|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Serbest Dini Konular Güncel ve Özgün yazılar, Makaleler buraya |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
06.10.2010, 15:17 | #1 |
Usta Yiğido
Dilsad Hatun Şuan
Son Aktivite: 29.10.2010 21:09
Üyelik Tarihi: 27.12.2008
Mesajlar: 4.441
Tecrübe Puanı: 1086
|
Sehid : Hüseyin Kurumahmutoglu !
Sarik'la gelen Sehadet .... Şehid Hüseyin’i ilk defa ne zaman ve nasıl tanıdığınızı anlatır mısınız? Ben rahmetli Hüseyin’i ilk defa 1981 yılında Mamak Askeri Cezaevinde tanıdım. Ben B Bloktan A Blak’a sürgün edildiğimde Hüseyin Kurumahmutoğlu A Blok zemin 1, 2, 3. koğuşların başkanlığını yapıyordu. Hüseyin, Bafra Ülkücü Kuruluşlar davasında, ben ise MHP Ana Dava’da yargılanıyordum. Koğuşa girdiğimde ilk beni karşılayan Hüseyin oldu. Daha sonraki süreçte Hüseyin’le samimiyetimiz ve dostluğumuz arttı. Rahmetli Hüseyin yaklaşık 1.80 boyunda ve 125 kiloydu. Mamak’ta tam üç ay bilfiil işkence gördü. İşkenceden çıktıktan sonra tartıldığında 80 kilo gelmişti. Bazı kelimeleri Karadeniz şivesi ile telaffuz ederdi. Hüseyin çok esmerdi. Bundan dolayı Karadenizlilere pek benzemezdi. Takvalı ve ihlaslı bir insandı. Ayrıca çok güzel Kur’an okurdu. Kur’an okumayı cezaevinde öğrenmişti. Yine bu süre içerisinde Seyyid Kutub’un “Fi Zilali’l- Kur’an”, İbn-i Kesir’in “Hadislerle Kur’an Tefsiri”, Mehmet Vehbi Efendi’nin “Hülasetü’l- Beyan Fi Tefsirü’l- Kur’an” “Tıbyan Tefsiri” gibi eserlerin tamamını okumuştu. Hüsnü Aktaş’ın fıkıh kitaplarını severek okurdu. Akademik bir çalışma olması sebebiyle de Ahmet Özel’in (bazı bölümlerine eleştiri getirmesine rağmen) “İslam’da Ülke Kavramı” isimli kitabını takdir ediyordu. Çağdaş siyerlerden Mevdudi’nin siyerini beğeniyordu. Yine Hamidullah’ın siyerinden çok hoşlanıyordu. Fakat bu siyerin bazı bölümlerini de eleştiriyordu. Usul ile ilgili kitaplardan o güne kadar bizim haberimiz olan bütün hadis, tefsir ve fıkıh eserlerini beraber okumuştuk. Tevhidi açık ve berrak bir şekilde açıkladığı için, Mevdudi’nin “Kuran’da Dört Terim” ve Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” isimli kitaplarını defalarca okumuştu. Sonra da bu iki kitabı cezaevinin kütüphane kurmak için başlattığı kitap kampanyasına, diğer tutukluların da faydalanması için bağışlamıştı. Yusuf Kerimoğlu’nun “Fıkhi Meseleler” ve Ahmet Özel’in “İslam’da Ülke Kavramı” isimli kitaplarını da kütüphaneye hediye etmiştik. Mustafa Fidan adlı arkadaşımız o dönemde Ahmet Özel’in “İslam’da Ülke Kavramı” adlı eserinden faydalanarak mahkemede okumak üzere bir savunma hazırlamıştı. Savcı, mütalaasında beraat isterken Mustafa Fidan’ın bu savunmasını dinledikten sonra idam talep edince bu olay, Hüseyin’i ve bizleri kahkahaya boğmuştu. O dönemde İslam’a yöneliş süreci nasıl başladı? 1980 sonrası Mamak Askeri Cezaevi A Blok zemin 1, 2, 3’e geldiğimde samimi olduğum iki arkadaşla beraber dünyadaki İslami Ekollere sempati duymaya ve değerlendirme yapmaya başlamıştık. Kendileriyle dostluk kurduğum bu iki arkadaşım İslami meseleler tartışılmaya açıldığında beni eleştiriyorlar ve namaz kılmam gerektiğini belirtiyorlardı. Benimse bir türlü ayaklarım kıbleye varmıyordu. Ülkücüler arasında seksen öncesi ve sonrası tasavvuf ve tarikatlara karşı bir sempati söz konusuydu. Kullanılan terminolojiler arasında “Alperenlik, Horasan erenleri, gazi dervişler, gönül erleri” vs.. yer alıyordu. 1980 sonrası, ülkücüler arasında bir tarikata intisab etme duygusu çok yoğun bir şekilde yaşanmaktaydı. Uçan, kaçan evliya menkıbeleriyle “İslam” yorumlanmaya çalışılıyordu. Ben ise daha çok akılcı eğilimlere sahip olduğum için bu söylemlere şiddetle karşı çıkıyordum. Arkadaşlarla hararetli tartışmalarımız oluyordu. “gaybden haber verme,” “keramet” ve “rabıta” gibi konuları ben İslam’la bir türlü bağdaştıramıyordum. Zemin 1, 2, 3’te de bu tartışmalar hararetle yaşanmaktaydı. 1981 yılında Hizbu-t-Tahrir örgütü mensupları yakalanmıştı. Bunlardan ikisi hariç tümü Ürdün ve Filistin kökenliydi. Gazetelerde bunlarla ilgili haberler yayınlandığında diğer iki arkadaşla beraber, bu insanların bizim koğuşumuza gelmesini çok arzuluyorduk. Neticede dilediğimiz oldu. Bu kişilerden altısı bizim koğuşumuza geldi. Bu insanların aynı koğuşta yattığımız komünistlerin yanına değil de bizim yanımıza gelmesi ülkücüler arasında sempatiye yol açtı. Bu arkadaşlar, ülkelerini ve ölçülerini açık ve net olarak ortaya koydular. Bu kişilerin çoğu Filistin ve Ürdün kökenli olduklarına göre bunlarla nasıl anlaştınız, Türkçe biliyorlar mıydı? Tamamı bilmiyordu. Fakat bir kaçı Türkçe konuşabiliyordu. Hizbut-Tahrirciler kimliklerini net bir şekilde ortaya koyduktan sonra, “bizi bu halimizle kabul ederseniz sizinle beraber hareket ederiz”. diyerek kolektif kasaya paralarını teslim ettiler. Tarikat ve tasavvuf konusunda yaptığımız tartışmalarda bu arkadaşlar da, ben ve diğer iki arkadaşım gibi düşünüyorlardı. Eleştirilmeyecek mutlak doğru ve hakikatlerin “Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti” olduğunu belirtiyorlar ve bu söylemlerini İslami bir alt yapıyla sunuyorlardı. “Vatan” ve “devlet” kavramına, İslami bir perspektifle bakıyorlar, Darü’l-Harb ve Darü’l-İslam kavramını da göstererek izah ediyorlardı. Bu insanların söylemleri bizde şok etkisi yarattı. Hareketin en temel doğrularından olan “devlet” ve “vatan” kavramı, İslam’la taban tabana zıttı. Bundan dolayıdır ki biz, “lider- doktrin- teşkilat eleştirilmez; liderin en yanlışı bizim en doğrumuzdan daha doğrudur; Türk- İslam sentezi” gibi düsturları artık kendi içimizde sorgulamaya başlamıştık. Bütün bunlardan sonra ben ülkücü hareketin, artık İslami bir dayanağının olmadığını ve bizim bu hareket içerisinde yerimizin olmadığını da anlamıştık. Cezaevinde kitap okuma serbest bırakılmıştı. Hizbu’t-Tahrir örgütü mensupları tahliye olmadan önce bizlere Hüsnü Aktaş’ın “Medeni Vahşet” ve “ Fıkhi Meseleler” isimli kitaplarını tavsiye ettiler. Biz de ailelerimizden bu kitapları istedik. Diğer arkadaşlarımızın aksine ben hala namaz kılmıyordum. İdamla yargılandığım ve ihtilalden önce tutuklandığım için sürekli idam edileceğim kaygısı içerisindeydim. Allah’ın huzurunda ne şekilde hesap verecektim. İç hesaplaşmam sürekli devam ederken sonraları bir rüya gördüm. Namaza başlamamda, gördüğüm bu rüyanın etkisi oldukça fazladır. Rüyamda Bilal’i görmüştüm. Ezan okuyordu. Ben, idam sehpasına yürüyerek beyaz bir elbise giymiş bir halde basamakları çıkarken Bilal’in ezan sesine iştirak ediyordum. O, şafak vakti nur yüzüyle bana dönerek: “Güneş doğudan doğuyor, sen ise güney doğuya yönelmişsin, yönünü güneşe dön.” dedi. Ben, dehşetle kalktım ve sabaha kadar rahat uyuyamadım. Sabah olduğunda ise Hizbu’t-Tahrir’den yargılanan Filistinli Basım Herş’e rüyamı anlattım. O da bu rüyamın “Rahmani” bir rüya olduğunu söyleyerek rüyamı: “Güneş İslam’dır. O senin İslam’a dönmeni istiyor. İdam sehpasına çıkman ve ezan okuman Allah’dan başka hiçbir otorite kabul etmemen manasına gelir.” şeklinde tefsir etti. Ve ilave etti: “Haa, sahi, sen namaz da kılmıyordun değil mi? Hem insanları Allah’ın büyüklüğüne çağıracaksın hem de namaz kılmayacaksın” diyerek bana latife yaptı. Hizbu’t-Tahrirciler tahliye olduktan sonra diğer arkadaşlarla birlikte okuduğumuz kitapların dipnotlarından faydalanarak yeni kitapları temin etmeye çalıştık. Bizlerin de artık yavaş yavaş İslami bir birikimi olmaya başlamıştı. Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun şahadetini anlatır mısınız? Biz, idareye karşı komünistlerle beraber adı konulmamış pasif bir direnişte ittifak halindeydik. Bu da idarenin dikkatini çekiyordu. Cezaevi idaresine, inançlarımıza yönelik sindirme politikalarına uymayacağımızı, bundan dolayı da baskı ve işkencelere son verilmesi gerektiğini içeren dilekçeler veriyorduk. Askeri tutuklu olmamız münasebetiyle toplu dilekçeler kabul edilmiyordu. Bizlerde ayrı ayrı fakat aynı konular üzerinde rahatsızlıklarımızı belirtiyorduk. Sarık yüzünden birçok defa askeri cezaevi yöneticisi olan subaylarla tartışıyorduk. Sonunda da kafesi boyluyor, temiz bir dayak faslı ve 15 gün zindanda kaldıktan sonra tekrar koğuşlara veriliyorduk. Zindan 1x1 ebatında içinde tuvaleti ve ışığı olmayan lazımlıkla tuvalet ihtiyacının karşılandığı tabutluk gibi bir yerdi. Günde üç defa yapılan sayım sırasında da dayak faslı periyodik olarak devam ediyordu. Süresini hatırlayamadığım bir zaman sonra beni Hüseyin’in bölümünden aldılar ve tecrit ön bölümüne yani Mehmet Sümbül’ün kaldığı bölüme verdiler. Bundan sonra Hüseyin tek kaldı. 1986’lara gelindiğinde dayağın şiddeti biraz azalmıştı ama diğer baskılar devam ediyordu. Sağ ve sol tutuklular beraber kalmaya mecburdular. A Blokta ülkücüler bir komünistin yüzünü jiletlerle parçalamışlardı. Tutuklu sol görüşlülerin aileleri, evlatlarının can güvenliği olmadığı gerekçesiyle dışarıda gösteri yapıyorlardı. İçerideki sol görüşlü tutuklular da bu eyleme pasif destek veriyorlardı. Bu en son kavgada, bir komünistin yüzünün jiletle parçalanması koğuşların ayrılmasına sebep oldu. Ben, Mehmet Sümbül ve bir arkadaş, ülkücülerle beraber başka bir koğuşa verildik. O koğuştan bir arkadaşsa bizim koğuşa verildi. Cezaevi idaresi ile bizler arasında (buna ülkücüler de dahildi) cemaatle namaz kılma, tesbih ve ezan konularında sürekli olarak problemler yaşanıyordu. Hüseyin sarık meselesi yüzünden defalarca kafese atılmış ve dayaktan geçirilmişti. Hüseyin en son sarık yüzünden askerlerle ve subaylarla tartışmıştı. Sarık tartışmasının akabinde yine kafese konulmuş ve dayak faslı başlamıştı. Bu olaydan sonra Hüseyin boyun ve ense ağrıları sebebiyle hastaneye kaldırıldı... Hüseyin sürekli sarık mı takardı? Sürekli takmazdı. Sadece namazda takardı. Sarık bezini yatağının çarşafından yapmıştı. Zaten Namaz kılarken hepimiz sarık takardık. O zaman niçin sadece Hüseyin hedef seçildi? Hüseyin asiydi. Yani zulme karşı isyancıydı. Askerler ona: “sarığını çıkar” dediklerinde o buna karşı gelmişti. Aslında sarık Hüseyin’in şehid edilmesi için bir bahane oldu. Çünkü bunun dışında birtakım sebepler daha vardı. Mesela, biz bir karar almıştık ve zulme boyun eğmeyecektik. Zaten İstiklal Marşını ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni de doğru düzgün okumuyorduk. Sözlerini değiştirerek okuyorduk. Askere karşı geliyorduk vs.. İşte bu gibi sebepler Hüseyin’in şehit edilmesinde daha etkili oldu diyebilirim. Hüseyin sarığını çıkarmayınca askerler onu alıp kafese götürdüler. Ve orada hep birlikte üzerine çullandılar. Kafasını kalorifer demirine çarptı ve o günden sonra bir daha iyileşmedi. Sonra hastanede şehit oldu. Aslında şunu da söylemek gerek; Şehit Hüseyin tecritteyken (hücre) bana sürekli “boynum ve başım ağrıyor” derdi. Bu şundan kaynaklanıyordu: askerler daha önce de yine sarık taktığı için Hüseyin’i dövmüşlerdi. Hüseyin, askerin dayağından kaçarken boyu uzun olduğu için kafasını kapının üst demirine çarpmış ve kafasında bir yara oluşmuştu. Bundan dolayı rahmetli Hüseyin zaten hastaydı. İşte en son sarık takma yüzünden onu kafeste dövdüklerinde kafasını tekrar kalorifer demirine çarpınca hastalığı daha da arttı. Hüseyin’i Şehit edenler hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı? Önce bu kişiler hakkında dava açıldı. Benim de içinde olduğum beş kişi şahit olarak dinlendi. Biz bu kişileri mahkûm etmek için her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattık. Fakat daha sonra herhangi bir şey olmadı ve dava kapandı. Mahkeme açmaları bir nevi ön soruşturma gibi oldu ve sonucu gelmedi. Siz Hüseyin’in şahadet haberini nasıl öğrendiniz, askerler mi söyledi? Askerler bize böyle bir şey söylemediler. Biz Hüseyin’in şahadet haberini bir hafta sonra gazetede okuduk. Ülkemizde bazı şehitlerimiz, sembolleştirilip dillerden düşürülmezken aynı ilgi şehit Hüseyin Kurumahmutoğlu için gösterilmemiştir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Şehit Hüseyin’in mesajının sahiplenilmemesinin bana göre yegâne sebebi eski bir ülkücü olmasından kaynaklanmaktadır. Ülkemizde şehit Metin Yüksel’e ve onun gibi diğer şehitlere sahip çıkılması, sahiplenilmesi ve bayraklaştırılması, onların mesajlarının kitlelere ulaştırılması en güzel tavırdır. Ancak şehit Metin Yüksel’e sahip çıkıldığının binde biri kadar şehit Hüseyin Kurumahmutoğlu’na sahip çıkılmamıştır. Nasıl ki, Metin Yüksel inkılabi söylemi ilk kez haykırarak insanların tevhidin özünü kavramasına vesile olduysa, şehit Hüseyin’in mesajı da o dönemde “hak ile batılın ayrışmasına” vesile olmuştur. Yine onun mesajı ile milliyetçilik ideolojisi İslami bir perspektifle apaçık gözler önüne serilmiş, bunun etkisiyle önce ülkücüler arasında insanların kendilerini sorgulamaları ve İslam’a göre kendi konumlarını belirlemelerini sağlamış, akabinde Mamak’ta başlayan kartopu yumağı çığ gibi büyüyerek diğer cezaevlerine yayılmış; dışarıdaki binlerce ülkücü onun şahadetiyle söylemlerini ve hareketin İslam nazarındaki konumunu değerlendirme fırsatı bulmuşlardır. Dışarıda da hareketten kopan birçok eski ülkücü ve komünist, tevhidi, bütün boyutlarıyla özümsemeye başlamışlardır. Eğer sağlıklı bir değerlendirme ve özeleştiri yapabilirsek, gerek şehit Metin Yüksel’in ve diğer şehitlerin gerekse şehit Hüseyin’in mesajını doğru algılamış ve kavramış oluruz. Bu ise, bizim ufkumuzu açar ve hareketin önündeki engelleri bertaraf edebilmek için yeni stratejiler tespit edebilmemizi, Sünnetullah üzere hareket etmemizi sağlar. (Recep genç ile söyleyisi , Hazirlayan Ramazan Göcmen.)
__________________
"ATAM IZINDEYIZ" 1453! |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
şarkı sözleri | kronik | Şiirler | 321 | 26.08.2010 07:48 |
RASULLULLAHIN İKİ GÜLÜ : HZ HASAN (r.a) ve HZ HÜSEYİN (r.a) | ukba | Menkıbeler & Dini Hikayeler | 4 | 13.11.2009 23:07 |
Memur hüseyin | nizamettinelma | Şiirler | 4 | 02.03.2009 12:26 |
KOYULHİSAR-Sugözü | SivasLady | Koyulhisar | 33 | 29.04.2008 21:56 |
Aşık Hüseyin Gürsoy | SivasLady | Ozanlarımız | 1 | 14.05.2007 22:51 |