26.11.2008, 19:22 | #21 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
21-BÖLÜM:021:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Hava küresinin alt tabakasını, tabiat ve vasıflarını, hareket ve isimlerini ve sair durumlarını sekiz madde ile açıklar. Birinci Madde Hava unsurunun alt tabakasının bazı durumlarını bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar sözbirliğiyle demişlerdir ki: Hava unsurunun alt tabakası, ateş tabakasına nispetle dördüncü tabakadır. Bu tabakanın havası, çeşitli hareketlerle hareket halindedir. Bunun kalınlığı ve derinliği, yaklaşık onaltı fersahtan fazla mesafedir. Bu alt tabaka, kesif bir havadır ki, toprağa ve suya komşu olup, onlara düşen güneş şuaları ve yıldızların akislerinin sıcaklığıyle ılımlılık kazanıp, buna ârız olan kara ve denizlerin soğukluğuyle kalmamıştır. Gökkuşağı, hâle, duman, ırağı ve çiğ; tan vakitleri, gece, gündüz ve rüzgârlar bu tabakada oluşur. Eğer bu tabaka, güneşin ve yıldızların sıcaklığıyle ılımlı olmasaydı, toprak ve sudan kazandığı soğukluğu, üzerinde olan soğuk tabakanınkinden fazla ve şiddetli olurdu. Nitekim kutup altında, tepe noktasından güneş uzak olduğundan, hava öyle bir derecede soğuk olur ki, deniz donup, kardan boş hiç bir yer kalmaz. Soğuğun şiddetiyle bitkiler ve hayvanlar helak olup, orada imaret mümkün olmaz. Bu durumda, hava küresi üç tabakaya bölünüp, üst tabakası ateşe komşu olduğundan oldukça sıcaktır. Orta tabakası, aşağıdan yükselen su buharıyle komşu olduğundan, ifrat derecede soğuktur. Alt tabakası, yere ve suya komşudur, lakin şuaların aksiyle tabiatı ılımlıdır. Onun için bu tabakaya: Kürre-i nesîm derler. Buhar ve dumanla karışık olduğundan, buna: Buhar küresi ve duman küresi de derle. Bu tabakanın havası kesif olduğundan, güneşin ışığı ancak bunda zâhirdir. Yerin gölgesi ancak bunda yürüyüp, döner. Onun için buna: Gece küresi ve gündüz küresi denilmiştir. Bu kürenin rengidir ki, gök rengi görünmüştür. Zira ki, filozoflar nazarında, bu tabakanın üstünde gece ve gündüz olmaz. güneş ve yıldızların nurlu ışıkları, onda ay küresinin kesif cisminden gayri lâtif cisimlerde yansıma ile ortaya çıkmaz. Lakin feleklerin gündüzü pâk bir nurdur ki, ne şarkîdir, ne garbîdir. Orada sabah ve akşam yoktur. (Allah dilediğini nuruna hidayet eder.) Bu tabakanın yeryüzünden yüksekliği belirtilen kalınlığı miktarıdır ki, onaltı fersahtan fazlacadır. İkinci Madde Hava küresinin alt tabakasında meydana gelen çeşitli rüzgârları ve cihanın yönlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: çeşitli rüzgârların meydana gelmesi, deniz dibinde hava, unsurunun değişik yönlere hareketi ve dalgalanmasıyle olur. Nitekim denizin yüzündeki su unsurunun dalgalanması, bir cüzünün bir cüzünü değişik yönlere yitmesiyle vücut bulur. Hava unsuru ile su unsuru iki sâkin deniz iken, hava zerrelerinin hareketi hafif olmuştur. Su zerrelerinin hareketleri ağrılık bulmuştur. Rüzgarların meydana gelmesinin sebebi budur ki: Güneşin tesirinden ya başkasından hâsıl olan dumanlar yerden yükselip, soğu tabakaya ulaştığında, eğer onların sıcaklığı kırıldıysa, aşağıya inmek için hareket edip, bu yüzden hava denizi dahi dalgalanır. Böylece rüzgar olur. Eğer sıcaklıklarını yitirmedilerse, ateş küresine yükselirler. Ateş ise o duanların yersel maddelerini yakıp, kalan havaî maddesini dönüsel hareketiyle aşağı tarafa iter. İşte bu hareketle hava dalgalanıp, rüzgâr olur. Rüzgârın bir sebebi de budur ki: soğuk tabakada bulutlar ağır olup, yukarıdan aşağıya yöneldiğinden, bunlar, iniş hareketiyle suhunet bulup, havaya dönüşerek, bizzat kendileri hareketli rüzgâr olur. Bu geriye dönüşle hava dalgalanıp, rüzgâr olur. Bir ebedi dahi budur ki, bulutların biribirine yığılmasından ve izdihamından hava yine hareketlenip, dalgalanır. Böylece rüzgâr eser. Veyahut bulutlar kıvamda uyuşamayıp kesifi hafifini ittiğinden, hafif bulutlar bir taraftan yürüyüp, havanın dalgalanmasından rüzgâr meydana gelir. Bir sebebi dahi budur ki, havanın ısınmasıyle bir taraftan yayılır, ona başka bir cisim karışmaksızın miktarı fazlalaştığından, komşusu olan havayı iter, itilen komşusunu iter, böyle böyle hava dalgalanarak gider. Bu itişme yavaş yavaş zayıflayan, merkezden uzaklaştıkça, giderek hava sakinleşir. Mesela bir durgun suyun ortasına bi taş atıldığında, ne şekilde dalgalanırsa, durgun hava dahi onun gibi dalgalanır. Bir sebebi dahi budur ki: Hava yoğunlaşmasıyle ir tarafta toplandığında, yine hava dalgalanası olur. Zira ki, havanın hacmi iyice yoğunlaşıp, boşluk nedeniyle çevredeki hava zorunlu olarak o tarafa hareket ederek,rüzgâr peyda olur. Bir sebebi de budur ki, yerden yükselen dumanların bazısı, soğuk tabakaya ulaşmazdan önce havaya dönüşüp, bir taraftan bir tarafa hareketle rüzgâr olur. Sam yelinin sebebi ise, şihab maddesinin kalıntıları olan göktaşlarıyla karışarak yakıcılaşan havanın hareketleridir. Yahut halis havanın, sıcak araziden geçmesinden, yakıcı niteliği ile nitelenip, sam yeli olur. Kasırganın sebebi: O ki, yeryüzünü süpürür, devran ile kendi kendine sarılıp ayağa kalkar gibi görünür, havaya yükselir. Bu yele: Ümm-ü zevba (burgan) derler. Bunun çoğunlukla sebebi odur ki: Soğuk tabakadan inen rüzgâr, bulutlarla karşılaşıp, bulutlar da çeşitli rüzgârlarla deveran etmekteyken, o inen rüzgâr dahi dönmeye başlayıp, bu haliyle yere iner. O anda, çalı-çırpı ve toz-toprak ne bulursa döndürüp, endamıyle bir daire görünür ve kâh olur ki, çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirine rastlayıp, itişerek, yerden kopardıklarıyla birbirlerine saldırırlar. O anda, rüzgârların arasında kalan şeyler sıkılıp, bükülüp, minare gibi yükselir. Güya ki, uzuvları var gibi, birbiriyle sarmaş dolaş görünürler. Kâh olur ki, denizde geriye rastlayıp, döndürür. Kâh olur ki, bu buragan ortasına bir bulut düşüp, onu havada döndürürken, büyük bir hortum şeklinde görünür. Şahıslara göre cihanda yönler altıdır ki: Şahsın altı, üstü, önü, arkası, sağı ve soludur. Lakin astronomlar, cihanın dört yönünden, güneşin doğduğu tarafa, doğu; battığı tarafa, batı adını vermişlerdir. Doğuya dönük olan kimsenin sağ tarafına güney, sol tarafına, kuzey demişlerdir. Bu sayılan dört yönün aralarında dört yön daha koyup, tertip etmişlerdir. Doğu ile kuzey arasına: Yaz doğusu (kuzeydoğu), doğu ile güney arasına: Kış doğusu (güneydoğu), güneyle batı arasına: Kış batısı (güneybatı), batı ile kuzey arasına: Yaz batısı (kuzeybatı), adlarını vermişlerdir. Şu halde cihanın bu altı yönüne, sekiz rüzgâr nispet ve tayin edip: Doğu, batı, güney, kuzey taraflarından hareket eden dört rüzgârı; temel rüzgârlar itibar etmişlerdir. Bunların aralarında esen rüzgârları, tâli rüzgârlar itibar ederler. Bu rüzgârlarla yelkenli gemiler denizlerde her yöne gitmişlerdir. İstenen sahillere yetmişlerdir. İmdi, rüzgârlar gönderici olan kâdır ve kayyumun kudret ve azametini bir kere fikredip düşünsen ki, bize gönderdiği bu rüzgârların, ağır gemileri yürütüşü, bulutları yayışı gibi nice büyük faydaları vardır ki, binde biri ancak bilinmiştir. Zira ki, "Rüzgâr olmasaydı, herşey bozulurdu," denilmiştir. Çünkü havanın yönlere hareketi bu kadarlık açıklandı. Şimdi de fayda ve özelliklerini açıklayalım, ta ki he bi nefeste iki nimet olduğu, herkese ayan olup, herkes kendini nimete batmış bilip, nimet vericiye şükredici olalar. Üçüncü Madde Bizi kuşatan havanın, bedenlerimize ve ruhlarımıza olan tesirlerini ve menfaatlerini bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hak'ın tesiriyle, bizi kuşatmış olan havanın bedenlerimize tesiri çok açıktır. Bu hava, bedenlerimizin ve ruhlarımızın unsuru olduğundan, ruhlarımıza ulaşan âdaletli bir fâil gibi sıhha ve âfiyetimizin sebebi olmuştur. Bu durumda havadan ruhlarımızda hâsıl olan tadil, iki şekildedir. iri rahatlandırma, diğeri temizlemedir. Rahatlandırma: Ruhunhararetli mizacı hapsolunarak şiddetlendikçe, ona akciğerden ve can damarlarına bitişik olan nabz mesamelerinden hava vermektir. Zira ki,bizi kuşatan hava, ruhumuzun aziz mizacına kıyasla, gayet soğuktur. Şu halde havanın sadmesi ruha ulaşıp, karıştığında, hayatımızın sebebi olan nefesin etkisinin kabulü yeteneğinden ruhu men eden kötü mizaca neden olan ateşe dönüşmesinden ruhu koruyup; buharsı rutubetinin cevheri yok olmadan onu en eder. Temizlenme ise: Bu bedenin en feyizli karışımı gibi olan ruhun, ayırıcı yeteneğiyle içimize aldığımız havanın dumansı buharını ayrıştırıp, nefes dışarı çıkarken teslim etmesidir. Demek ki, burunu çekilen havanın tadili, havanın ruh üzerine gelmesiyle olur. Temizlenme, havanın candan dışarı çıkmasıyle olur. Zira ki tadil için alınan hava, önce soğuktur. Ama içeride, uzun süre hapsedilip, ruhun niteliğiyle nitelenip ısınsa, faydası bâtıl olur. Bu tür havadan ruh, istiğna edip yeni havaya muhtaç olur ki, yeni hava akciğeri içine girip öncekinin yerini ala. Şu halde, zorunlu olarak alına havayı vermek gereklidir. Ta ki, hemen ardınca gelecek havaya boş yer kala ve o havanın çıkmasıyle birlik onun fazla cevherlerini (karbondioksit) ruh dışarı ite. Hava mutedil ve saf olup, ruhun mizacına uymayan garip cevherler ona karışmamıştır. Havanın işi, temizleme ve rahatlandırma suretiyle bedenlere ve ruhlara sıhhat ve âfiyet vermektir; korumak ve siyanet etmektir. Eğer hava bozuşuma uğradıysa, onun işi de, beden ve ruhlar zarar vermektir. Hakikatte zarar veren ve fayda veren yaratıcı olan Hüda iken, edenleri ve ruhları sebeblere ve havaya bağlamıştır. Dördüncü Madde Bizi kuşatan havaya ârız olan tabiî değişmeleri bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bizi sara havaya tabii ve tabii olmayan değişiklikler, tabii akımın zıddı olan değişmelere ârız olur Tabii değişmeler, mevsimsel değişmelerdir. Zira ki, bu hava, her mevsimde başka bir mizaca bürünür. Bahar havası mutedildir. Yaz havası sıcaktır. Sonbahar havası ılımlıya yakındır. Kış havası soğuktur. Gerçi tıp âlimlerine göre, bu dört mevsimin havası, iklimlere ve bölgelere göre değişiktir. Lakin müneccimler nazarında, değişmeler muteber değildir. Onlara göre, dört mevsim şöyledir: Güneşin, ilkbahar eşitlik noktasından başlayarak koç, boğa ve ikizlerde bulunduğu süre ilkbahardır. Yengeç, aslan ve başaktayken yazdır. Terazi, akrep ve yaydayken sonbahardır. Oğlak, kova ve balıktayken kıştır. Ama dört evsimin mizaçlarının biribirinden farklılığı, güneşin tepe noktamıza yakın ve uzak olması nedeniyledir. Şu halde yaz mevsiminin sıcak olması, güneşin tepe noktamıza yakın olup, şuası kuvvet bulduğundandır. Zar ki, yaz mevsiminde, şuaların akisleri, bölgelere göre dar ve dik açılar üzere olmayıp, geniş açı üzere olur. Bu duruma şualar kesif olup, sıcaklığı iki kat olduğu için, bizi sara havayı çok ısıtır. Bunun esas sebebi budur ki: Güneşi şualarının bazısının kaynağı silindir ve konu biçiminde olur Güya ki, güneşin şuası, merkezden çıkıp, karşısında bulunan nesnenin içine işler. Şuaların kaynaklarının bazısı basit bir çevrim veya basite yakın çevrim biçimindedir. Halbuki şuanın etkisinin gücü okunun yanındadır. Şua okunun, düştüğü yere göre çevreye etkisi zayıf olur. Yaz mevsiminde, güneşin şuasının dik düştüğü veya dike yakın düştüğü yerde bulunuruz. Kışınsa ya şuanın düştüğü yerin çevresinde veya çevresinin yakınında bulunuruz. Bunun için, yazın güneş, doruğuna çıkıp, yerden uzak olsa bile, bölgemize ışığı fazla ve etkilidir. Kışınsa, güneş eteğine inip, yere yaklaştığı halde, bölgemize ışığı zayıf gelip, hava soğuk olur. Zira ki, yaz mevsiminde güneş bizim tepe noktamıza yakın olur, kış mevsiminde ise uzak olur. Fakat ilkbahar ve sonbaharda, şuaların düştüğü noktalar çevremizde bulunduğundan hava ılımlı olur. Beşinci Madde Bizi kuşatan havaya ârız olan, tabii olmayan göksel değişmeleri bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bizi saran havaya ârız olan tabii olmayan değişmelerin bazısı göksel işlere, bazısı yersel işlere bağlıdır. Göksel işler nedeniyle olan hava değişimleri, yıldızların etkisiyle Olan değimelerdir. Zira ki ışıklı yıldızlar bir yerde toplanıp, güneşle dahi biraraya gelmeleri sırasında, yerin başucu noktasına veya yakınına düşen gölgeleri kuşatan havayı, ifrat derecede güzelleştirirler. Bazan bu birleşme başucu noktasından uzakta olur ve havanın güzelliği eksilir. Yersel değişmeler nedeniyle olan hava değişmelerinin bazısı, bölgeleri enleme sebebiyle, bazısı, bölgenin yerinin yüksekliği ve alçaklığı sebebiyle, bazısı, dağlar sebebiyle, bazısı rüzgârlar ve bazısı toprak sebebiyle hâsıl olur. Bölgelerin enlem farkından olan hava değişmeleri açıktır. Zira ki he belde ki kuzey tarafta yengeç dönencesine ve güney tarafta oğlak dönencesine yakındır. O bölgenin yazı ekvator tarafında olan bölgelerin yazından ve kuzey tarafa yakın olan bölgelerin yazından daha sıcaktır. Şu halde gün eşitleyici dairesi altında bulunan yerlerin havasını mizacı itidale daha yakındır. Zira ki burada havanın sıcaklığının sebebi güneşi tepe noktasına gelmesidir. Halbuki ışınların tepeden ve dik gelmesi çok tesir etmez, belki bunun sürekliliği çok tesir eder. Bu sebepten gün yarısı vaktinde olan güneşin sıcaklığı, ikindiden önce çoğalır. Bunun içindir ki, güneş, yengeç burcunun doruğundan meyl edip biraz güneye inse sıcaklığı şiddetli olur. Güneş, mümessil feleğin eğiliminde bulunduğundan henüz yengeç burcunun doruğuna ulaşmıştır. Mesela güneş, ikizler burcunun tepesinde iken havaya yaptığı tesirden, aslan burcunun tepesine geldiğinde daha çok tesir eder. Zira ki aslanın tepesinde iken ışınların dik gelmesi süreklidir. Halbuki ekvatora çakışık olan yerlerde güneş, birkaç gün tepede bulunup, hızla uzaklaşır. Zira ki eşitlik noktasının yakınında olan gün ışınlarının eğim fazlalığı, dönüm noktasının yanında bulunan eğim fazlalığından çok büyüktür. Belki dönüm noktasının yanında olan artışın hareketi, üç dört güne mahsus olmaz. Elbette güneş, orada bir müddet yakın bir yerde kalıp havanın ısınmasına sebep olur. Şu halde bundan malum oldu ki, o bölgede ki, genel meğil enlemlerine yakındır. Onlar en sıcak bölgelerdir. Onlardan sonra en sıcak yerler, onların kutuplarından yana olan taraflarında ve güneşitleyiciden yana olan taraflarında onbeşer dereceye değin enlemi bulunan beldelerdir. İki dönüm noktası arasındakiler de bunlar gibidir. Altıncı Madde Bizi kuşatan havaya harız olan tabii olmayan yerel değişmeleri yani yeryüzünün bölgelerinin yükseklik ve alçaklık sebebiyle, dağlar denizler, rüzgârlar ve toprak sebebiyle havaya ârız olan değişmeleri bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bölgenin yüksek ve alçak yerde bulunması ile havanın değişmeleri muhakkaktır. Yüksek yerde bulunan bölgenin havası sürekli soğuk olur. Alçak yerde bulunan bölgenin havası sürekli sıcak olur. Zira ki güneş ışınlarının yerden aksetmesi ile kazandığı sıcaklığın şiddeti, yere yakın olan tarafı bulunduğundan, bizi kuşatan nesîmi kürenin en sıcak yeri, yere komşu olan semtidir. Yerden uzaklaştıkça soğuk tabakaya yaklaşıp ona komşu olunduğundan buralar soğuk olur. Eğer alçak yer, bir derin vâdi olursa sıcak şuaları hapsedip, havayı çok sıcak ve kesif olur. Dağlar sebebiyle bulunan hava değişmeleri ortadadır. Zira ki, o dağ ki bölgenin oturduğu yerdir. O bölgenin havası ânifen açıklanan kısımdan sayılmıştır.O dağ ki, bölgenin komşusu bulunmuştur; o bölgeyi saran havada onun tesiri, iki yönde tecrübe olunmuştur. Tesirin biri, güney ışınlarına o bölge üzerine akis ve hasretmek veya bölgeyi ışınlardan örtmek yönlerindendir. ikinci tesiri, rüzgârı, bölge üzerine esmekten men edip veya bölge üzerine sevkedip yardımcı olmak yönlerindendir. Birincisi, dağ bölgenin kuzeyi yakınında olmak gibidir. O zaman güneş, ışınlarını o dağ üzerine serpip, şuası o bölgeye aksederek, enlemi ne kadar farklı olursa olsun orayı kuşatan havayı ısıtır. Eğer dağ, bölgenin batı tarafında bulunup, doğusu açık olursa, güneşin tesiri orada yine tamamıyle havayı ısıtmaktır. Eğer dağ, bölgenin doğusunda bulunup, batısı açık olursa yarı ısıtır. Zira ki bu dağ üzerine güneş, zevalden sonra ışıklarını septiğinde saat saat gittikçe, bu dağın doğu tarafından uzaklaşıp, şuanın keyfiyeti azalıp havanın ısınması tamam olmaz. Lakin dağın batısından yana güneş geldiğinde, her saat yaklaşıp, bölgenin havasını tamamiyle ısıtır. Eğer dağ, bölgenin güneyi yakınında olsa bölgenin havasını hiç ısıtamaz. Dağın ikinci yönden olan tesiri, bölge üzerinden soğuk kuzey rüzgârının esmesini dağın engellemesiyledir: Ya sıcak güney rüzgârıın esmesini, bölge üzerinden kaldırmasıyladır veyahut bölge, iki büyük dağ arasında bulunup, rüzgâr tarafına açık olmasıyledir. O zaman orada rüzgârın esmesi, düzlükte bulunan belde üzerine esmesinden daha şiddetli ve fazladır. Çünkü rüzgârın şanındandır ki, bir dar yere çekilse, tıpkı bir akar su gibi burada rüzgârın akıntısı sükun bulmaz ve durmaz. Şu halde dağ bakımından beldelerin en ılımlısı o beldenin havasıdır ki, kuzey tarafı açık olup, batı ve güney tarafları kapalı ola. Deniz sebebiyle çevrede olan bütün beldelerin havası rutubetli olur. Eğer deniz, beldenin kuzey tarafı yakınında olursa, su üzerinde kuzey rüzgârı esip, o beldenin havasına fazla soğukluk bahşeder. Zira iki suyun tabiatı, kuzey rüzgârı gibi soğuktur. Eğer belde, denizin güney tarafında olursa, o beldenin havasına fazla ağırlık verir. Özellikle kuzeyinde dağ bulunup, rüzgârın esmesine mâni olursa onun havası oldukça ağır ve kesif olur. Eğer deniz beldenin doğu tarafında olursa, onun havasına fazla rutubet verir. Zira ki güneş, bütün etkisiyle o beldenin üzerine ısrarla yaklaşır. Eğer deniz, beldenin batısında olursa, onun havasına rutubet vermesi az olur. Zira ki güneş, o beldeyi yalayarak uzaklaşır. Bu mânâya uygun rüzgârlar; kuzey, doğu ve batı rüzgârlarıdır ki, muzır olan güney rüzgârıdır. Rüzgârlar sebebiyle olan hava değişmeleri tecrübe edilmiştir ki: Kuzey rüzgârları soğuk ve kurudur. Soğukluğu, soğuk dağlardan geçip bize geldiğindendir. Kuruluğu, güneş ışınları o tarafa zayıf olup, burada deniz buharlaşması az olduğundandır. Doğu rüzgarları, sıcaklık ve soğuklukta mutedildir. Lakin dağlardan ve karalardan geçtiğinden, bir miktar kurudur. Batı rüzgârları dahi mutedildir. Lakin denizlerden geçip geldiğinden bir miktar rutubetlidir. Güney rüzgârları ekseri beldelerde sıcak ve rutubetlidir. Sıcaklığı, güneşin yakınlığı ile ısınmış olan yönden bizlere geldiğindendir. Rutubeti ondandır ki, güney denizleri güneşin sıcaklığıyle çözülüp, sıcaklığın kuvvetiyle denizlerden buharlar çıkıp, o rüzgarlara karışır. Onun için güney rüzgarları, insana rehavet verir. Ama sam yani helak yelleri yukarıda beyan olunduğu üzere, ya çok sıcak olan sahralardan geçip gelen rüzgârlardır veyahut duman tabakasında ateş benzeri dehşetli âlâmetler ortaya çıkaran duanların artıkları aşağıya inip karıştığı rüzgârdır ki, her ne yönden hareket etseler, tesadüf ettikleri bedenleri saatinde yakıp, simsiyah edip, helak ederler. Bilinen bütün bu kuralları, sam yelleri altüst ederler. bütün şiddetli rüzgârların ilk başlangıcı gerçi zayıf rüzgârlar gibi aşağıdandır. Lakin hareketlerinin başlangıcı, esmesi ve esası yukarıdandır. Toprak sebebiyle olan hava değişmeleri ki, her beldeye göre farklı olur. O farklılığın sebebi budur ki, beldelerin bazısının toprağı killidir, bazısının taşlık, bazısının kumluk, bazısının kara, bazısının madendir. Şu halde bunların hepsi suyu değiştirdikleri gibi, havayı dahi değiştirirler. Hak'ın tesiri ile tasarruf ederler. Zira ilk, kainatın bütün zerreleri vücuda gelip giderler. Her ne ederlerse Allah'ın iradesi ve kudretiyle ederler. Kadir ve kayyum olan ancak Allah Taala'dır. Celle celalih. Yedinci Madde Bizi kuşatan havaya ârız olan, tabii akıntının zıddı değişmeleri bildirir. Ey aziz, maulm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Tabii akıntılara zıt olan değişmeler, ya havanı dönüşmesinden veya havada bulunan istihaledendir, veya havanın keyfiyetinde bulunan istihale ve değişimdendir. Havanın cevherinde olan istihale, hava cevherinin bozulmasının mümkün olmasıdır. Yoksa havanın bir keyfiyeti şiddetli olduğunda veya eksik bulunduğunda değişim olmaz. Belki havanın cevheri bizzat çevirici olsa, o vebadır ki, havaya ârız olan kokuşmadır ve ona taun dahi derler. Bu kokuşma, renk ve kokuyu ve yemeği değiştirici olan suyun kokuşması gibidir. Bizim havadan muradımız, o basit ve mücerret olan hava değildir. Belki bizi çevreleyen buhar ve duman küresidir ki, basit ve mücerret değildir. Zira ki, mücerret basit cisimlerin hiç biri kokuşmaz, ancak keyfiyetinde ya cevherinde, başka bir basite dönüşür. Yukarıda açıklanan unsurların dönüşümü gibi. Fakat bizim havadn muradımız, havanın içinde olup, havanın hakiki cüzlerinden, su ve buhar zerreciklerinden; buhar ve duman ile yükselen topraksal ve taeşsel cüzlerden karışmış olan bir cisimdir ki, buna hava adını vermemiz; deniz suyuna, su adını vermemiz gibidir. Zira ki, deniz suyu dahi saf değildir. Belki topraktan ve sudan ve havadan ve ateşten bileşmiştir. Lakin onda su üstün olduğundan, su adı verilmiştir. Şu halde bu karışık hava, bazı kere kokuşup, cevheri kötüleşir Nitekim çakıllı geniş derelerin suyu kokuşup, cevheri onlara dönüşüp, taş kesilir Bunun gibi hava da kokuşup veba kesilir. Havanın fazla kokuşması ve vebanın çoğalması genellikle yaz sonunda ve sonbaharda olur. Ama havanın keyfiyetinde bulunan değişmesi, sıcaklığında ya soğukluğunda tahammül olunmayan keyfiyete çıkıp, ziraati ve nesli fesada verip, helak etmesidir. Bu durumda hava, sayılan bu değişimlerin biriyle değişime uğrasa, ondan Hak'ın izniyle bedenlerimize hastalıklar ârız olur. Zira ki, hava kokuştuğunda Hak'ın tesiriyle, bedenlerimizin içinde olan dört karışıma dahi tesir eder. Önce yürekte olan karışıma kokuşma eriştirir. Sekizinci Madde Bizi kuşatan havanın, bedenlerimize ve ruhlarımıza olan çeşitli tesirlerini ve faydalarını; sen rüzgârların değişmeleri ve faydalarını bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer hava ifratla sıcak olsa, bedendeki mafsallara rehavet verip, rutubeti tahlil eder. Susuzluğu artırır ve kuvveti azaltır. Bir tabiat âleti ola bedenin hararetini tahlil edip, hazmı tebdil eder. Kan dokusunu tahlil ve safrayı diğer salgılar üzerine üstün ederek, rengi sarartır. Şu halde, sıcak hava, bedenin sıhhatine uygun değildir. Fakat soğuk algınlığı olanlara ve bazı felçlilere uygun ve faydalıdır. Ama soğuk hava bedenin hararetini hasredip, maddeleri akmaktan alıkoyar ve nezleyi tahrik eder. Sinirleri zayıflatıp, akciğere ve damarlara şiddetli zarar verir. Eğer havanın soğukluğu mutedil olursa, hazma ve bedenin bütün uzuvlarına kuvvet ve sağlamlık verip, sıhhatli bedenlere uygun gelir. Mesameleri kapatıp, kemik boşluklarını sıkıştırır. rutubetli hava, çoğu bedenleri mizacına uygun gelip cildi yumuşak, rengi güzel, görünüşü hoş edip, mesameleri temizler. Lakin kokuşmaya hazırlar. Kuru hava ise, açıklanan rutubetli havanın tesirlerinin tam zıddını yapar. Kuzey rüzgârlarıdır ki, bedene kuvvet verip, metanet bahşeder. Görünen akıntıları men eder ve bedenin mesamelerini kapatır. Hazma kuvvet verir. Karnı ve mideyi çalıştırıp, idrarı kolaylaştırır. Batı havası kokuşmuş olsa, bu rüzgâr onu ıslah eder. Eğer güney rüzgârı, kuzey rüzgârı üzerine geçip, hemen kuzey rüzgârı esse; güney rüzgârı terletir, kuzey rüzgârı insanın içini pekleştirip, dışarı açılmaya sebeb olur. Bu sebepten, o anda, baştan akan maddeler çoğalıp, göğüs, mesane ve rahim hastalıkları belirir; idrar zorluğu, öksürük, mafsal ağrıları ve titreme görülür. Güney rüzgârı, bedeni gevşetir. Mesameleri açar. Karışımları dışa hareket ettirip, duyu organlarına ağırlık verip, yaraları bozar. Hastalıkları artırır, baş ağrısını çoğaltır. Uykuyu getirip, sıtmayı sardırır. Doğu rüzgârları eğer, gecenin sonunda ve günün evvelinde eserlerse, güneşle ılımış olan hava latiftir ki, rutubeti az, kuruluğu matedildir. Bu rüzgârların esmesi, o saatler çok olduğundan, unlara: Sabah rüzgârı, nesim-i seher derler. Şu halde, sabah rüzgârı bedenlere safa ve uykuya lezzet, hastalıklara şifa bahşeder. Eğer gün sonunda ve gece öncesinde eserse, bunun tesiri, ötekinin tersinedir. Doğu bölgelerinin havası, batı bölgelerinin havasından latif ve safadır. Batı rüzgârı eğer, gün sonunda ve gece öncesinde eserse, hava kesiftir ki, deniz buharı yüklüdür. Eğer seher vakti eserse, güneşle ılımayan havadır ki, çok kesif ve çok ağırdır. Batı rüzgârı, her ne vakit eserse, bunun tesiri, sabah rüzgârının yararlarının aksinedir. Buna: Dübür rüzgârı derler. Hadis- i şerifte: "Sabah rüzgârı yardımcıdır. Ad kavmi dübür rüzgârıyle helak oldu," diye vârit olmuştur. Burada havanın faydalarından bu kadar anlatmakla yetinilmiştir. Zira ki, basiret sahipleri, bundan ibret almışlardır. (Rüzgârın gönderen, ruhları cilalandıran ve vücutları ferahlandıran Allah münezzehtir. Her sebebi müsebbii odur. Rablerin rabbidir. kendisinden başka ilah olmayan, celal sahibi Allah münezzehtir. |
26.11.2008, 19:22 | #22 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
22-BÖLÜM:022:
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Hava küresinin alt tabakasında meydana gelen diğer atmosferik olayları, yani samanyolu, hâle, sis, kırağı jaleyi; sabahı, şafağı, gölgeyi, gece ve gündüz saatlerini; ayları ve yılları ve zamanları beş madde ile açıklar. Birinci Madde Gökkuşağını, hâleyi, sisi, kırağıyı ve jâleyi bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Ebe kuşağı dedikleri gökkuşağı, yağmurdan veya bahardan meydana gelen, şeffaf, saf, yuvarlak ve küçük su zerreciklerine güneşin ışığını vurmasından ortaya çıkar. Bunun açıklanması budur ki: bu zerrecikler, güneşin karşı tarafında öyle bir yerde bulunmak lazımdır ki, bu zerreciklerin her birinde göz şuası güneşe aksetmiş ola. Bu aksetme o zaman olur ki, bu zerreciklerin gerisinde karanlık bulut gibi kesif nesne bulunup, ayna misali olur. Güneş dahi ufka yakın olup, sıcaklığı az olur. Bakan, sırtını güneşe verip, o zerreciklere döner. Yani güneşle o zerreciklerin arasında ola, ta ki göz şuası, o zerreciklerden güneşe aksetmiş ola. O anda, o bakana o zerreciklerin er birinden ancak güneşin şuası görünür, şekli görünmez. Çünkü göz şuasından akseden cilalı nesne, oldukça küçük olduğundan, karşısında bulunan ışıklı nesnenin ancak ışığını ve rengini gösterir, şeklini ve heyetini göstermez. O su zerreciklerini dairenin yarısından azı, ışıklı bir kavis şeklinde olur. Bu kavis,güneşin yükselmesi sebebiyle eksilir. Güneşin düşüşü kadar da çoğalır. Zira ki güneş, o dairenin, merkezinde olduğunda, ufuktan yükseldikçe, mukabili olan dairesinin ufuk üstünde azı kalır. Güneş ufka inip, yakın olduğunda, o yarım dairenin kavsi, ufka teğet olan iki tarafından çoğalır ki, o iki taraf zerrelerinden gözün şuası güneşe aksetmiş olmaya başlar. Hazreti Şeyh İbn-i ŞSina Şifa adlı kitabında yazmıştır ki: "Tus ile Maverd arasında, büyük bir dağ üzerinde idim. Gök açıktı. Sahra ile aramızda, dağın ortasında bulut var idi. Hava rutubetliydi. Ben o karanlık buluta bakıp gökkuşağı renginde tam bir daire gördüm. Ben o dağdan indikçe, o daire küçülürdü. Ta ki ben eteğe ulaştığımda, o daire kayboldu." Bu gökkuşağının renkleri, güneş ışınlarının çeşitli renklerdeki bulutlarla karışmasındandır. Çünkü üst tarafı güneşe yakın olduğundan parlaklığı fazla olup, zaferan kırmızısı görünür. Alt tarafı, güneşten uzak olduğu için parlaklığı azalıp, turuncu görünür. İki rengin arası, ikisinden bileşen çimen yeşili görünür. Van'da, Hizan kalesinde, sonbaharda; ay, dolunay iken orada ufka bitişik, belirtilen renklerde, gök kuşağı ortaya çıkıp görülmüştür. Şekli aşağıdadır. Hâle: O dahi şeffaf küçük daire şeklindeki su zerreciklerinde ay ışığının Renk oluşturmasından, ayın çevresinde harman misali oluşan beyaz, yuvarlak bir dairedir. Bunun açıklanması budur ki: Hâleye bakan kimseyle ayın arasında, bu zerrecikler öyle bir yerde bulunmalıdır ki, her birinde göz şuası aya aksetmiş ola. Bakan, o zerrelere baktığında, her birinde ayın ışığını görür. Lâkin o zerreler çok küçük olduğu için ayın şekil ve görüntüsünü göremez. Bunların toplamı ya tam veya eksik bir daire şeklinde olur ki, hâle odur. Havanın rutubetinden meydana geldiğindendir ki, yağmurun yağacağına delalet eder. Eğer, aynı nitelikleri taşıyan iki bulut üst üste bulunsa, o zaman iki hâle oluşur. Alttaki bize yakın olduğundan daha büyük görünür. Eğer bulutlar ikiden fazla olursa, hâle dahi onların sayısınca olur. Ay ışığının yedi hâlesi gözlenmiştir. Zufera: Güneş hâlesidir. O nâdir bulunur. Zira ki güneş, ufuktan uzak oldukça, hareketinin tesiri şiddetli olduğundan, hâlenin niteliklerini taşıyan bulutlar gibi ince bulutları çözüp, havaya döndürür. ibn-i Sina merhum, Şifa adlı kitabında yazmıştır ki: "Güneşin çevresinde gökkuşağı renginde, tam hâle ve eksik hâle müşahede etmişimdir." Bu hakir müellif, bu kitabı yazmaktan ir sene önce, Pasin ovasında, ilk bahar sonunda, zeval vaktinde; tam güneş hâlesini dostlarla hayret ederek müşahede eylerken, bizimle birlikte yüzkırkiki yaşında bir ihtiyar bulunup, o dahi o hâleye şaşkınlıkla bakıp: Ben bu yaşıma geldim. Çok acayiplikler görmüşüm. ömrüm içinde güneşin harman eylediğini görmemiştim. şimdi bunu dahi seyrettim, demiştir. sisin, kırağının ve çisenin maddi sebepleri: Yukarı çıkan buhardır ki, hem kendisi az, hem harareti zayıf olduğundan, soğuk tabakaya ulaşmayıp, kendi aşağı tabakasında kalıp, yere inmeğe başlar. Eğer o esnada ona, soğuk isabet etmediyse, dağ başlarını kuşatıp, yeryüzüne dağılıp, duman gibi gerisini örter ki, sis odur. Az bir hararetle havaya dönüşür gider. Eğer o zayıf buhar, aşağıya inişte soğukla karşılaştıysa, o anda soğuğun şiddetiyle donarsa, ufak ve berrak olup, zerreler benzeri iner ki, kırağı dedikleri odur. Eğer o buhar, o soğukla donmazsa, suya dönüşüp, bitki yaprakları üzerine inip, inciler benzeri damlalar olur ki, jâle, şebnem ve çise dedikleri odur. Durumun gerçeği budur ve açıklanan atmosferin cümlei bileşik cisimlerden sayılmıştır. Lâkin unsurlardan başkalaşmadan, bileşmiştir onun için böyle çabuk değişime uğrar bulunmuştur. (Kendisinden başka ilah olmayan, nimet verici ve celâl sahibi, hakîm ve sânî bulunan Allah münezzehtir.) ikinci madde kitapta yoktu... aslına sadık kaldık.. Üçüncü Madde Gece ve gündüzün itibarî sınırını ve saat miktarını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve matematikçilere göre: Bir gün bir gecesiyle, güneşin gün yarısı dairesinden ayrılıp, küllî hareketle yine ona döndüğü zamanıdır. Halka göre gece ve gündüz, güneşin batımından, yine batışına değindir. Bir gün bir gecenin başlangıcını, güneşin, burçlar kuşağının her bir noktasını geçmesinden farz etmek mümkündür. Lâkin müneccimler, gün yarısı dairesinden başlamayı ıstılah etmişlerdir. Zira ki burçlar feleğinden birer yay olan doğu ve batı farkları, ufuklar nedeniyle duraklarda çok olur. Fakat gün yarısı dairesi nedeniyle burçlar feleğinin kavis farkı her enlemde eşittir. Zira ki gün yarısı dairesi bütün duraklara ekvator ufuklarının birisi olduğu için onun ufku makamında durucu olur. Bir gün bir gecenin zamanı, küllî hareketin bir devresi üzerine güneşin, o sürede, burçlar feleğinden batıya değin hareketiyle seyrettiği doğuş yerleri miktarı fazla olur. Gündüzün zamanı, matematikçilere göre, güneşin doğuşundan batışına varıncaya değindir. Din bilginleri katında, şer'î gün, ikinci fecrin doğmasından güneşin batmasına dektir. Şu halde gecenin zamanı, iki mezhebe nispetle gizli değildir. Matematikçiler kendi gece ve gündüzlerinin her birin ortalama saatlere ve zamanî saatlere taksim etmişlerdir. Ortalama saatlerin miktarları, başlangıçta eşit olduğundan, bunlara: Eşit saatler dahi derler. Bu ortalama saatlerin her biri, küllhi hareketin onbeş derece devretmesinin miktarıdır. Zamanî saatlerin miktarları, günlerin ve gecelerin miktarları farkıyle değişik olduğundan, bunlara: Eğri saatler dahi derler. Şu halde bu zamanî saatler, gündüzün ya gecenin ilk oniki cüzünden bir cüzdür. Zira ki gündüz geceden uzun olursa, gündüzün saatleri gecenin saatlerinden uzun olur. Eğer gündüz geceden kısa olursa, saatleri dahi onunkilerden kısa olur. Şimdi bundan anlaşıldı ki, gündüzün uzaması ve kısalmasıyle, ortalama saatler değişir; zamanları ve bölümleri değişmez. Zira ki bölümleri daia onbeş derecedir. Gündüzün uzaması ve kısalması hasebiyle zamanî saatlerin zaanları farklı olur; sayıları farklı olmaz. Çünkü daima onikidir. Matematikçiler, yıldızların hükümlerinde zamanî saatler itibar edip, sair hesalar için ortalama saatle seçmişlerdir. Eşit saatler ile eğri saatlerin sayı ve parçaları, gece ve gündüz eşitliğinde eşit olur. (Zamanları, saatleri, gündüz ve geceyi döndüren Allah münezzehtir.) Dördüncü Madde Hakiki güneş senesini, yıldızlara ve burçlara göre ayları, rumî ayların isimlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve müneccimler sözbirliğiyle demişlerdir ki: Hakiki güneş senesini müddeti, burçlar feleğinin farz olunan bir noktasından güneş kursu, kendine özgü batıya yönelik hareketiyle ayrılıp, ta yine o noktaya dönünceye dek geçen zamandır. ama müneccimler, güneş senesinin başlangıcını, güneşin koç burcunun tepesine girmesinden başlatmışlardır. Oniki burcun her birine geçişini, ayların başları itibar edip, her burcun geçiş süresini bir ay saymışlardır. güneş senesinin gün sayısı, üçyüzlatmışbeş ve dörttebir gündür. Burada günden murat, bir gün bir gecesiyledir. Bu yıldızların burçlarına göre ayların gün sayısı, ebced hesabıyle şu beytin lafızlarıdır: Gerçi güneş senesinin burçlar hesabıyle ayları budur. Lâkin İskender İbn-i Filozof'-i Rumî, güneş senesinin aylarının başlangıçlarını, müneccimlerin farz eylediği burçların evvellerinden onar gün önce itibar edip, güneş senesinin başlangıcını güneşin koç burcunun tepesine girmesinden on gün önce başlatmışlardır. Her bir ayı bir isimle tahsis edip, rumî aylar nâmıyle şöhret vermişlerdir. Her bir ayı bir isimle tahsis edip, he bir mevsim için, üç ay tayiniyle sonuca ermişlerdir. Ama ilkbahar ayları: Mart, Nisan, Mayıs'tır. Yaz ayları: Haziran, Temmuz, Ağustos'tur. Sonbahar ayları: Eylül, Ekim, Kasım'dır. Kış ayları: Aralık, Ocak, Şubat'tır. Halen diyarınızda meşhur ruznâmelerde yazılmış olan bu aylardır ki, gün sayıları şu beyitte malûmdur. Beşinci Madde Kamerî saneyi ve aylarını; arabî ayların isimlerini; arabî ve rumî ayların ilk günlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve matematikçiler ittifak üzere demişlerdir ki: Ay senesi, oniki kamerî aydır. Her bir kamerî ay, ayın güneşten farzolunan yerinden kendi batıya yönelik hareketiyle ayrılmasından yine o yere dönünceye dek geçen zamandır. Ayın, güneşten farzolunan konumlarının ortaya çıkışı hilâldir. Dinî işlerde belirleyici olan, hilâlin görünmesidir. Araplara göre ayın ilk günleri hilâldir. Lâkin hilâlin görünmesi, bölge frakları sebebiyle değişiktir. Bunun için matematikçiler, kamerî ayların başlangıçlarını, güneş ile ayın toplanmasından ve ayın görünmemesinden itibar etmişlerdir. Ayın zamanı, iki toplanma arasındadır. Günlerinin sayısı, yirmidokuzbuçuk gündür. Bu kamerî seninin zamanı: Üçyüzelidört ve beştebir ve altıdabir gündür. Güneş senesinden on gün yirmibuçuk saat noksandır. Bu kamerî senenin başlangıcı, muharrem ayının başlangıcıdır. Arabî ay senisi, rumî seneden on gün yirmibuçuk saat noksan olduğundan, bir yılda, yaklaşık onbir gün önce gelir. Mesela bir sene mart ayıyla muharrem ayının başlangıçları, aynı gün olsa; bu iki ay birbirine uygun gelse, hicrî seninin binyüzellidördüncü senesi gibi, nevruzla aşure bir günde tesadüf kılsalar: Kaçınılmaz olarak gelecek senede muharrem hilâli, mart ayından onbir gün önce görünür. Şu halde beher sene bu öne geçmeyle, otuzüç senede bir devresini tamamlayıp, yine muharremin başlangıcı, martın başlangıcı olur. Lâkin bir ay senesi, güneş seneleri içinde yok olur. Zira ki otuzdördüncü muharremdir ki, otuzüçüncü martla aynı gelir. Çünkü bu kameri ay, o dört mevsimi anlatıldığı gibi devredip, bir mevsimde karar bulmazlar. Onun için bunar, bir mevsime mensup olmazlar. Şu halde her iki ayı, bir eş itibariyle, birini yirmidokuz gün ve birini otuz gün sayıp, senenin başlangıcını, muharrem ayından saymışlardır. Kamerî ayların isimleri: İlk ay muharrem, bir muhterem aydır ki, onuncu günü asure bayramıdır. Onun arkadaşı safer'ül-hayrdır. Sonra Rebiülevvel, bir muazzam aydır ki, onikinci gecesi, Habib-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin oğlumudur. Sonra Rebiülahir muhteremdir. Sonra Cemadülüla bir mübarek aydır ki renklidir. arkasından camazil ahirdir. Sonra Receb-i esam rağbet görmüş bir aydır ki, ilk cuma gecesi regaib gecesidir. Şaban bir hayırlar ayıdır ki, onbeşinci gecesi berat gecesidir. Ramaz-ı şerif bir mübarek aydır ki, yirmiyedinci gecesi, kadir gecesidir. Şeval-i saiddir ki, başı fıtır (Ramazan) bayramıdır. Ondan sonra zilkadedir ki, onun arkadaşı zilhiccedir. Onuncu günü hacılar (kurban) bayramadır. Bu ay, senenin mührüdür. Arabî ve rumî ayların ilk günlerini bulmayı ikişer beyt ile eda eden "gurrenâmemiz"in bölümün sonu olması münasip görülmüştür. Bu hevalardan hevesimiz yorulmuştur. NAZM Hak'ka hamd ve Habibine selam et Her ayda ruz-u şeb saat be saat Çün dört beyt iki gurre mücmelidir Hurufun şehr,i hâkim bilmelidir Şuhur-u hâkimin cem' etmelisin İki hafta anınla gitmelisin O mecmuu ne günde kim bulursun O şehrin gurresin ol gün bulursun Kaçında şehr-i rumun gurredir bil Bul anda rumiden hem şehr-i şer'î Burucu aslî bil her şehri fer'i Mukaddem beyt oniki kelimedir tam Hurufudur şuhur-u şer'a erkam ikinci beyti sekiz kelimedir al Hurufun şehr,i şer'a hâkim sal Üçüncü beyttir tertib-i manzum Şuhur-u rumidir anınla malûm Oniki kelimedir beyt oniki ay Evail-i hurufu şehr erkamıdır say Şuhur-u ruma âzerle bile bede' et Muharremden şuhur-u şer'î say git Şuhur-u ruma tâbi beyt-i râbi Ve yekşenbe hurufun oldu ami çün yirmisekiz huruf oldu her yıl Şuhur-u ruma hâkimdir biri bil Ehe zed bûd o sekiz harf olur kim Şuhur-u şer'a her yıl biri hâkim Çu hicret-i sâli binyüzaltmış ve beş Bu şehrin hâkimi vardır rakam-ı şeş Bu şal içre çün âzâr gurre buldu Eced-i cimîde ruma hâkim oldu Çün altmışaltı olur sal-i hicret İki hâkim iki da olur elbet Bu tertib üzere hâkimler gider kim Ehe zed bûdun oluş devri daim Velîkin hâkim-i rum ahrafı çok Bu sal-i hicrile devr ettiğiçin Bu salın eşhuru eyler tahavvül Otuzüç yılda bir yıldır tedahül Mutabık gelse âzerle muharrem Bu hicret salini bir tarh et ol dem Çü gurrenâmeler nazm etti Hakkı Şuhur-u dehr ile bil sun'-u Hak'kı (Bu şiirde ebced hesabıyle ayların başlangıçları anlatılmaktadır. Daha sonra bir cedvelle hicrî ve rumî senelerin ve ayların birbirine çevrilesi anlatılmakta ve gösterilmektedir. Günümüzde bu konuda çeşitli kitaplar yayımlanmış olup; hicrî senenin hangi ayının hangi gününün, rumî veya miladî senenin hangi ayının hangi gününe rastladığı gösterilmiştir. Bu kitaplardan herhangi birini edinen okuyucularımız, aradıkları ayı ve günü kolaylıkla bulabileceklerinden, buradaki karmaşık çizelgeyi vermeyi gereksiz bulduk. Yalnızca burçlarla ilgili iki çözelgeyi veriyoruz.) Bu iki sayfanın başlarında çizilmiş olan felekî burçlarla rumî ayların yukarıdaki ve aşağıdaki rakamlarından murat budur ki: Meselâ koç burcunun başlangıcı artın onbirindedir. bitişi ise nisanın dokuzundadır. Koç burcu otuz gündür, mart ayı otuzbir gündür. Kuzey saati, karşılıklı altı burca tiksim olunmuştur. Saat rakamlarının yazılışı, burçların önündedir. Meselâ koç burcunun başlangıcında gün, oniki saattir, dakika yoktur. Gece de oniki saattir. Gün ortası altı saattir. İlk ikindi dokuz saat yirmialtı dakika, yatsı bir saat otuziki dakika ve imsak on saat onüç dakikadır. Mesela koç burcunun sonu, başak burcunun başlangıcıdır. Başağın bitimi koçun başlangıcında tamam olur. Öteki burçlar bu kıyasla malûm olur. Martın onuncu günü balığın sonudur ve martın başlangıcı balığın yirmibirindedir, bitimi koçun yirmibirindedir. Şubatın başı kovanın yirmiüçündedir, bitişi balığın yirmisindedir. Güney saatleri de karşılıklı altı burca taksim olunmuştur. |
26.11.2008, 19:23 | #23 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
23-BÖLÜM:023:
BEŞİNCİ BÖLÜM Su unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, farklılık ve vasıflarını, isimlerini; denizken buhar, bulut, kar, yağmur, kaynak ve nehir ve yine buhar olmasını; değişik hareketlerle hareket bulmasını; denizlerle karaların yer değiştirmesini; denizlerde ve karalarda bulunanların sudan faydalanmasını, suda hayvanların vücuda gelmesini; su tabakasının kalınlığı sayılan denizlerin derinliklerinin ölçülmesini, denizle gemilerin yürümesini ve gemilerle halkın her tarafa varıp, murat almasını; yeni dünya (Amerika) bulunup, yer ve deniz devr olunup, batıya giden gemilerin doğu semtine gelmesini yedi madde ile açıklar. Birinci Madde Su unsurunun mahiyetini, tabiat ve tavırlarını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki filozoflar ve astronomlar ittifak üzere demişlerdir ki: Dört unsurun üçüncüsü su unsurudur ki, o basit bir cevher, renksiz ve şeffaf küre bir cisimdir. Tabiatı nemli ve soğuktur. Havaya nispetle kesif bulunup, ağırlığı sebebiyle öteki unsurlardan farklıdır. Oluşum ve bozuşumla suretler bulmaya kabiliyetlidir. Kendi yerinden çıktığında, başka unsurlara dönüşür. Yerinde iken bile unsurlara dönüşür. Kendi tabiatıyle yerinde sâkin iken nice değişik hareketlerle hareket halindedir. Su küresinin üt yüzeyi dalgalı olup, üstünde bulunan hava küresinin hareketli yüzeyine tema etmiştir. Alt yüzeyi, altında olan toprak yüzeyine teğet olduğundan, vâdilerin ve dağların iniş çıkışı nedeniyle suyun yüzeyi dahi iniş-çıkışlıdır. Bu su küresinin tabiî yeri, havanın altı ve toprağın üstü olup, yerküreyi her yönden örtüp, içine alıp, tam yuvarlak olmak tabiatı gereği iken, yeri tamamen örtmeyip, yerin bazı kısımları açıkta kaldığından; hikmetinde bazı astronomlar, Hak'kın inayetine yapışıp, yer hayvanlarının, özellikle insan nevinin yaratılışına ve yeryüzünde havadan teneffüsle neslini sürdürmesine ve hayatını devam ettirmesine ilahî yüce iradeye bağlamışlardır ki, görünüşte bir sebebi malûm değildir, demişlerdir. Çoğu dahi teslim olu, demişlerdir ki: bu sebebler âleminde herşey sebebler yoluyla vücuda gelmek, ilahî âdettir. Şu halde deniz suyu, dünya küresini tamamen örtmediğinin sebebi budur ki, güneşin merkez dışı feleği hasebiyle doruk ve eteği olduğunda ve hâlen eteği güney burçlarından oğlak burcunun başlarında bulunduğundan, güneş, kendi seyriyle senede bir kere eteğine indikçe, yerin merkezine yakın olup sıcaklığı fazla tesir eder. Çünkü güneş, o güney burçlarında, eteğinde oldukça yere yakı olup; kuzey burçlarında doruğundan bulundukça, yerden ırak gitmiştir. Bu durumda eteğine geldikçe, sıcaklığının şiddeti, su unsurunu ısıtıp, harekete getirip, yerin o tarafına çekmiştir. zira ki az bir su, bir büyük kazanın bir kenarında kaynasa, elbette o su, kazanın öbür taraflarından o tarafa varıp, sair tarafları sudan hâli kalıp, açıkta olur. Bunun gibi deniz suyu, güney tarafında güneşin sıcaklığının şiddetinden harekete gelip, deniz suları diğer kutuplardan o tarafa çekilmiş olup; yerin kuzey semtinde açık yerler kalmış, demişlerdir. Lâkin araştırıcılara göre, soğukluk ve sıcaklık, sadece güneşin yakınlığı ve uzaklığı değildir. Belki güneş ışınlarının dik gelmesi sıcaklığı, kırık gelmesi sıcaklığın azlığına sebebtir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Kara ile deniz ikisi bir küre olduktan sonra, asırların geçmesiyle rüzgârların esmesi, sellerin akması, açık araziye tesir edip; vâdiler, dağlar, inişler-çıkışlar oluşmuştur. Deniz suyu hareket ettikçe alçak yerlere inip, toprak üzerinde yer yer göller ve gölcükler kalmıştır. Şu halde güneşin etekte bulunması, kara parçalarının kalmasına tek sebeb bilinmeyip, sadece önemli sebeb bilinmiştir. Zira ki Amerika'nın yarısı etek noktasının (oğlak dönencesinin) altında kalmıştır. Vallahi a'lem. İkinci Madde Su unsurunun değişik vasıflarını ve isimlerini; deniz iken buhar, bulut, kar, yağmur, menba, dere ve nehir olmasını ve onunla bitki hayvan ve insan, belki bütün madenler ve özlerin hayat bulmasını ve yine suyun buhar olup aslına dönmesini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üere demişlerdir ki: Toprak unsurunu kuşatan su unsuru ki, o, bahr-i muhittir. (Okyanusların genel adı, bahr-ı muhit'tir.) O tek bir deniz iken, çeşitli imkanlara nispetle muhtelif denizlere bölünmüştür. Cihanın dört yönüne nispetle, dört kısım bulunmuştur. Bunlar: Doğu okyanus, batı okyanusu, güney okyanusu ve kuzey okyanusudur. Bunların her biri kendi sahillerine bitişik olan memleket ve beldelere izafetle nispet kılınmıştır. Nitekim güney okyanusuna: Çin okyanusu, Hint okyanusu, Acem okyanusu, Fars okyanusu, Umman okyanusu, Arap okyanusu, Habeş okyanusu, sudan okyanusu denilmiştir. Su unsuru, ateş tabakasına nispetle beşinci tabaka sayılmıştır. Güneş şuasının sıcaklığıyle, deniz suyunun ince parçaları havaya yükseldiğinden; ateş, hava ve toprak parçalarıyle karışmış olan kesif parçaları kalıp, tadı böye acı ve tuzlu bulunmuştur. Yukarıda açıklandığı üzere, deniz sularından güneş vasıtasıyle havanın içinde buhar, bulut, kar ve yağmur olup, yere indiğinde, yavaş yavaş kaynaklar ve nehirler olup ve ondan madenler, taşlar, bitkiler ve ağaçlar nasiplenip, bütün hayvanlar ve insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat verdikten sonra kalan fazlası büyük nehirler olup ve ondan madenler, taşlar, itkiler ve ağaçlar nasiplenip, bütün hayvanlar ve insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat verdikten sonra kalan fazlası büyük nehirler oup, denizlere dökülür. (Su ile her şeye hayat veren Allah münezzehtir.) Deniz suyu, bir dahi havaya komşu olduğunda, yine letafet ve halavet bulup, hoş ve tatlı su our. Deniz suyu bu minval üzere dolap gibi sürekli devr edip, denizlerden giden buharlara karşılık, denizlere nehirler gelir. Bunun için yükselen buharlarla, denizlere eksiklik gelmez. Nehirlerin karışmasıyle de denizler artmaz. Deniz suyu acı ve kesifken, havanın komşuluğuyle tatlılık ve letafet bulur. Lâkin güneşin sıcaklığıyle ısınmış ola toprağa karışmasıyle renkler, tatlar ve nitelikler kazanıp, tuzlu ve sıcak olur. Zemzem suyu, bütün hastalıklara devadır. Tatlı suyun faydaları çoktur. Ama susuzluğu gidermesinden büyüğü yoktur. Su unsurunun dahi, ötekiler gibi rengi olmayıp, karıştığı nesneye dönüşür, onun tabiatını alır. Mesela suyun karıştığı nesne sirke ise, su sirke olur. Bal ise, o da ba olur. Mutlak su iken bütün renkleri ve tatları kabul eder. Bütün kirleri ve yağları yok edip, akar gider. Yunan filozofları bahr-i muhite, okyanus derler. Muhit okyanus, yumurtanın beyazının kendi içinde sarısını kuşattığı gibi, dönücü olan toprak unsurunun çoğunu kuşatmıştır. Toprak küre, denizden yer yer ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan yerlerin dörtte biri meskûn, yeni dünya (Amerika) ve binlerce ada mamur nice nâm ve nişan ile şöhret bulmuştur Bu dörtte bir meskûn yerlerde olan küçük denizler, o büyük okyanusun artıklarından yer yer birer göl emsali kalmıştır.O küçük denizlerin en büyüğü Hazer denizidir ki, okyanusa bitişik değildir. Bu, güney okyanusundan kuzeye dolanıdır. Devredici değildir. Kuzeyinde Hazer şehirleri, Mongay ve Türkistan bulunur. Doğusunda, Harezm, Taberistan ve Cürcan'dır. Güneyinde Ca dağları ve Keylan'dır. Batısında Şirvan, Dağistan ve Ezderhan'dır. Bu denizin adaları çoktur. Lâkin hiçbirinde imaret yoktur. Zira ki çok dalgalı ve çabuk helak edicidir. En derin yeri yüz kulaç gelmez. Cezri ve meddi olmaz. Bu denizin çevresi, yaklaşık üçbin mil mesafe ölçülmüştür. Uzunluğu, yaklaşık sekizyüzelli mildir. Genişliği doğudan batıya, altıyüz mil bulunmuştur. Kulzüm, bir şehrin ismidir ki, deniz sahilinde bulunmuştur. O deniz, o şehre nispet kılınmıştır. Okyanusa bitişik olduğundan, cezri, meddi ve dalgalanması okyanusa benzer. Firavn askeriyle onda boğulmuştur. Kızıldeniz ile Yemen arasında bir büyük bağ bulunur. Kızıldenizin uzunluğu ve genişliği Hazer kadardır. adalarının çoğu mamur ve meskûn bulunmuştur. Geçişi kolay ve nâdiren helak edicidir. Derinliği, ikiyüz kulaçtan fazla bulunmuştur. Ona bitişik olan Narencek ve Habeş denizinin yolcuları, güney kutbunu görüp, kuzey kutbunu görmezler. Zira ki, ekvatorun güney semtinde bulunurlar. Bahr-i Rum ki, Akdeniz'dir. O, batı okyanusundan çıkmıştır. Doğuya doğru gelip, Dimişk'e (Şam) değin akmıştır. Bu denizin uzunluğu batıdan doğuya, yaklaşık altı aylık yoldur. genişliği güneyden kuzeye aynı ölçüde değil, bazı yerleri dary, bazı yerleri geniştir. Batı tarafından genişliği, yaklaşık yediyüz mildir. Ortası ikibin mildir. Doğu tarafı bin milden ziyade ölçülmüştür. Bu denizin kuzeyinde: Endülüs, Yunan, Firenk, Rumeli ve Anadolu memleketleri bulunur. Doğusunda: Halep, Şam ve Kudüs eyaletleri vardır. Güneyinde: Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir memleketleri vardır. Batısında: Batı okyanusu bulunur. Bu denizde çok adalar vardır ki, meskûn ve mamurdur. Kur'an'da yazılmış olan iki denizin birleşmesi durumlarının, bu denizin bulunduğu meşhurdur. Bu denizin memleketleri büyük, geçişi kolay, sahilleri meskûn, adaları mamur, faydaları çok yararlı bir denizdir. Mıknatıs taşı ve mercan ancak onda oluşur. Bir gün bir gecede med ve cezri dörde ulaşır. Derinliği, üç kulaçtan fazla değildir. Bahr-i Esved ki, Karadeniz'dir. O, İstanbul'a, dört-beş saat mesafe bir boğaz içinden gelip, o Belde-i Tayyibe önünde iki denizi birleştiği yere dökülür. Oradan Akdeniz'e dahil olur. Akdeniz ise, Sebte boğazından batı okyanusu ulaşır. Karadeniz boğazının doğusunda, yüksek bir dağ üzerinde olan uzun mezar, Yuşa nebinin kabridir, derler. Karadeniz, doğudan batıya dolanır. Hazer'den daha geniş ve derindir. Kuzeyinde: Akgerman, Kefe, Aak ve Abaza şehirleri vardır. Doğusunda: Fas ve Gürcistan kaleleri ve Rize bulunur. Güneyinde: Trabzon, Giresun, Sinop ve Ereğli eyaletleri vardır. Batısında, İstanbul, Karaharman ve Tuna nehridir. Bu denizin ortasında adaları yoktur. En derin yeri, üçyüz kulaçtan çoktur. Doğudan batıya giden gemilere kolay geçit verir. Batıdan doğuya gelen gemileri çoğunlukla helak eder. Bu denizin çevresi, yaklaşık beşbin mildir Uzunluğu, yaklaşık binbeşyüz mildir. Genişliği güneyden kuzeye yani Sinop'tan Kefe'ye, yaklaşık yediyüz mildir. Uzunluk mesafesi doğudan batıya, kırkbeş günlük yoldur. (Denizlerin yaratıcısı münezzehtir.) Üçüncü Madde Denizlerin çeşitli hareketlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üzere demişlerdir ki: su unsuru olan denizlerin muhtelif hareketleri vardır. birinci hareket, aşağıya doğru olan harekettir. bu su unsuru, toprak unsuruna bitişik olduğundan, tabiatı gereği yer gibi, merkez tarafına harekettir. Bu irinci hareket, tabiî olan süflî harekettir. İkinci hareket, rüzgârların hareket ettirmesiyle olan dalgalanma hareketidir. Üçüncü hareket, doğudan batıya harekettir. Bütün denizciler katında denenmiş ve sabittir ki, okyanusun doğudan batıya akması vardır. Meselâ Akdeniz'in sebte boğazından okyanusla batıya doğru Amerika'ya birbuçuk ayda varırlar. Dört- beş ayda ancak doğuya doğru gelirler. Portakal (Portekiz) tayfaları okyanusla Amerika'dan geçip, yeraltından Hint'e gidip gelirlerken, okyanusun doğuya hareketini seyretmişlerdir. Bu hareket, Akdeniz'de de tecrübe olunmuştur. Bu hareketin sebebi büyük feleğin günlük hareketinden bilinmiştir. Zira ki, okyanusa gizlice tesir edip, felekler gibi onu dahi döndürür bulunmuştur. Dördüncü hareket, kuzeyden güneye harekettir. Bu hareket ahi denizcilerin tecrübesiyle ispat olunmuştur. Bu hareketin sebebi, kuzeyde toprağın bir miktar yüksek oluşundandır. O taraflarda nice büyük nehirler vardır ki denizlere akar bulunmuştur. Nitekim Don nehri Azak denizine, Tuna nehri ve sair nehirler Karadeniz'e dökülür. Kuzey taraf güneşten uzak ve soğuğu şiddetli olduğundan, onda çok sular oluşup, güney semtine akar gider. Beşinci hareket, yayvan harekettir. Bu hareket Akdeniz'de olur. Bu hareketin sebebi, doğuya yönelik harekettir ki, burunlara ve körfezlere rastlayıp geri gelir. Böylece o sahillerde yayvan hareket meydana gelir. Altıncı hareket, med ve cezir hareketidir. Bu hareketle deniz suları tereddüt üzere sahillere gelip, altı saat kadar durup, yine geri gider. Bunun sebebi konusunda filozoflar ihtilâf etmişler: Çoğu demişler ki: Bu âlemdekilerin çoğu dört unsurdan bileşik, akıl ve ruh ile kaim ve bir tek nefs ile hareket eden ve duran bir canlıdır ki, bir hareketi dahi med ve cezirdir. Bazıları demişlerdir ki: Med ve cezir, okyanus içinde olan hayvanların ve etrafında olan ruhların teneffüsünden olur. Bazıları demişlerdir ki: Me ve cezir, güneşin hareketine oluşan rüzgârların hareketinden vücuda gelir. Bazıları da, med ve cezri, ayın tesirine isnat etmişlerdir. Nitekim yukarıda açıklanması geçmiştir. elhasıl her şeye ve her işte nice hikmetler ve faydalar olmakla, bu su unsurunun sürekli hareketi dahi mânâsız olmayıp, zımnında nice faideler vardır. Önce deniz, hareket ettiğinden dolayı kokuşmaz. Zira ki, hareketiyle kokuşma gider. Meselâ bir kimse güneş yönüne itidal üzere yürüyüp gelse, bu işi tecrübe ile anlar ve şüphesi kalmaz. Zira ki, güneşe karşı ayakta duran, oturan kadar sıcaktan etkilenmez. İkinci olarak, med ve cezir ile deniz suyu temizlenir. Zira ki durgun su, çoğunlukla pis ve bozulmuş olur Halbuki hareketli denizde pislikler eğlenmeyip, etrafına çıkıp, suyu temiz kalır. Üçüncü olarak, bu med ve cezirin gemilere genel kolaylığı vardır. Zira bazı iskeleler vardır ki, medsi onlara yaklaşma ve girmek mümkün olmaz ve cezir zamanında gemiler kolaylıkla çıkar, çakılıp kalmaz. Dördüncü Madde Denizle karanın değişimini ve birbirinin yerini almasını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar ve astronomlar demişlerdir ki: Deniz ile kara yer değiştirirler. Zira ki zamanların geçmesiyle sulardan toprakta nice sebeble büyük değişiklikler hâsıl olur. Evvela toprağın bazı yerleri çorak ve kuru olmuşken, denizden ona itidal gelir ve tam tersi olur. Bu bakımdan toprak, hayvan ve insana benzer. Kâh civan kâh elden ayaktan düşmüş pîr olur. İkinci olarak bazı yerler açıkken, denizle örtülür. Kâh deniz altındaki yerler açılıp, mamur olur. Zira ki, denizin hareketi, felekî cisimlerin kuvvetinden çıktığında ve kâh fırtına ve tufanı harekete geçiren yıldızların bakışları, denizin hareketine uygun gelmekle, deniz haddinden fazla azar. Sahillerini geçip gider. Kâh bir ülkeyi basıp örter ve kendine mahsus eder. Kâh bir başka kenarından çekilip, yeri açar ki, güya insanlara o yeri bahşeder. Üçüncü olarak, karaya bitişik bazı yerler, günlerin geçmesiyle ada olmuştur. Kıbrıs gibi. Bazı büyük adalar da karaya bitişerek, eyaletlere katılmıştır. Dördüncü olarak, güya ki deniz, verdiği yerlere mükâfat için bazı şehirleri ve adaları alıp, Azak denizi etrafında olan Pira misalî, nice şehirleri basıp dibine salmıştır. Bu yönden derler ki: Eskiden Sebte boğazından beri olan akdenizin yeri, kara iken Yunan arazisi idi. Bundan sonra zamanların geçmesiyle batı okyanusu azıp, o boğazı açıp, o arazide geçip, hâlen olduğu yerlere gelmiştir. Atlas denizi kenarında, aşağıda bir büyük ada varken, bir tarihte yine batı okyanusu azıp içine almıştır. Onun için denizin derinliğini ölçenler, o tarafı ölçerlerken, dibini balçıklı ve otlu bulmuşlardır. şimdi bu delalet eder ki, o er sonradan deniz tarafından basılmıştır. İmam Fahrüddin Razi (Allah ona rahmet etsin) demiştir ki: Binlerce yıl önce şimdi mamur olan dünyanın dörtte biri deniz suyuyle dolu ve örtülüydü. Onun bu görüşü doğrudur ki, taşların çoğu kırılsa, su hayvanlarının parçaları ortaya çıkar. Zira ki, su altından çıkan yapışık çamurdur ki, güneşle taşlaşmıştır. Mesudî, mürüc adlı kitabında yazmıştır ki: Deniz suları devirlerin geçmesiyle hareketli, seyyal ve seyyardır. âkin kapladığı yerin genişliğinden ve yavaş hareketlerinden intikalleri his olunmayıp, eski yerlerinde sâkin sanılır. Nitekim Hazreti Halit Bin Velit (Allah ondan razı olsun) Hazreti Ebubekir (Allah ondan razı olsun) hazretlerinin halifeliği zamanında Hîre fethine varmıştır. Necef'e erişmiştir. Hîrelilerden abdülmesih adlı bir ihtiyar görüp, ondan şaşırtıcı haberler sormuştur ve acaip haberlerinden biri budur ki: Ben yetiştiğimde Far denizinin (Basra körfesi) senindi şim indiğin yere ulaşıp, dalgaları şu anda ayaklarıın bastığı yerde çırpınırdı. Gemiler, ind ve Hint mallarıyle buraya gelip, giderdi. Mesudî demiştir ki: halen deniz ile Hîre'nin arası nice merhaledir. necef'e varanlar ihtiyarın doğruluğunu bilmiştir. Filistin ile Kıbrıs adası arasında bir yol vardı ki, Filistinliler karadan Kıbrıs'a giderlerdi. Sebte boğazında taşlardan yapılmış, uzunluğu oniki mil sağlam bir köprü vardı ki, buradan endülüslüler batı tarafına, batıdakiler vde Endülüs'e geçerlerdi. Rum denizinin (Akdeniz) suyu, o köprünün altından akıp, okyanusa dökülürdü. Bundan sonra günlerin geçmesiyle, o köprüyü örtüp, çevresini ile basmıştır. Halen o denizin safa ve sükûnu vaktinde, o köprü görünür, derler. Bunlara benzer binlerce belirti vardır ki, deniz sularının batıdan doğuya akışını delâlet eder. Hint meliklerinin en eskisi büyük Brahman'dır. İşin hikmetini o bilip, söylemiştir. Yüksek cisimlerin, alçak cisimlerde olan tesirlerini açıklayarak, ilk başlangıcı ispat etmiştir. Hind ve Sind adlı kitabında, hikmet bilimlerinin usul ve füruunu yazıp, demiştir ki: Güneşin doruğu, her burçta ikibinyüz sene seyredip, yirmibeşbin ikiyüz güneş yılında ybir devresini tamamar. Vakta ki güneşin doruğu kuzey burçlarından güney burçlarına geçer; yerin imareti dahi kuzeyden güneye değişir. Zira ki, bu mamur yer, denizle dolup, halen denizle dolu olan yerler, meskûn ve mamur olur. iddia etmiştir ki, güneşin doruğunun her devresinde bir kere dünyadakiler yok olup, yeniden vücuda gelir. Mesudî demiştir ki: Şu halde, güneşin eteğinin deniz sularını çekmesi, bu kaide üzerine mebnidir. Çünkü doruk ve eteğin yer değiştirmesi yavaştır. Mamurun harap olması ve başka bir âlemin vücuda gelmesi dahi, defaten değil, tedricendir. O halde mademki güneşin eteği güney burçlarındadır; güney, kuzeyden daha sıcak olup, o sıcaklık, bu rutubeti o tarafa çekip, su unsuru dahi o semte gider. Sürekli olarak, yerin imârâtı, güneşin doruğunun yer değiştirmesiyle farz olunup; güney burçlarına geçmesi halinde, imaret dahi o tarafa geçer. Bütün bunları yazmaktan muradımız, itikat için değildir. Belki hakîm ve yaratıcı olan Allah'ın, şaşırtıcı sanatlarını ve garip hikmetlerini, ârif olanlar her şeyi kendi vücudunda bulup, kendini tanımaya nâil olmakla, Hak'kı tanımaya erişip, her dileği kendi gönlünde hâsıl olmak içindir. Beşinci Madde Denizin, kara ve denizdekilere menfaat ve faydalarını ve kendi içinde bulunan bazı hayvanların bazı vasıflarını bildirir. Ey ziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün denizlerin suyu acıdır. Lâkin okyanusun kuzey sahillerinde ve güney sahillerinde olan suları, içilecek kadar tatlıdır. Bunun sebebi budur ki, o iki kutubun dağlarından büyük nehirler ve çok seller akıp, o sahillerden, o iki denize dökülür. O iki yerin tepe noktalarından güneş uzak olduğundan tesiri az ve sıcaklığı zayıf olur. O iki denizin lâtif su zerrecikleri, havaye çekilmeyip, suları letafeti üzere kalmıştır. Şu halde bu iki deniz ile gemilerin getirdiği yük, acı denizlerle getirdiği yükün yarısı kadar ancak gelir. Zira ki, acı suyun cevherî kesif olduğundan, ağır gemileri taşımak için kuvvet bulur. Ama tatlı suyun cevheri talif olduğu için, ağır gemileri taşımaya gücü olmayıp, batırır. Tatlı su içinde yüzmek, acı su içinde yüzmekten kolay gelir. Zira ki, kesif araçları yarmaktan, latif parçaları yararak hareket daha kolaydır. Onun için tuzsuz denizlerin dalgaları, tuzlularınkinden büyüktür. Deniz sularının acı olmasında faydalar çoktur. En belirgini budur ki: Kendi kesafet bulup, selametle gemiler sahillere gidip, geleler. Kokusu latif olup, içinde bulunan yaratıklar, onun kokusundan helak olmayıp, selamet kalalar. Zira ki, durgun su tatlı olsa, uzun bekleyişte kokuşup, kokusu helak edici olur. Hak Taâlâ inayetiyle denizleri dahi insanı emrine vermiştir ki, onların içinden çeşitli taşlar; inci, mercan ve mıknatıs ve anber ve nice faydalı sünger ve çeşitli taze etler çıkartılır. Yeryüzünde olan yaratıkların çeşidinden çok, denizde de yaratıklar bulunur. Lâkin su unsurundan, hava unsuru lâtif olduğu için hava ile beslenen kara canlıları, su ile beslenen deniz canlılarından daha latif, daha zarif, daha güzel ve daha şereflidir. Deniz hayvanları genellikle iki kısım olmuştur. Bir kısmının akciğeri olmaz, balık çeşitleri gibi ve hava teneffüsüne ihtiyacı kalmaz. Zira ki, tabiatı suya göre yaratılmıştır. Bu kısım, nefessiz bulunduğu gibi, sessiz ve sedasız bulunmuştur. Zira ki, hava teneffüsü, ses ve seda, akciğerde bulunan buru iledir. Bunun için ciğeri olmayan canlıların ne teneffüsü olur, ne sesi gelir. Bir kısmının ciğeri olduğundan hem teneffüs eder, hem ses ve seda verip, kurbağa gibi söyler. Balık cinsinden bir cins balık olur ki, cüssede insan misali ve son yarısı çataldır. Tabiatı, deniz yaratıklarıyle cenk ve savaştır. gerçi cüssede üç adam kadardır. Lâkin deniz hayvanlarının hepsine galip bulunmuştur. O, timsah namıyle isimlendirilmiştir. Deniz hayvanlarının en büyüğü hût'tur. (Balina) ki, büyük gemilerden daha büyük görünmüştür. Hak Taâlâ, hikmetiyle deniz hayvanlarının, kara hayvanları gibi, bazısını yiyici ve bazısını yenici edip, yenilenin neslini çok yaratmıştır. Ta ki, münkariz olmayıp, devam etsin. Denizin dibinde sâkin sadef namında bir hayvan vardır ki, baharın ortalarında denizin yüzüne çıkıp, ağzını açıp, nisan yağmurundan beş-on damla alıp, yine denize dalıp, o damlalar inci olur. (Bâri ve yaratıcı Allah münezzehtir.) Altıncı Madde Denizin faydalarından olan gemilerin, çevreye ve sahillere seyir ve seferini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hak'kın inayetiyle denizin menfaatlerindendir ki, deniz yüzünde gemiler, her yönün uygun rüzgârıyle, istenilen yönlere süratle seyredip, nice bin devenin ve katırın nice bin güçlük ve meşakkatle, nice günler ve aylar içinde nice köy ve şehirlere götürdüğü, nice bin kantar ağır yükleri, kolaylıkla yüklenip, az aman içinde, nice bin uzak sahillere nakledip, götürürler. Akdeniz ve Karadeniz'de sefer eden müslümanlardan gemi kaptanları, gemilerin yürüyüşü için otuziki rüzgâr tabir ve taksim edip, hepsini on aded ismiyle açıklamışlardır. Kuzey rüzgârına yıldız, güneye kıble, doğuya gündoğusu, batıya batı, kuzeyle güney arasına poyraz, doğu ile güney arasına keşişleme, güney ile batı arasına lodos, batı ile kuzey arasına karayel, demişlerdir. Sonra bunların her ikisi arasına orta ve her biriyle orta arasına kerte yani dört ıstılah yapıp, kertelerin her birine izafetle tayin ederek; mesela, yıldızın poyrazdan yana kertesi deyip, otuziki rüzghar bilip, hepsini pusula ile bulup, aslına yetmişlerdir ve her rüzgâr ile bir semte gitmişlerdir. Güney okyanusunda gelenlerle sefer eden Çinliler ve Mazinliler, Hintliler ve Sindliler, Arap ve Fars gemicileri; otuziki rüzgârı, yakın yönüyle onbeş doğma yeri ve iki kutup, hepsini onyedi isimle, doğma yönlerinin karşısını batma yeri ile isimlendirmişlerdir. Ve bu onyedi sabit ıldızdan onyedi yıldız ismidir ki, onları ıstılah edip, onbeşinin doğa ve batma yerlerine ve iki karşılıklı kutba gitmişlerdir. Kuzey noktasından başlayıp, doğu yönünden, güey noktasından tertip ile itibar etmişlerdir. İlk olarak kutup noktasıdır ki, batıdır. O kuzey kutbu yakınında bulunan yıldızdır ki, astronomlar ona: Cedî derler. O tarafın rüzgârı, asıl itibar olunmuştur. Bundan sonra ferkadan, na'ş, nâka, ayyuk-u azam, nesr-i vâki, simak-ı râmih, süreyya ve nesr-i tair'dir. O nokta doğu yönünde olduğundan, ona: alî doğma yeri dahi derler. Bundan sonra: Cevzâ, tir-i yemânî, iklil, kalb- i akrep, fariseyn, süheyl, silbar ve kutb-u cenubî doğma yerleri ki, ona kutb-u süheyl dahi derler. Bu semtin rüzgârı dahi asıldır. Batı yarım, yine anılan yıldızların batma yerleri ile isimlendirilir. Kutb-u sühelyden sonra: Silbar, sühely, fariseyn, akrep, iklil, tir, cevza ve tair batma yerleridir ki, aslî batma yerleridir ki bunlarla otuziki yönden esen rüzgârları pusula ile bulup, her biriyle karşı yönüne seyr ve sefer etmişlerdir. Pusula, bir yuvarlak mukavvadır ki, onda otuziki rüzgâr yazılıp, bir kutu içine konulmuştur. O taksimâtın birinde kuzey noktası siyah ile işaret kılınmıştır. O kutuya ibre evi denilmiştir. Kuzey ibresinin tepesi mıknatıs ile mıknatıslanmıştır. Kutunun merkezinde bulunan milin tepesine ibrenin ortası konulup, kutunun ağzı cam kapatılmıştır. Ta ki kutunun içine rüzgâr yol bulmaya ve ibrenin hareket ve duruşuna engel olmaya. Şu halde kutunun kuzey noktası, haritanın kuzey noktasına uygun konulsa; ibresi kuzey noktasından onbir derece batıda durduğundan, kutu ile haritanın kuzey noktası ibreden onbir derece doğuda bulunsa, bununla gemicilere bütün yönler belirli ve bütün rüzgârlar anlaşılmış olup; ne taraftan gelip ne tarafa gidecekleri ortaya çıkmış ve açıklığa kavuşmuş olur. Zira ki pusula ibresi, kuzey noktasından batı tarafa onbir derece farklı durur. Denizciler, çoğu gece ve gündüzlerde dağların tepesini bile göremezler. Bu durumda, onlara nispetle güneş ve yıldızlar, denizden doğup yine denizde batar. (Denizleri emrimize veren Allah münezzehtir.) NAZM Keşti-yi sâyiri san vakt-i şitab Bâd-ı bandan kanat açmış mürgab Havf dursun, nedir ol zevk-ü safa K'olasın tair-i ruy-u derya ittikâ eyleyesin bâlina Bakasın âyine-i sîmîne Olasın pâre-i bâd ile vezan Edesin hayli sevahil seyran Olup âsude-i berduş-u heva Gezesin âlemi bî minnet pâ (Seyreden gemiyi sür'atlendiği vakit, yelkenden kanat açmış ördek san. Korku dursun, o sevk ve safa nedir ki, olasın deniz yüzünde olan. Koluna dayanasın, gümüş aynasına bakasın, rüzgâr parçasıyla hareketli olasın. Hayli sahiller seyredesin; âsude ve berduş olup, ayağa minnet etmeden gezesin âlemi.) Yedinci Madde Su tabakasının kalınlığı bulunan denizlerin derinliğini, okyanusların büyüklüğünü ve kara ve deniz küresinin gemi ile seyr ve dolaşımını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, denizlerin derinliğini ve yüz ölçümünü defalarca inceleyip, ittifak üzere demişlerdir ki: Su tabakasının kalınlığı bulunan denizlerin derinliği, defalarca teftiş ve tecrübe olunmuştur. Dört denizin derinliği yukarıda bildirilmiştir. Batı okyanusunun derinliği, dörtyüz kulaçtır. Almanya ve Portekiz taraflarında okyanusun derinliği, çoklarınca, altmış zira ancaktır. Oldukça derin olan yerlerini, yüz zira'dan eksik bulmuşlardır. Lâkin kuzey taraflarıda okyanusun derinliği, dörtyüz kulaçtan fazladır. Güney okyanusunun derinliği, Sudan, Habeş ve Umman taraflarında, altıbin kulaça yakındır. Acem, Hint ve Çin ve Tataristan taraflarında, bazı erleri beşyüz kulaçtan fazla, bazı yerleri altıyüz kulaçtan çok bulunmuştur. Kuzey okyanusunun derinliği, bazı yerlerinde üçyüz kulaç ve bazı yerlerinde dörtyüz kulaçtır. Amerika etrafında okyanusun derinliği, kuzey taraflarında dört - beşbin kulaç kadardır. Güney taraflarında yedibin kulaçtan fazla ölçülmüştür. Okyanusun yerin altında olan ortalarında, oldukça derin olan yerleri sekizbin kulaçtan az ölçülüp kesinlikle bilinmiştir. Nihayet denizlerin derinliğindeki en yüksek dağlar, ikibuçuk fersah mesafesindedir. Nitekim okyanusun içinde olan yüksek dağların tepeleri görünmüştür. Onlara, adalar denilmiştir. Okyanusların yüzölçümü, orta bir rüzgâr ile doğudan batıya, bir gün bir gecede yüz mil kadar gemi yürüyüşü bulunmuştur. Buna: Bir mecrî denilir. On günde bin mil ve bir ayda üçbin mil miktarı deniz mesafesi katolunur. bu minval üzere sekiz ayda, yerküreyi tamamen dolaşmak mümkün bilinir. Zira ki, deniz ile kara, yumurta misali tek bir küre hükmünde farzolunup, geometrik delillerle yerkürenin kuşağı yirmidörtbin mil mesafe kıyas olunur ki; sekizbin fersah mesafe bulunur. Nitekim hicrî tarihin dokuzyüz yirmiyedi senesinde Macellan namında bir kaptan, yüzon kimse alıp, iki gemi ile Sebte boğazına gelmiştir. Batı okyanusunun sahilinde Sivilya limanından çıkıp, güneşin batışını gözetip, uygun bir rüzgâr ile otuzsekiz gün seyredip, tamam dörtbin bil okyanusun sahilinden uzaklaşıp, bir ada bulmuştur. bundan sonra batı ve güney arasına otuzüç gün gidip, yeni dünyanın (Amerika) güneyi yakınında Avret burnu adlı adada nice gün dinlenip, oradan yine batı ve güneye doğru otuz gün dahi gidip, yeni dünyanın güney tarafına yetmiştir. Bir ay kadar orada dinlenmiştir. Sonra yeni dünyanın güneyini tamamen kırk gün içinde geçip, sonunda yine karaya çıkıp, nice günler orada dinlenmiştir. oradan tamam altmış gün batı ve kuzey arasına gitmiştir. Orada boş bir ada görüp, oraya çıkıp nice gün dinlenmiştir. Sonra, önceki gibi günbatımını gözetip, doğru batı tarafına ve bir itibarla doğu tarafına gitmiştir. Bize nispetle, yerkürenin altı olan batıdan doğuya geçip, Hint adalarına yetmiştir. Yerin altından gidişi sırasında, birçok adalara uğrayıp, her birinde nice renkli taşlar, çeşitli parçalar ve kokular ve hudutsuz karanfil, zencefil, tarzın alıp, Hint'in güneyine gelip, Hindistan'a can atmıştır. Oradan Hint deniziyle, Acem, Arap ve Habeş ülkeleri güneyinden yine okyanusla geçip, Kamer dağları ve Sudan güneyinden gidip, batı ülkeleri ve Sebte şehirlerinin batısı semtinden geçmiştir. Sebte boğazı karşısına geldiğinde, mal yüklü gemisi batmıştır. Kendi gemisi, yetmiş kimse ile selamete yetmiştir. Böylece dokuzyüzotuz senesinde yine sivilya yakınında Senlüka limanına gelip, kendi yerinde karar etmiştir. Seferinin süresi, üç seneden ondört gün eksik olmuştur. Bu müddet içinde ellibin mil deniz kat etmiştir. Çünkü Macellan kaptanın gemisi, düz bir hat üzere seyr etmeyip, kah güneye ve kâh kuzeye salmıştır. Onun için o kaptan, sekiz aylık deniz mesafesini, onaltıbuçuk ayda ancak seyredip, yerküreyi dolanarak, âlemde kam almıştır. Bu sürenin kalan günlerini, sefer esnasında, şehirlerde ve adalarda alış-verişle geçirip, kalmıştır. Çünkü yeraltından seyr ve sefer edenlerin ilki, bu kaptan olmuştur. Onun için yeryüzünde bu nâmla meşhur bulunmuştur. ispanya kralı ondan hoşlanıp, yanına almıştır. O gemiyi, bir yüksek tersane yaptırıp, onu kırmızı çuha ile örttürmüştür. Yerküreyi seyr ile tamamen dolaşıp Adem'den beri olmamış bir iş etmiştir, diye, o ülkede olanlar, o gemiyi ziyarete gitmiştir. Denizlerin durumları bununla nihayete yetmiştir. Aşağıdaki daireler bu durumları açıklamaktadır. |
26.11.2008, 19:23 | #24 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
24-BÖLÜM:024:
ALTINCI BÖLÜM Toprak unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, sükûn ve kararını, parçalarını korumasını, vâdi ve dağlarını; yerkürenin iki tabakaya bölünmesini ve yeni dünyanı ortaya çıkmasıyle çizilişini; kaynakların fışkırmasını ve yerin sarsılmasını dört madde ile hâkimâne açıklar. Birinci Madde Toprak unsurunun mahiyetini, faydalarını, özelliklerini, keyfiyetini, durumlarını ve görünüşünü; vadilerini ve dağlarını, sükûn ve kararını, parçalarındaki çekiciliği bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar ittifakla demişlerdir ki: Dört unsurdan dördüncüsü ve esası toprak unsurudur ki, o, bir basit cevher; keyfiyet ve tabiatı soğuk ve kuru olduğundan, diğer unsurlara muhaliftir. Mutlak ağır ulunduğundan, tabiî yeri unsurların altı olup, kendi parçalarını çekme ve kurumayla yerinde sükun ve karar etmiştir. Bu toprak unsuru, bir tek yüzeyle çevrili küre bir cisimdir.O kürenin merkezi, âlemin merkezi ve bütün ümmetlerin ayağının altıdır. Yüzeyi, vâdiler ve dağlarla girintili-çıkıntılı olup, üzerinde bulunan su küresi ve hava küresinin alt yüzeylerine temas etmiştir. Felekler ve unsurlar, yerkürenin etrafında hareket edici olup, feleğin dönüşü, o süratli hareketiyle bu unsuru her yönden ortaya itip, sâkin tutmuştur. Nitekim bir şişe içine bir taş konulup, o şişe sürat ve kuvvetli döndürülse, o taş, şişenin ortasında hareket etmeyip sâkin olur. Bunun gibi yer, feleğin ortasında sâkin olur. Bir karar üzere karar etmiştir. Gerçi bazıları demişlerdir ki, yerküre, hem güneş etrafında, hem kendi etrafında daima hareket edicidir. Felekler ve yıldızlarsa, sürekli sâkin ve sâbit olup, ancak yerin dönmesiyle dönücü ve hareketli sanılmıştır. Nitekim yürüyen bir gemiye binmiş olan kimseye, denizin sahili hareket ediyor görünür. Bu konunun bir miktarca açıklanması, dokuzuncu bölümde, yeni astronomi nâmıyle beyan olunacaktır. Lakin bu görüş, zayıf ve çoğunluğa aykırı bulunmuştur. Çünkü bu kitapta Alemin durumlarını açıklamaktan muradımız, ancak cihanın yaratıcısını tanımaktır, cihan değildir. Şu halde âlem, ne yapıda olursa olsun ve ne yöne hareke kılarsa kılsın, hepsi o göklerin ve yerin yaratıcısının kudretinin kemâline ve azametine delalet eder. Bizlere de lazım olan ancak bu ibret bakışıyle kemâl kazanmaktır. Toprak unsuru da, ötekiler gibi, oluşu ve bozuşumla çeşitli suretler bulmaya kabiliyetlidir. Zira ki, kendi yerindeyken bile, diğer unsurlara dönüşüp, başkalaşır. Bu toprak unsurunun soğukluk ve kuruluğunun birlikte bulunmasına sebeb, katılık ve yapışma olduğundan; sırtı canlılara yer ve sığınak, karnı maden ve bitkilere başlangıç ve kaynak bulunmuştur. Şeklinin küre olduğu nice delillerle ispatlanmıştır. Bütün yeryüzünde ikibuçuk fersahtan ziyade yüksek dağ olmadığı yakinen bilinmiştir. Çünkü dağların en fazla yüksekliğinin yerin çapına oranı, bir arpa eninin bir ziraa oranı gibidir. Şu halde bu dağlar, yerin küre olmasına mâni değildir. Mesela bir yuvarlak elma üzerinde pirinç tanelerini saplansa, tanelerin yarıları dışarıda bulunsa,o elmanın yuvarlaklığına onlar zarar vermediği gibi, dağlar dahi yerin küreliğine zarar verme ve veremez. Lakin yerküre fazla büyük olduğundan, düz görünür. Onun için felsefeden habersiz olanların aklı, gözünün gördüğünü geçmeyip, olduğu yeri düz gördüğünden, yerin tamamı düz yüzey zanneder. Halbuki gerçeğe uygun değildir. Yerkürenin ortasında bir hayalî nokta vardır ki, âlemin merkezi ve gerçek dip odur. Bütün yönlerden ağır cisimler ona meyledip, engeller olmasa, varıp onu bulur. Her yönden yerin göğe uzaklığı eşit olduğu halde, ağır cisimler biribirini itme sebebiyle veya merkezin çekmesi yoluyle, bu toprak unsuru unsurların ortasında yerleşmiştir. Şu halde insan, yeryüzünün her ne yerinde dikilirse, onun tepesi sürekli gök tarafına gelip, ayağı merkeze doğru olur. Ona göğün yarısı görünür. Zira ki, onun ufku dairesinin merkezi, kendi ayağı altında bulunur. Yerin hangi tarafına, ne miktar hareket etse, ona, göğün o miktarı o taraftan meydana çıkar. Öteki tarafından o iktar gök, gizlenmiş olur. şu halde yirmiiki fersah mesafe ki, yaklaşık yerin bir derecesidir, her o kadar hareket için, göğün dahi bir derecesi meydanda olup, karşısında bir derecesi görünmez. Zira ki, yer, kendi kuşağının üçyüzaltmış cüzünden bir cüzü olduğu gibi, göğün dahi bir derecesi öyledir. Şu halde yerin bir derecesi, karşısında ve paralelinde bulunan göğün bir derecesine uygun ve eşit sayılmıştır. Gerçi yer dairesinin kavsinden, gök dairesinin kavsi uzun bulunmuştur. Lakin bu kıyas ile bütün dereceler, feleklerin kuşağı ve yıldızların yükseklik alçaklığı bilinmiştir. İkinci Madde Toprak unsurunun iki tabaka bulunduğunu ve bazı filozofların görüşlerine, bazı âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere bu durumun bir yönden uyduğunu bildirir. Ey aziz malum olsun ki, filozoflar ve kelamcılar demişlerdir ki: Bu toprak unsuru, bir küre iken iki tabakaya bölünmüştür. Önceki tabakası çamur tabakasıdır ki; bütün madenler, bitkiler, hayvanlar, kaynaklar, zelzeleler, buharlar, onun üst nahiyesinde oluşup, vücuda gelmiştir. bu topak unsuru renksizken, onlarla karıştığından nice muhtelif renklerle renklenmiştir. Bu tabakanın kalınlık ve derinliğini, Hindistan filozofları, bal mumları yakıp, çeşitli fenlerle değişik yerlerde derin kuyular kazmak, inceleyip, denemişlerdir. Nice sahralarda yedibin kulaçtan fazla ve deniz yakınında onbeşbinbeşyüz kulaç ki, takriben beş fersah mesafedir. O kadar yerin dibini kazdıkta, çamur tabakasının sonunu bulmuşlardır Ve halis renksiz ve kuru toprağa ulaşmışlardır. Halen o kuyuların dördü, Hindistan'ın sonu olan Kenkeder sahrasındadır. Şeddad kuyusu, Şam'da, Altın Çeşme semtinde, Zeydanî sahrasındadır ki, ona Haviye kuyusu derler. O semtin halkı, onu temaşa etmek için giderler. Yağlı hırkalardan deve kadar büyük demetler bağlayıp, ateş ile şulelendirip,o kuyuya atarlar. O zaman o şuleyi seyredip görürler ki, kuyunun içine indikçe küçük görünüp, ta yıldız kadar olur, derler. Sabittir ki, geceleyin bir dağda, deve büyüklüğünde yanan ateş, beş fersah mesafeden, bir yıldız miktarı görünür. Şu halde bu kıyasla, çamur tabakasının mesafesi bilinir. bu tabaka, ateş tabakasına nispetle altıncı tabaka sayılır. Toprak unsurunun ikinci tabakası, halis topraktır ki, merkezi kuşatan aslî unsurdur. O, tamamen soğuk ve kurudur ve renksizdir ki, renklenmiş değildir. Ziraki aslî unsurların rengi olmaz. Nitekim suyun rengi, kabın rengidir Bu halis tabakanın derinliği merkeze varıncaya dek binikiyüz altmışyedi fersah mesafe hesap olunmuştur. zira ki, yerkürenin kuşağı, sekizbin fersah mesafe olduğundan, çevreden merkeze varıncaya dek yarıçapı, binikiyüz yetmişiki fersah mesafe bulunmuştur. Şu halde yerin yarıçapından beş fersah çamur tabakasının kalınlığı çıkarıldıkta, kalan halis tabakanın kalınlığı olur. Şu halde ay feleğinin altında ateş tabakası, onun altında duman tabakası, onun içinde soğu tabaka, onun içinde buhar tabakası, onun içinde su tabakası ve onun altında çamur tabakası, onun içinde de hâlis tabakadır ki, yedinci tabakadır. Bu yedi tabaka biribirini kuşatmıştır ve "Allah yedi göğü ve bir o kadar da yeri yarattı," (65/12) âyetine uygun gelmiştir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) hazretlerinden naklolunan boğa ve balık kıssası gerçeklik kazandığı takdirde; boğa burcu ve balık burcu ile tevcih olup ona uygun olmuştur. Zira ki Ashab-ı Kiram'ın bu tür işlerden akla uygun yorumları galiba İslâm'ın başlangıcında din işleri henüz yerleşmeden, felsefî görüşlere halk meşgul olup, İslam dininin kaidelerini zabt ve rivayetten kalmasınlar diye, din işlerinden olmayan suallere: "İnsanlara akılları seviyesinde söyleyin," hadisince hakimâne cevaplar vermişlerdir. Elbette peygamberlerin ve ashab-ı kiramın görevi, halka din işlerini öğretmek olup; eşyanın hakikatlerinin açıklanması onları vazifesi olmadığından, kendilerine ayın değişik şekillerinden sorulduğunda: "Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlary insanların muameleleri ve hac için vakit ölçüleridir," (2/189) buyurulmuştur. Ta ki halk, onlardan soracaklarının ne olduğunu bilsin ve din işlerinden olmayan durumları onlardan sual etmesin. Nitekim hurma ağacının dikilmesi ve aşılanması konusunda, Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem: "Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz," buyurmuştur. Yerkürenin iki kutbu doksanıncı enlemlerdir ki, yukarıda açıklandığı üzere, altı ay gece ve altı ay gündüzdür. Şu halde Hızır ve İskender karanlığı, kuzey kutbunda olan altı ay geceden ibarettir. Yoksa sürekli karanlık olan yer, bilim adamları katında sabit değildir. Ye'cüc ve Me'cüc seddi, yedinci iklimin doğu semtinde, eski Tataristan'ın kuzeyinde bir yerdedir. Bazı eski kitaplarda, yerin mesafesi beşyüz yıllık yol ve yerle göğün arası beşyüz yılık yol yazılıp, Sümmüvâ'ta bu anlamları içine alan hadis-i şerif dahi rivayet olunmuştur. Lakin murat, ancak mesafenin çokluğunu belirtmektir, sayı değildir. Zira ki elli, yetmiş, beşyüz, yediyüz, bin, ellibin, yetmişbin, yüzbin... sayıları hep çokluk makamında kullanılmıştır. Nitekim: "Ey resulüm, o müafıklar için ister mağrifet dile, ister dileme. Onlar için yetiş kere mağrifet istesen de, Allah onları asla bağışlayacak değil..." (8/80) âyet-i kerimesinde sayı tayini murat olunmayıp, çokluktan kinaye bulunmuştur. Şu halde bunun gibi tevillerle, ilim adamlarının birçok görüşleri dine uydurulmuştur. Üçüncü Madde Yeni dünyayı (Amerika) bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, astronomi âlimlerinden Nasîr Tusî ve ondan önce gelen filozofla demişlerdir ki: Güneşitleyici daire ile ufuk dairesinin kesişmesinden yerkürede hâsıl olan dört kısmın, iki kuzey kısmından birisi mamurdur ki, böylece dünyanın dörtte biri meskun olmuş olur. Geri kalan dörtte üçünün durumu meçhuldür: Ya mamur ve meskun veya okyanusla doludur. Lakin sonraki bilginler, okyanusu gemiyle dolaşarak, kalan dörtte üçünü bütün durumlarını keşf ve ispat etmişlerdir. Eskilerin bilmediği yerler bulunup, mamur yerleri dörtte bire hasretmeye mecal kalmamıştır. Zira ki, miladî tarihin bindörtyüz doksaniki senesinde, ki hicrî tarihin dokuzyüzüçüncü senesiydi, Endülüs memleketinden, cebir ilminde mahir bir mühendis korsan ki, namına Kolon (Kristof Kolomb) derlerdi. O, okyanusun durumlarını incelemek için iç denizin dış denize döküldüğü Sebte boğazı dışında, İspanya limanından üç gemide yüzyirmi adam ile yelkenler açıp, batı tarafına doğru salmıştır. Devamlı yengeç dönencesinden yirmi derece kuzeyi almıştır. Yani kırküç derece enleminde giderdi. Zira ki iki tarafından sıcaklık ve soğukluk altına düşmekten çekinirdi. Sürekli güneşin batışını gözetip, otuzüç gün seyretmiştir. O müddet içinde okyanusun sahilinde tamam üçbin sekizyüz mil mesafe kat etmiştir. Nice defa yanındakiler pişmanlıkla geri dönmeyi kastetmiştir. Gemilerde bulunanlar ona, nice kere itap edip: bizi bela girdabına uğrattın ve hepimizi bu engin deniz içinde kaybettin, diye Kolomb'a hücum ettiklerinde, o, onlara cevap etmiştir ki: Sizin kurtuluşunuz, ancak denizi bilir ve astronomi âletleri kullanabilir adamla olur. Siz beni öldürürseniz, hepiniz denizde kalıp, helak olup gidersiniz, diye kâh müjde kah korkutma ile onları yatıştırırdı. Kurtuluştan ümidi kesip, şaşırmış kalmışken, ansızın hoş bir ada görünmüştür ki, akan nehirleri ve yüksek ağaçları vardı. O zaman canları bir miktar rahat bulup, Kolomb'a teslim olmuşlardı. Altı gün yine günbatımına doğru gidip, altı boş ada bulmuşlardı. Hepsinden büyük olan adaya, İspanyol adını vermişlerdi. Buradan geçip sekizyüz mil dahi karayel üzere gitmişlerdi. O zaman bir sahile yetmişlerdi. Nice günler o sahilin etrafında kuzey ve güney taraflarına seyretmişlerdi. Onun ada olduğunu bilmişlerdi. Orada bir kavim bulmuşlardı ki, bunların seyrine gelip, toplanıp sahile yetmişlerdi. Bunlar sahile yaklaştığında, onların hepsi firar etmişlerdi. Önce gemileri balık sanıp, temaşaya gelmişler, sonra insan olduklarını bilmişler ve korkup kaçmağa kalkmışlardı. Zira ki onlar, gemi ve sandal bilmezler imiş. Bunlar gemilerden çıkıp, onlara yetişip, bir kadın tutmuşlardı. Ona çok hediyeler verip, gözetmişler, lisanını bilmediklerinden, kavmini getirmeyi işaretle anlatmışlardı. O zaman o kadın, varıp kavmini gemiler yanına gönderip; onlar dahi altın, gümüş, meyveler, ekmek ve çeşitli kuşlarla ve hayvanlarla gelmişler, iskele yanına yetmişlerdi. Nice günle ve aylar burada alış - veriş edip, oraya batı Hint deyip, orada kırk adam koyup, yine doğuya doğru selametle gelip, gitmişlerdi. İspanya hâkimine yeni dünya hediyelerini hediye etmişler. Bundan sonra ikinci ve üçüncü senelerde varıp geldikçe yeni dünyalıların lisanlarını ve âdetlerini tamam bilmişlerdir. Yolunu beşbin ikiyüz il deniz yolu bulmuşlardır. Lakin okyanusun doğuya doğru hareketinden dolayı elli günde gidip, ancak beş ayda gelmişlerdir. Sonra dördüncü senede Kolomb, bulduğu yeni dünyaya ulaştığında, oranın Kâşk adlı hâkimi, Kolomb'u gemiden çıkmaya komayıp, menettiğinde; Kolomb'un ona karşı koymaya kudreti olmadığından, hile yoluna sapıp, demiştir ki: Siz, bize cefa eylediniz. Onun için rabbiniz size gazap etmiştir. Alameti odur ki, yarın güneşin ışığını alsa gerektir. Meğer ertesi günü, bize nispetle orada güneş tutulması, olup, Kolomb bunu bilmiştir. O zaman bu sözden onlar vehme düşüp, sabahı beklemişlerdir. Kolomb'un haber verdiği saatte güneş tutulduğu için, oradakiler korkuya düşüp, Kolomb'a hediyelerle gelmişlerdir. Sulh edip, ona boyun eğip, itaat kılmışlardır. Hepsi puta tapıcı iken, ahalinin çoğu dönüp, Kolomb'a uyup, hıristiyan olmuşlardır. Kolomb, adamlarıyle yeni dünyada kalıp, yirmi senede birçok yerini zabt edip almıştır. Kuzey yarısı ahalisini beyaz ve esmer; güney yarısında oturanlarını, Habeşî ve siyahî, boylarını ondört karıştan fazla uzun bulmuştur. Yeni dünyanın birçok nehirleri, meyveli ağaçları, yüksek dağları ve derin vâdileri vardır. Oranın rengârenk kuşları ve vahşi hayvanları sayısızdır. Burasının büyüklüğü, dünyanın meskün olan diğer dörtte bire kadardır ki, garip tavırları ve acayip halleri, Yaratıcının sanatının eserlerini ve kudretini tasdik etmektedir. Önceki kitaplarda sözü yedilmemiş ve hazreti Adem'den beri gidilmemiş olan bu yeni kıta, yeni dünya adını almıştır. Burası o kadar geniştir ve o kadar çeşitli dağları, ovaları vardır ki, tafsilini ancak Allah bilir. Kelam-ı Kadiminde: "Onun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." (6/59) buyurmuştur. Dördüncü Bölüm Kaynakların fışkırmasını ve yer sarsıntısını hakîmâne bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Kaynakların kaynamasının ve yerin sarsılmasının sebebleri budur ki, yerin içinde oluşan buhar, orada hapsoldukta; bir tarafa yönelip, orada soğuyarak suya dönüşür. Eğer az ise buhar parçalarıyle karışıp kalır. kuyu suları budur. Eğer fazla ise, yerin içine sığmayıp, yerkabuğunun ince yerlerini yararak, çıkar ki, kaynayan kaynaklar budur. Pınar ve kaynakların bir sebebi dahi budur ki: Karlanan ve yağmurlardan dağların içine sızarak akan sulardır. Zira ki, kar ve yağmurun çokluğu ile kaynaklar ve pınarlar çoğalıp, onların azalmasıyle bunlar dahi eksilmiştir. Şu halde yeryüzünde akıp, insan ve hayvanların hayat maddesi olan tatlı sular için Hak Taâlâ yerin dağlarını hazineler kılmıştır. Zira ki yağmur ve kar suları, dağların altında mağaralar ve taşlar içinde ve yeraltında toplanıp, dağlar tarafından saklanmıştır. Bundan sonra dar yarıklardan azar azar sızdırıp, ondan kullarına yetecek kadar pınarlar ve nehirler akıtmıştır. Ta ki gelecek kışta yağmur ve karı dağların mağaralarına sızdırıp, sularından, mağara ve taşlardan akan suların yerine dolduruncaya kadar, o taşların altlarında olan küçük gözelerden yavaş yavaş sızan nehir ve kaynak suları, insanlara ve hayvanlara yetmiştir. Fazlası, vâdilerde seller olup, feryat ile denizlere gitmiştir. Şu halde o yüce Yaratıcı, yeryüzünde olan yaratıklar için dağlara yağmur ve kar verip, nehirler ve kaynaklar çıkarmakta dolap misali etmiştir. Bu dolapların dönüşü süreklidir ki, kıyamete kadar sürer. Yeraltında buharlardan oluşan veya yağmurdan biriken sular, yerlerine sığmayıp, ince yerlerden kolaylıkla çıktığında, eğer taşların veya temiz toprağın yakınında ise, o su, soğuk ve tatlı olur. Eğer çorak yerlerden gelirse, o su tuzlu olur. Eğer kükürtlü arazilerden ve madenlerden çıkarsa o su sıcak olur. Zira ki kış mevsiminde havanın soğukluğu galip olduğundan, güneşin sıcaklığı yerin altına firar eder ki, iki zıt bir yerde toplanmaz. Onun için yerin içi kış günlerinde sıcak olup; kükürtlü araziler ve madenler, sıcaklığı, çokluğuna ve azlığına göre çekip, daima korumuşlardır. Bu sebebtendir ki, madenler çevresinde kaynayan ılıca suların tatları ve kokuları ve hararetleri ve özelliklerini almışlardır. Eğer bu suya, havanın soğukluğu isabet ederse, donup civa olur. Zift, neft, şab veya tuz olur. İsfahan ile Şiraz arasında bir su çıkar ki, Allah'ın şaşılacak sanatlarındandır. Sığırcık suyu nâmıyle meşhurdur. Kaçan bir yere çekirge istila edip, mahsullerini yese; bir kimse varıp o sudan bir şişe alıp, arkasına bakmadan ve şişeyi yere komadan o araziye getirse, o suya sayısız sığırcık tâbi olup, o çekirgeleri öldürdüğünü tevatür ile naklederler. Yerin içinde oluşup, hapsolan buhar, öyle bir mertebe kalın olsa ki, yer kabuğunu yarıp çıkması mümkün olmasa veya yerkabuğu kesif ve salp olup buharın çıkmasına mâni olsa; yerin altında toplanıp dışarı çıkmak isteyen o buhar, yeri şiddetle yardıkta, o yer hareket eder ki, yerin sarsıntısı odur. Yerin içinde oluşan dumanların ve rüzgârları ahkâmı, atmosferdekilerin ahkâmı gibidir. Kâh olur ki bunlar oldukça kuvvetli olup, yeri öyle hızlı yarar ki, ondan büyük gürültü hâsıl olur. Kâh olur ki dumanın tabiatı gereği ateş almasına neden olan şiddetli hareketlerle yerden ateş çıkar. Eğer ateş, bir madende ortaya çıkarsa, onu tamam bitirinceye dek aylarca hatta yıllarca yanar, demişlerdir. (En doğrusunu Allah bilir. Çünkü o, muhakkak sebeblerin yaratıcısıdır.) |
26.11.2008, 19:24 | #25 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
25-BÖLÜM:025:
YEDİNCİ BÖLÜM Yerkürenin üzerinde belirlenen ve varsayılan kutup dairelerini ve kutupları, yeryüzünün beş kısma bölünmesini gerektirir sebepleri, dörtte bir meskun kısmın yedi iklime bölündüğü ve yedi iklimin sınırlarını, her iklimde nice memleketler, dağlar, nehirler ve ne şekil insanların ve hayvanların bulunduğunu, yedi iklimin ötesinin durumlarının doksanıncı enleme dek keşfedildiğini ve incelendiğini, yedi iklimin her birinde en uzun günü bulmayı ve en uzun günden şehirlerin semtlerinin çıkarıldığını, beldelerin mizaçlarının ve sâkinlerinin farklı bulunduğunu altı madde ile hakîmâne açıklar. Birinci Madde Yerkürenin üzerinde belirlenen ve varsayılan daireleri ve kutupları bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar feleklerdeki işleri zabt için, âlem küresi üzerinde ispat ettikleri dairelerden ve kutuplardan sekiz daire ve kutup yerküre üzerinde de belirleyip, varsaymışlardır. Ta ki onlarla yerdeki işleri dahi zabtetmiş olurlar. İki kutbun birisi, kuzey kutbudur. Bunun karşısı, güney kutbudur. sekiz dairenin dördü büyük, dördü küçüktür. Büyü dairelerin evvelkisi ekvator dairesidir. İkinci burçlar dairesidir. Üçüncüsü ufuk dairesidir. Dördüncüsü gün yarısı dairesidir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Küçük dairelerin ikisi dönence daireleridir. ikisi burçlar kutbu daireleridir. Bu sekiz dairenin beşi paraleldir ki, her ikisi arasında bulunan uzaklı eşittir. Üçü eğiktir ki, birbiriyle kesişirler. Bunların ikisi yani ufuk dairesiyle günyarısı dairesi, yerküre üzerinde çizilmeyip; ayrı ve yer değiştirici konulmuştur. Diğerleri, küre üzerinde çizilmiştir ve sabittir. Ekvator dairesi, yerküre üzerinde bir büyük dairedir ki, büyük feleğin kuşağı olan güneşitleyici dairenin yüzeyinde bulunup; senede iki defa güneş, kendi batısal hareketiyle üzerine geldikte, birçok yerlerde gece ve gündüz eşit olur. Burada güneş feleğinin hareketi eşit ve düz olduğundan buna: Hatt-ı üstüva (ekvator) derler. O iki vakit, güneşin iki eşitlik noktasına (21 mart, 23 eylül) geldiği zamandır ki, biri koç burcunun başlangıcıdır ve biri terazi burcunun başlangıcıdır. Ekvatorun, yerin iki kutbundan uzaklığı eşit olup, yerküreyi güney ve kuzey iki eşit kısma bölmüştür. Ekvator, burçlar dairesi ile iki yerde kesişmiştir ki, eşitlik noktaları (ekinoks) makamındadır. Burçlar dairesi, yerküre üzerinde çizilmiştir. Güneşitleyici ile kesişip, iki dönence (oğlak ve yengeç) noktalarına dek açılıp, birer tarafa meyletmiştir. Bu eğime genel eğim derler. Yirmiüçbuçuk derece kadar güney ve kuzeye gitmiştir. Bu dairenin kutupları dahi, âlemin kutbundan yirmiüçbuçuk derece kadar birer tarafa düşmüştür. Bu daire oniki kısma ybölünmüştür. Her birine, yukarıda açıklanan birer isimle burc denilmiştir. Altı burcu ekvatorun kuzeyinde; altı burcu güneyinde bulunmuştur. Her burc otuz dereceye ve er derece altmış dakikaya bölünmüştür. Şu halde bu daire üçyüzaltış derece bulunup, yerkürenin durumları onunla bilinmiştir. Ufuk dairesi, yer değiştiren bir büyük dairedir ki, âlemin görünür kısmını görünmez kısmından ayırıp ve sınırlayıp, yerkürenin altı ve üstü bununla bilinmiştir. Bu ufuk dairesi nice kısım bulunmuştur. Biri hakiki ufuktur ki, yerküreyi ikiye böler, büyüktür. Biri hissî ufuktur ki, çeşitli yerlerde oturanların görüşüne göre değişir, küçüktür. Biri düz ufuktur ki, ekvatora mahsustur, büyüktür. Bu dairede, güneşin doğuş ve batışı düz bir biçimde döner bulunmuştur. Onun için bana düz ufuk denilmiştir. Biri eğimli ufuktur ki, düz uygun gayrisi bilinmiştir, yani bütün eğilimli ufuklar, âlemin iki kutbundan bir tarafa eğilimli bulunmuştur. Şu halde feleğin ve yerin her yönünde olan her cüzünde, ufuk itibar olunmuştur. Doğuş ve batış, onların çoğunda düz olmayıp, eğik bulunmuştur. Doksanıncı enlemdeki o yer, yerin kutbudur. Feleklerin dönüşü burada değirmen bilinmiştir. Zira ki ufuk dairesinin iki kutbunun biri tepe noktası, biri ayak noktasıdır. Şu halde doksanıncı enlemde ufuk ile güneşitleyici biri birine çakışık olup, kutupları bitişik sayılmıştır. Hissî ufkun çapının mesafesi, yeryüzünde, yirmiikibin beşyüz adımdan fazla değildir, denilmiştir. Günyarısı dairesi, yer değiştiren bir büyük dairedir ki, âlemin iki kutbundan ve belirlenmiş olan başucu noktasından geçip, güneşitleyici daire ile ve ekvator ile kesişir bulunmuştur. Felekleri ve yeri ikiye bölüp, bir kısmı doğu, bir kısmı batı olmuştur. Gece yarısı ve gün ortası bununla bilinip, belirlenmiştir. Güneşitleyici ve ekvatorun her parçasına, bir günyarısı itibarı mümkün olmuştur. (Ekvatorun her derecesinden bir günyarısı dairesi (meridyen) geçtiği farz olunmuştur. Topla üçyüzaltmış eder.) Dört küçük daire ki, ekvatora paraleldirler. Onların ikisi burçlar kutbu dönenceleri ve biri yaz dönüm noktasıdır ki yengeç dönencesidir. Biri kış dönüm noktasıdır ki oğlak dönencesidir. Şimdi bu sekiz daire ile yerin bütün işleri belirlenmiş ve zabtedilmiştir. (Hakim ve yaratıcı olan Allah münezzehtir.) İkinci Madde Yerkürenin dört daire ile beş kısma bölündüğünü bildirir. Ey aziz malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: İki kutup ve iki dönenceleri olan dört küçük daire, yerkürenin tamamını beş kısım etmiştir ki; her bir kısmı iki küçük daire arasında veya bir daire ortasında bulunan mesafedir. Şimdi bu beş kısmın biri dönenceler arasında olduğundan, buna: Yakıcı bölge adı verilmiştir. Çok sıcak olduğundan dolayı, eskiler, meskun değil sanmışlardır. Bu iki dönence arası kırkyedi derece mesafedir ki, ekvator buranın ortasında bulunmuştur. iki kısmına, soğuk bölge denilmiştir. Zira ki bunlar, güneşin yürüyüş yolundan uzak olduğundan, çok soğuktur. Bunun için eskiler meskûn değil sanmışlardır. Bu iki kısım, burçlar kutbunun iki dönüş yeri arasında iki dönüş uzaklığıdır. Her birinin enlemi, yerin kutbuna varıncaya dek yirmiüçbuçuk derece bulunmuştur. Bu iki kısım dahi kendi kutupları adıyla isimlendirilmiştir, (kuzey kutup, güney kutup). Geri kalan iki kısım ise mutedil bulunmuştur. Bunlar meskûn olup, imar edilmiştir. Kuzey kısmı yengeç dönencesi ve burçlar kutbunun kuzey dönüş yeriyle sınırlanmıştır. Güney kısmı oğlak dönencesinden burçlar kutbunun güney dönüş yerine varıncaya dek olan mesafe bulunmuştur. Her birinin enlemi mesafesi, kırküç derece ölçülmüştür. Bu beş bölgenin sakinleri, gölge ve yer yönüyle biribirinden ayrılmıştır. Gölge yönünden, soğuk bölge sakinlerine değirmentaşı adı verilmiştir. Zira ki onların gölgesi, ufkun yüzeyinde değirmen taşı gibi döner bulunmuştur. Mutedil bölge sâkinlerine eğimli denilmiştir. Çünkü bunların gölgesi, öğle vakti olduğunda bir tarafa eğilir bulunmuştur. Sıcak bölge sakinlerine iki gölgeli denilmiştir. Zira ki ekvatorda bulunanların gölgesi, öğle vaktinde kâh güneye, kâh kuzeye düşer görülmüştür. Güneş, senede iki defa iki eşitlik noktasında bulunduğunda, başuçlarına gelip, günortasında gölge yok olmuştur. Onlardan güneşin en uzak oluşu, dönenceye vardığında bulunmuştur. İki dönence altında bulunanların başuçlarına güneş, senede bir kere gelip, günortasında gölgeleri yok olmuştur. Onlardan güneşin en uzak oluşu, dönenceye vardığında bulunmuştur. iki dönence altında bulunanların başuçlarına güneş, senede bir kere gelip, günortasında gölgeleri yok oluştur. Dönenceler ahalisinin başucu noktalarına yakın olan âlemin kutbu, sürekli ortada görünmüştür. Karşısı olan âlemin kutbu ise sürekli gizli kalıştır. Bunların gölgeleri bir bulunmuştur. Yer yönünden hepsi üç kısma bölünmüştür. Bir kısmı ekvator sâkinleridir ki, batıdan doğuya, güneşin doğuşundan sonuna dek bir dönüş yerinde ve bir enlemde düzülüp kalanlardır. İkinci kısım, ekvatordan iki tarafa aynı uzaklıkta olan enlemlerde düzülüp, nizam bulanlardır. Üçüncü kısım, ekvatora iki taraftan paralel enlemlerde, biri başucunda biri ayakucunda (kutuplar) sâkin olanlardır. (Vallahi âlem.) Üçüncü Madde Meskun olan dörtte birin hakikî yedi iklime bölündüğünü bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar, dörtte bir meskunu, gece ve gündüz farkları itibariyle bir nice bölüm edip, her birine bir iklim adını vermişlerdir. Yerkürenin kuzey yarısını açıklayıp, ona kıyasla, güney semtine gitmişlerdir. Bütün yerküreyi altmış iklime bölmeye yetmişlerdir. Hakiki iklimleri bölümünü, kâh en uzun gün ile ve kâh aylar sayısıyle belirlemişlerdir. Çünkü ekvatorda oturanlara göre, gece ve gündüz sürekli onikişer saattir. Bundan sonra kuzey kutbu ve güney kutbu tarafına ekvatordan uzaklaştıkça, gece ve gündüz farkı ona göre çoğalır. Bu durumda bu ekvatora paralel enlem daireleri farz edip, her iki daire arasına bir iklim demişlerdir. O şartla ki, onda en uzun gün, ekvator semtinde bulunan bir öncekinden yarım saat fazla ola. Bu taksimle beldelerin tabiatları ve yerleri, gece ve gündüz farkları toplu olarak belirlenmiş ve bilinmiştir. Zira ki, bir enlemde bulunan beldeler, tabiat ve yer bakımından müşterek olup, eşit gelmiştir. Birinci iklimde üç daire farz olunmuştur. Biri iklimin başlangıcı, biri ortası ve biri sonundur. Kalan iklimlerin her birinde ikişer daire farz olunmuştur ki, iri iklimin sonu, biri ortasıdır. Zira ki geçen her iklimin sonuç dairesi, öncekinin başlangıcını belirlemiştir. Eski filozoflar, iklimleri yedi iklime hasredip, ellinci enlemden yukarıda iklim düşünmemişlerdir. lakin sonrakiler, yedi iklimin ötesinde olan yerleri mamur ve meskun bulup, altmışaltıbuçukuncu enleme dek yani burçlar kutbu dönüş noktasına varıncaya dek, en uzun gününe yarım saat ekleyerek yirmidört iklim bulup; ondan en uzun güne birer ay ekleyerek, doksanıncı enleme ulaşıncaya dek bölmüşler ve hepsini otuz iklim itibar ve tayin etmişlerdir. Ekvator bölgelerinin çoğu deniz olduğundan, çoğunluğa göre birinci iklimin başlangıcı onikibuçuk derece enleminde farz olunmuştur. O bölgenin en uzun günü dahi, yaklaşık onikibuçuk saat bulunmuştur. En uzun güne birer çeyrek saat eklendiği yer, bu iklimin ortasıdır. En uzun günün onüç saat olduğu yer, birinci iklimin sonu ve ikincinin başlangıcıdır. Bu durumda, her iklimde en uzun gün, bu minval üzere, yarım saat eklemek şartıyle, yirmidördüncü iklimde en uzun gün yirmidört saata ulaşmıştır. Burası, kuzey burçları kutbunun dönüş yeridir. Lâkin bu iklimler biribirinden küçüktür. Zira ki, birinci iklimin ienişliği ve uzunluğu mesafesinden, ikinci ikliminki daha kısa ve daha küçük olup; bütün iklimler bu tertip üzere biribirinden dar ve az bulunmuştur. iklimlerin enlemi, ekvatordan başlatılıp, doksanıncı enlemde tamam olmuştur. En uzun iklim, batı okyanusunda olan Halidat adalarından başlatılıp doğu okyanusunda son bulmuştur. (Kanarya adalarının batı tarafında bulunan adalar.) Dördüncü Madde Yedi meşhur iklimin hududuna bulunan mamur memleketleri ve her birinde olan yüksek dağları, akan büyük nehirleri ve ahalisinin renklerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Dörtte bir oturulan yeri yedi iklime taksim eden eski filozoflar, her bir iklimi nice meşhur memleketlerle sınırlayıp, belirlemişlerdir. Nice delillerle tecrübe ederek sınayıp, araştırmasına yetmişlerdir. Zira ki otuz ve kırk sene zarfında niceleri bu dörtte bir meskun yeri seyahatle baştan başa gitmişlerdir. Birinci iklimin mesafesi; atı okyanusundan, Berber ülkesinden, Nebür'den, Habeş'ten, Hadramut'tan, Sebe'den, Güney Yemen'den, Güney Sind, Hint ve Çin'den geçip, doğu okyanusunun bazı adalarına uğrar, bilinmiştir. Bu ikimde yirmi yüksek dağ ve otuz büyük nehir telaşa ve seyrolunmuştur. Buranın ahalisinin hepsi siyah bulunmuştur. İkinci iklimin mesafesi; batı ve kuzey şehirlerinin tümünü, Sudan'ı, Kuzey Arap adasını, Yemen'i, Mekke, Medine, Taif, Katif, Bahreyn ve hürmüz şehirlerini, Hint, sind, Maçin ve Çin ortalarında bulunan şehirleri geçip, doğu okyanusu adalarının ortalarına ulaşır bulunmuştur. Bu iklimde yirmiyedi yüksek dağ ve yedi büyük nehir seyr ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisi siyaha yakın esmer müşahede olunmuştur. Üçüncü iklimin mesafesi; batı okyanusundan gelip, kuzey Afrika şehirlerinden ve Mısır'dan geçip, Kudüs, Şam, Küfe, Bağdat, Basra, Şiraz, İsfahan ve Fars memleketinin tümünden, Hint, Çind, Maçin ve Çin'in kuzeyinden geçerek, doğu okyanusu adalarına ulaşmıştır. Bu iklimde otuzüç yüksek dağ ve yirmi büyük nehir seyrolunmuştur. Buranın ahalîsi buğday benizli esmer bulunmuştur. Dördüncü iklimin mesafesi akdenizin tamamıdır. Okyanus olan Sebte boğazından, Endülüs, İspanya ve Galyanın, Firengistan ve Rumeli'nin güney taraflarından geçip, Akdeniz'in ve Anadolu'nun güney yarılarından geçer, Trablus, Antakya, İskenderun, Halep, Erzincan, Diyarbakır, Musul, Tebriz, Erdebil, Kazvin, Tus, İran dağlarının kuzeyi, Lahor, Keşmir ve Horasan'dan, Hint ve çin'in kuzeyinden geçip, doğu okyanusunda bulunan adalara ulaşır bilinmiştir. Bu iklimde yirmibeş yüksek dağ ve yirmiiki büyük nehir seyr ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisinin tümü beyaza yakın esmer müşahede olunmuştur. Beşinci iklimin mesafesi; batı okyanusundan, İspanya kuzeyinden, Akdenizin kuzey yarısından geçip, Anadolu şehirlerinin çoğu, sivas, Erzurum, Şirvan ve Hazer denizinin güney yarısında olan Keylan ve Cam emsali şehirleri geçip, Maveraünnehr, Harezm, Semerkant ve Buhara, Türkistan ve Tataristan'ın güneyi, Deşt-i Kebir, Tibet, Çin seddinin kuzeyi, Tebük'ün güneyi, Hıta ve Hıtan memleketlerinden geçip, doğu okyanusa uğrar bilinmiştir. Bu iklimde otuzüç yüksek dağ ve onbeş büük nehir sayılmıştır. Buranın ahalisinin tümü beyaz bulunmuştur. iklimlerin en ılımlısı dördüncü iklimdir. Sonra bunun iki tarafında komşuları bulunan üçüncü ve beşinci iklim ona eklenmiştir. Zira ki bu üç iklimin suyu ve havası letafetinden ahalisinin çoğu batınî ve zâhiri kuvvette, güzellik, hüner ve olgunlukta itidal üzere bulunmuştur. altıncı iklimin mesafesi; batı okyanusundan, firenk memleketlerinin kuzeyinden ve Rumeli memleketleri kuzeyinde bulunan şehirlerden ve İstanbul'dan ve Karadeniz'in güney ve kuzeyinde bulunan memleketlerden ve Azak'tan geçip, Gürcistan'a, Gece, Tiflis, Varna ve Gökçe denizden (Hazer) Şirvan'ın kuzeyine, Derbent kalesinden Dağıstan ve Ejderhane memleketlerine uğrayıp, Hazer denizinin kuzey yarısından geçip, Seyhun nehrinin geriinde olan Karakalpak ve Özbek, Çağatay ve Kaşgar, Ulungay ve Türkistan memleketlerinden, Tataristan ve Dest-i Kebir'in kuzey yarılarından, Hıta ve Hıtan memleketlerinin kuzeyinden geçip, doğu okyanusunda bulunan adalara ulaşır bulunmuştur. bu iklimde onbir yükse dağ ve kırk büyük nehir sayılmış ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisi sarıya meyyal beyaz müşahede olunmuştur. Bu iklimin soğuğu şiddetli iken yine itidal üzere bilinmiştir. Yedinci iklimin mesafesi; batı okyanusu sahilinden, Portekiz ve İngiltere'den geçip, Kıpçak, Tesalya, Bulgaristan ve Rusya'dan, Hazer şehirlerinin kuzeyinden geçip, Deşt-i Kebir'den, esi Tataristan'ın kuzeyinden ve İskender seddinden geçip, batı okyanusta bulunan adalara uğrar bilinmiştir. Bu iklimde onbir yüksek dağ ve kırk büyük nehi seyrolunmuştur. Buranın ahalisi kızıla meyyal beyaz bulunmuştur. Bu yedinci iklimin sonu ellini enlem tayin olunmuştur. En uzun gün onda, tamam onaltı saat bulunmuştur. Esi filozofların görüşlerine göre, yedi iklim bunlardır, ki açıklanmıştır. Fakat sonraki filozofların görüşleri üzere taksim olunan yirmidört iklimin hudutlarının belirlenmesi, ilerideki cetvelde olan rakamlara havale kılınmıştır. Beşinci Madde Yedi iklimin ötesinin mamur bulunduğunu, doksanıncı enleme değin keşfederek, iklimler itibar olunduğunu ve yedi iklimi her birinde en uzun günün bilindiğini ve en uzun günden her bir iklimde, şehirlerinin yerinin belirlendiğini bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, gerçi eski astronomlar, yedi iklimin ötesini iltifat ve itibar etmeyip, yedi ikile hasar ve kasr etmişlerdir. Lakin sonraki astronomlar, tıpkı yedi iklimdeki gibi,en uzun gününe yarım saat eklendikçe bir iklim itibar edip; ekvatordan en uzun günün yirmidört saat olduğu yere değin, ki o burclar kutbu dönencesidir, yirmidört iklim seçmişlerdir. Lakin ondan yerin kutbuna yani âlemin kutbu altına varıncaya dek yarım saat ekleme kaidesinin yürümesi mümkün olduğundan, en uzun gün birer ay arttıkça, bir iklim itibariyle iki kutup arasını dahi altı iklime taksim edip, doksanıncı enleme dek, tümünü otuz iklim belirlemişlerdir. Yedi iklimin ötesini araştırmak için kutup dönencesi altına değin gitmişlerdir. Oraları meskûn bulup, halkını surette insan, sîrette hayvan emsali eksik ve bilgisiz müşahede etmişlerdir. Kutup dönencesi altında bir kavme yetmişlerdir ki hepsi it ağızlı ve it huylu, biri biriyle itlik ederler ve it gibi yaşayıp, it dirliğinde olurlar. Kışın şiddetinden on ay müddetinde it gibi yerlere girerler. Onlar ne din bilirler, ne mezhep; ne meşrep ne de sanat ederler. Ne süs ne ibadet bilirler. Ne âdet, ne letafet ve ne nezafet bilirler, ne iffet. suretleri icabı muamele ederler. Orada bir büyük dağ bulunmuştur ki, ikibuçuk fersah yüksekliği alınmıştır. Dağın altında altın madeni yanıp, tepesinden dumansız ateşin havaya çıktığını görmüşlerdir. Dağın etrafından çok sıcak kaynaklar fışkırıp, büyük nehirler olmuştur ve uz tutmuş olan kuzey okyanusa dökülüp; deniz, suların sıcaklığıyle çözülüp, ılımıştır. Denizin o sahilleri donmuş olmayıp, balıklar o semte gelip doluştur. buraların ahalisi, o balıkları avlayıp ve yiyip, uzak beldelere satıp; onunla hayvan derileri alıp, giyinirler. Oraya sürekli kar yağdığından, on ay sıcak nehirler ile ılımanlaşmış hamamlarda kalırlar. iki ay kadar yaz olur ki, hamamlardan dışarıya çıkarlar. Orada yaşayanlara, âlemin güney yarısı sürekli ufkun altında olduğundan hiç görünmez. Kuzey yarısı ufkun üstünde olduğundan sürekli görünüp; yıldızların ve feleklerin hareketi burada değirmen gibi döndüğünden, o yerden doksanıncı enleme varıncaya değin, en uzun gün hafta ve ay ilavesiyle altı aya ulaşır. Zira ki güneş, açıklanan batıya yönelik hareketiyle koç burcunun başlangıcına geldiğinde; doksanıncı güney enleminde bir derece kadar yeryüzünden batıp doksanıncı kuzey enleminde karanlık oan bir deree kadar yeryüzünden batıp, doksanıncı kuzey enleminde karanlık olan bir derece kadar yere doğup; atı ayda kuzey burçlarını dolaşıncaya dek, güney kutbunda bir gece, kuzey kutbunda bir gün olur. Çünkü güneş, terazinin başlangıcına oluşur ve güney burçlarında olu. Yerin kuzey kutbundan batıp yine güneyinde doğar. Altı ayda o burçları kat edinceye dek, kuzey semtinde yerin bir derecesi yine karanlıkta kalıp, oralarda bulunan deniz donar. Güney semtinin dahi durumları, kuzeye kıyasla bilinir. Şu halde kuzeyin gündüz zamanı, güneyin gecesidir; güneyin gündüz zamanı, kuzeyin gecesidir. (Gece ile gündüzü birbirine dönüştüren Allah münezzehtir. Bir iklimde en uzun günü bulmak lazım gelirse, o kaçıncı iklimse yarısını, oniki buçuk saat üzerine eklemekle elde edilir. Mesela beşinci iklimde bulunan erzurum'da iklim sayısının yarısı olan ikibuçuk, onikibuçuk üzerine ekense, onbeş olur. Bu durumda açıklığa kavuşmuş olur ki, beşinci iklimde en uzun gün onbeş saattır. Bu kıyas üzere, en uzun günden, şehrin kaçıncı iklimin ne semtine düştüğü de bilinir. Mesela şehrimiz Erzurum'un en uzun günü, onbeş saat oniki dakikadır. Şu halde bu sayının onikibuçuğu çıkarılıp, kalan ikibuçuk ile oniki dakikanın iki katı alınsa elde edilen beşten iklim sayısı, yirmidört dakikadan şehrin yeri ortaya çıkar. Yani bilinir ki, şehrimiz Erzurum beşinci iklimin ikinci yarısının sonlarında bulunmuştur. Zira ki, her bir iklimi enlem mesafesi yarım saat fazladır ki, otuz dakikadır. İklimi yarısı, çeyrek saattir ki, onbeş dakikadır. Bu durumda onbeş dakikada bulunan şehir, iklimin ortasında; onbeşten eksik bulunan şehir, iklimin evvelindedir. Şehrimiz Erzurum gibi onbeşten fazla bulunan şehir, iklimin ikinci yarısındadır. Eğer onikibuçuk çıkarılıp, kalan ikibuçuk, dörde bölünse paralel dairenin sayısı elde edilir. Zira ki beş iklimin on dairesi olur. Kalanları buna kıyas ile bulunur. Şu halde ekvatordan doksanıncı kuzey enleme varıncaya dek iklimlerin durumları e tavırlarla bilindiyse; sonraki astronomlara göre güney tarafının durumları aynen böyle bilinir. Yani orada da otuz iklim taksim olunur. Zira ki dünyanın yarısı, ekvatordan kuzey tarafa düşmüştür. Mesela dörtte bir meskun yerin ekvatorun güney tarafında iklim ola. Kamer dağlarından geçip, Nil nehrinin kaynağından dolaşır. İkinci iklim, kış dönüm noktası altından geçip Kortanş burnuna uğrar. Zira ki, sonraki astronomlar o tarafta otuzüç derece enleminde nice memleketleri bulmuşlardır. Buraların ahalisinin tümü putperesttir. Şu halde iklimlerin tümünün sayısı ve paralel daireleri, en uzun günleri, enlemleri ve mesafeleri bütün bunların sayıları bulunmak murat olunursa, az sonra vereceğimiz cedvelden malum olur. (Mülkünde olanı en iyi bilen Allah'dır). Altıncı Madde Oturulan yerlerin ve şehirlerin mizacını bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: su ve hava, arazi farklarına bağlı olduğundan, oturulan yerlerin farklılığı hasebiyle değişik olmuştur. Allah'ın kudretiyle çeşitli tesirlerinden yerin mizacı ile aynı olup, su ve hava, toprağa uymuştur. Her yerin mizacı aşka bir tarz olduğu için, her şehir kendi ehlini, kendi mizacı gereğince terbiye etmiştir. Sıcak yerlerin mizacı, kendi ehlini kara ve kıvırcık saçlı, hazmı zayıf, bozuşması kuvvetli, rutubeti az, kalbi korkulu, bedeni yumuşak, düşüş ve ihtiyarlığı çabuk etmiştir. Habeş şehirleri gibi. Zira ki onları sâkinlerinin ömrü, ancak otuz seneye gitmiştir. Yaşı kırka varan pek nâdir olur. Soğuk yerlerde oturanların mizacları, kendi ehline şecaat ve kuvvet bahşedip, hazımlarını kolay ve rahat kılmıştır. Şu halde soğuk yerler rutubetli de olursa, kendi ehlini, etli, yağlı, cüsseli ve geniş edi, genellikle bedenleri arave ve nezaket bulup, beyaz ve berrak olmuştur. Yazları mutedil olup, kışlarının soğuğu şiddet bulmuştur. Rutubetli yerlerin izacı, kendi ehlini, güzel yüzlü, yumuşak sözlü edip, onlara gevşeklik ve mutedil bir yazla kış verip, humma, basur, ishal ve cilt hastalıklarını çoğaltmıştır. Kuru yerlerin mizacı, endi ehlinin deri, mizaç ve dimağlarını kurutup, yazlarını sıcak ve kışlarını soğuk eylemiştir. Yüksek yerlerin mizacı, kendi sakinlerine sıhhat ve kuvvet verip, çoğunu iyi ahlakla mesrur, ilim ve kemal ile mamur, güzellik ve cemal ile nurlu, uzun ömürle ömürlü etmiştir. Çukur yerlerin mizacı, kendi mahpuslarına gam ve kede içinde sıcak ve durgun su verip, onları havasıyle hummalı, kesafetiyle sıkıntılı, anlayışlarını az ve mizaçlarını illetli etmiştir. Açık ve taşlı yerlerin mizacı, kendi çevresindekilerin bedenlerini kuvvetli, saçlarını çok ve boylarını kısa edip, çoğunu çekî ve reşit; azlarını sıcak ve şiddetli etmiştir. Onlarda kuruluk ve seher çok olduğundan, savaş ve dövüşe galip olmuşlardır. Karlı dağların mizacı, öteki soğuk şehirler gibi kendi ehlini tertip edip, karı bâki kaldıkça, temiz rüzgârıyle onları temiz etmiştir. Deniz çevresindeki yerlerin mizacı, kendi ehline sıcaklık ve soğukluğu mutedil edip, rutubetini kuruluğu üzerine üstün etmiştir. Kuzey memleketlerinin mizacı, soğuk beldeler ve soğuk mevsimler gibi olup, kendi ehlinde asrî hastalıklar çok, karınlarında safra toplanmasını az etmiştir. O şehirlerinin sakinlerinin hazımları kuvvetli ve ömürleri uzun olmuştur. Zira ki onların çoğu yüz yıldan fazla yaşamıştır. onlarda bozuşma az ve damarları dolu olduğundan ve damarları da geniş olduğundan burun kanaması çok olmuştur. Yaraları az olup, çabuk şifa buluştur. bedenleri kuvvetli, kanları temiz ve yürekleri ateşli olduğundan, çoğu yırtıcı hayvan vasıflarıyle dolmuştur. Güney taraflarının izacı, sıcak şehirler ve mevsimler hükmünde olup, sularının çoğu acı ve tuzlu bulunmuştur. ehlinin başları rutubet maddeleriyle dolu, hisleri illetli, azaları gevşek, iştihaları az, mide ve şehvetleri zayıf müşahede olunmuştur. Yaraları zor şifa bulur. Kadınları, hastalıklarla çocuklarını düşürüp, çocukları az ve hayızları çok olur Cümlesine sara ve çeşitli humma isabet edip, basur istila etmiştir. Hatta otuz yaşını geçen, felçli olup gitmiştir Doğudaki oturulur yerler ki, doğusu açık olan şehirlerin mizacı sahih ve hoş bulunmuştur. Zira yki güneş, o şehirlerin ahalisi üzerin doğup, havalarını ılımlı ve temiz kılmıştır. Batı bölgeleri i doğudakilerin aksi olmuştur. O bölgelerin mizacı, rutubetli ve yoğun kalmıştır. Zira ki batı bölgeleri ahalisi üzerine güneş, gündüzde şule salmaz, ta yükselip etrafı ısıtmadıkça üzerlerine gelmez. Şu halde onların soğuk geceleri ardınca güneş, üzerlerine fecaatle doğup, on an içinde sıcaklığıyle istila ettiğinden, buraların halkı balgamla olmuştur. Açıklanan yerlerin birini seçip, vatan murat eyleyen seyyahlara gereklidir ki, önce o yerin yükseklik ve alçaklığında, açıklık ve kapalılığında olan özelliklerini ve o şehrin komşusu bulunan dağlar, madenler ve buharların mizaçlarını ve yönlerini bilip; ondan şehir halkının hastalık ve sıhhatle, hazım ve şehvette, güzellik ve surette, ahlak ve sürette, meşrep âdette, mezheb ve iffette haim olan durumlarını tecrübe kılsın. Bundan sonra binalarının dışını; genişliği ve içi yüksek midir, kapı ve pencereleri doğuya açık veya kuzeye dönük müdür, bilsin. Zira ki, binanın şartlarındandır ki , evin içi geniş ve yüksek, kapı ve pencereleri y a doğuya veya kuzeye açık ola. ta ki sabah rüzgârı ve kuzey rüzgârı o eve dola. Onunla ev mamur olup, evdekiler ondan her an hayat ve can bulurlar. Gönülleri hoş olup, bedenleri sıhhat ve âfiyetle kala. şu halde bina işlerinde önemli ve lüzumludur ki, seher yelini ve kuzey rüzgârını evin içine dâhil ve güneşin şuası yerine âsıl ve havasının salahı doğu güneşi ile hâsıl ola. Gerçekte ki, temiz, latif, akıcı, soğuk ve tatlı olan nehirleri, eserek dolaşıp gelen seher yeli ile nedim ve yâr olup, iştiyak ile teneffüs etmek, cana safa, cisme şifa ve kalbe ciladır. Bu konuları resmeden dairelerin burada toplu olarak verilmesi münasip görülmüştür. |
26.11.2008, 19:24 | #26 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
26-BÖLÜM:026:
SEKİZİNCİ BÖLÜM Boylam ve enlem daireleri ile yerkürenin satranç ve evleri misali bölünmesini; enlem ve boylamın tayini ile yeryüzünde bulunan beldelerin ve yerlerin yerlerinin ve yönlerinin birbirlerine uzaklık ve yakınlık bakımından nispetlerini; hint dairesiyle zeval çizgisi, itidal çizgisi ve kıble tesbitini; âlemin kutbu tarafında bulunan kutup yıldızının yüksekliği ve alçaklığıyle meridyen derecelerinin mesafe ve miktarını ve bunların bilinmesiyle yerkürenin çapının çevresini ve yüzölçümünü bulmayıp kara ve denizi, ölçü ve seyirle çeşitli noktalarının mesafelerini; dörtte bir oturulan yerin burçlar üçgeniyle yedi gezegene mensup olan belde ve yönlerini; zamanın oniki hayvan üzerinde deveranından yeryüzünde olan tesirleri altı madde ile hakîmâne açıklar ve ortaya koyar. Birinci Madde Enlem ve boylam daireleri ile yerkürenin satranç evleri gibi bölünmesini, enlem ve boylamın belirlenmesiyle yeryüzünde olan belde ve yörelerin ve yönlerini, birbirlerine uzaklık ve yakınlık yönüyle nispetlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, yerküre üzerinde onsekiz günyarısı dairesi ve ekvatordan kuzey ve güneye sekiz enlem dairesi resim ve farzedip; her daireyi üçyüzaltmış dereceye bölmüşlerdir. Şu halde günyarısı daireleri ile boylam dereceleri ve ekvatora paralel olan enlem daireleri ile enlem dereceleri belirmenmiş olup, hery iki daire arası onar derece olarak belirlenmiştir. İklim enleminin başlangıcı ve beldenin enlemi, ekvatordan iki tarafa seçilmiş ve itibar olunmuştur. Biri kuzey enlemi, biri güney enlemi bulunmuştur. İklimin başlangıç boylamı ve beldenin başlangıç boylamı itibar olunan batı okyanusunda Halidan adalarının günyarısı dairesi ile (Green Wich meridyeni) güneşitleyici dairenin kesişme noktasından farzolunan beldenin günyarısı dairesiyle güneşitleyici dairenin kesişme noktası arasında, güneşitleyiciden vâki olan yay ile o beldenin boylamı bilinmiştir. Beldenin enlemi, başucu noktası ile güneşitleyici arasında o beldenin günyarısı dairesinde vâki olan yaya ıtlak olunmuştur. Bu beldenin enlemi, gerek güney ve gerek kuzey semtinde olan âlemin kutbunun yüksekliğine ve semt farkı kutbunun düşüşüne eşit bulunmuştur. Bu enlem ve boylam tayiniyle yeryüzünde vâki olan belde ve yörelerin yerleri ve yönleri, birbirlerine uzaklık ve yakınlık yönüyle olan nispetleri yaklaşık olarak bilinmiştir. İki beldenin birbirinin ne semtinde bulundukları açıktır. Mesela temiz beldeniz Erzurum'un (Grinviç)'ten boylamı, yetmişyedi derecedir. Ekvatordan enlemi, yaklaşık kırk derecedir, denilip; Mısır'ın boylamı altmışüç derece, enlemi otuz derecedir denildiğinde: Mısır, Erzurum'un güney batısı yönünde ve Erzurum, Kahire'nin kuzey doğusu tarafında bulunduğu bilinir. Zira ki, Mısır'ın boylamı Erzurum'dan eksik olduğundan, batısına ve enlemi eksik olduğundan güneyine düşmesi gerekir. Erzurum'un boylamı, Mısır'ınkinden fazla bulunduğundan, doğusunda ve enlemi dahi fazla olduğundan, kuzeyinde bulunmak gerekir. iki beldenin arasında bulunan mesafenin uzaklığını bilmek için kaidesi budur ki: Önce bakılır eğer iki beldenin enlemi uygun ve boyları farklı ise; boylamlarının farkı, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum ile Tokat gibi. Eğer iki beldenin boylamı aynı, enlemi farklı bulunsa, bu surette de enlemleri arasındaki farklılık, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum ile Musul gibi. Eğer iki beldenin hem enlemleri ve hem boylamları farklı ise, bu surette aralarındaki uzaklık, dik dik açılı üçgenin kirişi (hypotonuse) olur ki; açının bir kenarı, beldenin günyarısı dairesinden bir aydır. Bir kenara,ı istenen beldenin enlem dairesinden bir yaydır. Onun kirişi bulunan kenar, iki beldenin başucu noktalarından geçen daireden, iki belde arasında vâki olan yaydır. Çünkü bu üç kanattan iki kanadın miktarı malûmumuzdur, o, boylam ve enlem farklarıdır. Şu halde bu iki bilinen kenar ile ve kiriş olan bilinmeyen kenarın miktarını bilmekte kolay yol budur ki: İki bilinen kenarın kareleri toplamının karekökünü alırız ki, bilinmeyen kenarın miktarıdır. İşte iki belde arasındaki uzaklık odur. Mesela Erzurum ile Kahire'nin aralarındaki boylam farkı ondört derece ve elem farkı on derecedir. Ondört ile onun kareleri toplamı ikiyüz doksanaltı hesap olunmuştur. Toplamın kökü yaklaşık olarak onyedi bulunmuştur. Şu halde Erzurum ile Mısır'ın arasının onyedi derece olduğu muhakkak bilinmiştir. Diğerlerini de bu yolla biliriz. Bununla kıble tarafı dahi bulunur. Nitekim bu, o bölümde tafsil olunacaktır. Hepsinin daireleri ise bölümün sonunda verilecektir. ikinci Madde Hint dairesi ile zeval çizgisi, itidal çizgisi ve kıble yönünün tesbitini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, Hint filozoflarının icadı bulunan hint dairesinden zeval çizgisi olan günyarısı çizgisini ve itidal çizgisini ve itidal çizgisi olan doğu ve batı çizgisini ve Mekke yönü olan kıble semtini tespit etmişlerdir. Zeval çizgisini ve itidal çizgisini bulmanın bir yolu budur ki0 Öce yeri öyle düzlersin ki, ortasına su dökülse dört tarafına birden akar. Sonra onda bir daire çizip, merkezinde dik bir çubuk dikersin. Bu, dairenin çapının dörtte biri kadar olmalıdır. Onun dik olduğunu şakül ölçüsüyle veya dairenin çevresinin üç yerinden çubuğun tepesi arası eşit olduğundan bulursun. Zevalden önce gözetlersin, ta ki çubuğun tepesinin gölgesi o daireye girdiğinde, batı semtinden çevreye ulaştığı noktayı nişan edip, zevalden sonra, onun daireden çıkışı vaktinde, doğu tarafından çevreye ulaştığı noktayı işaretle bilirsin. O anda iki nokta arasında dairenin çevresinin kuzeyi bulunan yayı ikiye bölüp, o yarıdan bir düz çizgi çıkarırsın ve merkezden geçirip çevreye değin gidersin. İşte günyarısı çizgisi odur. Çubuğun gölgesi o çizgiden uzaklaştığında, öğle vaktinin başlangıcı olur. Bu çizgi o daireyi ikiye böler. O iki bölümün ortalarından bir düz çizgi çekersin ki, günyarısı çizgisini merkezde dik bir açıyle keser, doğu ve batı çizgisi odur. Bu işlem, en uzun günde daha sıhhatli olur. Zira ki gölgenin girişi ile çıkışında asla farklılık olmaz. Öteki yolu budur ki: Güneş iki itidal noktasının birine iken, bu durumu tesbit murat olunsa, hemen güneşin ya doğuşunun ya batışının gölgesinin istikameti üzere ufuk noktası paralelinden çıkıp, hint dairesinin merkezine uğrayıp, çevresine ulaşan benzer çizgi, doğu ve batı çizgileridir. Onunla merkezde dik bir açı üzere kesişen çizgi, günyarısı çizgisidir. işte zeval çizgisi odur. Kıble yönünü bilmek için, çizilmiş hit dairesinin çevresini, üçyüzaltmış bölüme taksim edersin ki, her dörtte biri, doksan bölüm olur. Onu meskûn beldenin ufku farzedip, kıble yönünün onun hangi noktası olduğunu bulursun ki; ona dönük olan Kâbe'ye yönelmiş olursun. Şimdi aranan bu noktayı bilmenin yolu budur ki: Önce Mekke-i Mükerreme'nin boylamı, batı okyanusunda, eskiden mamur, şimdi denizle dolu olan Halidan adalarından yetmişyedi derece olduğunu bilirsin. Ekvator enleminden yirmiiki derece olduğunu bulursun. Bundan sonra meskîn beldenin boylam ve enlemini Halidan adalarından ve ekvatordan alırsın. Eğer beldenin boylamı Mekke'nin boylamı ile eşit gelip, beldenin enlemi, Mekke'nin enleminden fazla olursa, o beldenin kıble semti, günyarısı çizgisinin ufku çevresine ulaştığı güney noktasıdırki, onda namaz kılacak olan, güney noktasına yönelse, doğru kıbleye yönelmiş olur. Şehrimiz Erzurum gibi. Zira ki beldemiz, Mekke-i Mükerremenin, kuzey noktasında vâki olmuştur. Eğer beldenin boylamı Mekke ile aynı olup, enlemi Mekke'den noksan olursa o beldenin kıble semti; günyarısının ufuk çevresine kavuştuğu kuzey noktasıdır. Mekke-i Mükerreme'nin güney noktasında vâki olan Yemen beldesi gibi. Eğer beldenin enlemi, Mekke'ninkiyle aynı olup, boylamı fazla olursa, o beldenin kıble semti, batı ve doğu çizgisinin ufuk çevresine bitişik olduğu batı noktasıdır. Eğer beldenin enlemi, Mekke ile aynı olup, beldenin boylamı Mekke'den eksik gelirse, o beldenin kıble semti, batı ve doğu çizgisinin ufuk çevresine kavuştuğu doğu noktasıdır. Kıble yönünü bilmenin bir yolu dahi budur ki: Güneş, ikizler burcunun sekizinci derecesinde veya yengeç burcunun yirmiikinci derecesinde bulunduğu günde; Mekke'nin boylamı ile belde arasında olan farkın her onbeş derece mesafesi için bir saat ve her bir derece mesafesi için dört dakika alıp, gözetlersin. Eğer beldenin boylamı Mekke'ninkinden fazla ise, güneş o günde günyarısını alınan dakikalar ve saatler kadar geçtiğinde, çubuğun gölgesi o anda kıble tarafında vâki olmuş bilinir. Beldenin kıblesi gölgenin yönünün hilafına doğru bulunur. Umman beldeleri gibi. Eğer beldenin boylamı, Mekke'den noksan ise, güneşin o günde günyarısına gelmesine alınan saat ve dakikalar kadar kaldığında, çubuğun gölgesi o saatte kıble semti hizasında vâki olur. Kıble yine gölgenin yönünün hilafına gelir. Sudan beldeleri gibi. Zira ki güneş, oniki derecede bulunduğu gün, başucu, Mekkelilere gelir bulunmuştur. Eğer beldenin enlem ve boylamı, Mekke'nin enlem ve boylamından ziyade bulunursa, hint dairesinin çevresi, güney noktasından başlayıp, iki boylamın arasında bulunan fazlalık kadar, batı noktası semtine doğru sayarsın. Kuzey noktasından da batıya o kadar sayıp, iki sonun arasını bir düz çizgi ile birleştirirsin. Zira ki, dairenin merkezi olan farz olunmuş şehrimizden, Mekke-i Mükerreme'nin batısı bulunmuştur. Dairenin batı noktasından, iki enlem arasında bulunan fazlalık miktarı güney noktasına doğru ve doğu noktasından aynı şekilde sayıp, iki sonun arasını yine düz bir çizgi ile bağlarsın. Zira ki, varsaydığımız şehrimizde Mekke- Mükerreme güneye vâki olmuştur. Bu iki muhal çizgi birbiriyle kesişirler. Şimdi dairenin merkezinden bir çizgi çıkarıp, o kesişme noktasından geçirip, muhite ulaştırırsın ki, kıble semti, o çizginin çevreye birleştiği noktadır. Onunla güney noktasının arasında ufuk çevresinde bulunan farz olunmuş beldemizin yayı, kıblesinin sapma yayıdır ki, onda namaz kılacak olan, güney noktasından batıya, o yay miktarı sapmış olmak lazımdır. Ta ki, kıbleye yönelmiş ola. Şimdi bu surette kıble semti, güneybatıdır. Acem beldeleri gibi. Eğer beldenin enlem ve boylamı, Mekke'nin enlem ve boylamından eksik bulunursa, belirtilen minval üzere kuzey ve güney noktasından doğu semtine boylam fazlalığı ölçülüp, batı ve doğu noktasından kuzey tarafına enlem fazlalığını sayıp, çizgilerle birleştirip, işlemi tamam edersin. Bu suretin kıble semti kuzeydoğu olur. Habeş beldeleri gibi. Eğer beldenin boylamı, Mekke'nin boylamından eksik, beldenin enlemi, Mekke'inn enleminden fazla olursa kuzey ve güney noktasından doğuya boylam fazlalığını ve batı ve doğu noktasından güneye enlem fazlalığını sayar ve çizgilerle birleştirip, işlemi tamamlarsın. Bu surette kıble semti güneydoğu olur. Rum beldeleri gibi. Eğer beldenin boylamı Mekke'den fazla, enlemi Mekke'den eksik bulunup, kuzey ve güney noktasından batıya boylam fazlalığı ve batı ve doğu noktasından kuzeye enlem fazlalığını sayıp ve çizgilerle birleştirip, işlem tamamlansa; bu surette kıble semti kuzeybatı olur. Bazı beldelerin enlem ve boylamları bu bölümün sonunda açıklanacaktır. Üçüncü Madde Alemin kutbu yakınında bulunan "cedy" adı verilen sâbit yıldızın yükseklik ve alçaklığıyle yer derecelerinin uzaklık miktarını ve onunla yerkürenin daire ve çap ve yüzölçümünü kıyas ile bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, yerkürenin kuşağının ölçüsü ki, denizlerin ve karaların toplamıdır, yaklaşık yirmidörtbin mil olduğu kararlaştırılmıştır. Çapının mesafesi, ona kıyasla, yedibin altıyüz elli mil bulunmuştur. Yarıçapı, üçin sekizyüz onsekiz mil bilinmiştir. Yerkürenin yüzölçümünün tamamı, yaklaşık, yirmibeşbin kere bin ve üçyüzaltmışüçbin altıyüz otuzaltı fersah hesap olunmuştur. Bu kıyas üzere yüksek cisimlerin dahi göklere uzaklıkları belirlenmiştir. Alemin merkezinden ay feleğinin alt yüzeyinin uzaklığı yukarıda açıklandığı üzere, yaklaşık otuziki yeryarıçapı kadar olduğu dört orantı kaidesiyle dahi zabtolunmuştur. Çünkü feleklerde ve yer üzerinde sipat ve farz olunan dairelerin hepsi, üçyüzaltmış dereceye ve her bir derece altmış dakikaya bölünmüştür. Şu halde yerkürenin bir derece mesafesi kaç mil yer olur? Onu belirlemek için geometriciler nice sahrada kıyas ve yüzölçümü alıp, bir derece yeri, altmışaltı mil ve üç bölü iki mil bulmuşlardır.Bu kıyası o yolla yapmışlardır ki; sonsuz bir sahranın bir yerinde, bir işaret nasb edip, geceleyin onda cedy yıldızı ki, ona sâbit ve demir kazık derler. Onun yüksekliğini rubu' ve üsturlap ile almışlardı. şimdi o yerden iki taife düz bir hat üzere hareket edip; bir taife güney noktasına doğru gidip, biri kuzey noktasına doğru gelmişlerdir. Gece oldukça o iki taife cedy (demir kazık, kutup) yıldızının yüksekliğini alıp, gündüz oldukça düz olarak yola devam etmişlerdir. Sabit yıldızları belirli yerdeki yüksekliğinden güneye gidenlere bir derece noksan, kuzeye gidenlere bir derece fazla olmakla, farklılık gösterdiği iki yerde durmuşlardır. Her irinde bir işaret dikip, iki taraftan üç işaret arasını ölçüp, iki mesafeyi eşit olarak altmışaltı tam üçte iki mil yer bulmuşlardır. Sonra o iki taife, o iki yerin farkından yine kuzey ve güney dosdoğru gidip, o işaretler arasının ölçülen milleri sayısınca mesafe ölçüp, nihayette kalmışlardır. Gece olduğunda, her iki taife yıldızın yüksekliğini almışlardır. Yine tamamen birer derece yükselme ve alçalma ile farkını bulmuşlardır. O zaman altmışaltı tam üçte iki mil, üçyüzaltmışa çarpmakla dairenin tamamına, ondan çapa, ondan yarıçapa ve ondan şüphesiz yerkürenin yüzölçümünün tamamına vâkıf olmuşlardır. Aynı kıyasa birçok ülkelerde aynı sonuca varmışlardır. Dördüncü Madde Kara ve denizi ölçme ve seyr ile mesafelerinin cüzlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler ittifak ile demişlerdir ki: Bu yer unsuru her şeyiyle bir tek küre yani bir yuvarlak top şeklinde olup, boylam ve enlem olarak yani gerek batıdan doğuya ve gerek güneyden kuzeye, ortasında kuşak misali farzolunan daire, üçyüzaltmış dereceye bölünmüştür. Geometriciler; mesafesi üzere yeryüzü dümdüz dağsız, vâdisiz farzıyla yerin bir derecesi yirmiiki fersahta ziyadece bulunmuştur. Her fersah üç il ve her il üçbin zira ve her zira otuziki parmak ve her parmak altı arpa -biri dik biri yan sıralanarak- takdir olunmuştur. Şu halde bu takdirce yerin bir derecesi altmışaltı tam üçte iki mil bilinmiştir. Zira hesabıyle bir fersah yer dokuzbin ziar bulunmuştur. Yerin bir derecesi, yaya yürüyüşle, üç merhale kılınmıştır. Bir merhale yedibuçuk fersah mesafe belirlenmiştir. Bir fersah, bir yürüyüş adımı ile bir saatte kat olunduğu tecrübe kılınmıştır. Şu halde bir günde kat olunan mesafe, yirmiikibuçuk mil bulunmuştur. Yerin bir derecesi mesafesi, tamam yüzbin adım ve her bir adım dört ayak ve her yaak onaltışar parmak hesap olunmuştur. Okyanusun kenarlarında ve körfezlerinde ve karada olan küçük denizlerde bulunan gemilerin, orta bir yüzüşle bir güne altmış milden ziyade deniz mesafesi kat olunup; denizciler katında bir mecra tabiriyle bir derece yer takdir olunmuştur. Kervan hareketi ve askerî yürüyüşle bir eyr derecesi üç merhaleye bölünmüştür. Mesela Erzurum'dan bir günde Nendiban köyüne hareket etmek gibi, itibar olunmuştur. Eğer yürüyüş ve hareket bundan hızlı olursa, ona orta yürüyüş derler. Bir yer derecesi onunla iki merhale bulunmuştur. Mesela bir atlının Erzurum'dan bir günde Aşkale'ye yürüyüşü gibi, kıyas olunmuştur. Eğer hareket ve yürüyüş bundan daha süratli olursa, yerin bir derecesi onunla bir merhale olup, mesela şehrimizden bir günde yaklaşık Karakulak'a varmak gibi, tahmin olunmuştur. Şu halde birinci kısımda üçtebir derece, ikinci kısımda yarım derece, üçüncü kısımda tamam bir derece bir güne kat olunur, bulunmuştur. Velhasıl, top zeminin bir derece mesafesi, bu hesap üzere yüzbin adımdır, artık değildir. İkiyüzbin ziradan ziyade değildir. Zira ki bir zira iki ayakır ki, yarım adımdır. Bu kaideye göre zihin akıl sahiplerine, toprak ve sudan ibaret olan top zemini, dağları ve denizleri hesaba katmadan, düz bi çizgi üzere yürüyüşle ne kadar zamanda dolaşılacağı ortaya çıkmıştır. Mesela temiz beldemiz Erzurum'dan yerküreyi dolaşmak niyetiyle bir kimse batıya doğru hareketle, Tokat'tan Anadolu'dan ve İstanbul'dan,Rumelinden, Firenkistan'dan geçerek, yeni dünyadan dolayıp, güneşin yürüyüşüne uyarak, Çin ve Maçin'e ulaşır. Buradan Hit, Sint ve Türkistandan, Semerkant, Buhara ve Turan'dan geçerek Şirvan denizinin güney yarısından geçmekle, Gence ve Revan eyaletlerinden yine şehrimiz Erzurum'a ulaşır. Böylece muradı hâsıl olur. Bir kimse bize nispetle batıdan gidip, doğudan gelmiş olur. Bunun gibi top zemini enlemler doğrultusunda dolaşmak isteyen kimse, şehrimiz Erzurum'dan çıkıp, kuzeye azimetle Karadeniz'in doğu sahilinden, Fas, Abaza ve Azak'tan, moskova diyarından, yeni keşfolunan Növözemle yerlerinden geçer ve güneş kuzey burçlarında iken, kuzey kutbu altından geçmekle bize nisbet taban tabana ve yeraltından yürüyerek, güneş güney burçlarına vardığında, güney kutba ulaşır. Buradan okyanusla geçer ve Habeş memleketinden, Yemen'den, Mekke-i Mükerremie'den, Medine-i Münevvere'den ve çölden geçip Musul'dan yine temiz beldemiz Erzurum'a ulaşır. Bu kimse kuzeyden gidip, güneyden gelmiş olur. Bu takdirce top zemimi enlem ve boylam doğrultusuyla yürüyüp dolaşmak, mutedil bir yürüyüşle olursa, tamamen devri, binseksen konak olur; atlı yürüyüş gibi, seri olursa yediyüzyirmi konak olur. Ulak gibi çok hızlı yürünürse, üçyüzaltmış günde tamamen top zemin düz bir çizgi üzere ulaşılmak ve yürümek mümkündür demişlerdir. Beşinci Madde Dörtte bir oturulur yerin burçlar üçgeni ile yedi gezegene mensup olan belde ve yönlerini, âhalisinin tavır ve sıfatlarını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, İslâm filozofları, bu oluşum ve bozuşum âlemi içinde câri olan durumlar ve eserler hakikatte Allah'ın tesiriyle olduğunu ispat edip demişlerdir ki: Esîrî cisimler, felekî konumlar, unsurlar âleminde Hak'kın emriyle tesir eder. Halbuki hakiki müessir ancak Rabblerin Rabbidir. Yıldızlar ve felekler aletler misalidir ve sebebdir. Bu unsurların ve bileşiklerin feleklere ve yıldızlara bağlantısı ve intisabı vardır. Yedi iklim hakikatte anlatılan tertip üzere, yedi gezegene mensup olduğundan gayri, memleketlerin ve beldelerin her biriyle oniki burç arasında alâka ve bağlantı ispat olunmuştur. Bu alâka, beldelerin burçlar üçgenine nispeti bulunmuştur. Burçlar üçlüleri yukarıda kendi bölümünde tafsil olunup, dört üçlü bulunmuştur. Birincisi, kuzeydeki ateşsel erkek burçlardır. Yönlerde kuzeyle dübür arası buna nispet olunmuştur. Bu erkek burçlar; güneş, müşteri ve merih olduğundan, bu üçlünün müdebbiri gündüz güneş, gece müşteridir. İkinci üç burç, güneyde topraksal ve dişidir. Yönlerden güneyle Saba arası buna mensup bulunmuştur. Bunlar; zühre, zühal ve utarit olduğundan, bu üçlünü müdebbiri gündüz zühre, gece utarittir. Üçüncü üçlü doğuda, havahi ve erkektir. Kuzeyle Saba arası buna nispet kılınmıştır. Bunlar, ühal ve utarit olduğundan, bu üçlünün müdebbiri gündüz zühal, gece utarittir. Dördüncü üçlü, batıda, suya mensup ve dişidir. Güneş ile dübür arası buna nispet kılınmıştır. Bunlar; zühre ve ay olduğundan, bu üçlünün müdebbiri gündüz zühre, gece aydır. Bunun gibi dörtte ybir meskûn dahi burçlar üçlülerine benzer dört kısım itibar olunup, her bir kısım bir üçlüye nispet kılınmıştır. Birinci kısım, Avrupa namıyla isimlendirilen batı ve kuzey arası olduğundan önceki üçlüye mensup bulunmuştur. Burada oturanlar, önceki üçlüde olan riyaset sebebiyle işlerin çoğunda akıcı ve serkeş görünmüştür. Çoğunluğu, silah kullanmaya ve siyasete yönelik, yorgunluk ve meşakkate dayanıklı, lâtif ve temiz bulunmuştur. Çünkü gece müşteri ve merih tedbirde müşterektir. Üçlünün önceki parçaları erkek, sonraki parçaları dişidir Bu kavim ya çoğunca kadınları emrinde gaflet üzere olup, gayretli olmazlar. Kadınlardan ziyade oğlanlara sevgi duyup, günah bilmezler. Özellikle İngiliz ve Nemçe koç urcuna ve merihe benzerdir. Onun için sâkinleri vahşî ve mütehavvin olup, ahlâkı yırtıcı hayvan ahlakına eğilimlidir. Roma, Fransa aslan burcunda ve güneşe nispet olunmuştur. Bu sebebten halkının çoğu riyaset ehli bulunmuştur. İspanya ve Portekiz, yay ile müşteriye mensuptur. Onun için ahalisi genellikle ahlaklı, temiz ve sevimlidir. Bunlardan sonra meskûn bölümün ortasına yakın olan Rumeli ve İstanbul çevresi, Girit, Kıbrıs ve küçük Asya sahilleri yani Anadolu, Akdeniz ve Karadeniz nihayetleri arası, gerçi üçlünün evveline dahildir, lâkin ikinci üçlüye benzerdir. Şu halde bunların tedbirinde zühre ve utarit müşterek olduğundan, sâkinlerinin çoğu siyasetçi, riyaset ehli, anlayışlı firasete mail, ilim ve öğrenmeye meyyal olup, birbirine yakın ve sağlam mizaçlı, lâtif suretli ve sirette mutedil bulunmuştur. Yöneticisi zühre olduğundan, musikiyi sevip ondan lezzet alırlar. Aşık meşrep ve dost canlısı olurlar. Özellikle İstanbul, oğlak burcu ile zühal yıldızına benzer. Onun için büyükleri mülk ve riyasete nâil oluşturlar. İkinci kısım, asya nâmıyle isimlendirilmiştir. O doğu ve güney arası olduğundan onun beldeleri ikinci üçlüye nispet kılınmıştır. Çünkü bu üçlünün müdebbiri, gündüz zühal ve zühredir. Orada oturanlar bu gezegenlere çok itibar eder bulunmuştur. Zühre yıldızına benzeşme iktizasınca bunlarda, sema ve raks, hareket ve cima, kadınlara hırs ve muhabbet galip olup, elbise ve yaygılarında nakış ve süse tâlip, bedeneri tedbirinde, refahet ve şehvete rağbet edici olmuşlardır. Erkeklere meyl etmeyip, kadınlara benzemeye özenip, büyük iltifat ve rağbet kılmışlardır. Mizaç ve tabiatlarında hararet üstün bulunmuştur. Lâkin tedbirde zühalin iştiraki iktiza eder ki, nefesleri müessir ve güçlü, yürekleri şecaatli ve şiddetli, vehimleri yüksek ola. Bu kısmın bu üçlüye genel benzerliğinin hükmü budur. Lâkin cüzlerinin tek tek nispetleri hükümleri bu tarz iledir ki: Acem beldeleri, boğa burcu ve zühreye mensup olduğu için, halkının çoğu nakışlı elbise giyip, evlerinde nakışlı yaygılar sermişlerdir. Hatta gömlekleri dahi sade değildir. Fırat ile Dicle arası ve Bağdat çevresi başak burcuna ve utarite; Yemen ve Arap yarımadasının tümü önceki üçlüye benzer kılınmıştır. Şu halde bunların müdebbiri, müşteri, merih ve utarit bulunmuştur. Onun için halkının çoğu üstün ve tüccar olmuştur. Hile, tuzak, tembellik, ağır davranma onlarına şanına gelmiştir. Arabistanın mamur yerleri yay ile müşteriye mensup olduğundan, o diyarın çoğu rahatlık üzere olmuştur. Üçüncü kısım, Saksonya ismi verilen doğu ve kuzey semti bulunmuştur. Bu kısım üçüncü üçlüye mensup kılınmıştır. Gürcistan, Dağıstan, Maveraünnehir yani Türkistan Hıta ve Hotan memleketleri ve Tataristan bu kısımda kılınmıştır. Bunun müdebbiri zühal, müşteri ve utarit olduğundan, halkının çoğu halim, selim, hikmetli ve fıtnet dolu, temiz ve iffetli müşahede olunmuştur. Özellikle Azerbaycan memleketleri ikizler ve utarite mensup olduğunda halkının çoğu hareket, mazarrat ve hıyanet üzere bulunmuştur. Maveraünnehr semtleri kova ve zühale mensup olduğundan, halkının çoğu vahşî ve gaddar bilinmiştir. Dördüncü kısım, Afrika ismi verilen batı ve güney arasındadır. Bu kısım dördüncü üçlüye mensup bulunmuştur. Bunun beldeleri olan Mısır, Sudran ve Mağrip kendi misali bulunmuştur. Çünkü bu üçlünün tedbirinde gündüz, merih ve zühre müşterektir. Halkının meliklerinin işlerine kadınları müdahalede geri kalmaz. Erkek ve kadın çoğu işlerde karışık olup, bir kadını birkaç kimse zevce edinip, erkekleri de kadın kıyafetinde gezerler. Çoğu kâhin ve remilci olup azarlar. Özellikle Akdeniz sahilleri yengeç ve aya mensup olup, halkının çoğu tüccar bulunmuştur. Diyarları yeterlilik ve rahat üzere olduğu bilinmiştir. Uzak batı ülkeleri akrep ve merihe mensup olduğundan, halkının ahlakı yırtıcı hayvanlara benzeyip, çoğunca husumet edip, birbirini öldürmekten korkmazlar. Sait ve Habeş memleketleri, tedbirinde zühal, müşteri ve utarit müşterek olduğundan, o diyarın halkı muhtelif gelenekler üzere olup, ölülerini tazim ederler. Dışarıdan gelen hâkimlere tâbi ve teslim olurlar. Kadınlara fazla rağbet edip, cimaa çok hırslı ve meşgul olurlar. Bunların zayıf nefislileri korkak ve alçak bir kavimdir. Özellikle Mısır ve İskenderiye ikizlere ve utarite mensup olduğundan, halkının çoğu, idrak ve anlayış sahibi olup, gizli sırlar çıkarmaya ve garip ilimleri öğrenmeye oldukça eğilimli bulunmuştur. Habeş memleketleri ve ortaları kova ile zühale mensup olduğundan halkı balık yemeyi sever. Yaşayış ve içkileri hayvanlar gibidir. Her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratan Allah münezzehtir. Altıncı Madde Zamanın, oniki hayvan üzere dönüp, her sene birine benzemeyle değişmesinden yeryüzünde olan tesirlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, Hindistan filozofarı, zamanın oniki hayvan üzerine deveran edip, yılda birini ahlakıyle nitelenip, cihandakilere böyle Hak'kın emriyle sirayeteni bulup, tecrübe ve sınama ile tesirlerini hükümlerini ispat etmişlerdir. Türkistan ahalisi genellikle ona itibar edip, hükümleriyle gitmişlerdir. Onun için zamanın hükümlerini "Türkistan Senesi" ismiyle adlandırmışlardır. Şimdi zamanın hükümlerini açıklayan manzumemiz bunda yazılmak münasip görülmüştür. NAZM Allah adı hoş işler evveldir Her dem Allah diyen kişi velîdir Hamd lillah dahi salat ve selam Fahr-ı kavneyn ve âline be-devam Bade ism-i ilah ve hamd ve salat Sal-i Türk oldu seksenüç ebyat Hakkı der sal-i Türkü nazm ettim Nisbet-i hüküm remzine yettim Cümle ahkâmı sali Türkanı Hükema mezhebince bil anı Hükema kavlin itimad edemem Hem de küllî yala deyip gidemem Ekser ahvale vâkıf olmuşlar Akl ile tecrübe ile bulmuşlar Sal-i Türkan ki devr-i daimdir Oniki canvar huyuyle revam Muttasıl ola cümle halk-ı zaman Faredir pes bakarla kaplandır Sonra tavşan sinekle yılandır Andan attır ganemle maymundur Mürugdan sekle huk ol oyundur binyüzaltmışbeş oldu çünki bu yıl ikibin altmoşüçte rumî yıl Mah-a âzerdle bir muharrem hem Sal-i hicrin birini tarh et o dem Bilmek istersen olduğun sali Nisbeti kangı canavar hali bak bu tarih-i hicrette o zal Vâki olan sinin-i rumien al Ol üç sali tarh kıl be neşat Sonra onikişer edip iskat Kaç sene kalsa fareden başla Bir sene her birine bağışla Kangı hayvanda âhir olsa heman Ol yılın hâkimidir ol hayvan Yıldır üç fal ve evveli dört ay Dört ay ortası dört ay âhiri say Sal-i şemsiledir çün nisbet-i hal ibtida-yı hameldir ol sal Bulsa bir kimse doğduğu sali Bilinir tab' ve huy ve ahvali Çün gelir sal-i fare hoşluk ola Evsat-ı salde çok yağışlık ola Ahir-i salde fitneler uyanır Cenk olur niceler deme boyanır Kışıdır hem dıraz hem sırma Fareler gılleyi eder yağma Doğsa mevlüt fi evail-i sal Zeyrek olur ziyade hûb hısal ol yılın evasıtında doğsa veled Dediler ol yalancıdır huyu bed Ahir-i salde doğa bed kerdar Olur ol husut hem mekkar Çün bakar sali gelse bimari Çoğ olur hem sudadan zari Fitnelerden mülük olur gamnâk Çappâ nevine erişe helak Kışı müşted olur dahi kütah Meyveler hem soğuktan ola tebah Ol salde doğsa kız ya oğul Gayriler işine olur meşgul Evsatında doğan olur pür nur Zeyrek ve huyruy ve hem mesrur Ahir-i salde doğsa peyveste Gönlü gamlı olur teni hasta Çünkü kaplan yılı gelir be te'ab Halka düşer adavet ile gazab Nasa çok nakz-ı had olur pişe Pes düşer cümle havf ve teşvişe ihtilaf-ı mülük olur o zaman Isıran canavar çok olur ol an Zelzele ola bazı sahrada Keştiye âfet ere deryada Kışı kısa ziyade soğuk ola Gözler nehirler suyu çok ola Ol yılın evvelde doğan uşak Ali himmetlidir yüzü yumuşak Evasıtında doğarsa kâmil olur Ahirinde cebban ve kâhin olur Çünkü tavşan yılı olur vüsat Çoğ olur meyvelerle her nimet Sulh ile dola hep zemin ve zaman Halk sıhhatle bula emn ve eman Hoş kışı mutedil baharı bahar Yazı yaz çar fazlı hub ve nigâr Ol salde doğsa malı olur Bed huy olur velî vefalı olur Evasıtında doğan olur yahşi Ahii mükesser ola hem vahşi Çünkü mahi yılı gelir bisyar Ola harb ile fitneer bîdar Kendüm ve cüv çoğ ola hem erzan Kim kesir ola berf ile baran Kışı gayte dıraz olur hem serd Kim ziyan eyleye ağçalara berd Ol yılın evveli doğan nâçar Ahmak ve bed güher olur ber kâr Evsatında doğan halim ola nerm ahiri bed huy ola hem bî şerm Çok gelir nevbetiyle sal-i yılan AHer taamın ola bahası giran Kışı gayetle nerm ve kısa olur Kaht olup her gönülde gussa olur Ol sal doğan olur hâmuş Bil ki sözleri hem işleri hoş Evsatı doğan oa bed etvar Ahiri ber şekl olur bed kâr Çün gelir sal-i esb ba şer ve şur Eyleye cenk ve harb ve fitne zuhur Sayfi hoşzer' ve gılle çoğ ola p¹ak Çar paya erişe renc ve helak Kışı nerm ve dıraz olur gayet Erişe meyve cinsine âfet ol say doğan çeker zahmet Hem olur pür muhabbet ve hikmet Evsatı yahşi işlidiry hoş huy Ahiri gamlı bed huy ve bed guy Çünkü Sal-i ganem gelür gamnak Keştiler bahr içinde bula helak Harb olur sürat ile sulhü bulur Hayr olur sürat ile sulhü bulur Hayr ve ihsana say' eden çoğ olur Kışı nerm ve dıraz olur vâki Ol sal doğan olur nâfi Evsatında doğandır âsude Ahir olur pelid ve fersude Çünkü maymun yılı gelir hayırsız Çoğ olur yankesici hem pîrsiz Ol sene halka çok sitemler olur Hastalık eşter ile esbi bulur Kışı gayet kasîr ve soğuk ola Ineb az dişiyle yiyiciler çok ola ol sal doğan olur bed ruy Lik handan ve şad olur hoş ruy Evsatında doğarsa olur hasud Ahirinde doğar olur bî sud Sal-i mürg olsa hastalık yoğ ola Gılle erzan ve meyveler çoğ ola kışı nerm ve dıraz olur gyaet Hamile zenlere erer âfet Ol sal doğanda hüsn ve cemal Olur az kısmeti fakir'ül-hal Evsatı müezzi halk ona düşman Ahiridir sehi sever mihman Çünkü it sali gelse gılle ve nan Hem aziz ola hem bahası giran Çoğ olur mevt ve katl-i insanî Hem de düzd ve muhil ve şeştanî Kış hafif ola meyveler hem ucuz kışınde emn ve eman olur şeb ve ruz Ol salde doğa kız ya oğul Ola her guy ve hem haris ve ekül Evsatında doğan eder gavga Ahirinde kanaat ee vefa Çün gelir sal-i huk olur hasta Emir ve ayan şehr peyveste Padişahlar aralarına hilaf Vâki olup çoğ ola cenk ve mesaf Çoğ olur hınta ve şair kalil Afet eyler darıya hem tacil Halk yerden yere kona ve göçe Hem reaya müşevveş ola kaça Çoğ olur onda düzd tarraran Ola kış nerm hem dıraz o zaman O salde doğsa bir ferzend Olur ol tez gûy ve hîş pesend Evsatında doğarsa kâzib olur Ahirinde halim ve ragıp olur. Hem olur sal-i fare devr-i zaman Hoş bu tertip ile eder deveran Halkı fehm eyledinse ey Hakkı Masivayı yok eyle bul Hak'kı (Allah adı, hoş işlerin evvelidir. Her dem Allah diyen kişi velîdir. Hamd Allah için salat ve selam, iki cihanın fahri ve onun âline olsun devamlı. Allah adından, Allah'a hamd ve peygambere salattan sonra; Türk yılı seksenüç beyit oldu. Hakkı der: Türk senesini nazmettim ve hükmüne nispet edip, remzine yettim. Türklerin senesinin bütün hükümlerini filozoflar mezhebince bil. Filozofların sözüne itamat edemem, fakat hepsi de yalandır deyip gidemem. Onlar durumların çoğuna vâkf olmuşlar. Bunları akıl ve tecrübe ile bulmuşlar. Türkleri senesi, sürekli devreder ve oniki canavar huyla akıp gider. Zamanın halkı hep ona bağlıdır. Bu oniki hayvan: Faredir, inektir, kaplandır, tavşandır, sinektir, yılandır, attır, koyundur, maymundur, kuştur, köpektir, domuz eniğidir. Binyüz altmışbeş oldu şimdi bu yıl. Rumî yıl ise ikibi altmışüçtür. Mart ayında altmışdörttü. Otuzüç yılda bir yıl eksilir. Mart ile muharrem aynı zamana rastlasa; o zaman hicrî yılın birini çıkar. Eğer bilmek itersen hangi senede olduğunu ve hangi canavara nispet olduğunu: Bak o hicrî tarihte, o sene, rumî senelerden hangisine düşer. O üç seneyi çıkar sonra onikişere bölerek düş. Kaç sene kaldıysa fareden başla, her oniki yseneye karşılık bir seneyi at. Hangi hayvanda son bulursa, o yılın hâkimi o hayvandır. Yıl üç mevsimdir. Her mevsim dört aydır. Durumun nispeti güneş senesiyledir. Senenin başı ise koç burcunun evvelidir. Bir kimse doğduğu yılı bulursa, tabiati, huyu ve durumları bilinir. Fare senesi gelince hoşluk olur. Sene ortasında çok yağış olur. Sene sonunda fitneler uyanır. Cek olur, niceleri kana boyanır. Kış, hem uzun hem soğuk olur. Fareler buğdayı yağma eder. Senenin başlarında doğanlar zeki ve iyi huylu olurlar. O yılın ortasında doğanlar, kötü huylu ve yalancıdırlar. Sene sonunda doğanlar, kötü işli, haset ve düzenbaz olurlar. inek senesi gelince: Hastalık çok olur, baş ağrısı artar. Fitnelerden dolayı melikler gamlı olurlar. Dört ayaklılara helak erişir. Kışı şiddetli ve kısa olur. Meyveler soğuktan mahvolur. O sene doğan kızlar, oğlanlar, başkalarını işiyle meşgul olurlar. Senenin ortasında doğan, nurlu, zeyrek, güzel yüzlü ve mesrur olur. Senenin sonunda doğan, gönlü gamlı ve teni hasta olur. Kaplan yılı gelince: Halka düşmanlıkla öfke düşer. Zenaatkârların çoğu insanlara verdiği sözde durmazlar. Herkes korku ve karışıklığa düşer. Melikler arasında ihtilaf olur. Isıran canavar çok olur o zaman. Bazı yerlerde zelzele olur. Denizlerde gemiler âfet erer. Kış çok soğuk olur. Gözler ve nehirlerin suyu çok olur. Ortasında doğan, olgun olur. Sonunda doğan peynirci ve tembel olur. Tavşan yılı geniş olur. Meyveler ve her nimet çok olur. Her yerde sulh olur. Halk emniyet içinde sıhhat bulur. Kışı hoş ve ılımlı, baharı bahar, yazı yaz olur. Dört mevsim de sevimli ve sevgilidir. O yıl doğanın malı olur, kötü huylu fakat vefalı olur. Ortasında doğan yahşidir. Sonunda doğan kırıcı ve vahşi olur. Balık yılı gelir Çok harb olur ve fitneler uyanır. Buğday arpa çok olur. Kar ve yağmur çok olur. Kışı uzun ve sert olur. Ağaçlara soğuk zarar verir. O senenin evvelinde doğan, çaresiz, ahmak, kötü huylu ve kötü işlidir. Ortasında doğan halim ve yumuşak olur. Sonunda doğan ötü huylu ve utanmaz olur. Yılan yılı geldiğinde: Yiyecekleri fiyatı artar. Kış oldukça kısa ve yumuşak olur. Kıtlık olur, gönüllerde gussa olur. o sene doğan, sessiz olur. Aynı zamanda bilgili ve sözleri hoş olur. Ortasında doğan, kötü tavırlı olur. Sonunda doğa kötü şekilli ve kötü işli olur. At yılı, kötülük ve karışıklıkla gelince: Cenk, harb ve fitne ortaya çıkar. Yazı hoştur. Eki ve buğday çok ve temiz olur. Dört ayaklılara illet ve helak erer. Kışı oldukça yumuşak ve uzun olur. Meyvelere âfet erişir. Sene başında doğan, zahmet çeker, aynı zamanda muhabbet ve hikmet dolu olur. Ortasında doğan, güzel işli ve hoş huyludur. Sonunda doğan, gamı, kötü huylu ve kötü sözlü olur. Koyun yılı gamlı olarak gelince: Denizde gemiler helak olur. Harb olur, hemen sulh olur. Hayır ve ihsana çalışan çok olur. Kışı yumuşak ve uzun olur. O sene doğan faydalı olur. Ortasında doğan, âsude olur. Sonunda doğan, kötü ve donuk olur. Maymun yılı gelince: Hayırsız ve yankesici çok olur. O yıl halka çok sitemler olur. Deve ve atlar hastalanır. Kışı gayet kısa ve soğuk olur. Üzüm az, fakat yiyicisi çok olur. O sene doğan, kötü yüzlü olur, fakat güler yüzlü ve iyi huylu olur. Ortasında doğan, hasetçi olur. Sonunda doğan, faydasız olur. Kuş senesi olunca: Hastalık yok olur, bolluk ve meyve çok olur. Kışı yumuşak ve oldukça uzun olur. Hâmile kadınlara hep âfet erer. O sene doğan iyi ve güzel olur, kısmeti az, hali fakir olur. Ortasında doğan, eza edici olur ve halk ona düşmandır. Sonunda doğan, cömert ve misafirperverdir. Köpek yılı gelince: Buğday ve ekmek hem kıymetli, hem pahalı olur. Cinayet ve ölüm çok olur. Hırsızlık, hile ve şeytanlık artar. Kış hafif olur, meyveler ucuz olur. Kışın gece-gündüz emniyet olur. O sene doğan kız veya oğul, kötü sözlü, hırslı ve obur olur. ortasında doğan, kavga eder. Sonunda doğan vefalı ve kanaatlı olur. Tavuk yılı gelince: Başkan ve şehrin ileri gelenleri hep hasta olur. Padişahlar arasına anlaşmazlı düşer, savaş çok olur. Buğday çok olur, arpa az. Darıya âfet dokunur. Halk yerden yere konar ve göçer. Reaya karışır ve kaçar. Hırsız ve soyguncu çok olur. Kış ılık ve uzundur. O seni doğan oğlan, çabuk konuşur ve kendini beğenmiş olur. Ortasında doğan, yalancı olur. Sonunda doğan, halim ve istekli olur. Zamanın dönüşü yine fare yılına gelir. Bu düzen ile denir. Halkı anladınsa ey Hakkı! Masivâyı yok anla; Hak'kı bul.) (Sal: Yıl, sene, Sal-i Türkân: Türklerin yılı. Ganem: Koyun. Müruğ: Kuş. Sek: Köpek. Huk: Domuz eniği. Mah-ı âzer: Mart ayı. Çâr: Dört. Tedahül: Geri kalma, gecikme. Tarh: Çıkarma. Sinin: Seneler. Be: İle. Neşat: Sevinç. Fasl: Mevsim. Sal-i şems: Güneş yılı. İbtida: Başlangıç. Hamel: Koş burcu. Evsat: Orta. Dem: Kan. Dıraz: Uzun. Serma: Soğuk. Gılle: Buğday, Fi evail-i sal: Seneni başlarında. Red: Kötü. Bed kerdâr: kötü işli. Mekkar, Düzenci. Bakar: İnek. Bimar: Hastalık, Mülük: meliker. Çâr pâ: Dört ayaklı. Müşted: Şiddetli. Kütah: Kısa. Tebah: Mahvolma. Hub ruy: Sevimli yüzlü. Peyveste: Daima, Teab: Yorgunluk. Adavet: Düşmanlık. Nakz-ı ahd: Ahdi bozma. Pişe: Sanat. Keşti: Gemi. Mükes-mükesser: Kırılış. Mahi: Balık. Bîdar: Uyanık. Kendüm: Buğday. Cüv: Arpa. Erzan: Bolluk. Kesir: Çok. Berf: Kar. Baran: Yağmur. Berd: Soğuk. Nerm: Yumuşak. Bî şerm: Utanmaz. Giran: Ağır. Kaht: Kıtlık. Hâmuş: Sessiz. Esb: At. Şer ve şur: Kötülük ve karışıklık. Sayf: Yaz. Zer': Ekin. Renc: Sızı. Bed guy: Kötü sözlü. Say': Çalışma. Pelid: Rezil. Fersûde: Donuk. Eşter: Deve. Kasîr: Kısa. İneb: Üzüm Bî sud: Faydasız. Zen: Kadın. Müezzi: İnciten, Sehi: Cömert. Mihman: Misafir. Nan: Ekmek. Mevt: Ölüm. Düzd, Hırsızlık. Muhil: Hile. Şeb: Gece. Ruz: Gündüz. Ekûl: Obur. Mesaf: Harb safları. Hınta: Buğday. Şair: Arpa. Kalil: Az. Müşevveş: Düzensiz. Tarraran: Soyguncular. Ferzend: Oğul. Hiş pesend: Kendini beğenmiş. Kâzib: Yalancı. Fehm: Anlama.) Ey aziz, malûm olsun ki, bu makamda, eski astronomi ilmini bu miktar açıklama ile yetinilip; beldelerin enlem ve boylamı ve çizilmiş daireleri, küre yüzeyi gereği üzere tasvir olunmuştur. Başlangıç meridyeni Halidan adalarından (Girinviç), başlangıç enlemi ekvatordan itibar olunup, tertip ve tanzim olunmuştur. |
26.11.2008, 19:24 | #27 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
27-BÖLÜM:027:
DOKUZUNCU BÖLÜM Yeni astronominin şöhret bulduğunu, kaidelerinin kolay ve muhtasar olduğunu; yerin dönüşüle hareket kıldığını ve yerin ekseninin, âlemin eksenine paralel ve kutbuna karşı olduğunu; yeni astronomların bunu ispat ettiğini; gezegenlerin bu astronomiye nispetle duyduğunu, geri döndügünü ve düz gittiğini; bu yeni astronomiye itirazlar olup, hepsine cevap verildiğini; feleklerin tabiatlarinde astronomların ihtilaf kıldığını dokuz madde ile açıklar. Birinci Madde Yeni astronominin şöhret bulup itibar kazandığını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozof ve astronom olan eski ve yeni bilginler, esiri cisim küreleri (felekler) ve unsurî cisimlerden (dört unsur) ibaret olan âlem küresinin yapı ve mahiyetini, konumlarını tertibini ve tavırlarını; hareket ve duruş halindeki keyfiyetlerini; sair gizli durumlarını açıkladıklarında iki görüşe ayrılmışlardır. Filozofların çoğunluğunun isabetli görüşleri üzere birini seçip onda karar etmeleriyle, eski astronomi nâmiyle şöhret bulmuştur. Bu görüşü seçen eski astronomidir ki, kendini tanımak ve Alah'ın yarattıklarını düşünmek için bu "Marifetnâme" de buraya gelinceye dek, yazılmış ve açıklanmıştır. İkinci görüşe meyl ve rağbet eden filozofların görüşlerine göre: Ateşten ibaret olan güneşi, bütün unsurların en mükemmeli, bütün cisimlerin merkezi olmak üzere, âlemin merkezinde hareketsiz durup topzemini, güneşin çevresinde gezegenlerden biri gibi hareketli ve dönücü; gökleri bir hal üzere hareketsiz farz ve itibar etmişlerdir. Sonra, bu görüşlerine düzen verip sağlamlaştırmak için çalışıp ihtimam ettikçe, sade dil olan avam, onlara, ta'n ve saldırı taşlarını vururlardı. Zira ki onlar, halkın akıl ve idrakine muhalif ve gördüklerine aykırı olan yerin hareketine kail olurlardı. Böylece insanlardan soğukluk ve öfke ve buğz bulurlardı. Lakin bu cümle ile bile, eski zamandan son günlere gelinceye değin yerin döndüğü konusunda görüşler eksik olmayıp; Eflatun dahi ömrünün sonunda yerin hareketine kail ve bu görüşe yönelmiştir. Asırlar ilerledikçe devirler geçtikçe, rasatçılık gelişmiş ve gözetleme işleri sürmüş olup, feleklerin durumları belirlenmiş olup; sonraki bilginler zamanında rasat âletleri ve kanunları fazla kihtimam ve tecrübe edilip, gerekli gözlemlerle feleklerin durumları nizam buldukça, ikinci görüş bir mertebe revaç bulmuştur. Böylece sonrakiler çoğunun tercihi olup, yeni astronomi nâmıyle yaygınlaşıp, meşhur olmuştur. Hata bu görüşe katılanlar, âlemin yapısını taklitle evlerinde ve kiliselerde çerağ ve ateş yakarlar imiş. Ancak gaflet olunmasın ki, bu durumlara itikat ve itimat etmek, dini işlerden ve kesin şeylerden değildir. Zira ki, âlem küresi ne şekil ve yapıda olursa olsun, gök ve yer cisimlerinin terkibi her ne keyfiyette bulunursa bulunsun ve bu çarh-ı felek her ne takdir ile dönerse dönsün; hiçbir zaman âlemin sonradan yaratıldığını inkâra mecal olmadığına ve bütün bunları Allah'ın olgun bir şekilde yarattıkları olduğundan gayri hayal, muhal bir iş olduğuna itimat ve itikat etmek dinî gereklerden ve kesin işlerdendir. Filozofların bu cihanı çeşitli biçimlerde anlatması, cihanın yaratıcısının acaip sanatındandır. Bu âleme ne zan ile bakılsa, o yönle devranı âlemin yaratıcısının kudretinin kemalindendir. İkinci Madde Yeni astronominin kaidelerinin kolay ve mazbut olduğunu bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Önce güneş sabit bir yıldız bulunmuştur ki, âlemin merkezinde, ortada, kuşatıcı ve sâkin konulmuştur. Bundan sonra güneşe yakın olup, güneşin cismini lâvi bulunan utarit dairesinin dairesidir. Burada utarit yıldızı, güneşin çevresinde seyr ve deveran edip, üç ayda dairesini kateder görünmüştür. Bundan sonra utaridin dairesini kuşatan zühre dairesinin dairesidir. Zühre, dairesinin sekiz ayda dolaşır. Bundan sonra zührenin dairesini kuşatır bir büyük daire ispat olunmuştur. Yerküre su ve hava unsuruyle kuşatılmış olup, onlarla beraber yıldız misali geniş daireyi bir sene tamamında dolaşır bulunmuştur. Yine bu büyük daire üzere yer cisminin çevresinde ayın dairesi tayin olunmuştur. Ay dahi, yeri, kendisine merkez edip, çevresinde seyr ve deveran edip bir ayda tamam kendi dairesini kateder bulunmuştur. Bundan sonra merih dairesi, yerin büyük dairesini kuşatıp; merih yıldızı iki seneye yakın zamanda, kendi dairesinde bir devresini tamam eder, bulunmuştur. Bundan sonra merih dairesini kuşatan müşteri dairesidir ki, müşteri yıldızı o özel dairesini oniki senede kateder müşahede kılınmıştır. Bundan sonra müşteri dairesini kuşatanzühal dairesidir ki, o yıldız, o dairesini otuz senede kateder hesap olunmuştur. Bu yıldızlardan başka, yerin büyük dairesinde zikrolunduğu üzere, ay, yeri merkez edip, çevresinde seyir ve dev eran eylediği misali dört yıldız, müşteriyi; beş yıldız, zühali merkez edinip; dördü müşteri etrafında ve beşi zühal etrafında hareket eder ve döner görünmüştür. Bu dokuz yıldız, sonraki bilginler zamanında asat olunmuştur. Yeni isimlerle bunlara: Aycıklar adı verilmiştir. Bütün bunlardan sonra bu dairelerin tümünü kuşatan sabit yıldızlar feleği burçlar göğünden bilinmiştir. Onun kalınlığı, hoşluğunun genişliği sayısız sabi yıldızlarla süslü bulunmuştur. Sabit yıldızlardan her biri, büyük bir güneş cismi menendi olup, âlemin merkezinde konulmuş ve kuşatıcı güneşin beyan olunan tavır ve tarzı üzerine, basitlerden her birinin cismi çevrecinde, nice gezegen yıldızın hareket ve dönüş üzere oldukları rasat üzere bilinmiştir. Bu görüşe göre, âlemin yapısını tahlil içi vazolunan şekiller ve daireler, bu bölümün sonuna bırakılmıştır. Üçüncü Madde Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Evvela yerküre kendi büyük dairesi üzerinde hareketiyle, batıdan doğuya hareket edip, burçlar dairesini beher gün terti üzere kat ederek, sene tamamında o büyük dairesini tamamen bir kere devreder bilinmiştir. ikinci olarak, yer o senelik hareketinden başka, yine batıdan doğuya kendi ekseni üzerinde hareketiyle dönüp, beher gün yirmidört saatte bir dönüşünü tamam eder hesap olunmuştur. Yer, günlük hareketiyle batıdan doğuya hareket eylediğinden, bize nispetle güneş ve bütün yıldızlar günlük hareketle doğudan batıya hareket eder görünmüştür. Yerin bu iki hareketinin misali budur ki: Mücessem bir küre, düz bir araziye atılıp, çevresinde dönüyor farzolunsa, dönen küre, o düz yerin uzunlamasına meydanına tamamen geçinceye dek kendi ekseni üzere hareketiyle dönüp, dolanmadan geri kalmadığı gibi; yerküre dahi kendi büyük dairesinde batıdan doğuya hareket ve seyir ile burçlar feleğinin meydanını tamamiyle dolanıncaya dek, kendi merkezi çevresinde kendi ekseni üzere dönüp, sürekli dolanır bulunmuştur. Çünkü yer, güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur. Çünkü yer, güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur. Şu halde yer, burçlardan birinin hizasına gelse, kaçınılmaz olarak o vakitte güneş, o burçların karşısında olan burcu gelir görünmüştür. Mesela yer, koç ile güneş arasında bulunup, koçun hizasında iken, elbette güneş onun karşısında olan terazide bulunmuştur. Bunun gibi yer, Yengeçte olduğunda yani yengecin hizasına geldiğinde, elbette o anda güneş, yengecin karşısında olan oğlak burcunda gözlenmiştir. Velhasıl yer, kuzey burçlarının birinin hizasında olduğunda, elbette o esnada güneş dahi kuzey burçlarının karşısında bulunan güney burçlarının birinde görünmüştür. Aksi dahi buna kıyas ile bilinmiştir. Güneşin kuzey burçlarında sekiz-dokuz gün kadar fazla eğlenmesi, yerin güney burçlarında o kadar zaman gecikmesinden bulunmuştur. Zira ki yer, güney burçları hizasından hareket ederken senelik dairesini bir miktar genişletmekle, dairesinin güney yarısında ziyadece duraklamak lazım gelir bilinmiştir. (Durumun hakikatini en iyi Allah bilir.) Dördüncü Madde Yerkürenin ekseni, senevî dairesinin üzerinde güneşitleyici dairenin eksenine paralel; kutupları, kutuplarının hizasında olduğunu ve onunla gece ve gündüz saatlerinin muhtelif olup, dört mevsimin oluştuğunu bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Yerkürenin ekseni, senelik dairesinin üzerinde kendisine ve güneşitleyicinin yani âlemin eksenine paralel ve kutupları kutuplarının hizasında bulunmuştur. Yerin kuşağı olan ekvator, senelik dairesiyle güneşitleyicinin yüzeyinden güney ve kuzeyde bulunmuştur. Eğer yerin ekseni, dairesinin ekseni gibi burçlar dairesinin eksenine paralel bulunsaydı, daima her yerde gece ile gündüz eşit olup, asla bir vakitte ve hiçbir mekanda dört mevsimin değişimi ve birbirini takibi olmazdı. Şu halde yer dairesinin ekseni, âlemin eksenine paralel olmayıp, burçlar ekseninin dairesi gibi yirmiüçbuçuk derece uzak olur bulunmuştur. Çünkü yer, âlemin eksenine farz olunan hizalanmasını daima koruyarak, her anda burçlar feleğinin hissedilen ve özel olan tarafına yönelik olarak değişir görünmüştür. Elbette yer, senelik hareketiyle güneşin etrafını dolaşır oldukça, mevsimlerin değişimi belirli zamanlarda olur. Mesela Yaz mevsimi geldiğinde, yani yer oğlak burcuna hizalanıp, güneş onun karşısında olan yengeç burcunda göründüğünde yer, noktasında konulup, yerin ekseni olan (SM) hattı, âlemin eksenine paralel kılınmıştır. Yirmiüçbuçuk derece burçlar dairesinin ekseninden uzaklaşıp, yerin senelik dairesinin yüzeyine altmışaltıbuçuk derecesinde, ki (V K H) açısı yanına eğilir bulunmuştur. Şu halde bu surette güneşin şuası, dik olmak üzere ulaşır görünmüştür. Lakin güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yerin yüzeyine, yerin güneşitleyici dairesinde ulaşmayıp, belki yengeç dönencesinde yirmiüçbuçuk derece güneşitleyici daireden kuzey kutbu semtine doğru uzak olmak üzere ulaşır bilinmiştir. Bu sebepten güneş, yerin kuzey yarısını tamamen aydınlatıp, kuzey burçlarıda görünür oldukça, güney kutbu tarafında bir derece kadar yeri terk eder bulunmuştur. Bundan sora yer, sonbahar mevsiminin başlangıcında (A) noktasına geçtiğinde, yerin ekseni olan (SM) hattı, kendine ve âlemin eksenine paralellik üzere farz olunmuştur. Bu sırada yer, koç burcunun hizasında bulunup, güneş onun karşısında olan terazide görünmekle, güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua ki, âlemin eksenine dik olur bulunmuştur. O yerin yüzeyine, güneşitleyici dairenin terazi burcunun başlangıcı itibar olunan noktasından ulaşır müşahede olunmuştur. İki kutbun taraflarında olan yere eşitlik üzere yayılır bilinmiştir. Bundan sonra kış mevsiminin başlangıcı erişip, yer (H) noktasına geldiği sırada (SM) ekseninin eşitliği olduğu üzere kalıp, güneşin şuası oğlak dönencesi yerinde yerin yüzeyine dik eriştiğinden, yerkürenin güney yarısını tamamen aydınlatıp, kuzey kutbu tarafına bir derece yeri terk eder müşahede olunmuştur. Bahar mevsiminin başlangıcında, yer günlük hareketiyle noktasına vardığında yani terazi burcunun başlangıcına eriştiğine, güneş o vakitte koçta görünmüştür. Şu halde güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yeryüzüne güneşitleyicinin koçun başlangıcına vâki olan noktasına ulaşır bulunmuştur. Bu surette yine iki kutbun taraflarına eşitlik üzere ışık saçılır bilinmiştir. Lakin bu takdirce yerin aydınlık semti, güneşe dönük bulunduğundan, bizlere açık olmaz. Zira ki şekil dışı bir yerde bulunmuştur. Şu halde yeni astronomiye göre, gece ve gündüzün birbirini takibi ve uzaması: Dört mevsimin değişim ve farklılığı iki kutup altında doksanıncı enlemin gece ve gündüzü bu yolla bilinmiştir. (Vallahi a'lem.) Beşinci Madde Yeni astronominin kaideleri kuvvet bulup, muteber olduğunu bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Yerin senelik dairesinin hizasında bulunan şâbitler feleğinin, mesela (B C) noktasına, yahut (D Y) noktası, bize gayet uzak olduğundan, bir nokta kadar görünmüştür. Şu halde bunda ellbette lazım gelir ki, yerin ekseni, kendi senelik dairesinin herhangi noktasında bulunursa, sâbitler feleğinin daima onun aynısı bir noktasına dönük olmuş görüne. Yer kutunun yüksekliği daima aynı tarafa ve tepemizde olan aynı yıldıza ve bir ölçüye bakış ile ortaya çıkmış buluna. Gerçi yer, gerçekte burçlar feleğinde yani kendi senelik dairesinde bulunan hareketiyle kâh oy yıldıza, kâh bu yıldıza, kâh güneye ve kâh kuzeye ziyade yakın olursa da; halbuki bizden pek uzak olan sâbitler feleğine nispetle yerin senelik dairesi ancak bir nokta kadar gelmiştir. Şu halde yerin sâbitler feleğinden uzaklığı ve yakınlığı fark olunmaz olmuştur. Kudret-i İlahiyede son tayin etmeye cesaret edenlerin yanında sözü edilen iş, ziyadesiyle uzak ve garip ise de, dikkatli bir bakışla düşünülse, işin aslında uzaklaşma yoktur. Bu yeni astronominin gereği olan yerin hareketini uzak görüp, kabul etmeyenlere, fikir ve mülahaza lazımdır ki; eski astronominin dahi bundan ziyade nice işleri kabulden uzak görünür ve bilinir olmuştur. Bunlardan biri, ilk hareket ettiricinin yani büyük feleğin genişlik ve büyüklüğüyle o acaip ve garip sürattir ki, onunla beher gün doğudan batıya olan dönüşünü tamamlar bilinmiştir. Biri dahi, büyük feleğin yirmidört saat müddetinde kendi içinde kuşatılmış olan feleklerin hareketleri ve hareketlerinde bulunan süratleridir ki; her biri, büyük feleği muhalefet ederek, kendi tabiatleri gereğince batıdan doğuya hareket ederlerken, yine büyük feleğe uymakla her gün doğudan batıya bir kere dönüş hareketlerini tamam ederler denilmiştir. Halbuki bir tüfeğin kurşunu seyrinde bulunan süratten, o günlak hareketle ilk hareket ettiricinin mıntıkasında olan sürat, üçyüzbin kat fazla ve şiddetli olmak gerek. Ta ki bu müddette bir dönüşünü tamamlamak mümkün ola. şu halde o büyük cisim olup, üst yüzeyinin şekli henüz bilinmeyen büyük feleğin içinde bulunan büyük feleklerin kendilerine nispetle bir habbe ve bir nokta kadar olan yerin çevresinde dolanmalarından bu küre şeklinde olup, harekete daha fazla isidatlı olan yerin küçük cisminin, büyük güneşin etrafını senede bir kere dolanması çok daha kolay ve layık olup, durumun gerçeğine uygun, işin aslına muvafık gelip, akla daha yakın olmuştur. Yerkürenin o senelik dairesinde hareket eder oldukça ekseni aynı eşitliğini korur, denildiği öyle demek değildir ki, yerin ekseni asla bir vakitte ve hiçbir cihetle konumunu değiştirmeye. Zira ki yerin eksenin gayet yavaş olan hareketle yirmibeşbin sekizyüz onaltı güneş senesinde burçlar feleğinin çevresindeki bir daire çizer bulunmuştur. Yerin bu hareketinden lazım gelir ki, burçlar kuşağı dairesiyle güneşitleyici dairenin kesişme yerleri ki, gece ve gündüzün eşit olduğu nokta bulunmuştur. O iki nokta burçlar sırası hilafı üzere yani doğudan batıya geçerler. Bu harekete onun için gece ile gündüz eşitliğinin tekaddümü denilmiştir. Şu halde sâbit yıldızların burçlar sırası üzere yani batıdan doğuya olan hareketlerinin ortaya çıkması ve gece ile gündüz eşitliği noktasından doğuya doğru bulunan uzaklıklarının fazlalaşması, yerin bu hareketinden çıkar bilinmiştir. Yerin bu hareketi bir tertip üzere olmayıp, karışık bulunmuştur. Zira ki sâbitlerin burçlar sırası yüzere bulunan hareketleri, kâh yüz senede bir derece, kâh yetmiş senede bir derece ve kâh altmış senede bir derece miktarı muayene kılınmıştır. Şu halde yerin ekseni, kuzeyden güneye ve güneyden kuzeye yalnız yirmidört dakika miktarı hareket eder bulunmuştur. Öyle ki yerin mihverinin ucu bu tür bükük ve sarmaşık hareketle bir bükük ve sarmaşık daire meydana getirir hayal edilip, farz olunmuştur. (Durumun hakikatini en iyi Allah bilir.) Altıncı Madde Yeni astronomiye nisbetle beş şaşırmış gezegenin yavaş hareket etme ve duraklama keyfiyetini, düz gidiş ve geri dönüş mahiyetini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Gezegen yıldızlardan beş şaşırmışta bulunan yavaş hareket, duraklama, geri dönme ve düz gidiş bu yeni görüşe göre döndürücü feleğe muhtaç olmayıp, kolaylıkla bilinmiştir. Zira ki beş şaşırmışın duraklama ve geri dönüş gibi muhtelif durumları ancak bizim hareket halinde bulunan yerde bu yıldızlara baktığımızdandır. Onlar bize kâh yavaşlıkla, kâh duraklama ile, kâh geri dönüşle nitelinmiş görünmüştür. Ancak faraza âlemin merkezi olan güneş üzerinde bulunmuş olaydık; gözümüze bu tür hayaller asla görünmez olurdu. Zira ki onların dönüş hareketi benzerli ve düzgün bulunmuştur. Nitekim daha önce açıklanmıştır ki, utarit ile zühre güneşin etrafında bulunan senelik dairesini geri kalan üç yıldızdan yani merih, müştei ve zühalden önce bitirir. Bu sebeptendir ki utarit ile zühre bazen güneş ile yer arasında ve yer yine güneş ile üç yıldız arasında bulunurlar. üç yükseğin açıklanmasında farz ederiz ki düz şekile güneş (A) noktasında olsun. Yerin senelik dairesi (B,H,A,C,T,L) dairesi olsun. Mesela merihin dairesi dahi (T,D,K,R,Y,B) dairesi olsun ki merih bu dairenin bir yayını kat edinceye dek yer kendi dairesinde olan dönüşünü tamam eder. Bundan sonra sabit felek (M,F,K,N) dairesi olun. Şimdi deriz ki, yer (L) noktasında ve merih (T) noktasında bulundukları vakitte merih yıldızı, sabitler dairesinden (M) noktasında görülür. Bundan sona yer (L) noktasından (B) noktasına ve yıldız dahi (T) noktasından (D) noktasına geçsin. Öyle ki yer, yıldız ile güneş arasında yakın olmak üzere intikal eder. Bu vakitte yıldız, sabitler dairesinden (La) noktasında muayene olunur. Şu halde bu surette burçların tertibine göre olan hareketin (M) noktasından (La) noktasına tacil etmesi müşahede olunup, sürat ve düzgün gidiş denilir. Bundan sonra yer (B) noktasından (H) noktasına ve yıldız (D) noktasından (K) noktasına varır. Bu sırada yine (La) noktasında hissedilip, yavaş gidiş ve duraklama önce hasıl olur. Bundan sonra yer (A) noktasına ve yıldız (R) noktasına vardıklarında o vakit yine yıldız (F) noktasında bulunur. Şu halde burçlar tertibinin hilafında geri dönüş görülür. Elbette bu surette olan durumuna geri dönüş adı verilir. Bundan sonra yer (C) noktasına ve yıldız (Y) noktasına ulaştıklarında bu sırada yine yıldız (F) noktasında görülmüş olup, ikinci duraklama ve ikinci yavaşlama hasıl olur. Bundan sonra (T) noktasında görünür. Burçlar tertibi üzerinde hareket eder bulunur ki düz gidiş ve sürat denilir. Bu tafsil ki utarit hakkında tasvir olunmuştur. Zühre hakkında da aynısı geçerlidir. Ancak farkı budur ki, bu değişiklikler onda yavaş bulunmuştur. Zira ki, zühre, utaritten ziyade zamanda kendi dairesini dolaşır görülmüştür. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Bu bölümde yazılan açıklamalar yeni astronomiye belki pek eskiye nümune olmaya kifayet ettiğinden şimdi bu görüşe yönelen sorular ve cevapların yazılmasına geçilmiştir. Yedinci Madde Bu yeni astronomlara yöneltilen soruları ve cevapları bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlara, dinî konularda ve rasat ve astronomi ile ilgili kanunlarda önce şöyle itiraz olunmuştur ki: Bu yeni görüş tabir olunan görüşler; semavî kitapların bildirdiklerine aykırıdır. Ve her şeye ki, durumu ve şanı böyle ola. Asla bir vecihle kendisine rağbet ve iltifat olunmaya layık ve şaheste değildir. İmdi, bu yeni görüş tabir olunan tahayyüllere dahi asla rağbet ve iltifat olunmak layık ve seza değildir, cevabını dahi büyüklerde reddederek böyle vermişlerdir ki: İşin aslı olmak üzere rağbet ve iltifat olunmağa mahal yoktur denilirse; her ne kadar ki kabullenilirse de asla faydası yoktur. Faraza olduğu itibariyle de asla rağbet ve iltifata layık ve seza değildir, denilirse memnudur. Küçükler de, konuşarak bu minval üzere cevap etmişlerdir ki: Yer, bu yeni astronomiye göre dahi haddizatında hareket ile nitelinmiş olmayıp, hakikatte hareke edici olan kendisini, yani yeri kuşatan o yumuşak maddeden ola girdabıdır. Zira ki yer, o girdabı olan ince ve yumuşak maddenin belirli parçaları arasında daima kuşatılış olup; hemen gemiye giren kimsenin gemi içinde sakin olduğu gibi yer dahi yumuşak maddenin muayyen parçaları içinde daima sakin olur. Bir daha bu tarz ile cevap vermişlerdir ki: Dinî işlere ve yaratılışa bağlı oldukları takdirde, mücerret görüşümüze göre, çok katı hükümer semavî kitaplarda irat olunmuştur bu cümleden olarak, Tevrat'ta aya: Büyük kandil, adı verildiği vârittir. Bununla beraber ki, vâkıa bakar olduğumuzda, ay diğer yıldızlardan küçük olduğundan başka, nurunu dahi güneşten alır bulunmuştur. Yer daima sakindir, hükmü ki, Tevat ciltlerinde şerh olunmuştur. Kastedilen mânâ ile gizli ve gerçektir. Zira ki bu sözün o yerde başlangıcı böyledir ki: Oluşumun biri gider, biri gelir. Böyle olunca sözün tamamı budur ki: Yer daima sakindir. Şu halde siyak ve sibaka göre yer, daima sakindir, demek; yer daima olduğu gibi baki kalır, inkılap ve değişimden uzaktır: Her ne kadar ki bazen kendisinde oluşum ve bozuşum vâki olursa da, demektir. Diğer kitapların söyledikleri bu mânâya irca olunmuştur. Zira ki yer, toplam itibariyle asla ne dağılır, ne de bozulma kabul eder, deyip cevap etmişlerdir. Astronomi ve rasat kanunlarına dayanılarak, bu görüştekilere itiraz olunmuştur ki: eğer yer, âlemin merkezinden uzak olup, kendi senelik dairesinde hareket eder olsaydı; mesela kuzey kutbunun yüksekliği her zaman bir üslup üzere kalmazdı. Başucu noktamızda bulunan yıldızlar, daima ortada olmazdı. Her vakitte sâbitler feleğinin belirli bir yarısı bize mukabil gelmezdi. Doruk ile etek dahi bu minval üzere tayin bulmazdı. Bunların cevapları dahi böyle olmuştur ki: Yer, ekseni yüzere hareket ettiği takdirce, kuzey kutbunun yüksekliği her zaman bir üslup üzere olup, başucu noktamızda bulunan yıldız, daima zâhir olur. Felek küresinin belirli bir yarısı yani belirli dokuz burcu tamamıyle er vakitte bizim karşımızda olup, baktığımız yer olurdu. Şu kadar var ki, daima yerin bir belirli noktasında durmamız şart ve lazım gelir. Çünkü önce dediğimiz gibi, sabitler feleği bizden o kadar uzaktır ki, ona nispetle yerin büyük senelik dairesi, bir nokta kadar görünür. Çünkü yerin ekseni, âlemin ekseni ile daima aynı hizada bulunur. Şu halde belirtilen üç hükme göre, daima yerin bir belirli kıtasında sabit ve durucu olmaz. Onun için şart olunmuştur ki, kuzey kutbunun daima tek yol üzere olan yüksekliği bizim görüşümüze göre bulunmuştur. Yerin daima bir belirli yerinde olduğumuz zamanda bir kararda görünmüştürki. Yani bu şart, bizim için bulunan belirli ufku ve başucu noktamızda olan belirli noktayı kaybettiğimiz ve değiştirdiğimiz vakitte bulunmuştur. Zira ki, mesela kuzeyden güneye doğru veya güneyden kuzeye doğru yerküre üzerinde hareket edip, belirli yerimizi başucu noktamızda bulunan belirli noktayı değiştirdiğimiz zamanda elbette bize feleğin bir başka kıtası zâhir olur. Daha önce onu biz, asla göremezdir. Ona bedel, önce görür olduğumuz kıtası, bize, tamamıyle gizli olur. Adı geçen kutbun yüksekliği ve başucumuzda olan yıldızlar dahi değişken olur. Doruk ile eteğin tayinleri lüzumuyle olan çelişkiye böyle karşı olmuştur ki, bu yön üzere yer, o senelik dairesinde, güney burçları hizasında harekette iken dahi güneşten uzak olmak ve konumunu bulmağa doruk hâsıl olur. Kuzey burçları hizasında harekette iken yine güneşe yakın olmak durumuna geldiğinde, eteği peyda olur. Bu astronominin dour ve eteği hükümleri aynen eski astronomideki gibidir. Ancak farkı budur ki, oda uzaklık ve yakınlık güneşin hareketinden, bu görüşe göre yerin hareketinden bulunmuştur. Onda değişen doruk ve etek, burçlar feleğinin hareketinden ve bunda yine yerin yavaşlamasından bilinmiştir. Bundan sonra bu cevapların koruyucusu bulunan mukaddimeye itiraz olunmuştur. Sabitler feleğinin bizden ta o miktarı uzaklık mesafesi ki, onunla yerin senelik büyük dairesi, yerin bir noktası, bir nokta kadar görüne. Bu görüş inanılmayacak mertebe uzak bulunmuştur. Bu itiraza böyle cevap olunmuştur ki: Çünkü kabul edilmeyen bu hüküm, senede dayanmamıştır. bununla beraber, sözü edilen küçüklük ile asıl maksadımız bulunan feleklerin durumlarının nizamı ispat olunmuştur. Şu halde bu tür ilimlerde bunun gibi olmaz görülecek kati işler çok bulunmuştur. Onun için zarar vermez denilmiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır). Sekizinci Madde Bu yeni astronomlara, tabiat kaidelerine dayanarak olan itirazları ve cevaplarını bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, yeni astronomlara tabiat kaidelerine dayanılarak itirazlar olunmuştur ki; mekanların en aşağısı, âlemin merkezidir ve mekanların en aşağında yine ağır cisimlerden olan yerkürenin sakin olması en uygun ve en gereklidir. Bundan başka, eğer yer hareketli olsa, elbette hissolunurdu. Binaların ve ağaçların dahi aşları aşağı gelip yıkılırlardı. Ağır cisimler yukarıdan aşağıya dik olarak inemez olurdu. Zira ki, dümdüz varacak oldukları noktalar, yer yüzeyiyle beraber harekette olurdu. Kuşlar havada uçarken, çünkü yer onların yuvalarını alıp birlikte götürür, bu durumda onlar, yuvalarını bir daha bulamazlardı. Bundan başka batıya doğru atılıp yuvarlanan top nesnenin hareketi, doğu tarafına doğru yuvarlandığı zamanda bulunan hareketinden pek çok yavaş olurdu. Elbette batı semtine atılan, doğu tarafına atılan oktan pek çok ziyade menzil alırdı. Zira ki ok, batıya giderken, batıdan doğuya gelen yerin yüzeyi, onu karşılamakla, o okun yerin yüzeyinden kat ettiği mesafe çok olurdu. Onun doğuya gitmesinde bu hareket olmazdı. Bu itirazların tek tek cevapları böyle verilmiştir ki: Yer, mekanların en aşağısı mıdır, değil midir? Henüz tespit edilip, belirlenmiş değildir. İspat delilleri şüpheli ve reddedilmiştir. Bundan başka yerin tabiatına bakıldığında, sair yıldızlardan ağır olması dahi henüz malum değildir. Belki aşağıda ve yukarıda olmaları bize kıyasla bulunmuştur. Gerçi büyük taşlar ve ağır cisimler, yerden ayrıldıkları anda yine yere dönerlerse de; lakin yerküre hemen ağır bir cisim gibi kendi yerinden hareket etme olmak lazım gelmez. Yine cevap olunmuştur ki: Biz, yerle birlik o yumuşak madde içinde kuşatılmış olup, su görüntüsü gibi yerle beraber hareket eder olduğumuzdan, yerin hareketini hissedemeyiz. binaların ve ağaçların dahi eğilip kırılmadıkları bundan bilinir. Belki bu delilden, bunların ayakta durması ve sebatı lazım gelir. Yer sakin olsun yahut yumuşak madde ile hareketli olsun, ağır cismin yukarıdan aşağı doğru dik olarak inmesine bir engel yoktur. Çünkü ağırın inişi, hareketinden gayri sözü edilen yumuşak maddenin hareketinden dahi pay alması muhakkaktır. Bu, ayniyle o taş gibidir, ki, geminin sereninden dibine doğru atılmıştır. Zira ki, bu tür taşların yukarıdan aşağıya atıldığı halde serenin dibine düştüğü tecrübe ile bilinmiştir. Gemi sakin olsun veya hareket halinde olsun ve buna dahi aynen öyle sebeb, aşın düşüşünden gayri geminin hareketinden dahi hissedar olmasıdır. Belki bu hususta doğrusu budur ki: Ne ağır cismin ve ne adı geçen taşın inişi denilen hareketi kesinlikle düz değildir. belki kavisli bir hat çizerek hâsıl olur. Geri bizim görüşümüze göre ki geminin içinde dik tahayyül olunursa da; bu, tıpkı buna benzer ki, bir kimse bir geminin güvertesinden sereni dibine bir taş attığında, doğru hareketle indiğini muayene eder. Lakin geminin dışından, yani denizin kenarından bakanlara o taşta iki hareket olur ki; biriyle dik olarak iner, biriyle dahi geminin hareketine uygunluk eder. Öyle ki, o iki hareketiyle bir eğri çizgi çizdiğini gözlerler. Böyle olunca, denizde balıklar suyun hareketinin etkisinde kaldıkları gibi, kuşlar dahi havanın hareketinin etkisinde kaldıklarından, yuvalarından uzaklaşmaları ve ayrılmaları lazım gelmez. Doğuya doğru atılan yuvarlanan kürenin hareketi daha hızlı olmaz. Batıya doğru atılan okun düşüş mesafesi ziyade bulunmaz. Dokuzuncu Madde Bu yeni astronomiye göre, göklerin tabiatlarını ve sayılarını bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar, feleklerin tabiatlarında yani feleklerin maddelerinde ihtilaf edip, eski astronomiye rağbet edenler yukarıda açıklandığı üzere, esirî cisimlerin maddesine ve musammat cisimlere, yani hacim, salabet, saffet ve şeffet üzere olup; feleklerde artma, azalma, yoğunlaşma, seyrelme, yarılma ve birleşme olmayıp, harekette şiddet ve zayıflama, geri dönüş ve duraklama ve yerlerinden çıkma kabul etmezler, demişlerdir. Bu yeni astronomiye taraftar olanlar, göklerin maddelerinden hacim ve salabeti kaldırıp; feleklerin tabiatları sulu ve yumuşaktır: Yarılma ve birleşme kabul eder cisimlerdir, demişlerdir. Bu yeni görüşe göre: Göklerin sayısı üçe hasredilmiştir. Evvelki gök, unsurları ve gezegenlerin tümünden ibaret olan topluluktur. İkinci gök, bize nâzır olup gözetlediğimiz sabitler feleğidir. Üçüncü gök, sâbitler feleğinin kalınlığı mesafesi her ne kadar geniş ise de, ötesinde bu feleği kuşatan büyük feleğin sınırsız ve sonsuz olması araştırılarak kesinleşip, saadet ehli için dinlenme yeri tayin kılınmıştır. Bu yeni astronominin, eski astronomiye uygun bütün kaide ve hükümleri kuvvet bulup, beş yüzyıldan bu ana gelinceye dek, sonraki bilginleri makbulü bulunmuştur. Bizim muradımız ve maksadımız olan, yaratıcıyı tanımaya vesile bulunan insanlar âlemine ayna olarak konulan büyük âlemi, bu cevihle bu yönden dahi seyr için bu miktarca yazma ve açıklama ile yetinilip; saadetnâmemizden dahi güzelliklere ve sanatlara yol açıcı ve iletici olmak için onaltı rubai yazarak, bu bölüm tamamlanıp, metinde sözü edilen şekillerin buraya çizilmesi münasip görülmüştür. Halk eyledi ey Hüda bu ibretgâhı Eflak ve anasır ve bu şems ve mâhı Kur'an'da dedin fe semme vech'ullah (Ey Hüda, bu ibretgâhı yarattın: Felekleri unsurları, güneşi e ayı. Kur'an'da: "Hangi tarafa yönelirseniz orası Allah'a ibadet yönüdür." (2/115) dedin. İlahî, eşyanın hakikatini bize göster.) Eflak ve anasır ve mevalîd ey dil Ecsam ve tabayi ve suverdir hep bil Çün âlemdir hakîm-i sun'u şâmil Pes heyet-i âlemi tefekkür hoş kıl (Ey gönül, felekler, unsurlar, bileşikler, cisimler ve tabiatlar hep suretlerdir bil! Çünkü hakîm olan Allah'ın sanatı âleme şâmildir. O halde âlemin hey'Etine iyi tefekkür kıl.) Eflak ile devr eder kevakib her an Tesir edib imtizac eder bu erkan Dört tab-ı muhalif olsa memzuc ey can Madenle nebat olur ve hayvan insan (Her an yıldızlar feleklerle döner. Onların tesiriyle karışır bu özler. Dört farklı tabiat karışınca ey can; madenlerle bitkiler, hayvan ve insan olur.) Hakkı bu cihanı bil kitab-ı hikmet Eflak ve anasırı huruf ve kudret Terkib ve mevalid ve kela-ı izzet Fehm et kelimat-ı Rabbi al çok ibret (Hakkı, cihanı ibret kitabı bil. Felekleri ve unsurları harfler ve kudret; bütün bileşikleri İzzet'in kelamı bil, Rabin kelimelerini anla, çok ibret al.) Bulan kelimat-ı Rabbi'den mânâyı Hiç olmaz o harfgîr ve kor kavgayı Tuba ona kim o fehm eder eşyayı Ne görü işitse yâd eder Mevla'yı (Rabbî kelimelerden mânayı bulan, harflere takılmaz ve kavgayı bırakır. Eşyayı anlayana ne mutlu ki, ne görüp işitse Meva'yı yâdeder.) Hakkı dile gel kılma heves dünyaya Emvacı koyup kendini sal deryaya bak bu kelimat-ı Rab olan eşyaya Hoş bu kelimatı anla dal mânaya (Hakkı, gönüle gel! Dünyaya heves kılma. Dalgaları koyup, kendini denize sal. Bu Rabbin kelimeleri ola eşyaya bak; bu kelimeleri iyi anla mânaya dal.) Bu bahr ne eksilir ne artar asla Emvacı gelir gider o bahre asla Alem ki o mevcler gibidir mesela Kalmaz iki an içinde bâki fasla (Bir deniz ki, asla eksilmez ve artmaz, dalgalar ona bitişik olarak gelir gider. Alem ki, o dalgalar gibidir mesela; iki an içinde tek fasıl bâki kalmaz.) Hakkı, ha için ver ehline dünyayı Ednayı unut seversen ol âlayı Emvac ile boş yorulma bul deryayı Yoğ anla bu mâsivayı bil Mevlâ'yı (Hakkı, Hak için dünyayı ehline ver. Yüceyi seversen alçakları unut. Dalgalarla boşuna yorulma, denizi bul. Masivayı yok anla, Mevla'yı bil.) Hakkı, onu iste bil cihanı fânî Bul mevt-i iradide hayat-ı canı "Mütü kable en temütü"ü tanı Dünya seni terk etmeden sen eyle anı (Hakkı, cihanı geçici bil, Allah'ı iste. Caın hayatını iradî ölümde bul, "Ölmeden önce ölünüz" hadisini tanı. Dünya seni terk etmeden, sen onu terk et.) Ah savmla bağlasam dehanı hani Akl okusu nüsha,i cihanı hani Dil bilse o mana-yı nihânı hani Dil bilse o mana-yı nihânı hani Can bulsa o can-ı canı hani hani (Hani, ağzı oruçla bağlasam, akıl cihan nüshasını okusa hani Gönül o gizli manayı bilse hani. Hani hani!.. Can bulsa canın canını!) Ah sumtla bağlasam dehanı hani Dil söylese dinlesem nihanı hani Can görse o mâna-yı cihanı hani Aşkıle bulaydım anı hani hani (Sükûtla bağlasam ağzı hani, gönül söylese, dinlesem gizliyi hani! Hani o cihanın mânasını can görse. Hani hani... aşk ile bulaydım O'nu.) Bir bildim iki cihanı mağrur oldum Ahkam-ı meratibin koyup dûr oldum Çün halile vahdet-i vücuda buldum Pes fız-ı meratibiyle mesrur oldum (İki cihanı bir bildim, mağrur oldum. Mertebelerin hükümlerini koyup, uzak oldum. Çün hâl ile vahdet-i vücudu buldum, o anda mertebeleri korumakla mesrur oldum.) Hep varlığı bir bilince şadân oldum Ahkam-ı meratibinde nâdân oldun Çün bildiğimi görüb de hayran oldum Her mertebede muti-i ferman oldum (Varlığı hep bir bilince şâdân oldum. Mertebelerin hükümlerinde nâdân oldum. Çünkü bildirimi görüp de hayran oldum ve her mertebede fermana itaatkâr oldum.) Tevhid-i vücuda çünki hemrah oldum Ahkam-ı meratibinde gümrah oldum Çün zevk-i şühude erdim âgah oldum Her mertebesinde hoş maa'llah oldum (Çünkü tevhid-i vücuda yoldaş oldum. Mertebelerinin hükümlerinde yolumu şaşırdım. Müşahede zevkini erdim âgah oldum. Her mertebesinde Allah'la beraber oldum.) Zannımca yakîn ve sıdkla sıddıkam Tevhid-i vücud ile dolu tahkikam Her mertebe çün vücud eder hükm-ü diğer Pes hıfz-ı meratib etsem zındıkam (Zannımca yakînim ve sıdkıla sıddıkım, varlığı birliğiyle dolu ve araştırıcıyım. Her mertebede varlık diğer hüküm eder. Şimdi mertebeleri korusam zındığım.) Bil vahdet-i âlemi ki arz-ı hakdır Ol şeh ki gayûrdur bu sırr-ı muğlakdır Esrar-ı cihanı söyleyen ahmaktır Hıfz edeni hıfz eden şeh mutlaktır (Alemin birliğini, Hak'kın arzı bil. O şeh ki gayurdur, bu muğlak sırdır. Cihanın sırlarını söyleyen ahmaktır. Koruyanı koruyan mutlak şehtir.) |
26.11.2008, 19:25 | #28 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
28-BÖLÜM:028:
ONUNCU BÖLÜM Bileşiklerin oluşum keyfiyetini, yani tam bileşik cisimler olan üç bileşiği (mevalid-i selâse) ki maden, bitki ve hayvandır. Hepsini yedi madde ile açıklar. Birinci Madde Tabiilerden bulunan bileşikleri tümünün asıllarını ve maddelerini; tam mürekkep cisimlerin cinslerini ve nevilerini toplucu bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Oluşum ve bozuşum âlemi içinde meydana gelen atmosfer ve üç bileşik, yüksek babaların aşağı analarda bulunan tesirlerinin neticesidir. Yani ay feleğinin içinde vücuda gelen bileşik cisimlerin tamı ve tam olmayanı, bütün yedi gezegen yıldızın dört unsurda olan tesirlerinden hâsıldır. Yedi gezegen ise, gece gündüz, Hak'kın emrine itaatkâr ve boyun eğicidir. Hepsi onun güç ve kuvveti ile hareketli ve tesirlidir. Nitekim Nazm-ı Kerim'inde buyurmuştur: "Güneşi, ayı ve yıldızları, Allah, emrine bağlı kıldı. dikkat ediniz ki, hem yaratmak hem de emretmek ona mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne kadar yücedir."(7/54) BEYT Çün yedi erden müdam hâmiledir çâr-zen Tıfl-ı mevâlid hem doğmadadır dembedem (Yedi erkekten dört kadın sürekli hamiledir. Üç bileşik çocuk sürekli doğmaktadır.) Dört unsur ki, ateş, su, hava ve topraktır. Bu dördün birbiri ile kaynaşıp birleşmesinden meydana gelen tam bileşik cisimlerin, yani üç bileşiğin birincisi maden cinsidir ki, taş nevileri dahi ondandır. Başlangıçta dumanlar ve buharlar, unsurlara geçer ve değişir. Ama dumanlar yerin incelikleridir ki, güneşin ısıtması ile havaya yükselir, onunla karışır. Buharlar, nehir ve deniz sularının incelikleridir ki, yine güneşin ısıtması ile havaya çıkıp onunla karışır. Buhar ve dumandan yarı bileşikler oluşur ki, yukarıda açıklanan atmosferdir. Suların özleri karlar ve yağmurlardır ki, yerin karnına çekildiğinde, orada toprak parçaları ile karışarak koyulaşır. Bundan sonra yerin derinliğine sirayet eden güneşin harareti o koyulaşan özleri kaynatarak maden, bitki ve hayan maddesi eder. Bu üç bileşik ancak birbirine şaşırtıcı bir tertiple, lâtif nizamla suret bulmuştur. Bütün bunları yapın, zalimlerin söylediklerinden yüce olan, Allah'dır. Bu kâinatın ilk mertebeleri kesif topraktır. Son mertebeleri temiz nefstir ki, gayet lâtiftir. Zira ki madenlerin evveli toprak ve suya, sonu bitkiye bitişiktir. Bitkileri nevveli madene ve sonu hayvana bitişiktir. Hayvanların evveli bitkiye ve sonu insana bitişiktir. İnsanî nefislerin evveli hayvan ve sonu melekî temiz nefislere ulaşır. Olgunluğu ancak onda hâsıldır. NAZM Bu kâinat-ı cihan hep tebeddül eyler ümîd Semadan arza dek ve zerrelerle tâ hurşîd Cihan kevn ve fesâd içre cümle rağbetle Kemalini talib eyler mürebbiden cavid Kemal-i hak nebat ve kemal-i hayvandır Kemal-i hayvan insandır oldur asl-ı nüvîd Kemal-i âde olur hem visâl-i aşk-ı cemil Ki oldur asl-ı muradât gayet-i her ümid Çü bahr-i mevc olur ondan buhar ve gıym ve matar Matar ki sel olur aslın bulur garib ve bayid Çü aşk seyreder eşyayı devreder daim Her anda kevn ve fesad oldu başka halk-ı cedîd O ki cihanı bu hikmetle seyreder Hakkı Ol ehl-i dildir o vası-i dil oldu arş-ı mecîd (Bu cihan kâinatı ümit hep değiştirir; gökten yere dek zerrelerle ta güneşe. Hepsi, oluşum ve bozuşum cihanı içire rağbetle, daii Mürebbi'den kemalini ister. Toprağın kemali bitkidir, bitkinin kemali hayvandır, hayvanın kemali insandır; müjdenin aslı odur. İnsanın kemali, Celil'in aşkına ulaşmaktır ki odur muratların aslı ve her ümidin gayesi. Çünkü dalgalı deniz olur ve ondan buhar, bulut, yağmur ve ysel olur, aslını bulur ve uzak ve yakın. Aşk, eşyayı seyreder ve sürekli devreder. Oluşum ve bozuşum her anda yeni ve başka bir yaratılış oldu. Ey Hakkı! O ki, cihanı bu hikmetle seyreder; o, gönül ehlidir.O geniş gönül, Mecid'in arşı oldu.) İkinci Madde Üç bileşiğin ilki olan madenlerin durumlarını ayrıntılı olarak ve çeşitlerin toplu olarak bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin başlangıcı bulunan madenlerin cümlesi, yerin içinde hapsolan buhar ve dumanlardan oluşan cisimlerdir ki, nicelik ve nitelikte muhtelif bulunan karışımlar ve bileşimler olmuştur. Eğer bileşimi kavi olup, çekiş kabul ederse, yedi meşhur cisimdir ki: Altın, gümüş, bakır, kalay, demir, kurşun ve tunçtur. Bileşimi kavi olup, çekiçle ezilmezse, taş cinsidir ki: Elmas, la'l, yakut, zümrüt, zebercet, seylan ve pîruze gibidir. Eğer buhar, duman üzere üstün gelirse; yeşim, mermer, billur, civa vesair şeffaf olan cevherler oluşur. Eğer duman buhar üzere üstün olursa; tuz, karbonat, kükürt, nişadır ve şap gibi. Bazı taşlar, rutubetle çözülür; tuzlu cisimler gibi. Bazısı ateşle çözülür; kalsiyum ve kükürt gibi. Yumuşak ise, cıva olur. Bütün madenlerin asılları, bir miktar yer içinde oluşup durdukta; onlardan füruu, asırların geçmesiyle zeminin dibine girip ve inip gitmektedir. Nitekim bütün bitkilerin ve ağaçların asılları, yerin altında oluşup, bir süre durduktan sonra onlardan füruu ve dalları zamanların geçmesiyle havaya çıkmaktadır. Yedi meşhur cismin oluşumu, ancak cıva ile kükürtün nicelik ve nitelikte farklılıklarından ve karışmalarından hâsıl olur. Cıvanın oluşumu, o su parçalarındandır ki, toprağın ince parçalarına karışıp, yüksek hareketle kaynaşmıştır. Kükürt ise, şiddetli hareketle karşılaşan ve su toprak parçalarından oluştur ki, sıcaktan yağ gibi olmuştur. Şeffaf ve katı cisimlerin oluşumu; o tatlı sulardandır ki, madenlerde sert taşlar içinde nice bin yıl uzun bekleyişle safa bulup, madeni, hareketinden taşlaşmıştır. Şeffaf olmayan cisimlerin oluşumu; o yapışkan çamurla suyun kaynaşmasındandır ki, güneşin harareti ona, nice bin sene tesir etmiştir. Rutubetle ayrışan cisimlerin oluşumu; yerin yakıcı ve kuru maddelerine suyun şiddetli karışımından hâsıl olur. Yağlı cisimlerin oluşumu; yerin içinde bekleyen rutubetlerdendir ki, madenin hararetiyle incelip ve çözülüp, bölgenin toprağına karıştığında, madenin harareti onu, pişirmekle yağ gibi koyu olmuştur. Şu halde altın madeni, dağlar içinde ve yumuşak taşlı, kumlu yerlerde oluşur. Gümüş ve benzerleri, dağların içinde yumuşak toprak ile karışan taşlar içine oluşurlar. Kükürt madenleri; nemli, ıslak, yağlı ve yumuşak toprakta oluşurlar. Tuz, yumuşak yerlerde hâsıl olur. Kireç madeni, kireç ile karışan kumlu yerlerde oluşur. Zaclar ve şaplar, kıraç ve sert yerlerde vücuda gelirler. Bu kıyas üzere her maden, bir bölgeye mahsus bulunmuştur. O madenin oluşumu, o bölgenin özelliklerinden bilinmiştir. Tek tek çok olmalarına rağmen, madenler üç neve münhasır kılınmıştır: Katı madenler, taş madenler, yağlı madenler. Üçüncü Madde Madenlerden katı cisimlerin oluşumunu, tabiatlarını ve vasıflarını bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç tür madenden evvelkisi katılardır ki, adı geçen yedi meşhur cisimdir. Onların hepsi ancak kükürtler ile cıvadan oluşurlar. Eğer kükürt ve cıva saf olup, biribirine tamamen kaynaştılarsa, yer, suyun rutubetini çeker ki; o kükürt, o cıvanın rutubetini emdiyse ve o kükürtün boyama gücü olup, cıva ile uygun bir ölçü bulduysa, madeni, hararetiyle nice bin yıl pişip yandıysa, o kaynaşıp sarı altın olur. Eğer kükürt ve cıva safî olup, tamamen karıştıysa, ölçüleri de uygun gelip uzun zamanda pişip yandılarsa ve kükürt beyaz olup, rutubetten kaldıysa, o kaynaşıp, beyaz gümüş olur. Eğer pişmezden önce ona soğuk isabet ederse, kaynaşıp tunç olur. Eğer cıva saf ve kükürt bozuk olup, piştiyse bakır oluşur. Eğer bozuk kükürt yanmadıysa, kalay oluşur. Eğer kükürt ve cıva ikisi de bozuk olursa, kurşun hâsıl olur. Şu halde katı madenlere ârız olan farklılık, kükürt nevileriyle cıvanın ya niceliklerinden veya keyfiyetlerinden hâsıl olduğu tecrübe ile bilinmiştir. Ama katıların sultanı bulunan altının tabiati sıcak, yumuşak ve latiftir. Ateşle yanmaz. Su zerreciklerinin toprak zerreciklerine şiddetli kaynaşmasından, ayrışmasına ateş bile kâdir olmaz. Toprak içinde bin yıl kalsa çürümez, paslanmaz. Rengi sarı ve berraktır. Tabiatı tatlı, kokusu hoştur. Cismi paktır. Lekesi olmaz. Ağırdır. Kendi güzeldir. Değerlidir. Şu halde tabii harareti, ateş rengi sarılığı olduğundandır. Yumuşaklığı, yağlılığı fazla olduğundandır. Berraklığı, suyu saf kaldığındandır. Tadının tatlılığı ve kokusunun temizliği kükürtünün saf olduğundandır. Letafet ve nezafeti, cıvası saf ve pak olduğundandır. Ağırlığı, topraktan olmasındandır. Güzellik ve değeri, tabii nefsin ona şua saldığındandır. Bu sarı altın, nakittir. İki cihanın ender sermayesidir. Eşyanın en değerlisidir. Hüda'nın nimetlerinin en şereflisidir. Zira ki sarı altın, din ve dünyanın kıvamıdır. Alem halkının nizamıdır. Her iklimde revaç bulmuştur. Herkes ona muhtaç olmuştur. Dünya erkeklerine kuvvet ve izzettir. Süs isteyen kadınlara lezzettir. Nitekim denilmiştir: NAZM Ey altın bütün lezzetlerin toplayıcısının Cihandakilerin her zaman sevgilisi sensin Şüphesiz Hüda değilsin velakin Hüda'ya yemin olsun Ayıpların örtücüsü ve ihtiyaçların kadısısın Beyaz gümüş: Madeninde maddesi olan kükürt beyaz olmayıp, karışım parçaları eksik kalsa, o sarı altın olurdu. Gümüş, sürekli ateşle erir. Toprak içinde uzun zamanla çürür, beyazlığı simsiyah olur. Zira ki, Lekesi en yakınına gider. Ona cıva yaklaşsa çekiç kabul demeyip, kırılır. Kükürt isabet ettiğinde, beyaz gümüş iken simsiyah olur. Bakır: Gümüşe yakındır. Farkı, sadece renginin kırmızılığı, kirinin çokluğu, tabiatının kuruluğu, tadının kekreliği ve kokusudur. Onun kırmızılığının fazlalığı, kükürtünün hareketindendir. Şu halde onu, beyazlatmaya ve yumuşatmaya gücü yeten kimse, her ihtiyacına zafer bulmuştur. Demir'in siyahlığı, hararetinin aşırılığından bilinmiştir. Diğer katı madenlerden ziyade sulu bulunmuştur. Kalay: Beyaz gümüş cinsindendir. Lâkin ana karnında cenine âfet erişip zayi olduğu gibi yerin karnında gümüşe üç âfet eriştikte kalaya dönüşür. Üç âfet: Değişken su, kötü kokuya rehavettir. Kurşun: Bozuk sınıfıdır, oluşumu ve bozuşumu onun gibidir. Tunç: Tabiatı hepsinden daha soğuk ve daha kurudur. Kokusu dahi pistir. Allah'ın sanatının tefekkürü için katıların durumları bu miktar yeterlidir. Dördüncü Madde Madenlerden taş cisimlerin oluşum ve renklenişini kısaca bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün şeffaf taşlar, yağmur sularından yerde hapsolan rutubetlerden oluşup, doğarlar. Şeffaf olmayan taşlarsa, güneşin hararetinin tesiriyle olan su ve yapışkan çamurun birleşmesinden oluşurlar. Şeffat taşları oluşumu ve renklenişi, yağmur suları ve rutubet, zemin ve maden taşları ve mağaralar içinde hapsolup; madenler ile karışmayıp, nice bin yıl onda kalmakla ziyade safa ve sertleşme ve katılık kazanıp, onlardan öyle sert taşlar oluşur ki, su ve ateş ile etkilenip kırılmazlar. Muteber cevherle olup, yerde kalmazlar. Renklerinin farklılığı, gezegenlerin ışıklarıyle vücut bulmuştur. Her yıldız cevherlerin nice nevillerine delalet edip, şuasını o dağlar üzerine salıp, o madenlere böyle istila etmiştir. Zira ki, zühalin siyahlığı, müşterinin yeşilliği, merihin kırmızılığı, güneşin sarılığı, zührenin maviliği, utaritin rengi ve ayın beyazlığı onları renklendirmiştir. Cevherlerin çeşitleri oldukça çoktur. Hepsinin sultanı ve kıymette pahalısı elmas cevheridir ki, madenlerin tümünden daha sert ve daha kavi muayene kılınmıştır. bütün madenlerden daha değerli ve daha saf yaratılmıştır. Hepsine üstün ve etkili iken, fakat kurşunla mağlup ve etkilenmesi Hak'kın gayretinden bilinmiştir. Buna yakın cevher zümrüttür ki, ona bakanın gözü nur ve gönlü sürur bulur. Şuasından yılan kör olur. Zümrüt cevherinin faydaları ve özellikleri çoktur. Lakin burada kısa kesilmiştir. Şeffaf taşların doğuşu, yukarıda anlatıldığı üzere, zamanların geçmesiyle güneşin hararetinin tesirlerinden kaynaşan su ve yapışkan çamurdandır ki; o çamur taşlaşıp kalmıştır. Nitekim ateşin tesirinden soğuk süt yoğurt olmuştur. Taşların farklılığı, yerlerine bağlıdır. Eğer yer, toprak ve sıcak çamurdan bulunduysa, mutlak taş olunur Eğer sıcak yerde olursa, ondan tuz ve şaplar oluşur. Eğer kıraç yerlerde bulunduysa,o yapışkan çamurdan kırmızı, sarı ve yeşil zaclar oluşur. Şu halde her yerin bir başka özellikleri vardır ki, onları yaratan alemin yaratıcısı Allah bilir. Kâh olur ki, taş suda oluşur. Bunun sebebi, o suyun veya o yerin özelliklerindendir. Kâh olur ki, havaya yükselen duman zerreciklerinin sıcaklığı soğuk isabetiyle soğuyup, havada taş oluşur, düşe ki, taş yağdı derler. Kâh olur ki, yıldırım ile taş veya demir yahut bakır vâki olur. İmdi, madenlerin üç çeşidinin ikinci nevi olan taşlar, bu kadarca açıklama üzerine kısa kesilmiştir. Madenlerin üçüncü çeşidi bulunan yağlı cisimler, unlara kıyas ile tamamiyle atlanmıştır. Zira ki madenlerin sınıfları, unsurların mizaçlarının itidalinden uzak olduğundan, gayet çok bulunmuştur. Bitkilerin cinsi, mizaç itidaline yakın olduğundan çeşitleri onlardan az bulunmuştur. Hayvan cinsi mizaç itidaline bitkilerden daha yakın olduğundan, çeşitleri dahi ondan daha az olup, onsekizbin nevi bulunup, her nevhi, bir âlem olarak isimlendirilmiştir. Bir nevi dahi, insanlık âlemi bilinmiştir. Bu insan cinsi, mizaç itidalinin olgunluğu üzere bulunduğundan, fertleri hepsinden az olup, daha izzetli ve nâdir bulunmuştur. Şu halde Yaratıcı'nın sanatını düşünmek için madenlerin durumları bu miktar ile yetinilmiştir. Zira ki Allah'ın kudreti sonsuz bilinmiştir. Beşinci Madde Üç bileşiğin ikincisi olan bitkilerin durumlarını topluca bildirir. ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin ikincisi bitkilerdir. Onların bir şuursuz kuvveti vardır. Yani bitki cinsinin bir tabiatı vardır ki, ondan farklı hareketler ve değişik âletler vasıtasıyla muhtelif hareketler çıkar. O kuvvete bitkisel nefs derler ki, o tabii cismin ancak doğuş, artış ve beslenme yönünden ilk kemalidir. Ve bitkisel nefsin gıda kuvveti vardır ki, şahsın bekası onunladır. Bu o kuvvettir ki, su gibi olan öteki cismi kendi bulduğu cismin miraç, kıvam, renk ve cevheri benzerine değişip, tabii hararetle cisminden çözülen eksikliğe bedel, ona benzediği ile yapışır. Onun namlı kuvveti vardır ki, şahsın olgunluğu onunla hasıldır. Bu o kudrettir ki, olduğu cismi uzunluk, genişlik ve derinlik taraflarından artırır. Tâ o cisim tabiatı gereğince yetişme olgunluğuna ulaşıncaya dek gider. Onun üreme kuvveti vardır ki cinsinin bekası onunladır. Bu o kudrettir ki kendi cisminden bir cüzü olup, kendi benzeri vücut bulmak için başlangıç ve madde olur. Ona bitki tohumu denir. Beslenme kuvveti, besinleri çeker. Sonra tutar. Sonra hazmeder. Sonra fazlasını atar. Şu halde onun dört hizmetçisi vardır ki; çekme kuvveti, tutma kuvveti, hazım kuvveti ve atma kuvvetidir. Namlı kuvvet, bitki yetişme olgunluğunu bulduğunda duraklar. Ama beslenme kuvveti âciz oluncaya dek işini sürdürür. O âciz olduğunda bitkiye ölüp erişip, kurur. Bütün bitkiler, yerin bir miktar derinliğinde oluşup eğlendiğinde yavaş yavaş havaya çıkar. Ama bitkilerin bütün sınıf ve çeşitlerinin sınırını ve hesabını ancak onların yaratıcısı bilir. Doktorlara lazım olan bazı parçalar ve ilaçlar, özellikleri ile tıp kitaplarında yazılmıştır. Halka lazım olan sebzeler ve meyveler, bütün vasıfları ile insanların dillerinde meşhur olduğundan, batki cinsinin nevi ve sınıflarının isim ve özelliklerini saymakla mevzu uzatılmayıp: Tek yaratıcısına ve Allah'ı bilmeye vesile olmak için kühn ve mahiyetini bu miktarca açıklama ile yetinilmiştir. Nitekim bitki cinslerine ibretle bakmak için denilmiştir. BEYT Her bitki ki yerde biter Allah birdir ve benzersizdir der BEYT Akıllı olanın gözünde ağazların yeşil yaprakları He yaprağı Allah'ı tanıtan bir defterdir. Altıncı Madde Üç bileşiğin üçüncüsü olan hayvanların durumunu topluca bildirir. Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin üçüncüsü hayvan cinsidir ki, o hayvani nefstir. Mümtaz olmayan nefs, tabii cismin ilk kemalidir. İradi hareketle hareket eder. Bu hayvani nefs için mahsus olan eserlerden iki kuvveti vardır ki: Anlama kuvveti ve hareket kuvvetidir. Anlama kuvveti, ya bedenin dışında olur veya içinde olur. Bedenin dışında olan beş kuvvettir ki: İşitme, görme, koklama, tatma ve dokunmadır. İşitme bir kuvvettir ki: Kulağın alt yüzeyinde döşenmiş olan sinirlerde konulmuştur. Bu sinirlerde davul gibi hava hopsolmuştur. Eğer şiddetli mağaradan veya kuvvetli kaleden hasıl olan sesin keyfiyeti ile nitelenen hava dalgalandığında, yakın olursa, o sinirlere ulaşıp onu titrettiğinde orada bulunan işitme duyusu o sesi idrak eder. Görme bir kuvvettir ki; Dimağın önünde bitip biribirine yaklaşması ile raslaşıp ve kesişip ondan uzaklaşmakla gözün yağ tabakalarına ulaşan iki içi boş sinirin ulaştığı yerde konulmuştur. Ona iki nurun toplanması dahi derler. Koklama bir kuvvettir ki: Dimağın önünde olan ee başları gibi iki fazlalık içere konulmuştur. Tatma bir kuvvettir ki: Dilin cismi üzerine döşenmiş olan sinirler içinde bulunur. Onun idraki tükrük rutubetinin aracılığı iledir. Ona yiyecekten ince zerrecikler karımış olup, ondan dilin cismine değdiğinde, yiyeceğin tadını hisseder. Dokunma bir kuvvettir ki; Hayvan cisminin çoğuna karışmış olan sinirlerde konulmuştur. Hayvanın içinde olan kuvvetler beştir ki: Müşterek his, hayal, vehmetme, hafıza ve tasarruftur. Müşterek his bir kuvvettir ki: Dimağda olan üç boşluğun birinci boşluğu önüne bağlanmıştır. Dış duyulara ulaşan suretlerin hepsini, müşterek his, kabul edip iç güçlere tev zi eder. Hayal bir kuvvettir ki: Dimağın birinci boşluğunun sonunda konulmuştur. Hissedilen bütün suretleri, müşterek histen alıp, bu suretlerin koybolmasından sonra hepsini korur, nakşeder, tasvir eder ve temsil eder. Bu hayal, müşterek hissin hazinesidir. Vehmetme bir kuvvettir ki: Dimağda olan orta boşluğun sonunda konulmuştur. Bu kuvvet, hissolunanlarda mevcut olup, dış hislerle idrak olunmayan cüzî mânaları idrak eder. Nitekim vehmetme kuvveti hükmeder ki, kurt kendisinden kaçılması gereken bir hayvandır. Hafıza bir kuvvettir ki: Dimağın arka boşluğunun önünde konulmuştur. Vehmetme kuvvetinin cüzî mânaların hissolunamayanlarından idrak ettiklerini hıfzeder. Bu hafıza, vehmetmenin hazinesidir. Tasarruf bir kuvvettir ki: Dimağdan orta boşluğun önünde konulmuştur. Bu kuvvetin durum ve şânı, hayal ve hafızadan olan suret ve mânaların bazısını bazısına bileştirip, bazısını bazısından ayırmaktır. Eğer bir tasarruf etme kuvvetini, akıl, kendi algıladıklarında kullanırsa buna: Düşünme derler. Eğer bunu, vehmetme kuvveti, kendi hissetliklerinden kullanırsa buna: Hayal etme derler. Hayvanî nefsin hareket etme kuvveti iki kısımdır ki: Sebeb olucu kuvvet ve yapıcı kuvvettir. sebeb olucu ki, şevk kuvveti dahi derler, o bir kuvvettir ki, kaçan hayalde istenen ybir suret veya istenmeyen bir suret resmolunsa, yapıcı kuvveti azaları tahrike sevk eder. Eğer sebeb olucu, yapcıyı lezzetlerin meydana gelmesi için olan hayal edilen yararlı eşyayı veya zararlıyı isteyecek tahrike sevkederse, ona: Şehvanî kuvvet derler. Eğer sebeb olucu, yapıcıyı üstün istek için hayal olunan zararlı eşyayı veya faydalıyı defedecek tahrike sevkederse, ona: Gazap kuvveti derler. Yapıcı, bir kuvvettir ki; sinir, bağ, et ve zardan bileşen kasları, sıkmak ve gevşetmekle azaların hareketi için hazırlar. Yedinci Madde Hayvan cinsini en şerefli nevileri ve en güzel sınıfları bulunan insan fertlerinin mahiyetini topluca bildirir: Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hayvan cinsinin en güzel nevileri bu insan nevidir ki, varlıkların şerefi, kâinatın neticesi ve konuşucu nefse sahip ve ayna odur. Konuşan nefs, bir cevherdir ki: Kendisi hattızatında maddeden mücerrettir. Lakin işlerinde maddeye yakındır. Külli işleri ve mücerret cüz'ileri idrak edip, fikri işler etmek yönünden vasıta ve âlet olan tabii cismin ilk kemalidir. Bu konuşan nefsin akıl edici bir kuvveti vardır ki, onunla tasavvur ve tasdik edilen işleri idrak eder. Bu kuvvete nazari akıl ve nazari kuvvet derler. Konuşucu nefsin bir yapıcı kuvveti dahi vardır ki, onunla insan bedeni cüz'i fiillerden yana kendine mahsus olan görüş ve itikat gereği üzere tahrik eder. Bu konuşucu nefsin akıl edilenlerin tümünden halî olup, çocuğun yazı yazma istidadı gibi akıl edilen şeylerin hepsine istidadı olmasıdır. Bu mertebede ona kaos akıl derler. İkinci mertebesi: Ona bedihi akla uygun şeyler hasıl olup bedihi olanlardan, fikir ile nazarıyata geçiştir. Bunda, ona, meleke ile akıl derler. Bu akıl öyle latif olsa ki, ona bütün nazarıyat düşünmeden hasıl olup, fikre ihtiyacı kalması, buna; Kutsî kuvvet derler. Üçüncü mertebesi; Ona akla uygun nazarî şeyler mütalaasız hasıl olup, yanında bi haysiyetle saklanmaktır ki, istediğinde ihtiyaçsız hepsini hazır etmesidir. Bunda nefse: Fiille akıl derler. Dördüncü mertebesi: kazanılmış, akla uygun şeyleri mütala etmesidir. Bu mertebede konuşucu nefse: Mutlak akıl derler. Hayvanların bütün nev'i ve isimlerini, tabiat ve şekillerini, vasıf ve durumlarını ancak onları yaratan Allah Teâlâ Hazretleri bilir. Bazı kitaplarda yazılmış ve dillerde meşhur olan budur ki: Hayvan cinsi onsekizbin nevidir.Her nevi başka alemdir. Şu halde toplamı onsekizbin âlem olur. Bu onsekizbin âlemi icad ve halkedip, sayısı hesaba gelmeyen sınıfları ve ferteri her an dirilten, terbiye eden ve öldüren Allah'ın kudret ve azametini fikretme ve düşünmeye vesile olmakla; büyük âlemin durumları ve içinde bulunan âlemleri bu miktar açıklama ile yetinilip, sonsuz sırların hakikatleri ve bediî sanatların yaratıcısı bulunan cismanî âlem ilminde sınırsız deniz olan rabbanî hikmete bundan ziyade dalınmayıp; kâinatın aynası olan birinci kitap burada bitmiştir. Zira ki, insanın zarfı ve kabuğu bulunan felekler ve unsurlar âleminden geçilip, insanın emrinde olan madenler, bitkiler ve hayvandan geçilip, cihanın özlerinin öçü nişansız sultanın dergah ve kapusu olan insanın can ve cisminin anatomi ilmine girilmiştir. Çünkü yüce istek ve en kısa maksat Hazreti Mevla'nın huzuru bulunmuştur. Şu halde âlemin yaratıcısından gaflet edip, âlemin durumları ile meşgul olmak; padişahın huzurunda bulunan köle, sultandan yüz döndürüp sarayın süslerini seyre dalıp kalmak misali bilinmiştir. Nitekim şu beyitler ile ona işaret kılınmıştır: BEYT Hanenin lazım olan sahibidir Bilmeyen hanesinin talibidir Tâ ki bu cihan hey'etine olmalı hayran Eflâk u dil câna gel et âlemi seyrân (Lazım olan evin sahibidir. Bilmeyen evi ister. Bu cihanın yapısına hayran olmalı. Gönül ve can göklerine gel, âlemi seyret.) NAZM Nazar eyle bu devr-i eflâke / Daire oldu nokta-i hâke Daire içre âlem-i imkân / Alem içre behâim ve insan Oldu insan içinde arş-ı âzîm / Kâbe'tullah yani kalb-i selîm Kalb içinde muhabbet-i şüphân / Ahsen'el-hâlikîn ve âlişân Anın ile vücuda geldi cihân / Bahr ile sanki mevc-i bîpayân Katreden âdemi kılur peydâ / Anı bahr-ı ulûm eder mahzâ (Bu dönen feleklere bak, toprağın noktasına daire oldu. İmkân âlemi daire içinde âlem içere hayvanlar ve insanlar: İnsan içinde oldu büyük arş, Allah'ın kâbesi yani selim kalb. Kalb içinde şanı yüksek, yaratıcıların en güzeli süphan olan Alah'ın sevgisi vardır. Onunla cihan vücuda geldi; sanki denizle ölçüsüz dalga. Damladan insanı peyda eder, onu ilimler denizi kılar.) NAZM Kendedir cehl ile zulmet nefs-i şebânındadır Kandedir ilim ile hikmet bil ânı cânındadır Zâhiren ahkâm-ı eflâkin eğer mahkûm isen Bâtınen ây u gün felekler cümle fermanındadır. Sûretâ bu harman-ı âlemde sen bi danesin Mânâ yüzünde ne kim var cümle harmanındadır Saykal ur mirât-ı kalbe taşraya bakmağı ko ASen sana bak cümle âlem halkı divanındadır Vech-i Hakk'a âyinesin sen özünü bir hoş gözet Men arafe sırrındaki mâden senin kânındadır (Bilgisizlikle ykaranlık nerdedir? Doymayan nefsindedir. ilimle hikmet nerdedir? Onun canındadır bil. Görünüşte feleklerin hükümlerinin mahkumusun, aslında ay, gün ve felekler hepsi senin fermanındadır. Sureta bu âlem harmanında bir tanesin. Mâna yüzünde ne varsa hepsi senin harmanındadır. Kalp aynasına cilâ vur, dışarıya bakmayı bırak. Sen, sana bak; âlemin bütün halkı divanındadır. Hakk'ın yüzüne aynasın sen. Özünü iyice gözet, "kendini bilen, Rabbi'ni bildi" sırrındaki maden, senin kanındadır. |
26.11.2008, 19:26 | #29 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
29-BÖLÜM:029:
İKİNCİ KİTAB Bedenlerin aynası olan anatomi ilmi; cisim ve canın hürriyetini, hayvanî ve bitkisel ve üçleri, bedene ilişkin olan insanî ruhu ve geçici olan ruhun bazı durumlarını beş bahisle hakîmâne açıklar. BİRİNCİ BAHİS Anatomi ilminin faydalarını, can ve cismin geldikleri ve gidecekleri yeri, uzuvların tabiatlarını, insan cisminin bileşim ve karışımının, doğuşunu, açık ve gizli uzuvların özelliklerini, isimlerini ve kısımlarını üç bölüm ile anlatır. BİRİNCİ BÖLÜM Anatomi ilminin faydalarını, hayvanî ruhun bedende bazı tasarruflarını, insan bedeninin geliş ve gidiş yerini, cisim ve canın yükseliş ve inişini, bedenin değişimini, geçici ruhun bekasını, anne gibi olan cihan terbiyesini altı madde ile açıklar. Birinci Madde Anatomi ilminin faydalarını topluca bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, bedenlerin bileşimi ilmine: Anatomi ve hürriyet adını vermişlerdir. Bedenlerin ve ruhların sırlarına ve tavırlarına yetmişlerdir. İmam Şafiî (Allah ondan razı olsun) hazretleri: "İlim ikidir: Bedenler, dinler ilmi," hadisi üzere, bedenler ilminin (anatomi) önemli ve lüzumlu ilimlerden olduğunu duyurmuştur. Şu halde anatomi, bir aziz ve leziz ilimdir ki, hakikatin hikmetine ermişlerin neticesi, mütehassıs tabiblerin sermayesi, yakine ulaşanların nefislerinin gıdası, din ve dünya hasletlerinin vesilesi, Mevla'yı tanımaya vasıta ve yardımcıdır. Zira ki, anatomi ilmini bilmeyen, tıptan, hikmetten ve kendini tanımaktan gafil, Hak'kı tanımaya ulaşmaktan uzaktır. Halbuki insanların çoğu onu bilmekte aldanmıştır. Eğer tahsil eden olursa da, tıpla mâhir olmak için eğilir. Ancak Allah'ı tanımak için onu tahsil eden metanet bulup, kendini tanımaya ve ondan Hak'kı tanımaya ulaşır. Şu halde, eğer anatomiyi mütalaa edip, yaratıcının kudretinin şaşırtıcılığını onda müşahede edersen, sana üç türlü faydası olur. Birinci fayda budur ki: Böyle bir bileşim eserini seyredip, bilirsin ki, bunun gibi bütün eşyanın benzerlerini toplayıcı olan muhtasar binayı ve süslü şekli; en mükemmel nizam ve en güzel yaratılış ve intizam üzere yaratan Hallak-ı zü'l-Celal'de acz ve kusur tasavvuru muhal iştir. Şu halde ondan, hakîm olan Yaratıcının kudretini kesin ilimle bilirsin. İkinci fayda budur ki: Bunculeyin faydalı, anlayışlı ve süslü bileşiği icat eden yorulmaz Yaratıcı'da ilmin kemali olmamak ne ihtimaldir. Şu halde ondan yaratıcı olan Allah'ın alîm ve hakîm olduğunu yakîn gözüyle mütalaa edersin. Üçüncü fayda budur ki: Hak Taâlâ'nın sana ondan çeşitli lütûf ve inayetlerini, şefkat ve merhametlerinin kemalini idrak edip, ondan Rabbinin seni, he an terbiye kıldığını yakın bir gerçekle müşahede edersin. Zira ki Yaratıcı Taâlâ, bedenlerin bileşiminde, hikmetlerden, faydalardan ve zinetlerden bir kusur koymayıp, hepsini en mükemmel yapmıştır. Alemlerin Rabbinin bu lütûf ve keremleri, sadece insana mahsus değildir. Belki onsekizbin âleme şâmildir. Hatta atlar, kediler, canavarlar, kuşlar, sinekler, arılar, yılanlar ve karıncaların hayat ve bekasına, ziynet ve yaşayışına gerçek sebeb olan; durumlarında ve tavırlarında hiçbir kusur koymayıp, hepsini kemal üzere tasvir ve tadil etmiştir. Nitekim İmam Gazali (Allah ona rahmet etsin): "İmkanlar âleminde daha bediî durum olamaz," buyurup, bu mânâyı duyurmuştur. Şu halde anatomi, insan nefsini tanımanın anahtarıdır. Allah'ı tanımanın anahtarıdır. Ama nefsi tanımak, Hak'kı tanımaya nispetle, güneşten zerre, denizden damladır. Beden bir bileşimdir ki, insan nefsi ona binmiş gibidir. Allah'ı tanımak, asıl maksattır. Şu halde bir kimse bedeninden, nefsini idrak etmeksizin, Alemlerin Rabbini tanıma davasını eylese, o kimse öyle bir müflise benzer ki; kendi yiyeceği ve içeceği olmayıp, beldenin fakirlerini toptan ziyafete davet eder. Herkese lazımdır ki, önce kendi nefsini bilmeye, sonra Rabbini bilmeye yönele. Ta ki muhabbete nâil ve sevgiliye ulaşıcı, muradını elde edici ola. Zira ki nefsi tanımak, Hak'kı tanımayı gerektirdiği gibi, Hak'kı tanımak dahi sevgisini gerektirir. Mesela güzel bir yazıyı veya fasih bir şiiri görüp okursan ve bunların yazıcısını bilip, ona sevgi duyup, onunla karşılaşmayı gönülden arzu edersin. O dahi sana dost olup muhabbet ve muvafakat eyler. Ey Allah'ımız, bizi kendimizi tanımayı ve kendini tanımayı nasip et. Sevginle rızıklandır. Ya Vedut, ya Allah, ya Rahman, ya Rahim! İkinci Madde İnsan bedeninde olan Yaratıcı'nın garip eserlerini, Hak'kın emriyle hayvanî nefsin bazı tasarruflarını, bedenlerin azalarının bazı özelliklerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsanın en büyük rüknü kalbi, en küçük rüknü kalıbıdır ki kalbin kabuğudur. Nitekim insan bedeni, cihanın özüdür. Bunun gibi insan kalbi, bedenlerin özüdür. Şu halde özlerin özü olan gönül, Rahman'ın evidir. Astronominin anatomiye yardımı olduğu gibi, anatomi dahi kalb ilmine yardımcı ve yol göstericidir. Zira ki, bedenin yaratılışında o kadar acayip sanatlar, garip hikmetler,renkli süsler ve çeşitli hizmetler vardır ki, sınırlanamaz ve özetlenemez ve sayılamazdır. Açık ve gizli olan azanın her birinde nice faideler vardır ki, halkın çoğu onlardan habersizdir. Mesela insanda nice yüz adet kemikler ve nice yüz adet sinirler ve nice yüz adet damarlar ve nice yüz adet ihtiyarî hareketler konulmuş ve tertip kılınmıştır. Her biri bir başka yapıda bir başka sıfatta, bir başka hizmette ve bir başka harekette bulunmuştur. Her biri bir başka yararlı iş için yaratılmıştır. Yakînen anlarsın ki, hepsi topluca kaleme alınmıştır. İnsanların çoğu, bunlardan bilgisi ve keyfiyetlerinden gafil bulunmuştur. İnsanlar ancak bunu bilirler ki, göz bakmak ve el tutmak için yaratılmıştır. Lakin göz ki, on tabakadır. O tabakalar nedendir ve faydaları nelerdir bilmezler. Eğe o tabakaların birine halel gelse, göz görmekten kalır. O halel neden gelir ve niçin göz görmez olur, bilmezler. Elde kaç kemik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu ve her biri ne yapıda düzen bulduğunu ve ne tarz ile hareket ettiğini bilmezler. Bedenin içinde olan ruh uzuvlarının şekil ve tabiatları nicedir, her birin kuvvet ve hizmeti nedir ve nefs kuvvetlerinin san'at ve menfaati nedir bilmezler. Mesela içeride yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi gibi uzuvlar; çekme, tutma, hazmetme, dışarı atma, şekil verme ve üreme kuvveti gibi kuvvetlerin hepsi, bedende hizmetçi tayin olunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân müdavim bulunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân müdavim bulunmuştur. Zira ki hayat kaynağı olan yürek, dembedem bu uzuvlara çeşitli areket ve kuvvet vermektedir. Midede olan çekme kuvveti muhtelif yemekleri mideye çekip; tutma kuvveti koruyup ve hazmetme kuvveti pişirmektedir. Ayırıcı kuvvet, pişmiş gıdaların kesifini latifinden ayırıp, atma kuvveti kesif olanları mideden bağırsaklara itmektedir. Ondan midede kalan latifi, ciğer kendine çekip, ciğerde olan şekillendirme kuvveti, onu kan renginde boyamaktadır. Onun üzerinde ortaya çıkan siyah köpük ki, ona sevda derler, onu dalak çekip, kendinde değişime uğratmaktadır. Onda kalan sarı köpük ki, ona safra derer, onu safra kesesi ki, öddür, kendine çekip değiştirmektir. Onda olan balgamı dahi akciğere çekip, nefesle gırtlak yoluna itmektedir. Daha sonra bunlardan hâsıl olan kan, ciğer içinde suyla karışıp, kıvam bulduğundan; ondan o suyu böbrek kendine çekip değiştirmektedir. Böbreklerde kalan tortu sidiğe dönüşüp, mesaneye gitmektedir. Sonra ciğerde kalıp, kıvamına gelenden saf kan, damarlar yoluyla bütün uzuvlara ulaşmaktadır. Büyüme kuvveti, ondan uzuvlara büyüme ve gelişme verip, et ve yağ gibi kuvvet ve kudret hâsıl olmaktadır. Sonra damarla içinde kalan kandan, üreme kuvveti erkeklerde meni, kadınlarda yumurta ve süt meydana getirip, her biri kendi yerlerine gelmekte ve dolmaktadır. Eğer dalağa bir illet erişip, kandan siyah köpüğü ayırıp, devretmese; o köpük ile karışmış kalan kan, bedenin uzuvlarına gelip, ondan humma, cüzzam ve delilik gibi hastalıklar meydana gelir. Eğe öd kesesine bir illet erişip, safrayı kadan ayırmasa, o kandan sarılık gibi safravî hastalıklar peyda olur. Bunun benzerleri, bedende olan aza ve kuvvetlerin her biri kendi hizmetinde olur. Eğer bunların biri noksan olsa ya hizmetten kalsa çeşitli hastalıklar ortaya çıkması ile beden helak olup, insan nefsi onda tasarruftan kalır. Üçüncü Madde İnsan bedeninin başlangıç ve sonunu bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki; filozoflar demişlerdir ki: Bedenlerin başlangıcı ve sonu topraktır. Nitekim Hak Taâlâ Kelâm-ı Kadim'inde: "Sizi yerden yarattık; yine ölümünüzden sonra sizi toprağa döndüreceğiz. Hem de ondan sizi başka bir defa aha çıkaracağız." (20/55) buyurmuştur. Zira ki yukarıda açıklandığı üzere yıldızların şualarının tesirleri ile dört unsur toplanıp, kaynaşmaları bir miktar itidal buldukta; toprak kendi suretini terkedip, bitki suretine gelir. O bitki ya ekmek veya hayvan yemi olur. Böylece ekmek ve hayvan, insan gıdası olduğundan, sözü edilen kuvvetler bu minval üzere hizmetlerinde bulunup; çekme kuvveti, ki iştihadır, gıdayı çekip, tutma kuvveti hıfzedip, hazmetme kuvveti pişirir. Ayırt etme kuvveti kalını inceden ayırıp, itme kuvveti kalını bağırsaklar yolundan çıkartıp gider. Bu durumlar, kuvvet ve zayıflığa göre iki saatte veya üç saatte veya dört saatte midede meydana gelir ki, ona ilk hazım derler. Sonra inceyi, ciğer kendine çekip sözü edilen kuvvetler midedeki işlemleri bir daha orada işlerler. O zaman orada kesif olan dört kısım olu ki: Bir kısmı dalağa gidip siyah köpük olur. Bir kısmı safra kesesine gidip safra olur. Bir kısmı böbreğe gidip sidik olarak mesaneyi bulur. Bir kısmı akciğer tarafına gelip, göğüste balgam olur. Bu durumlar dahi kuvvet ve zayıflığa göre iki, üç, dört saatte ciğerde meydana gelir ki, buna ikinci hazım derler. Onda kalan latif halis kan olup, ana damarlara ve azaya akıp gider. Bu kuvvetler, işlemlerini bir daha damarlar içinde belirli bir müddetle tamamlarlar ki, buna üçüncü hazım derler. Bu hazmın tortusu deliklerden çıkıp; kulak kiri, çapak, burun kiri, kıl, tırnak, ter ve uzuvların kiri olur. Eğer bunlardan fazla o tortudan bir nesne kalırsa akıntı, nezle, yara, cerahat gibi hastalıklar olur. Damarlar içinde kalan latif kanın her cüz'ü bir uzva bölünüp, şekil verme kuvveti o cüzleri bulunduğu uzuvlar rengi ile tasvir eylediği halde, o kuvvetler o işleri o müddette o damarlar içinde bir dahi ederler ki, buna dördüncü hazım derler. Bu hazmın kalıntısı bedenden eksilen kısımları doldurur, tamamlar. Belki fazla et ve yağ olup, o cismi güzel ve yağlı eder. Kalan latifin özünü, üreme kuvveti erkeklerin sulbüne çekip, onda meni eder. Kadınların göğsüne çekip, onda hem meni ve hem süt eder. Sonra o gıda hülasası olan meni, belirli bir kuvvette birleşme vasıtası ile kadınınki ile birleşir. Rahme düşer. Orada kırk güne dek meni suretini terk edip, kan pıhtısı suretine gelir. Yani uyuşmuş kan olur. Ve bir kırk gün daha geçtiğinde yani seksen gün sonra o kan pıhtısı et parçası olur. Üçüncü kırk gün tamamında yani yüzyirmi gün sonunda o et parçası içinde kemikler, sinirler, damarlar, uzuvlar, etler, yağlar, saçlar, tırnaklar vücuda gelir. Dördüncü ay tamamlandığında ceninin bütün azaları olgunlaşıp, onda hayvanî ruh tasarruf sahibi olup, göbek bağı yolundan gıdası kan olur. Çünkü nutfe rahimde karar bulup: Evvelki ayda zühalin terbiyesinde olur. İkinci ayda müşterinin terbiyesine gelir. Üçüncü ayda merihin, dördüncü ayda güneşin, beşinci ayda zührenin, altıncı ayda utaritin ve yedincide ayın terbiyesini bulur. O halde eğer yedi aylık doğarsa o çocuk yaşar. Eğer sekiz aylık doğarsa ölür. Zira ki, sekizinci ayda zühalin terbiyesine gelir. Zühal, soğuk ve kuru olduğunda tabiatı ölüm olur. Eğer dokuz aylık doğarsa müşterinin terbiyesinde olduğundan ölmez, yaşar. Zira ki müşteri rutubetli ve sıcaktır, tabiatı hayat olur. Anlatılan başlangıç yolunu, Hak Taâlâ beyan edip buyurmuştur: "Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde) az bir su nutfe yaptık. Sora o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış verdik. Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şani ne yücedir!" (23/12- 14) Bu tafsilin özü böyle olmuştur ki: İnsan bedeninin madde ve aslı topraktır. Toprak önce bitkiye gelip, ya ekmek veya hayvan yeygisi olmuştur. O ekmek ve hayvan insan gıdası olup, ondan erkeklerde ve kadınlarda meni suretini bulmuştur. Sonra ana rahminde nutfe, kan pıhtısı, et parçası olup; kemik, sinir, damar, et ve yağ ile dolmuştur. Sonra ya kız veya erkek oldukta; ruh bulup, doğup ortaya çıkmıştır. Ya yaşayıp kemalini bulmuştur. Veya akıl baliğ olmayıp çocuk iken ölmüştür. Halbuki feleklerin hareketleri ve yıldızların şuaları ile toprak unsurunun bin cüz'ünden ancak bir cüz'ü bitki olur. Bitkinin bin cüz'ünden bir cüz'ü ancak ekmek ve hayvan olur. Hayvanın binde biri ancak insan gıdası olur. Gıdanın bin cüz'ünden bir damlası meni olur. Bin damla meniden ancak bir damlası rahme düşer. Rahimlere düşen nutfelerden binde biri çocuk olarak doğar. Bunca doğanın binde biri yaşar. Bunca yaşayanın binde biri akıl baliğ olur. Nice bin akıllının ancak biri mü'min olur. Nice bin mü'minin ancak biri âlim olur. Nice bin âlimin ancak biri hakikatı araştırır. Nice bin araştırıcının ancak biri ârif olur. Nice bin ârifin ancak biri kemale ulaşır. Şu halde feleklerin hareketleri ve unsurların birleşmesinde, bileşiklerin ortaya çıkması ve bütün kâinatın yapısından murat ve maksadımız ancak kamil insanın varlığının şerefi bulunmuştur. Kamil insanın gayrisi hep ona çocuk, hizmetçi ve tâbi kılınmıştır. Nitekim insanoğlunun en mükemmeli Habib-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin şanında: "Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım," denilmiştir. Bu mânâ bu beyt ile bilinmiştir: BEYT Her bin senede bir gönül burcuna gelir Aşk göklerinden olmuş bir yıldız İnsanın bedeninin başlangıcı, bu açıklama ile ortaya çıkmıştır. Şu halde: "Her şey aslına döner," hükmünce, bedenlerin sonu dahi bundan ortaya çıkıp anlaşılmıştır. Dördüncü Madde Cismin ve canın iniş ve çıkış keyfiyetini, bedenin konaklarını kat ederek dönüşünü; insanî ruhu, bedenin değişimini ve geçici ruhun bekasını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer bir kimse murat eylese ki, kendisine vad olunan dönüş yerini araştıra ve dönüşünün menzillerini kat edip aslına gide. O, hemen bunu bilsin ki, ihtiyarlıktan önce kırarmıştı. Ondan önce civan olmuş idi. Civanlıktan önce çocuk olmuş idi. Çocukluktan önce ana rahminde cenin olmuş idi. Ondan önce et parçası olmuş idi. Ondan önce kan pıhtısı olmuş idi. Ondan önce rahimde, kadının ve erkeğin dölünden birleşmiş nutfe olmuş idi. Ondan önce, babanın sulbünde ve ananın göğsünde meni olmuş idi. Ondan önce damarlar içinde kan olmuş idi. Ondan önce babanın ve ananın gıdası olmuş idi. Ondan önce hayvanî olmuş idi. Ondan önce bitkisel olmuş idi. Ondan önce unsurların cüzleriyle karışmış toprak idi. Topraktan önce mutlak cisimdi. Ondan öne küllî tabiattı. Ondan önce mücerret cevherdi. Şu halde o kimse ki, hal ile bu makama yetmiştir. O, cisimlerin ve ruhların yollarını tamamıyle kat edip gitmiştir. karanlık ve nur perdelerini toptan kaldırmıştır. Kendi nefsini anlayıp bilmiştir. Mevlasını tanımış ve bilmiştir. Başlangıç ve sonunu bilip, kanden gelip gittiğini anlayıp, ârif ve Hak'ka ulaşıcı olmuştur. Bu ruhanî miracla he müşkülü çözüp, her muradı hâsıl olmuştur. Bu değişimlerden ortaya çıkan budur ki, gerçi insanî ruh, işleriyle bedene yoldaştır. Lâkin zatıyle başkadır ve ondan ayrıdır. Zira ki ruh, mücerret bir cevherdir ki, bir hal üzere bakidir. Beden ise her anda değişici ve fânidir. Ruh o yönden bedenden gayridir ki, o, bedenin menzillerinin hepsini seyir edip, birbirinden fark etmiş ve ayırmıştır. Başlangıç ve sonu tefekkürle geçip, tezekkürle nihayetine gitmiştir. Tahkik ve yakîn ile gereği gibi durumların hakikatine yetmiştir. O halde bir kimse ki, ölçüp biçebilmiştir; o kimse o nesnein aynısı olmayıp, gayri olmuştur. Ruhun, cisimden başka olduğuna hikmet kitaplarında deliller çoktur. Burada uzatmaya hacet yoktur. Lâkin burada münasip delil budur ki: Ruh, ancak o ruhtur ki, bu beden beş yaşında idi ama beden o değildir. Zira beden bunca şekillere girip, nice sıfatlar bulmuştur. Uzunlukta, genişlikte ve derinlikte hareketle büyük olmuştur. Ya önce civan idi, şimdi ihtiyar olmuştur. Veya güçlü idi, zayıf olmuştur. Latif idi, kesif olmuştur. Şu halde gerçekte ihtiyar olan beden, genç olan bedenin gayrisidir. Civan olan beden dahi, çocuk olan bedenin gayrisidir. Gerçi bedene bunca değişim ve farklılık gelip, lakin insan ruhu yine önceki durumda kalır. Tabii ölüm vaktinde, ayrıldığı bedenden ki, onu kabirde ve mahşerde bulur. Onunla ya cehennemde elem çeker ve cennette nimetlenmiş olup kalır. Beşinci Madde Bedenlerin değişiminin keyfiyetini ve geçici ruhun bekasını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsan ruhu değişici olmayıp, bedeni değişici olduğunun sebebi budur ki: Ruh ulvî âlemden gelmiştir. Ulvi âlemde oluşum ve bozuşum olmadığından, onun cüzü bulunan ruh dahi bir karar üzere kalmıştır. Bu bedenin parçaları, bu süflî âlemden alınmıştır. Halbuki süflî âlem oluşum ve bozuşuma mahâl kılınmıştır. Çünkü beden dört unsurdan yaratılmıştır. Şu halde insanın bu bileşimi, bu oluşum ve bozuşum âleminin bir cüzü bulunmuştur. Parçalar ise daima bütüne dönücü olup, bütün dahi cüzüne eğilimli ve feyiz verici bilinmiştir. Cüzün külle dönüşünün delili budur ki: İnsan ihtiyar olup, cân âlemine döner. "Biz Allah'ın kuluyuz ve yine ona döneceğiz," (2/156) âyet-i kerimesi, hükmünü bulur. Bütünün parçaya meyl ve feyzinin delili budur ki: Daima İlâhî fazlın feyzi, külli akıl vasıtasıyle mülk âlemine incidir. Nitekim: "Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur," (1/1), âyet-i kerimesi, buna şahit ve âdildir. Şu halde bütün, parçaya meyledici ve feyz verici olduğu gibi; parça dahi bütüne dönücü ve meyledicidir. Parçanın bütüne dönüşünün bir delili dahi budur ki: İnsan acıkıcı ve susayıcı olur. Zira ki bedenin parçalarının, bütün tarafına dönüşü her â olur. Şu halde ondan bedene za'f ve noksan gelir. Yeme ve içmeye koyulmakla, beden için eksilen yerine gelici olur. Yani unsurlar tarafına giden bedensel parçaların yerine, gıdadan bedene gelip yine beden ondan kuvvet bulur. Çünkü bedenin gıdası, yine kendi aslı bulunan unsurlardan hâsıl olan bitki ve hayvandır. Şu halde hakikatte bedenlerimizin beş senelik parçaları tümden ayrışıp, dembedem tedric ile bedenlerimizden dışarı çıkıp, bütüne gitmiştir. Mesela ellibeş yaşımızda iken bedenlerimizde olan parçalar, elli yaşımızda olanın gayrisidir ki, ayrışanların bedeli gıdadan gelip, yine yavaş yavaş bedenimize parçalar olup, bütüne giden parçaların yerine dolup, bedenin şekillerinde teşekkül etmiştir. Lakin bu durumlara vâkıf olmayanlar, bedeni, ruh gibi bi durum üzere sâbit kalır zannetmişlerdir. Bunun misali böyledir ki: Bir kimse bir sahrada ir çadır kurup, onun kazıkları ve ipleri hep siyah olsa ve o haftada bir defa varıp, bir siyah kazık çıkarıp, yerine bir beyaz kazık çaksa; bir siyah ipini çözüp, yerlerine başka beyaz kazıklar ve ipler çakıp ve bağlasa; o zaman bu değişikliğin farkına varmayanlara o çadır, yine geçen senede kurulduğu hal üzeredir ve bütün parçalarıyla sâbit görünmüştür. Halbuki onun bütün kazıkları ve ipleri yenilenip, değiştirilmiştir. Zira ki bu beyaz kazıklar ve ipler, o siyah kazıkların ve ipleri gayrisi bulunmuştur. Aynen bunun gibi insan bedeni dahi her an açık ve gizli ayrışıp, ayrışanların yerine gıdadan toplandığından, her beş senede bir kere tamamen değişip, farklılık bulur, bilinmiştir. Şu halde parçanın bütüne, bütünün parçaya meyli bu deliller ile ispat olunmuştur. Hakikatini en iyi bilen Allah'dır. Altıncı Madde Bu cihanın, bizi müşfik bir anne gibi terbiye eylediğini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bu âlem, bizim şefkatli annemizdir. Nitekim anne, çocuğunu terbiye eder. O gıdaları ki, çocuk elde edemez, annesi onları yer ki, onlardan süt hâsıl olup, çocuğuna gıda olmaya layık ola. Memenin yolundan çocuğunu verilip, onunla beslene. Bunun gibi, bu âlem dahi bizim üşfik annemizdir ki, iki göğüs mesabesinde bulunan bitki ve hayva yolundan layıkımız olan gıdalarımızı bize ulaştırıp, çeşitli renkte lezzetli meyveler ve nefis yemeklerle bizi yetiştirir. Bu anne ki, âlem bilinmiştir. Başka annelerin aksi bulunmuştur. Zira ki bütün anneler, görünenlere yönelmişlerdir. Alem ise kendi içine yönelmiştir. Ta ki bize bakıcı olup, yetişmemizde hazır ola. Şu halde hakikatte henüz, halen biz kendi annemizin karnında sâkinleriz ki: "Sait, anası karnında saittir. Şaki, anası karnında şakidir," hadis-i şerifini bazıları böyle tevil etmişlerdir. Bu mânâ, bu âyet-i kerimeye uygundur ki, Hak Taâlâ: "Kim bu dünyada kör olursa, artık o, ahirette de kördür ve yol bakımından da daha sapıktır." (17/72), buyurmuştur. Bu mânâyı, bir kâmil bir beyt ile duyurmuştur. BEYT Kim ki bu dünyada ârif-i Hak olmadı Ta ebed bigâne kaldı bulmadı Bu mânâ çok açıktır ki, doğuştan kör olana asla ilâç olmaz. Şu halde iki cihan saadetini hemen bu durumda elde etmek mümkündür. Henüz anne karnındayız, yani bu âlemdeyiz. Burada kör olmak budur ki: İnsan kendini bilmeye ve görmeye, kendi hakikatine ermeye. Zira ki kendini bilmeyen çocuk sayılır. Mevlasını dahi bilmemiş ve bulmamış olur. Şu halde, o kimse iki âlemde kör kalır. Onun için, peygamberler, veliler ve âlimler gelmişlerdir ki, halkı, Yaratan'a davet kılarlar. Cihan halkı, Kur'an nuru, tevhid ilmi, irfan ve Rahman'a ibadetle körlük illetinden kurtulalar. Kendini bilme vasıtasıyle, Hüda'ya âşina ve seçilmişlerin seçilmişi olalar. Ebeden onunla kalalar. Ey hay ve kayyum olan, göklerin ve yerin yaratıcısı, mülkün sahibi celal ve ikram sahibi olan Allahımız! izzetinle kalblerimizi diriltmeni, gözlerimizi seni tanıma nuruyla nurlandırmanı dileriz. Ey Allah! |
26.11.2008, 19:28 | #30 |
Yiğido
COBANYILDIZI Şuan
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45
Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608
|
Cevap: Marifetname
30-BÖLÜM:030:
İKİNCİ BÖLÜM Bedenlerin bileşiminin keyfiyetini, uzuvların tabiatlarının mahiyetini, insan hayatının mizaçlarını, dört rüknün karışım ve bileşiminin, karışımların sebeblerini, durumlarını ve faydalarını ve onlardan oluşanı dört madde ile uzun uzun açıklar. Birinci Madde Bedenlerin bileşiminin keyfiyetini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Dört esas ki, (rükün) basit cisimlerdir, insan bedeni ve diğer hayvanların ilk cüzleridir. Zira ki bileşik cisimlerin çeşitli nevileri, özlerin birleşmesiyle meydana gelir. Esaslar ise dörttür: İkisi hafif, ikisi ağırdır. Hafifler: Ateş ile havadır. Ağırlar: Su ile topraktır. Çünkü ateş unsuru, havaî cevherinin sirayetiyle diğer unsurlarda cereyan edip, bileşip, hararetiyle iki ağır ve soğuk unsurun, soğukluklarını kırar. Onlar, unsurluklarını terkedip, mizaçlık mertebesine giderler. Şu halde iki ağır unsur, uzuvların sükûn ve oluşumuna metin madde olur. iki hafif unsur, uzuvların hareket ve hayatlarına yardımcı olur. İlk esasların kuvvetleri ki, dört keyfiyettir, onlar, sıcaklık, soğukluk, rutubet ve kuruluktur. Bu dördü, unsurların anneleridir. Esaslarda mevcuttur. Bu unsurî keyfiyetler, tabiî suretler üzerine eklenmiştir. Zira ki onlar, sıcaklık ve soğukluk gibi keyfiyetlerde geçici ve değişicidir. Halbuki tabiî suretlerin her iri, kendi zatıyle bakidir. Eğer dört keyfiyet, tabiî suretlerin aslı olsaydı, onlar dahi değişici olup, sabit kalmazlardı. Şu halde eğer basit cisimler olan dört esas, küçülüp biraraya gelseler, tam bileşik cisimler olan üç bileşikde (mevalid-i selase) teğet olup, bu zıt keyfiyetleriyle birbirine tesir etseler ve o bsitlerin her biri öbürünün şiddetli keyfiyetini kırsa; o zıt keyfiyetler arasında her birinden tümünde eşit ve benzer aracı keyfiyet hâsıl olur ki, ona: Mizaç derler. Üç bileşik yani maden, bitki ve hayvan hep onunla vücuda gelirler. Lakin yarı bileşik cisimler olan bulut ve şihap gibi atmosferik şeyler, unsurlardan mizaçsız meydana gelirler. Onun için süratle yok olurlar. İkinci Madde Beden uzuvlarının tabiatlarının mahiyetini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: O şekil verici ve yaratıcı olan Allah Taâlâ hazretleri, âlemde her nesneyi, münasip ve muvafık yerli yerinde, güzel ve mutedil yaratmıştır. Her canlıya uygun ve her uzvunun haline muvafık olan mizacı vermiştir. alemin cüzlerinin tümünde olan mizaçların en layık ve en uygununu insan bedenine kerem kılıp, her bir uzvuna en münasip ola mizacı bahşetmiştir. Bazı cüzlerini ziyade sıcak, bazısını ziyade soğuk, bazısını ziyade rutubetli ve bazısını ziyade kuru etmiştir. Bedende fazla sıcak olan o ruhtur ki, latif buhardır. Sonra yürektir ki, ruhun menşeidir. Sonra kandır ki, muttasıldır. Sonra karaciğerdir ki, kan ondan doğmadır. Sonra halis olan ettir. Sonra sinirdir ki, et ile karışmış olan sinirdir. Sonra dalaktır ki, onda kan vardır. Sonra böbrektir ki, kanı azdır. Sonra atardamarlardır ki, ruhun çevresinde olan kanın zarflarıdır. Sonra toplar damarlardır ki, mutlak kanın zarflarıdır. Sonra el derisidir. Bedende gayet soğuk olan balgamdır. Sonra saçlardır. Sonra kemiklerdir. Sonra kulak kemiğidir ki, kıkırdaktır. Sonra kirişlerdir. Sonra perdelerdir. Sonra sinirlerdir. Sonra murdar iliktir. Sonra dimağ (beyin)dir. Sonra iç yağıdır. Sonra deridir. Bedende gayet kuru olan saçtır ki, duman buharındandır. Sonra kemiktir ki, uzuvların en sertidir. Sonra kıkırdaktır. Sonra kemik başlarıdır. Sonra kiriştir. Sonra zardır. Sonra damarlardır. Sonra toplar damarlardır. Sonra hareket sinirleridir. Sonra yürektir. Sonra bedenin sinirleridir. Sonra deridir. Üçüncü Madde İnsanın yaşlarının mizaçlarını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Yaşların mizaçları muhtelif olduğundan, insanın yaşları topluca dörttür. Biri büyüme çağıdır ki delikanlı yaşı da derler. Bunun müddeti insanın otuz yaşına dektir. Sonra duraklama çağıdır. Buna gençlik yaşı dahi derler. Bunun müddeti insanın altmış yaşına dektir. Sonra açık düşüş yaşıdır ki, buna ihtiyarlık dönemi dahi derler. Bunun müddeti ömrün sonuna varıncaya dektir. Lakin delikanlılık çağı da iki kısımdır. Biri çocukluk çağıdır ki, onbeş yaşına dektir. Sonra delikanlılık çağıdır ki, delikanlılık çağının sonuna dektir. Çocukların mizacı mutedildir. Delikanlılığın mizacı sıcaklık ve rutubettir. Gençliğin mizacı sıcak ve hiddetlidir. Duraklama çağının müddetinden sonra sıcaklığın maddesi olan rutubeti, bizi kuşatmış olan hava çektiğinden sıcaklık noksan bulmağa başlar. Zira ki, geçen bölümde açıklandığı üzere cismanî kuvvetlerin ve cüzlerin hepsi nihayete erer. Ayrışanların bedeli için eşitlik ve bir minval üzere sürekli soğumadır. Lakin bozulma gün gün arttığından ayrışan rutubetle beraber karşılığı gelmez. Şu halde gelen ile sarfolunan bedende eksilme ve geri dönme üzere olduğundan, rutubet yok olup, hararet söner. Tabii ölüm budur. Şu halde her bir şahsın ilk mizacı hasebince rutubeti içine alan kuvveti ne miktar ise, onun tabii ecel miktarı odur. Eğer dışardan bir kazaya uğramazsa odur ki, ömrü de odur. Zira ki, Allah'ın kudreti ile ulvî cisimlerin süflî cisimlerde çeşitli tesirleri daima birbirini takip ettiğinden bütün halkın şekil ve durumları ahlak ve tavırları henüz anaların rahimleri içinde nutfe iken tesadüf eden baht ve talihleri tesirleri ile ortaya çıkmıştır ki, ana karnına nutfe düştüğü saatte baba ve ananın talihleri ne işte ise ve herbirinin yıldızı neye bakıyorsa: Eğer kutlu, uğursuz, o nutfenin zatına tesiri ile nakşedilir. Mesela saadet, şekavet, anlayış, hamakat, cimrilik, cömertlik, korku, şecaat, sevgi, düşmanlık, hırs, kanaat, himmet, alçaklık, fakirlik, zenginlik, rahat, güzellik, kemal, yorgunluk ve üzüntü her ne konum üzerine ise o mutfenin zatına tâi olur. Zira ki o nutfe, ceninin cisminin levh-i mahfuzudur Levh-i mahfuz bu âlemin aynasıdır. Şu halde her kim ki, sait olmuştur, o saadetini ana karnında bulmuştur. Her kim ki şakî gelmiştir, o dahi şekavetini anası karnında almıştır. Nitekim Habib-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri: "sait anası karnında saittir. Şaki anası karnında şakidir," buyurmuştur. Herkesin talihinin tesirini remz ile duyurmuştur. Çünkü halkın bütün şekilleri, vasıfları ve mizaçları felikî konumlar gereğince rahimlerde muhtelif bulunmuştur. Şu halde eceli müsemmaları dahi mizaçları hasebi ile onda muhtelif takdir olunmuştur. Elhasıl delikanlı ve çocuk bedenleri, itidal üzere sıcak ve rutubetli müşahede kılınmıştır. Gençlik bedenleri hiddetli, sıcak bilinmiştir. Kırarma ve ihtiyarlık bedenleri, buhar ruhu ve sıcak kandan yukarıda anlatıldığı üzere geçkin oldukları için soğuk ve kuru bulunmuştur. Kadınların mizacı erkeklerden daha soğuk ve daha rutubetli olduğu tecrübe kılınmıştır. Dördüncü Madde Bedenlerin dört karışımının keyfiyetini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Bedenin ilk rutubetleri olan dört karışım akıcı ve rutubetli cisimlerdir ki, gıdalar önce ona dönüşüp, onlardan bedenin cüzleri gıdalanır. Değerleri karışımın rutubetleri dört cinstir ki: En faziletlisi kan cinsidir. Sonra balgam cinsidir. Sonra safra cinsidir. Sonra siyah köpük cinsidir. Bu karışımların her biri tabiî ve tabiî değildir. Tabiî kan, sıcak ve rutubetlidir. Rengi kırmızı, tadı tatlıdır. Faydası et, yağ ve uzuvların gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı soğuktur ve rengi bulanıktır. Tadı acı olup, faydası olmaz. Tabiî balgam, soğukçadır. Rengi yumurtanın beyazı gibidir. Tadı tatlıdır. Faydası ya kan veya kanın yerini tutup, uzuvların gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı kuru mizaçlı ve değişik renktedir. Acıdır. O, ya tuzlu veya asitli olur. Tabiî safra sıcak ve kırmızıya yakın, yapışkandır. Faydası kana karışıp ve yardımcı olup bedenin cüzleri olmaktır. Tabiî olmayanı, yakıcıdır ve zehir cevheridir. Tabiî siyah köpük tabiî kanın altında kalan tortudur. Tadı tatlıya yakındır. Yeri dalaktır. Faydası açlığı ve şehveti tahriktir. Tabiî olmayanına zehirli kara köpük derler. Dört karışımın doğuş keyfiyeti böyledir ki: Önce gıdanın çiğnenme ile hazm olması vardır ki, ağız yüzeyi ve mide yüzeyi ile bitişik ve bağlantılıdır. Şu halde onda dahi hazmetme kuvveti hâsıldır. Zira ki, çiğnenmiş nesnenin önceki tad ve kokusu gitmiştir. Sonra çiğnenmiş gıda mideye vardığında, midenin ağzı kapanıp, tamamen ona hazmolunur. Lakin sadece midenin harareti ile değildir. Belki ağ taraftan karaciğerin, sol taraftan dalağın ve onda olan atar ve toplar damarların, harekete kabiliyetli olan iç yağının, midenin üstünde ve zarının ötesinde yüreğin, bütün bunların hararetleri ile tamam olup iki üç saatte ilk hazım hasıl olur. Midede keşkek suyu gibi akıcı cevher olur. Sonra onun kesifi mideden bağırsaklara çıkışa yol bulur. Latifi mideye bitişik olan damarlar yolundan karaciğere bitişik olan ince kıllar gibi damarlar ile süzülüp, karaciğere çekilir. Şu halde karaciğer o latif cevhere kavuşup; sünger gibi emer. Onda da önceki sindirim süresi kadar zamanda pişer. İkinci hazım da hasıl olur. O pişen kırmızı rengi boyanıp, onun yüzünde kaymak gibi nesne ve dibinde tortu gibi nesne hâsıl olur. Eğer ifrat derecede pişerse bir yakıcı nesne hâsıl olur. Eğer az pişerse hint kavunu gibi bir nesne peyda olur. O kaymak safradır veya siyah köpüktür. Bu ikisi tabiîdir. Yakıcı olanın latifi itilen safradır, kesifi itilen siyah köpüktür. Bu ikisi tabiî değildir. Hit kavunu,tabiî balgamdır. Hepsinden saf ve hasi olanı kandır. Lakin suyu fazladır ki, karaciğerden ayrılmazdan önce suyu, böbreklere inen damarlarla çekilip, kendilerine gıda olacak yağ ve kanı alıp, artığı mesaneye süzülüp, dışarı çıkmaya yol bulur. Kıvam bulmuş halis kan, karaciğer üstünde doğan büyük damara çekilip, ondan ayrılan atardamarlara akar. Sonra yüreğe ve buradan bütün vücuda yayılır, uzuvların besini olur. Beşinci Madde Karışımların oluş sebeblerini, tabiat ve faydalarını ve hareket sebeblerini; buharlardan doğan tabiî ruhu bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Tabiî kanın fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, gıdaların ve içeceklerin mutedil olmasıdır. Tam sebebi bedenin beslenmesidir. Tabii safranın fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, sıcak, latif, tatlı ve yağlı gıdadır. Sureta olan sebebi, fazla çiğnenmektir. Tam sebebi, kan karışımı ve bedenin beslenmesidir. Yakıcı safranın fail sebebi, karaciğerin aşırı hararetidir. Tabii siyah köpüğün fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, rutubeti az olan çok sıcak ve katı gıdalardır. Sureta olan sebebi, akmayan ve ayrışmayan gıdalardır. Tam sebebi, kanı kuvvetlendirip, bedenin gıdası yapmaktır. Yakıcı siyah köpüğün fail sebebi, az hararettir. Maddî sebebi, az çiğnemektir. Tam sebebi, kan karışımı ve bedenin beslenmesidir. Şu halde, karışıkların doğuş sebebleri, sıcaklık ve soğukluktur. Zira ki mutedil hararetten kan; fazla hararetten yakıcı safra ve çok fazla hararetten yakıcı siyah köpük; soğukta balgam doğmuştur. Kan ile damarlardan akan karışımların, damarlar içinde dahi iki üç saat müddetinde üçüncü hazmı vardır. Azaya tevzi edildiğinde; her uzuvda kendi nasibinin bu müddet içinde de dördüncü hazmı vardır. Damarlar içinde olan üçüncü hazmın ve azada olan dördüncü hazmın fazlaları geçen bölümde açıklandığı gibi kulak kiri, göz çapağı, burun kiri olup, sa ve tırnak suretini bulup; bedenin azalarından ayrışan ter, kir, yara ve cerahat şeklinde vücuttan atılır. Sözü edilen karışımların doğuş sebebleri olduğu gibi, hareket sebebleri de vardır. Zira ki bedenin hareketi ve sıcak eşya, kanı ve safrayı tahrik eder. Bazı kere siyah köpüğü dahi tahrik eder. Lakin hareketsizlik, balgama kuvvet verir. Güzel şeyler düşünmek de dört karışımı harekete geçirir. Nitekim dört karışımın kesafetinden, bir kesif cevher doğar ki, uzuvdur veya uzvun bir cüzüdür. Bunun gibi karışımın latif buharlarından, bir mizaç hasebiyle latif bir cevher doğar ki, tabiî ruhtur. Hayvanî ruhu kabul istidadını bulmuştur. Mizaç üzere önce bu ruh doğup, sonra bütün uzuvlara, nefsanî kuvvetleri ve başkalarını kabul istidadını veren budur. Şu halde nefsanî ve hayvanî kuvvetler insan bedeninin uzuvlarında hâsıl olmaz. Ancak bu tabiî ruh vasıtasıyle olur. Eğer bedenin bir uzvu nefsanî ve hayvanî kuvvetlerden kesilip, tabiî ruhtan kesilse, o uzuv henüz hayattadır. Zira ki uyuşmuş veya felç olmuş olan uzuv, his ve hareket kuvvetini yitirmişken yine hayatiyeti vardır. Eğer ölmüş olsa, kokuşur ve bozuşurdu. Şu halde felç olmuş uzuvda, onu koruyan bir kuvvet vardır ki, bu tabiî ruhtur. |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|