bin civarındaydı; sayısı 2002-2003 eğitim-öğretim döneminde 71 bine kadar gerilemişken, bu yıl 474 bine kadar çıktı; - 2012-2013 eğitim-öğretim yılında 730’u bağımsız, 369’u imam hatip lisesi bünyesinde toplam 1099 imam hatip ortaokulu vardı; 2013-2014 eğitim-öğretim yılındaysa sayı yükseldi. Bugün, 945’i bağımsız, 410’u imam hatip lisesi bünyesinde toplam 1355 imam hatip ortaokulu bulunuyor; - Benzer bir artış, imam hatip liselerinde de yaşanıyor. Buna göre, MEB, 2010-2011 eğitim-öğretim yılından itibaren Türkiye genelinde 1477 genel liseyi dönüştürmeye başladı; Türkiye genelinde 952 anadolu imam hatip lisesi, 1355 imam hatip ortaokulu var. 2003’ten bu yana değişim Eğitim Sen’in derlemesine göre, imam hatip liselerindeki son 10 yılın değişimi şöyle: - 2003’te 450 lisede 71 bin 100 öğrenci; - 2004’te 452 lisede 90 bin 606 öğrenci; - 2005’te 452 okulda 96 bin 851 öğrenci; - 2006’da 453 okulda 108 bin 64 öğrenci; - 2007’de 455 lisede 120 bin 668 öğrenci; - 2008’de 456 lisede 129 bin 274 öğrenci; - 2009’da 458 okulda 143 bin 637 öğrenci; - 2010’da 465 lisede 198 bin 581 öğrenci; - 2011’de 493 okulda 235 bin 639 öğrenci; - 2012’de 537 lisede 268 bin 245 öğrenci; - 2013’te 708 okulda 380 bin 771 öğrenci; - 2014’te 952 lisede 474 bin 96 öğrenci. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] • İmam-Hatip mezunlarındaki artışİlahiyat Fakülteleri’nde de gözleniyor. Örneğin, 2008 yılında kontenjanları 2-3 kat arttırıldı. Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK), ÖSS’den önce lisans ve önlisans programlarında kontenjan artırımına gitmesi en çok ilahiyat fakültelerinin işine yaradı. ÖSYM’nin dün internet sitesinde yayımladığı "2008-ÖSYS Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu"nda yapılan artışlar, bölümlerin kontenjan sayılarına yansıtıldı.Buna göre yıllardır kontenjan artışı yapılmadığından yakınan ilahiyat fakültelerinde rekor bir artış yapıldığı görüldü. 2007’de 30 olan Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kontenjanı bu yıl 300’e çıkarıldı. Üniversite Geçen yılki kontenjan/Bu yılki kontenjanlar: AnkaraÜniversitesi:140/250, Atatürk Üniversitesi :30/60, Cumhuriyet Üniversitesi: 2040, Çanakkale Üniversitesi :30/40, Çukurova Üniversitesi: 20/60, Dicle Üniversitesi: 20/20, Dokuz Eylül Üniversitesi: 70/130, Erciyes Üniversitesi: 30/300, Fırat Üniversitesi: 20/60, Harran Üniversitesi: 20/80, Hitit Üniversitesi: 20/150, İstanbul Üniversitesi: 95/120, K.Maraş S. İmam Üni.:20/40, Marmara Üniversitesi: 100/350, 19 Mayıs Üniversitesi: 20/20, Rize Üniversitesi: 20/80, Sakarya Üniversitesi: 30/140, Selçuk Üniversitesi: 30/180. S.Demirel Üniversitesi: 20/120, Uludağ Üniversitesi: 30/280.( Hürriyet Gazetesi, 16.07.2008.) • Diyanet İşleri Başkanlığı istatistiklerine göre, Türkiye'de 84 bin 684 cami bulunuyor. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] Yıllar itibariyle Diyanet’in harcama tutarları şöyle (Eski TL ile katrilyon): 2006: 1 milyar 452 milyon 773 bin TL 2007: 1 milyar 770 milyon 444 bin TL 2008: 2 milyar 99 milyon 603 bin TL 2009: 2 milyar 552 milyon 878 bin TL 2010: 2 milyar 733 milyon 107 bin TL 2011: 3 milyar 392 milyon 977 bin TL 2012: 4 milyar 254 milyon 371 bin TL 2013: 4 milyar 971 milyon 485 bin TL 2014: 5 milyar 705 milyon 467 bin TL 2015: 6 milyar 37 milyon 744 bin TL Diyanet İşleri Başkanı: 'Bütçemiz kısıtlı, daha çok kaynak lazım' Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık’ın yanı sıra 12 bakanlığı geride bırakan bütçesine karşın "bütçe imkânlarının kısıtlı olmasından" yakındı. 2016’nın ilk ayında 687 milyon 894 bin liralık harcama yapan Diyanet’e, geçen yılki 5 milyar 700 milyon liralık bütçesi yetmedi. 700 milyonluk ek ödenek tahsis edilen başkanlığın yıl sonu harcamaları 6 milyar liraya dayandı. 2016’da 6 milyar 482 milyon 979 bin liralık bir bütçe tahsis edilen başkanlığın yılın ilk ayında bütçesinin yüzde 10’undan fazlasını harcaması nedeniyle bu yıl da ek ödenek talebinde bulunması bekleniyor. BÜTÇEDE BİRİNCİ SIRADA BirGün'den Nurcan Gökdemir'in haberine göre Cumhurbaşkanlığına 434 milyon, Başbakanlığa 1 milyar 99 milyon lira ayrılan 2016 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı 6 milyar 482 milyon 979 bin liralık bütçe ile aralarında Bilim ve Sanayi, İçişleri, Kültür ve Turizm, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Gençlik ve Spor ile Dışişleri Bakanlıklarının da bulunduğu 12 bakanlıktan daha fazla bütçe ödeneği aldı.Milli İstihbarat Teşkilatı da 1 milyar 636 bin 803 liralık bütçesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gerisinde kaldı. DAHA ÇOK KAYNAK İSTEDİLER Buna karşın Diyanet İşleri Başkanlığı faaliyet raporunda, bütçe imkânlarının kısıtlılığının sorun yarattığı ileri sürüldü. Bütçenin çoğunluğunun personel giderlerini karşıladığı belirtilen faaliyet raporunda, şunlar kaydedildi: “Hizmetlerimizi yerine getirirken karşılaştığımız en önemli sorunlarımızdan biri de, kısıtlı bütçe imkânlarıdır. Geniş bir coğrafyada 120 binin üzerinde personelle Anayasal ve yasal görevlerimizi tam anlamıyla ifa edebilmemiz için güçlü mali kaynaklara sahip olmamız gerekmektedir. Bu itibarla, hizmetlerimizi etkili bir şekilde sunabilmemiz için, bütçeden Başkanlığa ayrılan kaynakların imkânlar doğrultusunda artırılmasının, Başkanlığın karşılaştığı bazı olumsuzlukları azaltacağı inancındayız.’’ DİYANET'E BÜTÇESİ HİÇ YETMEDİ! Diyanet İşleri Başkanlığı 2006 ve 2015 yılları arasındaki 10 yılda da başlangıç ödeneğini her yıl aştı. 2006-2015 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde toplam başlangıç ödeneği 32 milyar 902 milyon 103 bin TL iken toplam harcama 34 milyar 970 milyon 849 bin TL’ye çıktı. 10 yıllık dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı, başlangıç ödeneğinden toplam 2 milyar 68 milyon 746 bin lira fazla harcama yaptı. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] (Devam edecek) |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 8 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
10.05.2016, 10:49 | #6 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 604
|
Cevap: Tarihte Türk –Yahudi Birlikteliği: EFENDİ-METRES İLİŞKİSİ-1
’Şulebaş türban’ tasarımından kara çarşafa uzanan sıradışı bir hayat
02 Şubat 2008 Hayrünnisa Gül’den Emine Erdoğan’a kadar birçok kadının başlarını bağlama şekline "Şulebaş" deniyor. Bu başörtüsüne adını veren Şule Yüksel Şenler kimdi? Nasıl ve neden örtündü? Bu türban modelini nasıl buldu? Terzilik öğrendiği Ermeni ustasının etkisi oldu mu? Türbandan sonra neden kara çarşafa büründü? Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım birlikteliğinin arabulucusu Şule Yüksel Şenler, neden iki kez evlenip boşandı? Türban konusunda Türkiye’de "çığır açan" bir gazeteci-yazarın işte yaşam hikáyesi. KIBRISLIYDILAR. Babası Hasan Tahsin ile annesi Mihriban Ümran Hanım, teyze çocuklarıydı. Altı kardeştiler: Özer, Örsel, Şule Yüksel, Gonca Gülsel, Tuncer ve Çiğdem. Tarih 29 Mayıs 1938. Kayseri. Şule Yüksel dünyaya geldi. Babası, Sümer Fabrikası’nda görevliydi. 6 yıl sonra görevinden ayrıldı. İstanbul’a yerleştiler. Bütün aile; anneanneler, babaanneler tüm akraba kadınları modern kıyafetler içinde, zarif ve şık giyiniyorlardı. Şule Yüksel, Koca Ragıp Paşa İlkokulu’na giderken ailenin ekonomik düzeni bozuldu. Şenler çiftinin çocuklarına okul aile birlikleri yardım etti. Şule Yüksel, ortaokula kadar okuyabildi. Annesi kalp krizi geçirip yatağa bağlanınca okuldan alındı. Artık evden çıkmıyor; temizlik yapıyor, yemek pişiriyordu. Arta kalan zamanlarında hep kitap okudu; ne bulursa onu okudu. Öyküler yazmaya başladı. Bunları Safa Önal’ın çıkardığı "Yelpaze" Dergisi’ne gönderdi. İlk yazarlığa burada adım attı. Sonra Gökhan Evliyaoğlu, Peyami Safa gibi devrin ünlü isimlerinin bulunduğu "Yeni İstanbul" Gazetesi’nin gençlik köşesinde yazmaya başladı. Bu arada gazetenin ilanlarını hazırlayan Yüksel Bey’den resim dersi aldı. Resim derslerini müzik dersleri takip etti. Ney ve kanun çalmayı öğrendi. AĞABEY BASKISI Ağabeyi Özer Şenler, Said-i Nursi’nin yakın çevresi içine girmişti. Ailesinin modern yaşamına; annesi ve kız kardeşlerinin örtünmemesine ve hele hele evde bile olsa kız kardeşlerinin erkek musiki hocalarından ders almasına çok kızıyordu. Bir gün evi terk etti. Artık ağabeyi Özer’in yeni bir hayatı vardı. Dizinin dibinden ayrılmadığı Said-i Nursi, "Özer" adını da değiştirip "Üzeyir" koymuştu! Ağabey Özer Şenler’i, Said-i Nursi ile tanıştıran kişi ise, "Milliyetçiler Derneği"nden arkadaşı Nevzat Yalçıntaş’tı. Şule Yüksel o günlerde áşık oldu. Lise öğrencisi mahalleli bir gence tutuldu. Aşk karşılıklıydı. Dört yıl flört ettiler. 18 yaşına bastığı gün iki aile yan yana geldi. Ancak bu söz kesme merasimi tatsızlıkla sonuçlandı. Müstakbel kaynanasının, oğlu ve geliniyle aynı evde yaşamak istemesi bu birlikteliğin sonunu getirdi. Baba Hasan Tahsin Şenler bu teklifi kabul etmedi. Bu acı sonucu mutfakta öğrenen Şule Yüksel bayılıp kaldı. (Huzur Sokağı romanının konusu. Cebe) Ve yıllar geçse de bu acı dünür olayını hiç unutamadı. Hatta çocuk sahibi olamamasını da bu olaya bağladı... ERMENİ TERZİ Annesi, aşkını unutması için Şule Yüksel’i Bakırköy’de bir Ermeni terzinin yanına çırak verdi. Gencecik yaşında her türlü elbiseyi dikebilecek düzeye geldi. Zamanla kalfalığa kadar yükseldi. [b]Ermeni ustasının Avrupa’dan getirdiği moda dergilerini elinden düşürmedi. Bu dergilerde gördüklerinden etkilenip ileride Şulebaş Türban" tasarımı ortaya çıkaracağını kuşkusuz tahmin bile edemezdi. Moda magazin dergilerini elinden hiç düşürmedi ama siyasi olaylara da ilgisiz kalmadı. 1950’li yıllarda başlayan Kıbrıs mitinglerine katıldı. Ata yurdunu unutmamıştı. Mitinglerde kürsüye çıkıp ağlayarak şiirler okudu. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kurulan Adalet Partisi’ne katıldı. AP Bakırköy Gençlik Kolları, Edebiyat ve Kültür Kolu Başkanı oldu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in çıkardığı "Kadın Gazetesi"nde köşe yazmaya başladı. Asıl adı "Yüksel" idi. Ama kadın olduğunun anlaşılması için adının önüne "Şule" ekledi. O artık "Şule Yüksel Şenler" idi. O dönem siyasal görüş olarak aşırı milliyetçi Nihat Atsız’a yakınlaştı. Ama ağabeyi Özer’in (Üzeyir) hastalığı yaşamını değiştirdi. OJELİ TIRNAKLAR Ağabeyi sarılıktı. Annesi, kız kardeşleri hastanede başında beklediler günlerce. Ağabeyi kendine gelince onlardan son bir istekte bulundu: "Örtünün!" Şule Yüksel sinirlendi: "Ağabey, neden bizden yapamayacağımız şeyler istiyorsun?" Ağabeyi, "O halde Risale-i Nur toplantılarına katılın" dedi. Ağabeyin ölüm döşeğinde morale ihtiyacı vardı. Kabul ettiler. Risale-i Nur toplantılarına aileden ilk olarak Şule Yüksel Şenler gitti. Bir evde beyaz örtüler içindeki on kadın, karşılarında başı açık, modern kıyafetli ve üstelik kendilerine göre hayli dekolte bir elbise içinde onu görünce çok şaşırdı. Şule Yüksel eteğini çekiştirip, manikürlü ojeli parmaklarını saklayarak bir köşeye çekilip oturdu. Risaleleri dinlemeye başladı. Hiçbir şey anlamadı. Sıkıldı. Birkaç toplantıdan sonra kadınlardan biri, ojeli tırnaklarını "orangutan maymunlarına" benzetince çok utandı. Kendini "düzeltmeye" önce tırnaklarından başladı, artık oje yoktu. Sonra kadınlar başını örtmesini istedi. O da, "ayıp olmasın" diye başını yarım örtmeye başladı. "Ağabeyin çok iyi okuyor, bakalım sen nasıl okuyacaksın" diye eline risaleleri verdiler. Çok güzel okudu; kadınlar hayran kaldı. Takdir edilmek, kabul görmek çok hoşuna gitti. O günden sonra namaza başladı. ’KÜRT KARISI DİYECEKLER’ Yıl 1965... Bir gün aynanın karşısına geçti: Besmeleyi çekip örtündü. İçinden, "Ne kadar çirkin oldum" dedi. Bu kez saçının ön tarafı görünecek şekilde başörtüsünü bağladı. "Ne kadar iradesizim" diye kızdı. Aynanın karşısında başörtüsünü tekrar tekrar çeşitli şekillerde bağladı: "Besleme kızlara benzedim!" "Hizmetçi kız oldum!" "Herkes bana gerici, yobaz gözüyle bakacak!" Ve sonunda... Bugün moda olan "Şulebaş tipi türban" o gün, o aynanın karşısında ortaya çıktı. "Öyle şık bir tarzda örtünmeliyim ki herkes çok beğensin!" Beklediği olmadı. En büyük tepki, anneannesi İkbal Hanım’dan geldi. İlk sözü, "Kürt karılarına benzemişsin" oldu! Ağabeyi dışında tüm ailesi örtünmesine karşı çıktı. Ne olduğunu soranlara "Başı ağrıyor" dediler. Yolundan dönmedi. Kadınlara başörtüsünü sevdirmek için çok uğraş verdi; farklı şık eşarplar dikti; biyeli, atkılı, tokalı özel başörtüler taktı. Çevresi tepki gösterdikçe o örtüsüne sarındı. Örtüsü bayrağı oldu. PAPA’NIN GELİŞİNE KARŞI Örtünmesiyle birlikte çalıştığı yayın organı da değişti. Yeni yayın organıyla birlikte artık davalar süreci de başlayacaktı. 26 Ocak 1967 tarihinde Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı "Yeni İstiklal" Gazetesi, Pakistan’da üniversiteye, ellerinde kitapları kara çarşaf içinde giden üç genç kızın fotoğrafını basıp, yanına da Şule Yüksel Şenler’in, "Müslüman kadınların örtünmesi şarttır" diyen yazısını koyunca, Türk Kadınlar Birliği dava açtı. Şule Yüksel Şenler ilk kez mahkemeyle tanıştı. Ama bu son olmayacak; iki kez de cezaevine girecekti. Anadolu’nun her yanında seminerler vermeye başladı. Şule Yüksel gibi İstanbul’da yaşayan modern bir kadının örtünmesi, "itilmişlik duygusu" içindeki çevrelerde memnuniyet yarattı. Her gün bir yerde panele katıldı. "Başı açık kadınlara laf atılıyor; oysa kapalı kadınlara ana-bacı gözüyle bakılıyor" diyordu. Laf atan Müslüman erkeği değil de, laf yiyen Müslüman kadını düzeltmeye çalışıyordu! Said-i Nursi hayranıydı. "Bugün" Gazetesi’nde Necip Fazıl Kısakürek, Said-i Nursi’nin evlenmeyişini ve sakal bırakmayışını eleştirince en sert tepkiyi o gösterdi. Giderek radikalleşti. 1967 yılında Papa’nın Türkiye’ye gelmesine karşı çıkıp, "Ağlayın ey Müslüman kardeşlerim ağlayın" diye makale yazdı. Ankara’da İmam Hatiplere ve İlahiyata Kız Yetiştirme Kursu açılmasını sağlayıp, müdür oldu. Öğrencileri onun gibi "Şulebaş" türban takmaya başladı. Bu kurstan yetişen öğrencilerden biri de ünlü gazeteci Abdurrahman Dilipak’ın eşi Asiye Hanım’dı. Tayyİp ErdoĞan İle Emİne HanIm’In evlİlİklerİnde arabulucu OLDU Yaşadığı ilk aşk ve ilk hayal kırıklığının da etkisiyle yıllar sonra "Huzur Sokağı" adlı romanını yazdı. Bestseller oldu. Ünlendi. Roman, "Birleşen Yollar" adıyla 1970’te sinemaya uyarlandı; yönetmen Yücel Çakmaklı’nın İslami içerikli ilk filmi oldu. Başrolde Türkan Şoray ile İzzet Günay vardı. Başörtüsü sinemaya girmişti... 32 yaşındaki Yüksel Şule Şenler o yıl evlendi. Eşi, ilahiyat mezunu tiyatrocu Abdullah Kars idi. Şehir şehir dolayıp İslami tiyatro yapıyordu. Yani aynı zamanda dava arkadaşıydılar. Evlenmelerine Risale-i Nur talebelerinden Sait Özdemir vesile olmuştu. Gelinliğin modelini Şule Yüksel Şenler çizdi. Kadın-erkek ayrı ayrı yapılan düğün, müziksiz ve danssız oldu. Davetiyelere ilk kez ayet ve hadis konmuştu. Konukların tesettüre uygun giyinmesi istenmişti. Fakat: Bu İslami düğün mutluluk getirmedi. Eşi, Şule Yüksel’i hep dövdü. Toplantılarda, "Eziyet gören kadının sabrettiği takdirde Allah katında büyük derecelere ulaşacağını" söyleyen Şule Yüksel’in dayanacak gücü kalmadı. Beş yıllık evlilik hüsranla bitti; boşandılar. KOCA BASKISI Hayat devam ediyordu. Koca baskısından kurtulmuştu. Tekrar panellere gitmeye; gazetelere, dergilere yazmaya başladı. "İdealist Hanımlar Derneği"ni kurdu. Manevi başkanı oldu. Derneğe gelen genç kızlar arasında, Emine Gülbaran (Erdoğan) da vardı. Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım’ın evliliklerinde arabulucu olan isim de Şule Yüksel Şenler’di. Bu arada ikinci evliliğini yaptı. Eşi Kanada’da yaşamış bir maden mühendisiydi. Daha önce evlenmiş ama eşini kaybetmişti. Bir kızı vardı. (Şule Yüksel Şenler, üvey kızının yaşamına saygısından dolayı, eşinin adının yazılmasını istemedi.) Şule Yüksel Şenler için damat adayının en önemli özelliği, namazında niyazında olmasıydı. Evlendiler. Bakırköy’de dubleks bir apartman katına yerleştiler. Eşi dolayısıyla yeni çevre edindi. Yeni çevre, Nakşibendi İsmailağa Cemaati’ydi. Burada tanıştığı kadınlardan; simsiyah çarşaf giyen Dr. Sevim Asımgil, yaşamında ikinci radikal değişime neden oldu. "İslamiyet’ten soğutuyor", "Mümkün değil çarşaf giymem" diyen Şule Yüksel Şenler bir gün kara çarşafa giriverdi. Modern başörtüsüyle başlayan süreç, kara çarşafa gelip dayanıvermişti. Tercih kendinindi kuşkusuz. Ama ortada bir reel durum da yok muydu? Ağabeyinin isteğiyle Nurcu olup türban takan Şule Yüksel Şenler, bu kez eşinin isteğiyle Nakşibendi olup kara çarşafa girivermişti! KARA ÇARŞAF GİYİYOR Türban takarak modern hayat sürdüren çevresini şaşırtan Şule Yüksel Şenler, bu kez kara çarşafa girerek türbanlı arkadaşlarını hayretler içinde bıraktı. Türbanlı arkadaşlarından koptu. Eşiyle ve üvey kızıyla Fatih Çarşamba’ya yerleşti. Milli Gazete’deki yazılarına son verdi. Bir gün Başbakan Erdoğan’ın dünürü, gazetenin başyazarı Sadık Albayrak İsmailağa Cemaati şeyhi Mahmut Hoca’ya gelerek, Şenler’in tekrar Milli Gazete’de yazması için izin istedi. Şeyh Mahmut Hoca, istiharede olan Şenler’in durumuna göre, belli konularda yazmamak üzere izin verebileceğini söyledi. İki erkek Şule Yüksel Şenler hakkında karar verirken; o dönemde Şule Yüksel Şenler’in derdi başkaydı. İkinci kocası da fiziki şiddet uyguluyordu. Her seferinde şeyhine koşuyor ama Mahmut Hoca, "Hele sabret" diyordu. 11 yıl sabretti. Boşandı. Boşanmasıyla birlikte, İsmailağa Cemaati kendisiyle tüm ilişkisini kesti! Yapayalnız kaldı. AKIL HASTANESİNDE Annesi Ümran Hanım vefat etmişti. Babasının yanına taşındı. Zaman Gazetesi’nde köşe yazarlığına başladı. Sorunlar yakasını bırakmadı. Babası Hasan Tahsin ağır psikolojik hastaydı; hafızasını kaybetmişti. Bir gün evden çıktı ve geri dönmedi. Akıl hastası Hasan Tahsin’i vatandaşlar, Bakırköy Akıl Hastanesi’ne götürdü. Hastanede diğer hastalardan dayak yiyen Hasan Tahsin vefat etti. Aynı hastalık Şule Yüksel Şenler’e de bela oldu. Hafızasını kaybetti. Kimseyi bilemedi ve tanıyamadı. Kıblenin nerede olduğunu, namazda hangi duaları hangi sırayla okuyacağını soruyordu hep. Aynı zamanda uyuyamıyor; sabaha kadar ağlıyordu. Doktorlar sürekli uyuttular. Bu ağır yorucu hayat beynini, vücudunu yıpratmıştı. Kimbilir belki de akraba evliliği sonucuydu çektiği bu ıstıraplar? Tedavisi bugün hálá sürüyor... Allah şifa ve uzun ömür versin... SONUÇ Şule Yüksel Şenler’in yaşamı, aslında toplumsal hayatımızın dönüşümüyle paralellik gösteriyor; yani Türkiye bugünlerde "ağabey" baskısı altında örtünüp örtünmemeyi tartışıyor. Bundan sonra nelerin yaşanacağını Şule Yüksel Şenler’in yaşam hikáyesi anlatıyor zaten. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | Arama |
Stil | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET | cebe | Serbest Kürsü | 36 | 01.10.2009 21:53 |
YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI | barikat58 | Serbest Kürsü | 73 | 30.09.2009 21:28 |
Cumhurbaşkanı Gül'den yasa onayı | HARBİKIZ | Dünya ve Türkiye'den Haberler | 5 | 12.06.2009 13:33 |
TÜRK DESTANLARI-1 (OĞUZ DESTANI) | Abdurrahman 58 | Diğer Konular | 1 | 04.01.2009 21:00 |
Türk Ordusuna Övgüler | selocan58 | Serbest Kürsü | 0 | 24.12.2008 06:40 |