Forum - Ana Sayfa Takvim S?k Sorulan Sorular Arama

Zurück   Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar > Serbest Alan > Serbest Kürsü
SİTE ANA SAYFA Galeri Kayıt ol Yardım Ajanda Oyunlar Bugünki Mesajlar

Serbest Kürsü Serbest Konular



Son 15 Mesaj : Atatürk'ün Çocukluğu'na Ait Hikayeler           »          Şehzade Osman           »          Hatıra defteri           »          Antilop İle Akrebin Dostluğu           »          Karagöz İle Hacivat Konuşmaları 2           »          Sitemizin Ozanları           »          SEVDİM İŞTE....           »          NEFRET ETTİM İŞTE!!!!!           »          AFORİZMALAR (SAÇMALAMLAR)-1           »          SEÇKİNLER/SEÇİLMİŞLER DÜNYASI           »          Hatalarımızdan Dersler Alabilmek Ümidiyle.           »          Araf Suresi 172-173. Ayetler.( Ben Sizin Rabbiniz Değil Miyim)           »          İnancımızı Kullananların Artık Tuzağına Düşmeyelim.           »          ULAŞ-Yapalı           »          TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR PAYLAŞIMAZ
Cevapla
 
Seçenekler Arama Stil
Alt 26.11.2008, 19:22   #21
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

21-BÖLÜM:021:



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM



Hava küresinin alt tabakasını, tabiat ve vasıflarını, hareket ve isimlerini

ve sair durumlarını sekiz madde ile açıklar.



Birinci Madde


Hava unsurunun alt tabakasının bazı durumlarını bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar sözbirliğiyle

demişlerdir ki: Hava unsurunun alt tabakası, ateş tabakasına nispetle

dördüncü tabakadır. Bu tabakanın havası, çeşitli hareketlerle hareket

halindedir. Bunun kalınlığı ve derinliği, yaklaşık onaltı fersahtan fazla

mesafedir. Bu alt tabaka, kesif bir havadır ki, toprağa ve suya komşu olup,

onlara düşen güneş şuaları ve yıldızların akislerinin sıcaklığıyle

ılımlılık kazanıp, buna ârız olan kara ve denizlerin soğukluğuyle

kalmamıştır. Gökkuşağı, hâle, duman, ırağı ve çiğ; tan vakitleri, gece,

gündüz ve rüzgârlar bu tabakada oluşur. Eğer bu tabaka, güneşin ve

yıldızların sıcaklığıyle ılımlı olmasaydı, toprak ve sudan kazandığı

soğukluğu, üzerinde olan soğuk tabakanınkinden fazla ve şiddetli olurdu.

Nitekim kutup altında, tepe noktasından güneş uzak olduğundan, hava öyle

bir derecede soğuk olur ki, deniz donup, kardan boş hiç bir yer kalmaz.

Soğuğun şiddetiyle bitkiler ve hayvanlar helak olup, orada imaret mümkün

olmaz. Bu durumda, hava küresi üç tabakaya bölünüp, üst tabakası ateşe

komşu olduğundan oldukça sıcaktır. Orta tabakası, aşağıdan yükselen su

buharıyle komşu olduğundan, ifrat derecede soğuktur. Alt tabakası, yere ve

suya komşudur, lakin şuaların aksiyle tabiatı ılımlıdır. Onun için bu

tabakaya: Kürre-i nesîm derler. Buhar ve dumanla karışık olduğundan, buna:

Buhar küresi ve duman küresi de derle. Bu tabakanın havası kesif

olduğundan, güneşin ışığı ancak bunda zâhirdir. Yerin gölgesi ancak bunda

yürüyüp, döner. Onun için buna: Gece küresi ve gündüz küresi denilmiştir.

Bu kürenin rengidir ki, gök rengi görünmüştür. Zira ki, filozoflar

nazarında, bu tabakanın üstünde gece ve gündüz olmaz. güneş ve yıldızların

nurlu ışıkları, onda ay küresinin kesif cisminden gayri lâtif cisimlerde

yansıma ile ortaya çıkmaz. Lakin feleklerin gündüzü pâk bir nurdur ki, ne

şarkîdir, ne garbîdir. Orada sabah ve akşam yoktur. (Allah dilediğini

nuruna hidayet eder.) Bu tabakanın yeryüzünden yüksekliği belirtilen

kalınlığı miktarıdır ki, onaltı fersahtan fazlacadır.



İkinci Madde



Hava küresinin alt tabakasında meydana gelen çeşitli rüzgârları ve cihanın

yönlerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: çeşitli rüzgârların

meydana gelmesi, deniz dibinde hava, unsurunun değişik yönlere hareketi ve

dalgalanmasıyle olur. Nitekim denizin yüzündeki su unsurunun dalgalanması,

bir cüzünün bir cüzünü değişik yönlere yitmesiyle vücut bulur. Hava unsuru

ile su unsuru iki sâkin deniz iken, hava zerrelerinin hareketi hafif

olmuştur. Su zerrelerinin hareketleri ağrılık bulmuştur.

Rüzgarların meydana gelmesinin sebebi budur ki: Güneşin tesirinden ya

başkasından hâsıl olan dumanlar yerden yükselip, soğu tabakaya ulaştığında,

eğer onların sıcaklığı kırıldıysa, aşağıya inmek için hareket edip, bu

yüzden hava denizi dahi dalgalanır. Böylece rüzgar olur. Eğer

sıcaklıklarını yitirmedilerse, ateş küresine yükselirler. Ateş ise o

duanların yersel maddelerini yakıp, kalan havaî maddesini dönüsel

hareketiyle aşağı tarafa iter. İşte bu hareketle hava dalgalanıp, rüzgâr

olur. Rüzgârın bir sebebi de budur ki: soğuk tabakada bulutlar ağır olup,

yukarıdan aşağıya yöneldiğinden, bunlar, iniş hareketiyle suhunet bulup,

havaya dönüşerek, bizzat kendileri hareketli rüzgâr olur. Bu geriye dönüşle

hava dalgalanıp, rüzgâr olur. Bir ebedi dahi budur ki, bulutların

biribirine yığılmasından ve izdihamından hava yine hareketlenip,

dalgalanır. Böylece rüzgâr eser. Veyahut bulutlar kıvamda uyuşamayıp kesifi

hafifini ittiğinden, hafif bulutlar bir taraftan yürüyüp, havanın

dalgalanmasından rüzgâr meydana gelir. Bir sebebi dahi budur ki, havanın

ısınmasıyle bir taraftan yayılır, ona başka bir cisim karışmaksızın miktarı

fazlalaştığından, komşusu olan havayı iter, itilen komşusunu iter, böyle

böyle hava dalgalanarak gider. Bu itişme yavaş yavaş zayıflayan, merkezden

uzaklaştıkça, giderek hava sakinleşir. Mesela bir durgun suyun ortasına bi

taş atıldığında, ne şekilde dalgalanırsa, durgun hava dahi onun gibi

dalgalanır. Bir sebebi dahi budur ki: Hava yoğunlaşmasıyle ir tarafta

toplandığında, yine hava dalgalanası olur. Zira ki, havanın hacmi iyice

yoğunlaşıp, boşluk nedeniyle çevredeki hava zorunlu olarak o tarafa hareket

ederek,rüzgâr peyda olur. Bir sebebi de budur ki, yerden yükselen

dumanların bazısı, soğuk tabakaya ulaşmazdan önce havaya dönüşüp, bir

taraftan bir tarafa hareketle rüzgâr olur.

Sam yelinin sebebi ise, şihab maddesinin kalıntıları olan göktaşlarıyla

karışarak yakıcılaşan havanın hareketleridir. Yahut halis havanın, sıcak

araziden geçmesinden, yakıcı niteliği ile nitelenip, sam yeli olur.

Kasırganın sebebi: O ki, yeryüzünü süpürür, devran ile kendi kendine

sarılıp ayağa kalkar gibi görünür, havaya yükselir. Bu yele: Ümm-ü zevba

(burgan) derler. Bunun çoğunlukla sebebi odur ki: Soğuk tabakadan inen

rüzgâr, bulutlarla karşılaşıp, bulutlar da çeşitli rüzgârlarla deveran

etmekteyken, o inen rüzgâr dahi dönmeye başlayıp, bu haliyle yere iner. O

anda, çalı-çırpı ve toz-toprak ne bulursa döndürüp, endamıyle bir daire

görünür ve kâh olur ki, çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirine

rastlayıp, itişerek, yerden kopardıklarıyla birbirlerine saldırırlar. O

anda, rüzgârların arasında kalan şeyler sıkılıp, bükülüp, minare gibi

yükselir. Güya ki, uzuvları var gibi, birbiriyle sarmaş dolaş görünürler.

Kâh olur ki, denizde geriye rastlayıp, döndürür. Kâh olur ki, bu buragan

ortasına bir bulut düşüp, onu havada döndürürken, büyük bir hortum

şeklinde görünür.

Şahıslara göre cihanda yönler altıdır ki: Şahsın altı, üstü, önü, arkası,

sağı ve soludur. Lakin astronomlar, cihanın dört yönünden, güneşin doğduğu

tarafa, doğu; battığı tarafa, batı adını vermişlerdir. Doğuya dönük olan

kimsenin sağ tarafına güney, sol tarafına, kuzey demişlerdir. Bu sayılan

dört yönün aralarında dört yön daha koyup, tertip etmişlerdir. Doğu ile

kuzey arasına: Yaz doğusu (kuzeydoğu), doğu ile güney arasına: Kış doğusu

(güneydoğu), güneyle batı arasına: Kış batısı (güneybatı), batı ile kuzey

arasına: Yaz batısı (kuzeybatı), adlarını vermişlerdir. Şu halde cihanın bu

altı yönüne, sekiz rüzgâr nispet ve tayin edip: Doğu, batı, güney, kuzey

taraflarından hareket eden dört rüzgârı; temel rüzgârlar itibar

etmişlerdir. Bunların aralarında esen rüzgârları, tâli rüzgârlar itibar

ederler. Bu rüzgârlarla yelkenli gemiler denizlerde her yöne gitmişlerdir.

İstenen sahillere yetmişlerdir.

İmdi, rüzgârlar gönderici olan kâdır ve kayyumun kudret ve azametini bir

kere fikredip düşünsen ki, bize gönderdiği bu rüzgârların, ağır gemileri

yürütüşü, bulutları yayışı gibi nice büyük faydaları vardır ki, binde biri

ancak bilinmiştir. Zira ki, "Rüzgâr olmasaydı, herşey bozulurdu,"

denilmiştir. Çünkü havanın yönlere hareketi bu kadarlık açıklandı. Şimdi de

fayda ve özelliklerini açıklayalım, ta ki he bi nefeste iki nimet olduğu,

herkese ayan olup, herkes kendini nimete batmış bilip, nimet vericiye

şükredici olalar.



Üçüncü Madde



Bizi kuşatan havanın, bedenlerimize ve ruhlarımıza olan tesirlerini ve

menfaatlerini bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hak'ın tesiriyle, bizi

kuşatmış olan havanın bedenlerimize tesiri çok açıktır. Bu hava,

bedenlerimizin ve ruhlarımızın unsuru olduğundan, ruhlarımıza ulaşan

âdaletli bir fâil gibi sıhha ve âfiyetimizin sebebi olmuştur. Bu durumda

havadan ruhlarımızda hâsıl olan tadil, iki şekildedir. iri rahatlandırma,

diğeri temizlemedir. Rahatlandırma: Ruhunhararetli mizacı hapsolunarak

şiddetlendikçe, ona akciğerden ve can damarlarına bitişik olan nabz

mesamelerinden hava vermektir. Zira ki,bizi kuşatan hava, ruhumuzun aziz

mizacına kıyasla, gayet soğuktur. Şu halde havanın sadmesi ruha ulaşıp,

karıştığında, hayatımızın sebebi olan nefesin etkisinin kabulü yeteneğinden

ruhu men eden kötü mizaca neden olan ateşe dönüşmesinden ruhu koruyup;

buharsı rutubetinin cevheri yok olmadan onu en eder. Temizlenme ise: Bu

bedenin en feyizli karışımı gibi olan ruhun, ayırıcı yeteneğiyle içimize

aldığımız havanın dumansı buharını ayrıştırıp, nefes dışarı çıkarken teslim

etmesidir. Demek ki, burunu çekilen havanın tadili, havanın ruh üzerine

gelmesiyle olur. Temizlenme, havanın candan dışarı çıkmasıyle olur. Zira ki

tadil için alınan hava, önce soğuktur. Ama içeride, uzun süre hapsedilip,

ruhun niteliğiyle nitelenip ısınsa, faydası bâtıl olur. Bu tür havadan ruh,

istiğna edip yeni havaya muhtaç olur ki, yeni hava akciğeri içine girip

öncekinin yerini ala. Şu halde, zorunlu olarak alına havayı vermek

gereklidir. Ta ki, hemen ardınca gelecek havaya boş yer kala ve o havanın

çıkmasıyle birlik onun fazla cevherlerini (karbondioksit) ruh dışarı ite.

Hava mutedil ve saf olup, ruhun mizacına uymayan garip cevherler ona

karışmamıştır. Havanın işi, temizleme ve rahatlandırma suretiyle bedenlere

ve ruhlara sıhhat ve âfiyet vermektir; korumak ve siyanet etmektir. Eğer

hava bozuşuma uğradıysa, onun işi de, beden ve ruhlar zarar vermektir.

Hakikatte zarar veren ve fayda veren yaratıcı olan Hüda iken, edenleri ve

ruhları sebeblere ve havaya bağlamıştır.



Dördüncü Madde


Bizi kuşatan havaya ârız olan tabiî değişmeleri bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bizi sara havaya tabii

ve tabii olmayan değişiklikler, tabii akımın zıddı olan değişmelere ârız olur

Tabii değişmeler, mevsimsel değişmelerdir. Zira ki, bu hava, her mevsimde

başka bir mizaca bürünür. Bahar havası mutedildir. Yaz havası sıcaktır.

Sonbahar havası ılımlıya yakındır. Kış havası soğuktur. Gerçi tıp

âlimlerine göre, bu dört mevsimin havası, iklimlere ve bölgelere göre

değişiktir. Lakin müneccimler nazarında, değişmeler muteber değildir.

Onlara göre, dört mevsim şöyledir: Güneşin, ilkbahar eşitlik noktasından

başlayarak koç, boğa ve ikizlerde bulunduğu süre ilkbahardır. Yengeç,

aslan ve başaktayken yazdır. Terazi, akrep ve yaydayken sonbahardır.

Oğlak, kova ve balıktayken kıştır. Ama dört evsimin mizaçlarının

biribirinden farklılığı, güneşin tepe noktamıza yakın ve uzak olması

nedeniyledir. Şu halde yaz mevsiminin sıcak olması, güneşin tepe noktamıza

yakın olup, şuası kuvvet bulduğundandır. Zar ki, yaz mevsiminde, şuaların

akisleri, bölgelere göre dar ve dik açılar üzere olmayıp, geniş açı üzere

olur. Bu duruma şualar kesif olup, sıcaklığı iki kat olduğu için, bizi sara

havayı çok ısıtır. Bunun esas sebebi budur ki: Güneşi şualarının bazısının

kaynağı silindir ve konu biçiminde olur Güya ki, güneşin şuası, merkezden

çıkıp, karşısında bulunan nesnenin içine işler. Şuaların kaynaklarının

bazısı basit bir çevrim veya basite yakın çevrim biçimindedir. Halbuki

şuanın etkisinin gücü okunun yanındadır. Şua okunun, düştüğü yere göre

çevreye etkisi zayıf olur. Yaz mevsiminde, güneşin şuasının dik düştüğü

veya dike yakın düştüğü yerde bulunuruz. Kışınsa ya şuanın düştüğü yerin

çevresinde veya çevresinin yakınında bulunuruz. Bunun için, yazın güneş,

doruğuna çıkıp, yerden uzak olsa bile, bölgemize ışığı fazla ve etkilidir.

Kışınsa, güneş eteğine inip, yere yaklaştığı halde, bölgemize ışığı zayıf

gelip, hava soğuk olur. Zira ki, yaz mevsiminde güneş bizim tepe noktamıza

yakın olur, kış mevsiminde ise uzak olur. Fakat ilkbahar ve sonbaharda,

şuaların düştüğü noktalar çevremizde bulunduğundan hava ılımlı olur.



Beşinci Madde



Bizi kuşatan havaya ârız olan, tabii olmayan göksel değişmeleri bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bizi saran havaya ârız

olan tabii olmayan değişmelerin bazısı göksel işlere, bazısı yersel işlere

bağlıdır.



Göksel işler nedeniyle olan hava değişimleri, yıldızların etkisiyle

Olan değimelerdir. Zira ki ışıklı yıldızlar bir yerde toplanıp, güneşle dahi

biraraya gelmeleri sırasında, yerin başucu noktasına veya yakınına düşen

gölgeleri kuşatan havayı, ifrat derecede güzelleştirirler. Bazan bu birleşme

başucu noktasından uzakta olur ve havanın güzelliği eksilir.

Yersel değişmeler nedeniyle olan hava değişmelerinin bazısı, bölgeleri

enleme sebebiyle, bazısı, bölgenin yerinin yüksekliği ve alçaklığı

sebebiyle, bazısı, dağlar sebebiyle, bazısı rüzgârlar ve bazısı toprak

sebebiyle hâsıl olur.

Bölgelerin enlem farkından olan hava değişmeleri açıktır. Zira ki he belde

ki kuzey tarafta yengeç dönencesine ve güney tarafta oğlak dönencesine

yakındır. O bölgenin yazı ekvator tarafında olan bölgelerin yazından ve

kuzey tarafa yakın olan bölgelerin yazından daha sıcaktır. Şu halde gün

eşitleyici dairesi altında bulunan yerlerin havasını mizacı itidale daha

yakındır. Zira ki burada havanın sıcaklığının sebebi güneşi tepe noktasına

gelmesidir. Halbuki ışınların tepeden ve dik gelmesi çok tesir etmez, belki

bunun sürekliliği çok tesir eder. Bu sebepten gün yarısı vaktinde olan

güneşin sıcaklığı, ikindiden önce çoğalır. Bunun içindir ki, güneş, yengeç

burcunun doruğundan meyl edip biraz güneye inse sıcaklığı şiddetli olur.

Güneş, mümessil feleğin eğiliminde bulunduğundan henüz yengeç burcunun

doruğuna ulaşmıştır. Mesela güneş, ikizler burcunun tepesinde iken havaya

yaptığı tesirden, aslan burcunun tepesine geldiğinde daha çok tesir eder.

Zira ki aslanın tepesinde iken ışınların dik gelmesi süreklidir. Halbuki

ekvatora çakışık olan yerlerde güneş, birkaç gün tepede bulunup, hızla

uzaklaşır. Zira ki eşitlik noktasının yakınında olan gün ışınlarının eğim

fazlalığı, dönüm noktasının yanında bulunan eğim fazlalığından çok

büyüktür. Belki dönüm noktasının yanında olan artışın hareketi, üç dört

güne mahsus olmaz. Elbette güneş, orada bir müddet yakın bir yerde kalıp

havanın ısınmasına sebep olur. Şu halde bundan malum oldu ki, o bölgede ki,

genel meğil enlemlerine yakındır. Onlar en sıcak bölgelerdir. Onlardan sonra

en sıcak yerler, onların kutuplarından yana olan taraflarında ve

güneşitleyiciden yana olan taraflarında onbeşer dereceye değin enlemi

bulunan beldelerdir. İki dönüm noktası arasındakiler de bunlar gibidir.



Altıncı Madde



Bizi kuşatan havaya harız olan tabii olmayan yerel değişmeleri yani

yeryüzünün bölgelerinin yükseklik ve alçaklık sebebiyle, dağlar denizler,

rüzgârlar ve toprak sebebiyle havaya ârız olan değişmeleri bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bölgenin yüksek ve

alçak yerde bulunması ile havanın değişmeleri muhakkaktır. Yüksek yerde

bulunan bölgenin havası sürekli soğuk olur. Alçak yerde bulunan bölgenin

havası sürekli sıcak olur. Zira ki güneş ışınlarının yerden aksetmesi ile

kazandığı sıcaklığın şiddeti, yere yakın olan tarafı bulunduğundan, bizi

kuşatan nesîmi kürenin en sıcak yeri, yere komşu olan semtidir. Yerden

uzaklaştıkça soğuk tabakaya yaklaşıp ona komşu olunduğundan buralar soğuk

olur. Eğer alçak yer, bir derin vâdi olursa sıcak şuaları hapsedip, havayı

çok sıcak ve kesif olur.

Dağlar sebebiyle bulunan hava değişmeleri ortadadır. Zira ki, o dağ ki

bölgenin oturduğu yerdir. O bölgenin havası ânifen açıklanan kısımdan

sayılmıştır.O dağ ki, bölgenin komşusu bulunmuştur; o bölgeyi saran havada

onun tesiri, iki yönde tecrübe olunmuştur. Tesirin biri, güney ışınlarına o

bölge üzerine akis ve hasretmek veya bölgeyi ışınlardan örtmek

yönlerindendir. ikinci tesiri, rüzgârı, bölge üzerine esmekten men edip

veya bölge üzerine sevkedip yardımcı olmak yönlerindendir. Birincisi, dağ

bölgenin kuzeyi yakınında olmak gibidir. O zaman güneş, ışınlarını o dağ

üzerine serpip, şuası o bölgeye aksederek, enlemi ne kadar farklı olursa

olsun orayı kuşatan havayı ısıtır. Eğer dağ, bölgenin batı tarafında

bulunup, doğusu açık olursa, güneşin tesiri orada yine tamamıyle havayı

ısıtmaktır. Eğer dağ, bölgenin doğusunda bulunup, batısı açık olursa yarı

ısıtır. Zira ki bu dağ üzerine güneş, zevalden sonra ışıklarını septiğinde

saat saat gittikçe, bu dağın doğu tarafından uzaklaşıp, şuanın keyfiyeti

azalıp havanın ısınması tamam olmaz. Lakin dağın batısından yana güneş

geldiğinde, her saat yaklaşıp, bölgenin havasını tamamiyle ısıtır. Eğer

dağ, bölgenin güneyi yakınında olsa bölgenin havasını hiç ısıtamaz.

Dağın ikinci yönden olan tesiri, bölge üzerinden soğuk kuzey rüzgârının

esmesini dağın engellemesiyledir: Ya sıcak güney rüzgârıın esmesini, bölge

üzerinden kaldırmasıyladır veyahut bölge, iki büyük dağ arasında bulunup,

rüzgâr tarafına açık olmasıyledir. O zaman orada rüzgârın esmesi, düzlükte

bulunan belde üzerine esmesinden daha şiddetli ve fazladır. Çünkü rüzgârın

şanındandır ki, bir dar yere çekilse, tıpkı bir akar su gibi burada

rüzgârın akıntısı sükun bulmaz ve durmaz. Şu halde dağ bakımından

beldelerin en ılımlısı o beldenin havasıdır ki, kuzey tarafı açık olup,

batı ve güney tarafları kapalı ola.

Deniz sebebiyle çevrede olan bütün beldelerin havası rutubetli olur. Eğer

deniz, beldenin kuzey tarafı yakınında olursa, su üzerinde kuzey rüzgârı

esip, o beldenin havasına fazla soğukluk bahşeder. Zira iki suyun tabiatı,

kuzey rüzgârı gibi soğuktur. Eğer belde, denizin güney tarafında olursa, o

beldenin havasına fazla ağırlık verir. Özellikle kuzeyinde dağ bulunup,

rüzgârın esmesine mâni olursa onun havası oldukça ağır ve kesif olur. Eğer

deniz beldenin doğu tarafında olursa, onun havasına fazla rutubet verir.

Zira ki güneş, bütün etkisiyle o beldenin üzerine ısrarla yaklaşır. Eğer

deniz, beldenin batısında olursa, onun havasına rutubet vermesi az olur.

Zira ki güneş, o beldeyi yalayarak uzaklaşır. Bu mânâya uygun rüzgârlar;

kuzey, doğu ve batı rüzgârlarıdır ki, muzır olan güney rüzgârıdır.

Rüzgârlar sebebiyle olan hava değişmeleri tecrübe edilmiştir ki: Kuzey

rüzgârları soğuk ve kurudur. Soğukluğu, soğuk dağlardan geçip bize

geldiğindendir. Kuruluğu, güneş ışınları o tarafa zayıf olup, burada deniz

buharlaşması az olduğundandır. Doğu rüzgarları, sıcaklık ve soğuklukta

mutedildir. Lakin dağlardan ve karalardan geçtiğinden, bir miktar kurudur.

Batı rüzgârları dahi mutedildir. Lakin denizlerden geçip geldiğinden bir

miktar rutubetlidir. Güney rüzgârları ekseri beldelerde sıcak ve

rutubetlidir. Sıcaklığı, güneşin yakınlığı ile ısınmış olan yönden bizlere

geldiğindendir. Rutubeti ondandır ki, güney denizleri güneşin sıcaklığıyle

çözülüp, sıcaklığın kuvvetiyle denizlerden buharlar çıkıp, o rüzgarlara

karışır. Onun için güney rüzgarları, insana rehavet verir. Ama sam yani

helak yelleri yukarıda beyan olunduğu üzere, ya çok sıcak olan sahralardan

geçip gelen rüzgârlardır veyahut duman tabakasında ateş benzeri dehşetli

âlâmetler ortaya çıkaran duanların artıkları aşağıya inip karıştığı

rüzgârdır ki, her ne yönden hareket etseler, tesadüf ettikleri bedenleri

saatinde yakıp, simsiyah edip, helak ederler. Bilinen bütün bu kuralları,

sam yelleri altüst ederler. bütün şiddetli rüzgârların ilk başlangıcı gerçi

zayıf rüzgârlar gibi aşağıdandır. Lakin hareketlerinin başlangıcı, esmesi

ve esası yukarıdandır.

Toprak sebebiyle olan hava değişmeleri ki, her beldeye göre farklı olur. O

farklılığın sebebi budur ki, beldelerin bazısının toprağı killidir,

bazısının taşlık, bazısının kumluk, bazısının kara, bazısının madendir. Şu

halde bunların hepsi suyu değiştirdikleri gibi, havayı dahi değiştirirler.

Hak'ın tesiri ile tasarruf ederler. Zira ilk, kainatın bütün zerreleri

vücuda gelip giderler. Her ne ederlerse Allah'ın iradesi ve kudretiyle

ederler. Kadir ve kayyum olan ancak Allah Taala'dır. Celle celalih.



Yedinci Madde



Bizi kuşatan havaya ârız olan, tabii akıntının zıddı değişmeleri bildirir.



Ey aziz, maulm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Tabii akıntılara zıt

olan değişmeler, ya havanı dönüşmesinden veya havada bulunan

istihaledendir, veya havanın keyfiyetinde bulunan istihale ve

değişimdendir. Havanın cevherinde olan istihale, hava cevherinin

bozulmasının mümkün olmasıdır. Yoksa havanın bir keyfiyeti şiddetli

olduğunda veya eksik bulunduğunda değişim olmaz. Belki havanın cevheri

bizzat çevirici olsa, o vebadır ki, havaya ârız olan kokuşmadır ve ona taun

dahi derler. Bu kokuşma, renk ve kokuyu ve yemeği değiştirici olan suyun

kokuşması gibidir. Bizim havadan muradımız, o basit ve mücerret olan hava

değildir. Belki bizi çevreleyen buhar ve duman küresidir ki, basit ve

mücerret değildir. Zira ki, mücerret basit cisimlerin hiç biri kokuşmaz,

ancak keyfiyetinde ya cevherinde, başka bir basite dönüşür. Yukarıda

açıklanan unsurların dönüşümü gibi. Fakat bizim havadn muradımız, havanın

içinde olup, havanın hakiki cüzlerinden, su ve buhar zerreciklerinden;

buhar ve duman ile yükselen topraksal ve taeşsel cüzlerden karışmış olan bir

cisimdir ki, buna hava adını vermemiz; deniz suyuna, su adını vermemiz

gibidir. Zira ki, deniz suyu dahi saf değildir. Belki topraktan ve sudan ve

havadan ve ateşten bileşmiştir. Lakin onda su üstün olduğundan, su adı

verilmiştir. Şu halde bu karışık hava, bazı kere kokuşup, cevheri kötüleşir

Nitekim çakıllı geniş derelerin suyu kokuşup, cevheri onlara dönüşüp, taş

kesilir Bunun gibi hava da kokuşup veba kesilir. Havanın fazla kokuşması ve

vebanın çoğalması genellikle yaz sonunda ve sonbaharda olur. Ama havanın

keyfiyetinde bulunan değişmesi, sıcaklığında ya soğukluğunda tahammül

olunmayan keyfiyete çıkıp, ziraati ve nesli fesada verip, helak etmesidir.

Bu durumda hava, sayılan bu değişimlerin biriyle değişime uğrasa, ondan

Hak'ın izniyle bedenlerimize hastalıklar ârız olur. Zira ki, hava

kokuştuğunda Hak'ın tesiriyle, bedenlerimizin içinde olan dört karışıma

dahi tesir eder. Önce yürekte olan karışıma kokuşma eriştirir.



Sekizinci Madde



Bizi kuşatan havanın, bedenlerimize ve ruhlarımıza olan çeşitli tesirlerini

ve faydalarını; sen rüzgârların değişmeleri ve faydalarını bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer hava ifratla sıcak

olsa, bedendeki mafsallara rehavet verip, rutubeti tahlil eder. Susuzluğu

artırır ve kuvveti azaltır. Bir tabiat âleti ola bedenin hararetini tahlil

edip, hazmı tebdil eder. Kan dokusunu tahlil ve safrayı diğer salgılar

üzerine üstün ederek, rengi sarartır. Şu halde, sıcak hava, bedenin

sıhhatine uygun değildir. Fakat soğuk algınlığı olanlara ve bazı felçlilere

uygun ve faydalıdır. Ama soğuk hava bedenin hararetini hasredip, maddeleri

akmaktan alıkoyar ve nezleyi tahrik eder. Sinirleri zayıflatıp, akciğere ve

damarlara şiddetli zarar verir. Eğer havanın soğukluğu mutedil olursa,

hazma ve bedenin bütün uzuvlarına kuvvet ve sağlamlık verip, sıhhatli

bedenlere uygun gelir. Mesameleri kapatıp, kemik boşluklarını sıkıştırır.

rutubetli hava, çoğu bedenleri mizacına uygun gelip cildi yumuşak, rengi

güzel, görünüşü hoş edip, mesameleri temizler. Lakin kokuşmaya hazırlar.

Kuru hava ise, açıklanan rutubetli havanın tesirlerinin tam zıddını yapar.

Kuzey rüzgârlarıdır ki, bedene kuvvet verip, metanet bahşeder. Görünen

akıntıları men eder ve bedenin mesamelerini kapatır. Hazma kuvvet verir.

Karnı ve mideyi çalıştırıp, idrarı kolaylaştırır. Batı havası kokuşmuş

olsa, bu rüzgâr onu ıslah eder. Eğer güney rüzgârı, kuzey rüzgârı üzerine

geçip, hemen kuzey rüzgârı esse; güney rüzgârı terletir, kuzey rüzgârı

insanın içini pekleştirip, dışarı açılmaya sebeb olur. Bu sebepten, o anda,

baştan akan maddeler çoğalıp, göğüs, mesane ve rahim hastalıkları belirir;

idrar zorluğu, öksürük, mafsal ağrıları ve titreme görülür. Güney rüzgârı,

bedeni gevşetir. Mesameleri açar. Karışımları dışa hareket ettirip, duyu

organlarına ağırlık verip, yaraları bozar. Hastalıkları artırır, baş ağrısını

çoğaltır. Uykuyu getirip, sıtmayı sardırır. Doğu rüzgârları eğer, gecenin

sonunda ve günün evvelinde eserlerse, güneşle ılımış olan hava latiftir ki,

rutubeti az, kuruluğu matedildir. Bu rüzgârların esmesi, o saatler çok

olduğundan, unlara: Sabah rüzgârı, nesim-i seher derler. Şu halde, sabah

rüzgârı bedenlere safa ve uykuya lezzet, hastalıklara şifa bahşeder. Eğer

gün sonunda ve gece öncesinde eserse, bunun tesiri, ötekinin tersinedir.

Doğu bölgelerinin havası, batı bölgelerinin havasından latif ve safadır. Batı

rüzgârı eğer, gün sonunda ve gece öncesinde eserse, hava kesiftir ki, deniz

buharı yüklüdür. Eğer seher vakti eserse, güneşle ılımayan havadır ki, çok

kesif ve çok ağırdır. Batı rüzgârı, her ne vakit eserse, bunun tesiri,

sabah rüzgârının yararlarının aksinedir. Buna: Dübür rüzgârı derler. Hadis-

i şerifte: "Sabah rüzgârı yardımcıdır. Ad kavmi dübür rüzgârıyle helak

oldu," diye vârit olmuştur.

Burada havanın faydalarından bu kadar anlatmakla yetinilmiştir. Zira ki,

basiret sahipleri, bundan ibret almışlardır. (Rüzgârın gönderen, ruhları

cilalandıran ve vücutları ferahlandıran Allah münezzehtir. Her sebebi

müsebbii odur. Rablerin rabbidir. kendisinden başka ilah olmayan, celal

sahibi Allah münezzehtir.
COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:22   #22
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

22-BÖLÜM:022:



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM



Hava küresinin alt tabakasında meydana gelen diğer atmosferik olayları, yani

samanyolu, hâle, sis, kırağı jaleyi; sabahı, şafağı, gölgeyi, gece ve

gündüz saatlerini; ayları ve yılları ve zamanları beş madde ile açıklar.



Birinci Madde


Gökkuşağını, hâleyi, sisi, kırağıyı ve jâleyi bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Ebe kuşağı dedikleri

gökkuşağı, yağmurdan veya bahardan meydana gelen, şeffaf, saf, yuvarlak ve

küçük su zerreciklerine güneşin ışığını vurmasından ortaya çıkar. Bunun

açıklanması budur ki: bu zerrecikler, güneşin karşı tarafında öyle bir

yerde bulunmak lazımdır ki, bu zerreciklerin her birinde göz şuası güneşe

aksetmiş ola. Bu aksetme o zaman olur ki, bu zerreciklerin gerisinde

karanlık bulut gibi kesif nesne bulunup, ayna misali olur. Güneş dahi ufka

yakın olup, sıcaklığı az olur. Bakan, sırtını güneşe verip, o zerreciklere

döner. Yani güneşle o zerreciklerin arasında ola, ta ki göz şuası, o

zerreciklerden güneşe aksetmiş ola. O anda, o bakana o zerreciklerin er

birinden ancak güneşin şuası görünür, şekli görünmez. Çünkü göz şuasından

akseden cilalı nesne, oldukça küçük olduğundan, karşısında bulunan ışıklı

nesnenin ancak ışığını ve rengini gösterir, şeklini ve heyetini göstermez.

O su zerreciklerini dairenin yarısından azı, ışıklı bir kavis şeklinde

olur. Bu kavis,güneşin yükselmesi sebebiyle eksilir. Güneşin düşüşü kadar

da çoğalır. Zira ki güneş, o dairenin, merkezinde olduğunda, ufuktan

yükseldikçe, mukabili olan dairesinin ufuk üstünde azı kalır. Güneş ufka

inip, yakın olduğunda, o yarım dairenin kavsi, ufka teğet olan iki

tarafından çoğalır ki, o iki taraf zerrelerinden gözün şuası güneşe

aksetmiş olmaya başlar. Hazreti Şeyh İbn-i ŞSina Şifa adlı kitabında

yazmıştır ki: "Tus ile Maverd arasında, büyük bir dağ üzerinde idim. Gök

açıktı. Sahra ile aramızda, dağın ortasında bulut var idi. Hava

rutubetliydi. Ben o karanlık buluta bakıp gökkuşağı renginde tam bir daire

gördüm. Ben o dağdan indikçe, o daire küçülürdü. Ta ki ben eteğe

ulaştığımda, o daire kayboldu."

Bu gökkuşağının renkleri, güneş ışınlarının çeşitli renklerdeki bulutlarla

karışmasındandır. Çünkü üst tarafı güneşe yakın olduğundan parlaklığı fazla

olup, zaferan kırmızısı görünür. Alt tarafı, güneşten uzak olduğu için

parlaklığı azalıp, turuncu görünür. İki rengin arası, ikisinden bileşen

çimen yeşili görünür. Van'da, Hizan kalesinde, sonbaharda; ay, dolunay iken

orada ufka bitişik, belirtilen renklerde, gök kuşağı ortaya çıkıp

görülmüştür. Şekli aşağıdadır.

Hâle: O dahi şeffaf küçük daire şeklindeki su zerreciklerinde ay ışığının

Renk oluşturmasından, ayın çevresinde harman misali oluşan beyaz, yuvarlak

bir dairedir. Bunun açıklanması budur ki: Hâleye bakan kimseyle ayın

arasında, bu zerrecikler öyle bir yerde bulunmalıdır ki, her birinde göz

şuası aya aksetmiş ola. Bakan, o zerrelere baktığında, her birinde ayın

ışığını görür. Lâkin o zerreler çok küçük olduğu için ayın şekil ve

görüntüsünü göremez. Bunların toplamı ya tam veya eksik bir daire şeklinde

olur ki, hâle odur. Havanın rutubetinden meydana geldiğindendir ki,

yağmurun yağacağına delalet eder. Eğer, aynı nitelikleri taşıyan iki bulut

üst üste bulunsa, o zaman iki hâle oluşur. Alttaki bize yakın olduğundan

daha büyük görünür. Eğer bulutlar ikiden fazla olursa, hâle dahi onların

sayısınca olur. Ay ışığının yedi hâlesi gözlenmiştir.

Zufera: Güneş hâlesidir. O nâdir bulunur. Zira ki güneş, ufuktan uzak

oldukça, hareketinin tesiri şiddetli olduğundan, hâlenin niteliklerini

taşıyan bulutlar gibi ince bulutları çözüp, havaya döndürür. ibn-i Sina

merhum, Şifa adlı kitabında yazmıştır ki: "Güneşin çevresinde gökkuşağı

renginde, tam hâle ve eksik hâle müşahede etmişimdir." Bu hakir müellif,

bu kitabı yazmaktan ir sene önce, Pasin ovasında, ilk bahar sonunda, zeval

vaktinde; tam güneş hâlesini dostlarla hayret ederek müşahede eylerken,

bizimle birlikte yüzkırkiki yaşında bir ihtiyar bulunup, o dahi o hâleye

şaşkınlıkla bakıp: Ben bu yaşıma geldim. Çok acayiplikler görmüşüm. ömrüm

içinde güneşin harman eylediğini görmemiştim. şimdi bunu dahi seyrettim,

demiştir.

sisin, kırağının ve çisenin maddi sebepleri: Yukarı çıkan buhardır ki, hem

kendisi az, hem harareti zayıf olduğundan, soğuk tabakaya ulaşmayıp, kendi

aşağı tabakasında kalıp, yere inmeğe başlar. Eğer o esnada ona, soğuk

isabet etmediyse, dağ başlarını kuşatıp, yeryüzüne dağılıp, duman gibi

gerisini örter ki, sis odur. Az bir hararetle havaya dönüşür gider. Eğer o

zayıf buhar, aşağıya inişte soğukla karşılaştıysa, o anda soğuğun

şiddetiyle donarsa, ufak ve berrak olup, zerreler benzeri iner ki, kırağı

dedikleri odur. Eğer o buhar, o soğukla donmazsa, suya dönüşüp, bitki

yaprakları üzerine inip, inciler benzeri damlalar olur ki, jâle, şebnem ve

çise dedikleri odur.

Durumun gerçeği budur ve açıklanan atmosferin cümlei bileşik cisimlerden

sayılmıştır. Lâkin unsurlardan başkalaşmadan, bileşmiştir onun için böyle

çabuk değişime uğrar bulunmuştur. (Kendisinden başka ilah olmayan, nimet

verici ve celâl sahibi, hakîm ve sânî bulunan Allah münezzehtir.)



ikinci madde kitapta yoktu... aslına sadık kaldık..



Üçüncü Madde



Gece ve gündüzün itibarî sınırını ve saat miktarını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve matematikçilere göre: Bir gün bir

gecesiyle, güneşin gün yarısı dairesinden ayrılıp, küllî hareketle yine ona

döndüğü zamanıdır. Halka göre gece ve gündüz, güneşin batımından, yine

batışına değindir. Bir gün bir gecenin başlangıcını, güneşin, burçlar

kuşağının her bir noktasını geçmesinden farz etmek mümkündür. Lâkin

müneccimler, gün yarısı dairesinden başlamayı ıstılah etmişlerdir. Zira ki

burçlar feleğinden birer yay olan doğu ve batı farkları, ufuklar nedeniyle

duraklarda çok olur. Fakat gün yarısı dairesi nedeniyle burçlar

feleğinin kavis farkı her enlemde eşittir. Zira ki gün yarısı dairesi bütün

duraklara ekvator ufuklarının birisi olduğu için onun ufku makamında durucu

olur. Bir gün bir gecenin zamanı, küllî hareketin bir devresi üzerine

güneşin, o sürede, burçlar feleğinden batıya değin hareketiyle seyrettiği

doğuş yerleri miktarı fazla olur. Gündüzün zamanı, matematikçilere göre,

güneşin doğuşundan batışına varıncaya değindir. Din bilginleri katında,

şer'î gün, ikinci fecrin doğmasından güneşin batmasına dektir. Şu halde

gecenin zamanı, iki mezhebe nispetle gizli değildir.

Matematikçiler kendi gece ve gündüzlerinin her birin ortalama saatlere ve

zamanî saatlere taksim etmişlerdir. Ortalama saatlerin miktarları,

başlangıçta eşit olduğundan, bunlara: Eşit saatler dahi derler. Bu ortalama

saatlerin her biri, küllhi hareketin onbeş derece devretmesinin miktarıdır.

Zamanî saatlerin miktarları, günlerin ve gecelerin miktarları farkıyle

değişik olduğundan, bunlara: Eğri saatler dahi derler. Şu halde bu zamanî

saatler, gündüzün ya gecenin ilk oniki cüzünden bir cüzdür. Zira ki gündüz

geceden uzun olursa, gündüzün saatleri gecenin saatlerinden uzun olur. Eğer

gündüz geceden kısa olursa, saatleri dahi onunkilerden kısa olur. Şimdi

bundan anlaşıldı ki, gündüzün uzaması ve kısalmasıyle, ortalama saatler

değişir; zamanları ve bölümleri değişmez. Zira ki bölümleri daia onbeş

derecedir. Gündüzün uzaması ve kısalması hasebiyle zamanî saatlerin

zaanları farklı olur; sayıları farklı olmaz. Çünkü daima onikidir.

Matematikçiler, yıldızların hükümlerinde zamanî saatler itibar edip, sair

hesalar için ortalama saatle seçmişlerdir. Eşit saatler ile eğri saatlerin

sayı ve parçaları, gece ve gündüz eşitliğinde eşit olur. (Zamanları,

saatleri, gündüz ve geceyi döndüren Allah münezzehtir.)



Dördüncü Madde


Hakiki güneş senesini, yıldızlara ve burçlara göre ayları, rumî ayların

isimlerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve müneccimler sözbirliğiyle

demişlerdir ki: Hakiki güneş senesini müddeti, burçlar feleğinin farz

olunan bir noktasından güneş kursu, kendine özgü batıya yönelik hareketiyle

ayrılıp, ta yine o noktaya dönünceye dek geçen zamandır. ama müneccimler,

güneş senesinin başlangıcını, güneşin koç burcunun tepesine girmesinden

başlatmışlardır. Oniki burcun her birine geçişini, ayların başları itibar

edip, her burcun geçiş süresini bir ay saymışlardır. güneş senesinin gün

sayısı, üçyüzlatmışbeş ve dörttebir gündür. Burada günden murat, bir gün

bir gecesiyledir. Bu yıldızların burçlarına göre ayların gün sayısı, ebced

hesabıyle şu beytin lafızlarıdır:

Gerçi güneş senesinin burçlar hesabıyle ayları budur. Lâkin İskender İbn-i

Filozof'-i Rumî, güneş senesinin aylarının başlangıçlarını, müneccimlerin

farz eylediği burçların evvellerinden onar gün önce itibar edip, güneş

senesinin başlangıcını güneşin koç burcunun tepesine girmesinden on gün

önce başlatmışlardır. Her bir ayı bir isimle tahsis edip, rumî aylar nâmıyle

şöhret vermişlerdir. Her bir ayı bir isimle tahsis edip, he bir mevsim

için, üç ay tayiniyle sonuca ermişlerdir. Ama ilkbahar ayları: Mart, Nisan,

Mayıs'tır. Yaz ayları: Haziran, Temmuz, Ağustos'tur. Sonbahar ayları: Eylül,

Ekim, Kasım'dır. Kış ayları: Aralık, Ocak, Şubat'tır. Halen diyarınızda

meşhur ruznâmelerde yazılmış olan bu aylardır ki, gün sayıları şu beyitte

malûmdur.



Beşinci Madde



Kamerî saneyi ve aylarını; arabî ayların isimlerini; arabî ve rumî ayların

ilk günlerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve matematikçiler ittifak üzere

demişlerdir ki: Ay senesi, oniki kamerî aydır. Her bir kamerî ay, ayın

güneşten farzolunan yerinden kendi batıya yönelik hareketiyle ayrılmasından

yine o yere dönünceye dek geçen zamandır. Ayın, güneşten farzolunan

konumlarının ortaya çıkışı hilâldir. Dinî işlerde belirleyici olan, hilâlin

görünmesidir. Araplara göre ayın ilk günleri hilâldir. Lâkin hilâlin

görünmesi, bölge frakları sebebiyle değişiktir. Bunun için matematikçiler,

kamerî ayların başlangıçlarını, güneş ile ayın toplanmasından ve ayın

görünmemesinden itibar etmişlerdir. Ayın zamanı, iki toplanma arasındadır.

Günlerinin sayısı, yirmidokuzbuçuk gündür. Bu kamerî seninin zamanı:

Üçyüzelidört ve beştebir ve altıdabir gündür. Güneş senesinden on gün

yirmibuçuk saat noksandır. Bu kamerî senenin başlangıcı, muharrem ayının

başlangıcıdır. Arabî ay senisi, rumî seneden on gün yirmibuçuk saat noksan

olduğundan, bir yılda, yaklaşık onbir gün önce gelir. Mesela bir sene mart

ayıyla muharrem ayının başlangıçları, aynı gün olsa; bu iki ay birbirine

uygun gelse, hicrî seninin binyüzellidördüncü senesi gibi, nevruzla aşure

bir günde tesadüf kılsalar: Kaçınılmaz olarak gelecek senede muharrem

hilâli, mart ayından onbir gün önce görünür. Şu halde beher sene bu öne

geçmeyle, otuzüç senede bir devresini tamamlayıp, yine muharremin

başlangıcı, martın başlangıcı olur. Lâkin bir ay senesi, güneş seneleri

içinde yok olur. Zira ki otuzdördüncü muharremdir ki, otuzüçüncü martla aynı

gelir. Çünkü bu kameri ay, o dört mevsimi anlatıldığı gibi devredip, bir

mevsimde karar bulmazlar. Onun için bunar, bir mevsime mensup olmazlar. Şu

halde her iki ayı, bir eş itibariyle, birini yirmidokuz gün ve birini otuz

gün sayıp, senenin başlangıcını, muharrem ayından saymışlardır.

Kamerî ayların isimleri: İlk ay muharrem, bir muhterem aydır ki, onuncu

günü asure bayramıdır. Onun arkadaşı safer'ül-hayrdır. Sonra Rebiülevvel,

bir muazzam aydır ki, onikinci gecesi, Habib-i Ekrem sallallahü aleyhi ve

sellemin oğlumudur. Sonra Rebiülahir muhteremdir. Sonra Cemadülüla bir

mübarek aydır ki renklidir. arkasından camazil ahirdir. Sonra Receb-i esam

rağbet görmüş bir aydır ki, ilk cuma gecesi regaib gecesidir. Şaban bir

hayırlar ayıdır ki, onbeşinci gecesi berat gecesidir. Ramaz-ı şerif bir

mübarek aydır ki, yirmiyedinci gecesi, kadir gecesidir. Şeval-i saiddir ki,

başı fıtır (Ramazan) bayramıdır. Ondan sonra zilkadedir ki, onun arkadaşı

zilhiccedir. Onuncu günü hacılar (kurban) bayramadır. Bu ay, senenin

mührüdür.

Arabî ve rumî ayların ilk günlerini bulmayı ikişer beyt ile eda eden

"gurrenâmemiz"in bölümün sonu olması münasip görülmüştür. Bu hevalardan

hevesimiz yorulmuştur.

NAZM

Hak'ka hamd ve Habibine selam et

Her ayda ruz-u şeb saat be saat

Çün dört beyt iki gurre mücmelidir

Hurufun şehr,i hâkim bilmelidir

Şuhur-u hâkimin cem' etmelisin

İki hafta anınla gitmelisin

O mecmuu ne günde kim bulursun

O şehrin gurresin ol gün bulursun

Kaçında şehr-i rumun gurredir bil

Bul anda rumiden hem şehr-i şer'î

Burucu aslî bil her şehri fer'i

Mukaddem beyt oniki kelimedir tam

Hurufudur şuhur-u şer'a erkam

ikinci beyti sekiz kelimedir al

Hurufun şehr,i şer'a hâkim sal

Üçüncü beyttir tertib-i manzum

Şuhur-u rumidir anınla malûm

Oniki kelimedir beyt oniki ay

Evail-i hurufu şehr erkamıdır say

Şuhur-u ruma âzerle bile bede' et

Muharremden şuhur-u şer'î say git

Şuhur-u ruma tâbi beyt-i râbi

Ve yekşenbe hurufun oldu ami

çün yirmisekiz huruf oldu her yıl

Şuhur-u ruma hâkimdir biri bil

Ehe zed bûd o sekiz harf olur kim

Şuhur-u şer'a her yıl biri hâkim

Çu hicret-i sâli binyüzaltmış ve beş

Bu şehrin hâkimi vardır rakam-ı şeş

Bu şal içre çün âzâr gurre buldu

Eced-i cimîde ruma hâkim oldu

Çün altmışaltı olur sal-i hicret

İki hâkim iki da olur elbet

Bu tertib üzere hâkimler gider kim

Ehe zed bûdun oluş devri daim

Velîkin hâkim-i rum ahrafı çok

Bu sal-i hicrile devr ettiğiçin

Bu salın eşhuru eyler tahavvül

Otuzüç yılda bir yıldır tedahül

Mutabık gelse âzerle muharrem

Bu hicret salini bir tarh et ol dem

Çü gurrenâmeler nazm etti Hakkı

Şuhur-u dehr ile bil sun'-u Hak'kı

(Bu şiirde ebced hesabıyle ayların başlangıçları anlatılmaktadır. Daha

sonra bir cedvelle hicrî ve rumî senelerin ve ayların birbirine çevrilesi

anlatılmakta ve gösterilmektedir. Günümüzde bu konuda çeşitli kitaplar

yayımlanmış olup; hicrî senenin hangi ayının hangi gününün, rumî veya

miladî senenin hangi ayının hangi gününe rastladığı gösterilmiştir. Bu

kitaplardan herhangi birini edinen okuyucularımız, aradıkları ayı ve günü

kolaylıkla bulabileceklerinden, buradaki karmaşık çizelgeyi vermeyi gereksiz

bulduk. Yalnızca burçlarla ilgili iki çözelgeyi veriyoruz.)

Bu iki sayfanın başlarında çizilmiş olan felekî burçlarla rumî ayların

yukarıdaki ve aşağıdaki rakamlarından murat budur ki: Meselâ koç burcunun

başlangıcı artın onbirindedir. bitişi ise nisanın dokuzundadır. Koç burcu

otuz gündür, mart ayı otuzbir gündür. Kuzey saati, karşılıklı altı burca

tiksim olunmuştur. Saat rakamlarının yazılışı, burçların önündedir. Meselâ

koç burcunun başlangıcında gün, oniki saattir, dakika yoktur. Gece de oniki

saattir. Gün ortası altı saattir. İlk ikindi dokuz saat yirmialtı dakika,

yatsı bir saat otuziki dakika ve imsak on saat onüç dakikadır.

Mesela koç burcunun sonu, başak burcunun başlangıcıdır. Başağın bitimi

koçun başlangıcında tamam olur. Öteki burçlar bu kıyasla malûm olur. Martın

onuncu günü balığın sonudur ve martın başlangıcı balığın yirmibirindedir,

bitimi koçun yirmibirindedir. Şubatın başı kovanın yirmiüçündedir, bitişi

balığın yirmisindedir. Güney saatleri de karşılıklı altı burca taksim

olunmuştur.
COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:23   #23
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

23-BÖLÜM:023:



BEŞİNCİ BÖLÜM



Su unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, farklılık ve vasıflarını,

isimlerini; denizken buhar, bulut, kar, yağmur, kaynak ve nehir ve yine

buhar olmasını; değişik hareketlerle hareket bulmasını; denizlerle

karaların yer değiştirmesini; denizlerde ve karalarda bulunanların sudan

faydalanmasını, suda hayvanların vücuda gelmesini; su tabakasının kalınlığı

sayılan denizlerin derinliklerinin ölçülmesini, denizle gemilerin

yürümesini ve gemilerle halkın her tarafa varıp, murat almasını; yeni dünya

(Amerika) bulunup, yer ve deniz devr olunup, batıya giden gemilerin doğu

semtine gelmesini yedi madde ile açıklar.



Birinci Madde


Su unsurunun mahiyetini, tabiat ve tavırlarını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki filozoflar ve astronomlar ittifak üzere demişlerdir

ki: Dört unsurun üçüncüsü su unsurudur ki, o basit bir cevher, renksiz ve

şeffaf küre bir cisimdir. Tabiatı nemli ve soğuktur. Havaya nispetle kesif

bulunup, ağırlığı sebebiyle öteki unsurlardan farklıdır. Oluşum ve

bozuşumla suretler bulmaya kabiliyetlidir. Kendi yerinden çıktığında, başka

unsurlara dönüşür. Yerinde iken bile unsurlara dönüşür. Kendi tabiatıyle

yerinde sâkin iken nice değişik hareketlerle hareket halindedir. Su

küresinin üt yüzeyi dalgalı olup, üstünde bulunan hava küresinin hareketli

yüzeyine tema etmiştir. Alt yüzeyi, altında olan toprak yüzeyine teğet

olduğundan, vâdilerin ve dağların iniş çıkışı nedeniyle suyun yüzeyi dahi

iniş-çıkışlıdır. Bu su küresinin tabiî yeri, havanın altı ve toprağın üstü

olup, yerküreyi her yönden örtüp, içine alıp, tam yuvarlak olmak tabiatı

gereği iken, yeri tamamen örtmeyip, yerin bazı kısımları açıkta

kaldığından; hikmetinde bazı astronomlar, Hak'kın inayetine yapışıp, yer

hayvanlarının, özellikle insan nevinin yaratılışına ve yeryüzünde havadan

teneffüsle neslini sürdürmesine ve hayatını devam ettirmesine ilahî yüce

iradeye bağlamışlardır ki, görünüşte bir sebebi malûm değildir,

demişlerdir. Çoğu dahi teslim olu, demişlerdir ki: bu sebebler âleminde

herşey sebebler yoluyla vücuda gelmek, ilahî âdettir. Şu halde deniz suyu,

dünya küresini tamamen örtmediğinin sebebi budur ki, güneşin merkez dışı

feleği hasebiyle doruk ve eteği olduğunda ve hâlen eteği güney burçlarından

oğlak burcunun başlarında bulunduğundan, güneş, kendi seyriyle senede bir

kere eteğine indikçe, yerin merkezine yakın olup sıcaklığı fazla tesir

eder. Çünkü güneş, o güney burçlarında, eteğinde oldukça yere yakı olup;

kuzey burçlarında doruğundan bulundukça, yerden ırak gitmiştir. Bu durumda

eteğine geldikçe, sıcaklığının şiddeti, su unsurunu ısıtıp, harekete

getirip, yerin o tarafına çekmiştir. zira ki az bir su, bir büyük kazanın

bir kenarında kaynasa, elbette o su, kazanın öbür taraflarından o tarafa

varıp, sair tarafları sudan hâli kalıp, açıkta olur. Bunun gibi deniz suyu,

güney tarafında güneşin sıcaklığının şiddetinden harekete gelip, deniz

suları diğer kutuplardan o tarafa çekilmiş olup; yerin kuzey semtinde açık

yerler kalmış, demişlerdir. Lâkin araştırıcılara göre, soğukluk ve

sıcaklık, sadece güneşin yakınlığı ve uzaklığı değildir. Belki güneş

ışınlarının dik gelmesi sıcaklığı, kırık gelmesi sıcaklığın azlığına

sebebtir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır.

Kara ile deniz ikisi bir küre olduktan sonra, asırların geçmesiyle

rüzgârların esmesi, sellerin akması, açık araziye tesir edip; vâdiler,

dağlar, inişler-çıkışlar oluşmuştur. Deniz suyu hareket ettikçe alçak

yerlere inip, toprak üzerinde yer yer göller ve gölcükler kalmıştır. Şu

halde güneşin etekte bulunması, kara parçalarının kalmasına tek sebeb

bilinmeyip, sadece önemli sebeb bilinmiştir. Zira ki Amerika'nın yarısı etek

noktasının (oğlak dönencesinin) altında kalmıştır. Vallahi a'lem.



İkinci Madde



Su unsurunun değişik vasıflarını ve isimlerini; deniz iken buhar, bulut,

kar, yağmur, menba, dere ve nehir olmasını ve onunla bitki hayvan ve insan,

belki bütün madenler ve özlerin hayat bulmasını ve yine suyun buhar olup

aslına dönmesini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üere demişlerdir

ki: Toprak unsurunu kuşatan su unsuru ki, o, bahr-i muhittir. (Okyanusların

genel adı, bahr-ı muhit'tir.) O tek bir deniz iken, çeşitli imkanlara

nispetle muhtelif denizlere bölünmüştür. Cihanın dört yönüne nispetle,

dört kısım bulunmuştur. Bunlar: Doğu okyanus, batı okyanusu, güney

okyanusu ve kuzey okyanusudur. Bunların her biri kendi sahillerine bitişik

olan memleket ve beldelere izafetle nispet kılınmıştır. Nitekim güney

okyanusuna: Çin okyanusu, Hint okyanusu, Acem okyanusu, Fars okyanusu,

Umman okyanusu, Arap okyanusu, Habeş okyanusu, sudan okyanusu denilmiştir.

Su unsuru, ateş tabakasına nispetle beşinci tabaka sayılmıştır. Güneş

şuasının sıcaklığıyle, deniz suyunun ince parçaları havaya yükseldiğinden;

ateş, hava ve toprak parçalarıyle karışmış olan kesif parçaları kalıp,

tadı böye acı ve tuzlu bulunmuştur. Yukarıda açıklandığı üzere, deniz

sularından güneş vasıtasıyle havanın içinde buhar, bulut, kar ve yağmur

olup, yere indiğinde, yavaş yavaş kaynaklar ve nehirler olup ve ondan

madenler, taşlar, bitkiler ve ağaçlar nasiplenip, bütün hayvanlar ve

insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat verdikten sonra kalan fazlası

büyük nehirler olup ve ondan madenler, taşlar, itkiler ve ağaçlar

nasiplenip, bütün hayvanlar ve insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat

verdikten sonra kalan fazlası büyük nehirler oup, denizlere dökülür. (Su

ile her şeye hayat veren Allah münezzehtir.) Deniz suyu, bir dahi havaya

komşu olduğunda, yine letafet ve halavet bulup, hoş ve tatlı su our. Deniz

suyu bu minval üzere dolap gibi sürekli devr edip, denizlerden giden

buharlara karşılık, denizlere nehirler gelir. Bunun için yükselen

buharlarla, denizlere eksiklik gelmez. Nehirlerin karışmasıyle de

denizler artmaz. Deniz suyu acı ve kesifken, havanın komşuluğuyle tatlılık

ve letafet bulur. Lâkin güneşin sıcaklığıyle ısınmış ola toprağa

karışmasıyle renkler, tatlar ve nitelikler kazanıp, tuzlu ve sıcak olur.

Zemzem suyu, bütün hastalıklara devadır. Tatlı suyun faydaları çoktur. Ama

susuzluğu gidermesinden büyüğü yoktur. Su unsurunun dahi, ötekiler gibi

rengi olmayıp, karıştığı nesneye dönüşür, onun tabiatını alır. Mesela suyun

karıştığı nesne sirke ise, su sirke olur. Bal ise, o da ba olur. Mutlak su

iken bütün renkleri ve tatları kabul eder. Bütün kirleri ve yağları

yok edip, akar gider. Yunan filozofları bahr-i muhite, okyanus derler. Muhit

okyanus, yumurtanın beyazının kendi içinde sarısını kuşattığı gibi, dönücü

olan toprak unsurunun çoğunu kuşatmıştır. Toprak küre, denizden yer yer

ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan yerlerin dörtte biri meskûn, yeni dünya

(Amerika) ve binlerce ada mamur nice nâm ve nişan ile şöhret bulmuştur Bu

dörtte bir meskûn yerlerde olan küçük denizler, o büyük okyanusun

artıklarından yer yer birer göl emsali kalmıştır.O küçük denizlerin en

büyüğü Hazer denizidir ki, okyanusa bitişik değildir. Bu, güney

okyanusundan kuzeye dolanıdır. Devredici değildir. Kuzeyinde Hazer

şehirleri, Mongay ve Türkistan bulunur. Doğusunda, Harezm, Taberistan ve

Cürcan'dır. Güneyinde Ca dağları ve Keylan'dır. Batısında Şirvan, Dağistan

ve Ezderhan'dır. Bu denizin adaları çoktur. Lâkin hiçbirinde imaret yoktur.

Zira ki çok dalgalı ve çabuk helak edicidir. En derin yeri yüz kulaç

gelmez. Cezri ve meddi olmaz. Bu denizin çevresi, yaklaşık üçbin mil mesafe

ölçülmüştür. Uzunluğu, yaklaşık sekizyüzelli mildir. Genişliği doğudan

batıya, altıyüz mil bulunmuştur.

Kulzüm, bir şehrin ismidir ki, deniz sahilinde bulunmuştur. O deniz, o

şehre nispet kılınmıştır. Okyanusa bitişik olduğundan, cezri, meddi ve

dalgalanması okyanusa benzer. Firavn askeriyle onda boğulmuştur.

Kızıldeniz ile Yemen arasında bir büyük bağ bulunur. Kızıldenizin uzunluğu

ve genişliği Hazer kadardır. adalarının çoğu mamur ve meskûn bulunmuştur.

Geçişi kolay ve nâdiren helak edicidir. Derinliği, ikiyüz kulaçtan fazla

bulunmuştur. Ona bitişik olan Narencek ve Habeş denizinin yolcuları, güney

kutbunu görüp, kuzey kutbunu görmezler. Zira ki, ekvatorun güney semtinde

bulunurlar.

Bahr-i Rum ki, Akdeniz'dir. O, batı okyanusundan çıkmıştır. Doğuya doğru

gelip, Dimişk'e (Şam) değin akmıştır. Bu denizin uzunluğu batıdan doğuya,

yaklaşık altı aylık yoldur. genişliği güneyden kuzeye aynı ölçüde değil,

bazı yerleri dary, bazı yerleri geniştir. Batı tarafından genişliği,

yaklaşık yediyüz mildir. Ortası ikibin mildir. Doğu tarafı bin milden

ziyade ölçülmüştür. Bu denizin kuzeyinde: Endülüs, Yunan, Firenk, Rumeli ve

Anadolu memleketleri bulunur. Doğusunda: Halep, Şam ve Kudüs eyaletleri

vardır. Güneyinde: Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir memleketleri vardır.

Batısında: Batı okyanusu bulunur. Bu denizde çok adalar vardır ki, meskûn

ve mamurdur. Kur'an'da yazılmış olan iki denizin birleşmesi durumlarının, bu

denizin bulunduğu meşhurdur. Bu denizin memleketleri büyük, geçişi kolay,

sahilleri meskûn, adaları mamur, faydaları çok yararlı bir denizdir.

Mıknatıs taşı ve mercan ancak onda oluşur. Bir gün bir gecede med ve cezri

dörde ulaşır. Derinliği, üç kulaçtan fazla değildir.

Bahr-i Esved ki, Karadeniz'dir. O, İstanbul'a, dört-beş saat mesafe bir

boğaz içinden gelip, o Belde-i Tayyibe önünde iki denizi birleştiği yere

dökülür. Oradan Akdeniz'e dahil olur. Akdeniz ise, Sebte boğazından batı

okyanusu ulaşır. Karadeniz boğazının doğusunda, yüksek bir dağ üzerinde

olan uzun mezar, Yuşa nebinin kabridir, derler. Karadeniz, doğudan batıya

dolanır. Hazer'den daha geniş ve derindir. Kuzeyinde: Akgerman, Kefe, Aak

ve Abaza şehirleri vardır. Doğusunda: Fas ve Gürcistan kaleleri ve Rize

bulunur. Güneyinde: Trabzon, Giresun, Sinop ve Ereğli eyaletleri vardır.

Batısında, İstanbul, Karaharman ve Tuna nehridir. Bu denizin ortasında

adaları yoktur. En derin yeri, üçyüz kulaçtan çoktur. Doğudan batıya giden

gemilere kolay geçit verir. Batıdan doğuya gelen gemileri çoğunlukla helak

eder. Bu denizin çevresi, yaklaşık beşbin mildir Uzunluğu, yaklaşık

binbeşyüz mildir. Genişliği güneyden kuzeye yani Sinop'tan Kefe'ye,

yaklaşık yediyüz mildir. Uzunluk mesafesi doğudan batıya, kırkbeş günlük

yoldur. (Denizlerin yaratıcısı münezzehtir.)



Üçüncü Madde



Denizlerin çeşitli hareketlerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üzere

demişlerdir ki: su unsuru olan denizlerin muhtelif hareketleri vardır.

birinci hareket, aşağıya doğru olan harekettir. bu su unsuru, toprak

unsuruna bitişik olduğundan, tabiatı gereği yer gibi, merkez tarafına

harekettir. Bu irinci hareket, tabiî olan süflî harekettir. İkinci hareket,

rüzgârların hareket ettirmesiyle olan dalgalanma hareketidir. Üçüncü

hareket, doğudan batıya harekettir. Bütün denizciler katında denenmiş ve

sabittir ki, okyanusun doğudan batıya akması vardır. Meselâ Akdeniz'in sebte

boğazından okyanusla batıya doğru Amerika'ya birbuçuk ayda varırlar. Dört-

beş ayda ancak doğuya doğru gelirler. Portakal (Portekiz) tayfaları

okyanusla Amerika'dan geçip, yeraltından Hint'e gidip gelirlerken,

okyanusun doğuya hareketini seyretmişlerdir. Bu hareket, Akdeniz'de de

tecrübe olunmuştur. Bu hareketin sebebi büyük feleğin günlük hareketinden

bilinmiştir. Zira ki, okyanusa gizlice tesir edip, felekler gibi onu dahi

döndürür bulunmuştur. Dördüncü hareket, kuzeyden güneye harekettir. Bu

hareket ahi denizcilerin tecrübesiyle ispat olunmuştur. Bu hareketin sebebi,

kuzeyde toprağın bir miktar yüksek oluşundandır. O taraflarda nice büyük

nehirler vardır ki denizlere akar bulunmuştur. Nitekim Don nehri Azak

denizine, Tuna nehri ve sair nehirler Karadeniz'e dökülür. Kuzey taraf

güneşten uzak ve soğuğu şiddetli olduğundan, onda çok sular oluşup, güney

semtine akar gider. Beşinci hareket, yayvan harekettir. Bu hareket

Akdeniz'de olur. Bu hareketin sebebi, doğuya yönelik harekettir ki,

burunlara ve körfezlere rastlayıp geri gelir. Böylece o sahillerde yayvan

hareket meydana gelir.

Altıncı hareket, med ve cezir hareketidir. Bu hareketle deniz suları

tereddüt üzere sahillere gelip, altı saat kadar durup, yine geri gider.

Bunun sebebi konusunda filozoflar ihtilâf etmişler: Çoğu demişler ki: Bu

âlemdekilerin çoğu dört unsurdan bileşik, akıl ve ruh ile kaim ve bir tek

nefs ile hareket eden ve duran bir canlıdır ki, bir hareketi dahi med ve

cezirdir. Bazıları demişlerdir ki: Med ve cezir, okyanus içinde olan

hayvanların ve etrafında olan ruhların teneffüsünden olur. Bazıları

demişlerdir ki: Me ve cezir, güneşin hareketine oluşan rüzgârların

hareketinden vücuda gelir. Bazıları da, med ve cezri, ayın tesirine isnat

etmişlerdir. Nitekim yukarıda açıklanması geçmiştir.

elhasıl her şeye ve her işte nice hikmetler ve faydalar olmakla, bu su

unsurunun sürekli hareketi dahi mânâsız olmayıp, zımnında nice faideler

vardır. Önce deniz, hareket ettiğinden dolayı kokuşmaz. Zira ki,

hareketiyle kokuşma gider. Meselâ bir kimse güneş yönüne itidal üzere

yürüyüp gelse, bu işi tecrübe ile anlar ve şüphesi kalmaz. Zira ki, güneşe

karşı ayakta duran, oturan kadar sıcaktan etkilenmez. İkinci olarak, med ve

cezir ile deniz suyu temizlenir. Zira ki durgun su, çoğunlukla pis ve

bozulmuş olur Halbuki hareketli denizde pislikler eğlenmeyip, etrafına

çıkıp, suyu temiz kalır. Üçüncü olarak, bu med ve cezirin gemilere genel

kolaylığı vardır. Zira bazı iskeleler vardır ki, medsi onlara yaklaşma ve

girmek mümkün olmaz ve cezir zamanında gemiler kolaylıkla çıkar, çakılıp

kalmaz.



Dördüncü Madde



Denizle karanın değişimini ve birbirinin yerini almasını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar ve astronomlar demişlerdir ki: Deniz

ile kara yer değiştirirler. Zira ki zamanların geçmesiyle sulardan toprakta

nice sebeble büyük değişiklikler hâsıl olur. Evvela toprağın bazı yerleri

çorak ve kuru olmuşken, denizden ona itidal gelir ve tam tersi olur. Bu

bakımdan toprak, hayvan ve insana benzer. Kâh civan kâh elden ayaktan

düşmüş pîr olur. İkinci olarak bazı yerler açıkken, denizle örtülür. Kâh

deniz altındaki yerler açılıp, mamur olur. Zira ki, denizin hareketi,

felekî cisimlerin kuvvetinden çıktığında ve kâh fırtına ve tufanı harekete

geçiren yıldızların bakışları, denizin hareketine uygun gelmekle, deniz

haddinden fazla azar. Sahillerini geçip gider. Kâh bir ülkeyi basıp örter

ve kendine mahsus eder. Kâh bir başka kenarından çekilip, yeri açar ki, güya

insanlara o yeri bahşeder. Üçüncü olarak, karaya bitişik bazı yerler,

günlerin geçmesiyle ada olmuştur. Kıbrıs gibi. Bazı büyük adalar da karaya

bitişerek, eyaletlere katılmıştır. Dördüncü olarak, güya ki deniz, verdiği

yerlere mükâfat için bazı şehirleri ve adaları alıp, Azak denizi etrafında

olan Pira misalî, nice şehirleri basıp dibine salmıştır. Bu yönden derler

ki: Eskiden Sebte boğazından beri olan akdenizin yeri, kara iken Yunan

arazisi idi. Bundan sonra zamanların geçmesiyle batı okyanusu azıp, o

boğazı açıp, o arazide geçip, hâlen olduğu yerlere gelmiştir. Atlas denizi

kenarında, aşağıda bir büyük ada varken, bir tarihte yine batı okyanusu

azıp içine almıştır. Onun için denizin derinliğini ölçenler, o tarafı

ölçerlerken, dibini balçıklı ve otlu bulmuşlardır. şimdi bu delalet eder

ki, o er sonradan deniz tarafından basılmıştır.

İmam Fahrüddin Razi (Allah ona rahmet etsin) demiştir ki: Binlerce yıl önce

şimdi mamur olan dünyanın dörtte biri deniz suyuyle dolu ve örtülüydü. Onun

bu görüşü doğrudur ki, taşların çoğu kırılsa, su hayvanlarının parçaları

ortaya çıkar. Zira ki, su altından çıkan yapışık çamurdur ki, güneşle

taşlaşmıştır.

Mesudî, mürüc adlı kitabında yazmıştır ki: Deniz suları devirlerin

geçmesiyle hareketli, seyyal ve seyyardır. âkin kapladığı yerin

genişliğinden ve yavaş hareketlerinden intikalleri his olunmayıp, eski

yerlerinde sâkin sanılır. Nitekim Hazreti Halit Bin Velit (Allah ondan razı

olsun) Hazreti Ebubekir (Allah ondan razı olsun) hazretlerinin halifeliği

zamanında Hîre fethine varmıştır. Necef'e erişmiştir. Hîrelilerden

abdülmesih adlı bir ihtiyar görüp, ondan şaşırtıcı haberler sormuştur ve

acaip haberlerinden biri budur ki: Ben yetiştiğimde Far denizinin (Basra

körfesi) senindi şim indiğin yere ulaşıp, dalgaları şu anda ayaklarıın

bastığı yerde çırpınırdı. Gemiler, ind ve Hint mallarıyle buraya gelip,

giderdi. Mesudî demiştir ki: halen deniz ile Hîre'nin arası nice

merhaledir. necef'e varanlar ihtiyarın doğruluğunu bilmiştir.

Filistin ile Kıbrıs adası arasında bir yol vardı ki, Filistinliler karadan

Kıbrıs'a giderlerdi. Sebte boğazında taşlardan yapılmış, uzunluğu oniki mil

sağlam bir köprü vardı ki, buradan endülüslüler batı tarafına, batıdakiler

vde Endülüs'e geçerlerdi. Rum denizinin (Akdeniz) suyu, o köprünün altından

akıp, okyanusa dökülürdü. Bundan sonra günlerin geçmesiyle, o köprüyü örtüp,

çevresini ile basmıştır. Halen o denizin safa ve sükûnu vaktinde, o köprü

görünür, derler. Bunlara benzer binlerce belirti vardır ki, deniz sularının

batıdan doğuya akışını delâlet eder.

Hint meliklerinin en eskisi büyük Brahman'dır. İşin hikmetini o bilip,

söylemiştir. Yüksek cisimlerin, alçak cisimlerde olan tesirlerini

açıklayarak, ilk başlangıcı ispat etmiştir. Hind ve Sind adlı kitabında,

hikmet bilimlerinin usul ve füruunu yazıp, demiştir ki: Güneşin doruğu, her

burçta ikibinyüz sene seyredip, yirmibeşbin ikiyüz güneş yılında ybir

devresini tamamar. Vakta ki güneşin doruğu kuzey burçlarından güney

burçlarına geçer; yerin imareti dahi kuzeyden güneye değişir. Zira ki, bu

mamur yer, denizle dolup, halen denizle dolu olan yerler, meskûn ve mamur

olur. iddia etmiştir ki, güneşin doruğunun her devresinde bir kere

dünyadakiler yok olup, yeniden vücuda gelir. Mesudî demiştir ki: Şu halde,

güneşin eteğinin deniz sularını çekmesi, bu kaide üzerine mebnidir. Çünkü

doruk ve eteğin yer değiştirmesi yavaştır. Mamurun harap olması ve başka

bir âlemin vücuda gelmesi dahi, defaten değil, tedricendir. O halde mademki

güneşin eteği güney burçlarındadır; güney, kuzeyden daha sıcak olup, o

sıcaklık, bu rutubeti o tarafa çekip, su unsuru dahi o semte gider. Sürekli

olarak, yerin imârâtı, güneşin doruğunun yer değiştirmesiyle farz olunup;

güney burçlarına geçmesi halinde, imaret dahi o tarafa geçer.

Bütün bunları yazmaktan muradımız, itikat için değildir. Belki hakîm ve

yaratıcı olan Allah'ın, şaşırtıcı sanatlarını ve garip hikmetlerini, ârif

olanlar her şeyi kendi vücudunda bulup, kendini tanımaya nâil olmakla,

Hak'kı tanımaya erişip, her dileği kendi gönlünde hâsıl olmak içindir.



Beşinci Madde


Denizin, kara ve denizdekilere menfaat ve faydalarını ve kendi içinde

bulunan bazı hayvanların bazı vasıflarını bildirir.



Ey ziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün denizlerin suyu

acıdır. Lâkin okyanusun kuzey sahillerinde ve güney sahillerinde olan

suları, içilecek kadar tatlıdır. Bunun sebebi budur ki, o iki kutubun

dağlarından büyük nehirler ve çok seller akıp, o sahillerden, o iki denize

dökülür. O iki yerin tepe noktalarından güneş uzak olduğundan tesiri az ve

sıcaklığı zayıf olur. O iki denizin lâtif su zerrecikleri, havaye

çekilmeyip, suları letafeti üzere kalmıştır. Şu halde bu iki deniz ile

gemilerin getirdiği yük, acı denizlerle getirdiği yükün yarısı kadar ancak

gelir. Zira ki, acı suyun cevherî kesif olduğundan, ağır gemileri taşımak

için kuvvet bulur. Ama tatlı suyun cevheri talif olduğu için, ağır gemileri

taşımaya gücü olmayıp, batırır. Tatlı su içinde yüzmek, acı su içinde

yüzmekten kolay gelir. Zira ki, kesif araçları yarmaktan, latif parçaları

yararak hareket daha kolaydır. Onun için tuzsuz denizlerin dalgaları,

tuzlularınkinden büyüktür.

Deniz sularının acı olmasında faydalar çoktur. En belirgini budur ki: Kendi

kesafet bulup, selametle gemiler sahillere gidip, geleler. Kokusu latif

olup, içinde bulunan yaratıklar, onun kokusundan helak olmayıp, selamet

kalalar. Zira ki, durgun su tatlı olsa, uzun bekleyişte kokuşup, kokusu

helak edici olur. Hak Taâlâ inayetiyle denizleri dahi insanı emrine

vermiştir ki, onların içinden çeşitli taşlar; inci, mercan ve mıknatıs ve

anber ve nice faydalı sünger ve çeşitli taze etler çıkartılır. Yeryüzünde

olan yaratıkların çeşidinden çok, denizde de yaratıklar bulunur. Lâkin su

unsurundan, hava unsuru lâtif olduğu için hava ile beslenen kara canlıları,

su ile beslenen deniz canlılarından daha latif, daha zarif, daha güzel ve

daha şereflidir.

Deniz hayvanları genellikle iki kısım olmuştur. Bir kısmının akciğeri

olmaz, balık çeşitleri gibi ve hava teneffüsüne ihtiyacı kalmaz. Zira ki,

tabiatı suya göre yaratılmıştır. Bu kısım, nefessiz bulunduğu gibi, sessiz

ve sedasız bulunmuştur. Zira ki, hava teneffüsü, ses ve seda, akciğerde

bulunan buru iledir. Bunun için ciğeri olmayan canlıların ne teneffüsü

olur, ne sesi gelir. Bir kısmının ciğeri olduğundan hem teneffüs eder, hem

ses ve seda verip, kurbağa gibi söyler. Balık cinsinden bir cins balık

olur ki, cüssede insan misali ve son yarısı çataldır. Tabiatı, deniz

yaratıklarıyle cenk ve savaştır. gerçi cüssede üç adam kadardır. Lâkin

deniz hayvanlarının hepsine galip bulunmuştur. O, timsah namıyle

isimlendirilmiştir. Deniz hayvanlarının en büyüğü hût'tur. (Balina) ki,

büyük gemilerden daha büyük görünmüştür. Hak Taâlâ, hikmetiyle deniz

hayvanlarının, kara hayvanları gibi, bazısını yiyici ve bazısını yenici

edip, yenilenin neslini çok yaratmıştır. Ta ki, münkariz olmayıp, devam

etsin. Denizin dibinde sâkin sadef namında bir hayvan vardır ki, baharın

ortalarında denizin yüzüne çıkıp, ağzını açıp, nisan yağmurundan beş-on

damla alıp, yine denize dalıp, o damlalar inci olur. (Bâri ve yaratıcı

Allah münezzehtir.)



Altıncı Madde


Denizin faydalarından olan gemilerin, çevreye ve sahillere seyir ve

seferini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hak'kın inayetiyle

denizin menfaatlerindendir ki, deniz yüzünde gemiler, her yönün uygun

rüzgârıyle, istenilen yönlere süratle seyredip, nice bin devenin ve katırın

nice bin güçlük ve meşakkatle, nice günler ve aylar içinde nice köy ve

şehirlere götürdüğü, nice bin kantar ağır yükleri, kolaylıkla yüklenip, az

aman içinde, nice bin uzak sahillere nakledip, götürürler.

Akdeniz ve Karadeniz'de sefer eden müslümanlardan gemi kaptanları,

gemilerin yürüyüşü için otuziki rüzgâr tabir ve taksim edip, hepsini on

aded ismiyle açıklamışlardır. Kuzey rüzgârına yıldız, güneye kıble, doğuya

gündoğusu, batıya batı, kuzeyle güney arasına poyraz, doğu ile güney arasına

keşişleme, güney ile batı arasına lodos, batı ile kuzey arasına karayel,

demişlerdir. Sonra bunların her ikisi arasına orta ve her biriyle orta

arasına kerte yani dört ıstılah yapıp, kertelerin her birine izafetle tayin

ederek; mesela, yıldızın poyrazdan yana kertesi deyip, otuziki rüzghar

bilip, hepsini pusula ile bulup, aslına yetmişlerdir ve her rüzgâr ile bir

semte gitmişlerdir.

Güney okyanusunda gelenlerle sefer eden Çinliler ve Mazinliler, Hintliler ve

Sindliler, Arap ve Fars gemicileri; otuziki rüzgârı, yakın yönüyle onbeş

doğma yeri ve iki kutup, hepsini onyedi isimle, doğma yönlerinin karşısını

batma yeri ile isimlendirmişlerdir. Ve bu onyedi sabit ıldızdan onyedi

yıldız ismidir ki, onları ıstılah edip, onbeşinin doğa ve batma yerlerine

ve iki karşılıklı kutba gitmişlerdir. Kuzey noktasından başlayıp, doğu

yönünden, güey noktasından tertip ile itibar etmişlerdir. İlk olarak kutup

noktasıdır ki, batıdır. O kuzey kutbu yakınında bulunan yıldızdır ki,

astronomlar ona: Cedî derler. O tarafın rüzgârı, asıl itibar olunmuştur.

Bundan sonra ferkadan, na'ş, nâka, ayyuk-u azam, nesr-i vâki, simak-ı

râmih, süreyya ve nesr-i tair'dir. O nokta doğu yönünde olduğundan, ona:

alî doğma yeri dahi derler. Bundan sonra: Cevzâ, tir-i yemânî, iklil, kalb-

i akrep, fariseyn, süheyl, silbar ve kutb-u cenubî doğma yerleri ki, ona

kutb-u süheyl dahi derler. Bu semtin rüzgârı dahi asıldır. Batı yarım, yine

anılan yıldızların batma yerleri ile isimlendirilir. Kutb-u sühelyden

sonra: Silbar, sühely, fariseyn, akrep, iklil, tir, cevza ve tair batma

yerleridir ki, aslî batma yerleridir ki bunlarla otuziki yönden esen

rüzgârları pusula ile bulup, her biriyle karşı yönüne seyr ve sefer

etmişlerdir.

Pusula, bir yuvarlak mukavvadır ki, onda otuziki rüzgâr yazılıp, bir kutu

içine konulmuştur. O taksimâtın birinde kuzey noktası siyah ile işaret

kılınmıştır. O kutuya ibre evi denilmiştir. Kuzey ibresinin tepesi mıknatıs

ile mıknatıslanmıştır. Kutunun merkezinde bulunan milin tepesine ibrenin

ortası konulup, kutunun ağzı cam kapatılmıştır. Ta ki kutunun içine rüzgâr

yol bulmaya ve ibrenin hareket ve duruşuna engel olmaya. Şu halde kutunun

kuzey noktası, haritanın kuzey noktasına uygun konulsa; ibresi kuzey

noktasından onbir derece batıda durduğundan, kutu ile haritanın kuzey

noktası ibreden onbir derece doğuda bulunsa, bununla gemicilere bütün yönler

belirli ve bütün rüzgârlar anlaşılmış olup; ne taraftan gelip ne tarafa

gidecekleri ortaya çıkmış ve açıklığa kavuşmuş olur. Zira ki pusula ibresi,

kuzey noktasından batı tarafa onbir derece farklı durur. Denizciler, çoğu

gece ve gündüzlerde dağların tepesini bile göremezler. Bu durumda, onlara

nispetle güneş ve yıldızlar, denizden doğup yine denizde batar. (Denizleri

emrimize veren Allah münezzehtir.)

NAZM

Keşti-yi sâyiri san vakt-i şitab

Bâd-ı bandan kanat açmış mürgab

Havf dursun, nedir ol zevk-ü safa

K'olasın tair-i ruy-u derya

ittikâ eyleyesin bâlina

Bakasın âyine-i sîmîne

Olasın pâre-i bâd ile vezan

Edesin hayli sevahil seyran

Olup âsude-i berduş-u heva

Gezesin âlemi bî minnet pâ

(Seyreden gemiyi sür'atlendiği vakit, yelkenden kanat açmış ördek san.

Korku dursun, o sevk ve safa nedir ki, olasın deniz yüzünde olan. Koluna

dayanasın, gümüş aynasına bakasın, rüzgâr parçasıyla hareketli olasın. Hayli

sahiller seyredesin; âsude ve berduş olup, ayağa minnet etmeden gezesin

âlemi.)



Yedinci Madde



Su tabakasının kalınlığı bulunan denizlerin derinliğini, okyanusların

büyüklüğünü ve kara ve deniz küresinin gemi ile seyr ve dolaşımını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, denizlerin derinliğini ve yüz ölçümünü

defalarca inceleyip, ittifak üzere demişlerdir ki: Su tabakasının kalınlığı

bulunan denizlerin derinliği, defalarca teftiş ve tecrübe olunmuştur. Dört

denizin derinliği yukarıda bildirilmiştir. Batı okyanusunun derinliği,

dörtyüz kulaçtır. Almanya ve Portekiz taraflarında okyanusun derinliği,

çoklarınca, altmış zira ancaktır. Oldukça derin olan yerlerini, yüz

zira'dan eksik bulmuşlardır. Lâkin kuzey taraflarıda okyanusun derinliği,

dörtyüz kulaçtan fazladır. Güney okyanusunun derinliği, Sudan, Habeş ve

Umman taraflarında, altıbin kulaça yakındır. Acem, Hint ve Çin ve

Tataristan taraflarında, bazı erleri beşyüz kulaçtan fazla, bazı yerleri

altıyüz kulaçtan çok bulunmuştur. Kuzey okyanusunun derinliği, bazı

yerlerinde üçyüz kulaç ve bazı yerlerinde dörtyüz kulaçtır. Amerika

etrafında okyanusun derinliği, kuzey taraflarında dört - beşbin kulaç

kadardır. Güney taraflarında yedibin kulaçtan fazla ölçülmüştür. Okyanusun

yerin altında olan ortalarında, oldukça derin olan yerleri sekizbin

kulaçtan az ölçülüp kesinlikle bilinmiştir. Nihayet denizlerin

derinliğindeki en yüksek dağlar, ikibuçuk fersah mesafesindedir. Nitekim

okyanusun içinde olan yüksek dağların tepeleri görünmüştür. Onlara, adalar

denilmiştir.

Okyanusların yüzölçümü, orta bir rüzgâr ile doğudan batıya, bir gün bir

gecede yüz mil kadar gemi yürüyüşü bulunmuştur. Buna: Bir mecrî denilir. On

günde bin mil ve bir ayda üçbin mil miktarı deniz mesafesi katolunur. bu

minval üzere sekiz ayda, yerküreyi tamamen dolaşmak mümkün bilinir. Zira

ki, deniz ile kara, yumurta misali tek bir küre hükmünde farzolunup,

geometrik delillerle yerkürenin kuşağı yirmidörtbin mil mesafe kıyas olunur

ki; sekizbin fersah mesafe bulunur. Nitekim hicrî tarihin dokuzyüz

yirmiyedi senesinde Macellan namında bir kaptan, yüzon kimse alıp, iki gemi

ile Sebte boğazına gelmiştir. Batı okyanusunun sahilinde Sivilya limanından

çıkıp, güneşin batışını gözetip, uygun bir rüzgâr ile otuzsekiz gün

seyredip, tamam dörtbin bil okyanusun sahilinden uzaklaşıp, bir ada

bulmuştur. bundan sonra batı ve güney arasına otuzüç gün gidip, yeni

dünyanın (Amerika) güneyi yakınında Avret burnu adlı adada nice gün

dinlenip, oradan yine batı ve güneye doğru otuz gün dahi gidip, yeni

dünyanın güney tarafına yetmiştir. Bir ay kadar orada dinlenmiştir. Sonra

yeni dünyanın güneyini tamamen kırk gün içinde geçip, sonunda yine karaya

çıkıp, nice günler orada dinlenmiştir. oradan tamam altmış gün batı ve

kuzey arasına gitmiştir. Orada boş bir ada görüp, oraya çıkıp nice gün

dinlenmiştir. Sonra, önceki gibi günbatımını gözetip, doğru batı tarafına

ve bir itibarla doğu tarafına gitmiştir. Bize nispetle, yerkürenin altı

olan batıdan doğuya geçip, Hint adalarına yetmiştir. Yerin altından gidişi

sırasında, birçok adalara uğrayıp, her birinde nice renkli taşlar, çeşitli

parçalar ve kokular ve hudutsuz karanfil, zencefil, tarzın alıp, Hint'in

güneyine gelip, Hindistan'a can atmıştır. Oradan Hint deniziyle, Acem, Arap

ve Habeş ülkeleri güneyinden yine okyanusla geçip, Kamer dağları ve Sudan

güneyinden gidip, batı ülkeleri ve Sebte şehirlerinin batısı semtinden

geçmiştir. Sebte boğazı karşısına geldiğinde, mal yüklü gemisi batmıştır.

Kendi gemisi, yetmiş kimse ile selamete yetmiştir. Böylece dokuzyüzotuz

senesinde yine sivilya yakınında Senlüka limanına gelip, kendi yerinde

karar etmiştir. Seferinin süresi, üç seneden ondört gün eksik olmuştur. Bu

müddet içinde ellibin mil deniz kat etmiştir. Çünkü Macellan kaptanın gemisi,

düz bir hat üzere seyr etmeyip, kah güneye ve kâh kuzeye salmıştır. Onun

için o kaptan, sekiz aylık deniz mesafesini, onaltıbuçuk ayda ancak

seyredip, yerküreyi dolanarak, âlemde kam almıştır. Bu sürenin kalan

günlerini, sefer esnasında, şehirlerde ve adalarda alış-verişle geçirip,

kalmıştır. Çünkü yeraltından seyr ve sefer edenlerin ilki, bu kaptan

olmuştur. Onun için yeryüzünde bu nâmla meşhur bulunmuştur. ispanya kralı

ondan hoşlanıp, yanına almıştır. O gemiyi, bir yüksek tersane yaptırıp, onu

kırmızı çuha ile örttürmüştür. Yerküreyi seyr ile tamamen dolaşıp Adem'den

beri olmamış bir iş etmiştir, diye, o ülkede olanlar, o gemiyi ziyarete

gitmiştir. Denizlerin durumları bununla nihayete yetmiştir.

Aşağıdaki daireler bu durumları açıklamaktadır.
COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:23   #24
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

24-BÖLÜM:024:



ALTINCI BÖLÜM


Toprak unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, sükûn ve kararını,

parçalarını korumasını, vâdi ve dağlarını; yerkürenin iki tabakaya

bölünmesini ve yeni dünyanı ortaya çıkmasıyle çizilişini; kaynakların

fışkırmasını ve yerin sarsılmasını dört madde ile hâkimâne açıklar.



Birinci Madde


Toprak unsurunun mahiyetini, faydalarını, özelliklerini, keyfiyetini,

durumlarını ve görünüşünü; vadilerini ve dağlarını, sükûn ve kararını,

parçalarındaki çekiciliği bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar ittifakla demişlerdir

ki: Dört unsurdan dördüncüsü ve esası toprak unsurudur ki, o, bir basit

cevher; keyfiyet ve tabiatı soğuk ve kuru olduğundan, diğer unsurlara

muhaliftir. Mutlak ağır ulunduğundan, tabiî yeri unsurların altı olup,

kendi parçalarını çekme ve kurumayla yerinde sükun ve karar etmiştir. Bu

toprak unsuru, bir tek yüzeyle çevrili küre bir cisimdir.O kürenin merkezi,

âlemin merkezi ve bütün ümmetlerin ayağının altıdır. Yüzeyi, vâdiler ve

dağlarla girintili-çıkıntılı olup, üzerinde bulunan su küresi ve hava

küresinin alt yüzeylerine temas etmiştir. Felekler ve unsurlar, yerkürenin

etrafında hareket edici olup, feleğin dönüşü, o süratli hareketiyle bu

unsuru her yönden ortaya itip, sâkin tutmuştur. Nitekim bir şişe içine bir

taş konulup, o şişe sürat ve kuvvetli döndürülse, o taş, şişenin ortasında

hareket etmeyip sâkin olur. Bunun gibi yer, feleğin ortasında sâkin olur.

Bir karar üzere karar etmiştir. Gerçi bazıları demişlerdir ki, yerküre, hem

güneş etrafında, hem kendi etrafında daima hareket edicidir. Felekler ve

yıldızlarsa, sürekli sâkin ve sâbit olup, ancak yerin dönmesiyle dönücü ve

hareketli sanılmıştır. Nitekim yürüyen bir gemiye binmiş olan kimseye,

denizin sahili hareket ediyor görünür. Bu konunun bir miktarca

açıklanması, dokuzuncu bölümde, yeni astronomi nâmıyle beyan olunacaktır.

Lakin bu görüş, zayıf ve çoğunluğa aykırı bulunmuştur. Çünkü bu kitapta

Alemin durumlarını açıklamaktan muradımız, ancak cihanın yaratıcısını

tanımaktır, cihan değildir. Şu halde âlem, ne yapıda olursa olsun ve ne

yöne hareke kılarsa kılsın, hepsi o göklerin ve yerin yaratıcısının

kudretinin kemâline ve azametine delalet eder. Bizlere de lazım olan ancak

bu ibret bakışıyle kemâl kazanmaktır.

Toprak unsuru da, ötekiler gibi, oluşu ve bozuşumla çeşitli suretler

bulmaya kabiliyetlidir. Zira ki, kendi yerindeyken bile, diğer unsurlara

dönüşüp, başkalaşır. Bu toprak unsurunun soğukluk ve kuruluğunun birlikte

bulunmasına sebeb, katılık ve yapışma olduğundan; sırtı canlılara yer ve

sığınak, karnı maden ve bitkilere başlangıç ve kaynak bulunmuştur. Şeklinin

küre olduğu nice delillerle ispatlanmıştır. Bütün yeryüzünde ikibuçuk

fersahtan ziyade yüksek dağ olmadığı yakinen bilinmiştir. Çünkü dağların en

fazla yüksekliğinin yerin çapına oranı, bir arpa eninin bir ziraa oranı

gibidir. Şu halde bu dağlar, yerin küre olmasına mâni değildir. Mesela bir

yuvarlak elma üzerinde pirinç tanelerini saplansa, tanelerin yarıları

dışarıda bulunsa,o elmanın yuvarlaklığına onlar zarar vermediği gibi,

dağlar dahi yerin küreliğine zarar verme ve veremez. Lakin yerküre fazla

büyük olduğundan, düz görünür. Onun için felsefeden habersiz olanların aklı,

gözünün gördüğünü geçmeyip, olduğu yeri düz gördüğünden, yerin tamamı düz

yüzey zanneder. Halbuki gerçeğe uygun değildir.

Yerkürenin ortasında bir hayalî nokta vardır ki, âlemin merkezi ve gerçek

dip odur. Bütün yönlerden ağır cisimler ona meyledip, engeller olmasa, varıp

onu bulur. Her yönden yerin göğe uzaklığı eşit olduğu halde, ağır cisimler

biribirini itme sebebiyle veya merkezin çekmesi yoluyle, bu toprak unsuru

unsurların ortasında yerleşmiştir. Şu halde insan, yeryüzünün her ne yerinde

dikilirse, onun tepesi sürekli gök tarafına gelip, ayağı merkeze doğru

olur. Ona göğün yarısı görünür. Zira ki, onun ufku dairesinin merkezi,

kendi ayağı altında bulunur. Yerin hangi tarafına, ne miktar hareket etse,

ona, göğün o miktarı o taraftan meydana çıkar. Öteki tarafından o iktar gök,

gizlenmiş olur. şu halde yirmiiki fersah mesafe ki, yaklaşık yerin bir

derecesidir, her o kadar hareket için, göğün dahi bir derecesi meydanda

olup, karşısında bir derecesi görünmez. Zira ki, yer, kendi kuşağının

üçyüzaltmış cüzünden bir cüzü olduğu gibi, göğün dahi bir derecesi öyledir.

Şu halde yerin bir derecesi, karşısında ve paralelinde bulunan göğün bir

derecesine uygun ve eşit sayılmıştır. Gerçi yer dairesinin kavsinden, gök

dairesinin kavsi uzun bulunmuştur. Lakin bu kıyas ile bütün dereceler,

feleklerin kuşağı ve yıldızların yükseklik alçaklığı bilinmiştir.



İkinci Madde



Toprak unsurunun iki tabaka bulunduğunu ve bazı filozofların görüşlerine,

bazı âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere bu durumun bir yönden uyduğunu

bildirir.



Ey aziz malum olsun ki, filozoflar ve kelamcılar demişlerdir ki: Bu toprak

unsuru, bir küre iken iki tabakaya bölünmüştür. Önceki tabakası çamur

tabakasıdır ki; bütün madenler, bitkiler, hayvanlar, kaynaklar, zelzeleler,

buharlar, onun üst nahiyesinde oluşup, vücuda gelmiştir. bu topak unsuru

renksizken, onlarla karıştığından nice muhtelif renklerle renklenmiştir. Bu

tabakanın kalınlık ve derinliğini, Hindistan filozofları, bal mumları yakıp,

çeşitli fenlerle değişik yerlerde derin kuyular kazmak, inceleyip,

denemişlerdir. Nice sahralarda yedibin kulaçtan fazla ve deniz yakınında

onbeşbinbeşyüz kulaç ki, takriben beş fersah mesafedir. O kadar yerin

dibini kazdıkta, çamur tabakasının sonunu bulmuşlardır Ve halis renksiz ve

kuru toprağa ulaşmışlardır. Halen o kuyuların dördü, Hindistan'ın sonu olan

Kenkeder sahrasındadır. Şeddad kuyusu, Şam'da, Altın Çeşme semtinde,

Zeydanî sahrasındadır ki, ona Haviye kuyusu derler. O semtin halkı, onu

temaşa etmek için giderler. Yağlı hırkalardan deve kadar büyük demetler

bağlayıp, ateş ile şulelendirip,o kuyuya atarlar. O zaman o şuleyi seyredip

görürler ki, kuyunun içine indikçe küçük görünüp, ta yıldız kadar olur,

derler. Sabittir ki, geceleyin bir dağda, deve büyüklüğünde yanan ateş, beş

fersah mesafeden, bir yıldız miktarı görünür. Şu halde bu kıyasla, çamur

tabakasının mesafesi bilinir. bu tabaka, ateş tabakasına nispetle altıncı

tabaka sayılır.

Toprak unsurunun ikinci tabakası, halis topraktır ki, merkezi kuşatan aslî

unsurdur. O, tamamen soğuk ve kurudur ve renksizdir ki, renklenmiş değildir.

Ziraki aslî unsurların rengi olmaz. Nitekim suyun rengi, kabın rengidir Bu

halis tabakanın derinliği merkeze varıncaya dek binikiyüz altmışyedi fersah

mesafe hesap olunmuştur. zira ki, yerkürenin kuşağı, sekizbin fersah mesafe

olduğundan, çevreden merkeze varıncaya dek yarıçapı, binikiyüz yetmişiki

fersah mesafe bulunmuştur. Şu halde yerin yarıçapından beş fersah çamur

tabakasının kalınlığı çıkarıldıkta, kalan halis tabakanın kalınlığı olur.

Şu halde ay feleğinin altında ateş tabakası, onun altında duman tabakası,

onun içinde soğu tabaka, onun içinde buhar tabakası, onun içinde su

tabakası ve onun altında çamur tabakası, onun içinde de hâlis tabakadır ki,

yedinci tabakadır. Bu yedi tabaka biribirini kuşatmıştır ve "Allah yedi

göğü ve bir o kadar da yeri yarattı," (65/12) âyetine uygun gelmiştir.

İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) hazretlerinden naklolunan boğa ve

balık kıssası gerçeklik kazandığı takdirde; boğa burcu ve balık burcu ile

tevcih olup ona uygun olmuştur. Zira ki Ashab-ı Kiram'ın bu tür işlerden

akla uygun yorumları galiba İslâm'ın başlangıcında din işleri henüz

yerleşmeden, felsefî görüşlere halk meşgul olup, İslam dininin kaidelerini

zabt ve rivayetten kalmasınlar diye, din işlerinden olmayan suallere:

"İnsanlara akılları seviyesinde söyleyin," hadisince hakimâne cevaplar

vermişlerdir. Elbette peygamberlerin ve ashab-ı kiramın görevi, halka din

işlerini öğretmek olup; eşyanın hakikatlerinin açıklanması onları vazifesi

olmadığından, kendilerine ayın değişik şekillerinden sorulduğunda: "Sana

yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlary insanların muameleleri ve hac

için vakit ölçüleridir," (2/189) buyurulmuştur. Ta ki halk, onlardan

soracaklarının ne olduğunu bilsin ve din işlerinden olmayan durumları

onlardan sual etmesin. Nitekim hurma ağacının dikilmesi ve aşılanması

konusunda, Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem: "Siz dünya işlerini

daha iyi bilirsiniz," buyurmuştur. Yerkürenin iki kutbu doksanıncı

enlemlerdir ki, yukarıda açıklandığı üzere, altı ay gece ve altı ay

gündüzdür. Şu halde Hızır ve İskender karanlığı, kuzey kutbunda olan altı

ay geceden ibarettir. Yoksa sürekli karanlık olan yer, bilim adamları

katında sabit değildir. Ye'cüc ve Me'cüc seddi, yedinci iklimin doğu

semtinde, eski Tataristan'ın kuzeyinde bir yerdedir. Bazı eski kitaplarda,

yerin mesafesi beşyüz yıllık yol ve yerle göğün arası beşyüz yılık yol

yazılıp, Sümmüvâ'ta bu anlamları içine alan hadis-i şerif dahi rivayet

olunmuştur. Lakin murat, ancak mesafenin çokluğunu belirtmektir, sayı

değildir. Zira ki elli, yetmiş, beşyüz, yediyüz, bin, ellibin, yetmişbin,

yüzbin... sayıları hep çokluk makamında kullanılmıştır. Nitekim: "Ey

resulüm, o müafıklar için ister mağrifet dile, ister dileme. Onlar için

yetiş kere mağrifet istesen de, Allah onları asla bağışlayacak değil..."

(8/80) âyet-i kerimesinde sayı tayini murat olunmayıp, çokluktan kinaye

bulunmuştur. Şu halde bunun gibi tevillerle, ilim adamlarının birçok

görüşleri dine uydurulmuştur.



Üçüncü Madde


Yeni dünyayı (Amerika) bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, astronomi âlimlerinden Nasîr Tusî ve ondan önce

gelen filozofla demişlerdir ki: Güneşitleyici daire ile ufuk dairesinin

kesişmesinden yerkürede hâsıl olan dört kısmın, iki kuzey kısmından birisi

mamurdur ki, böylece dünyanın dörtte biri meskun olmuş olur. Geri kalan

dörtte üçünün durumu meçhuldür: Ya mamur ve meskun veya okyanusla doludur.

Lakin sonraki bilginler, okyanusu gemiyle dolaşarak, kalan dörtte üçünü

bütün durumlarını keşf ve ispat etmişlerdir. Eskilerin bilmediği yerler

bulunup, mamur yerleri dörtte bire hasretmeye mecal kalmamıştır. Zira ki,

miladî tarihin bindörtyüz doksaniki senesinde, ki hicrî tarihin

dokuzyüzüçüncü senesiydi, Endülüs memleketinden, cebir ilminde mahir bir

mühendis korsan ki, namına Kolon (Kristof Kolomb) derlerdi. O, okyanusun

durumlarını incelemek için iç denizin dış denize döküldüğü Sebte boğazı

dışında, İspanya limanından üç gemide yüzyirmi adam ile yelkenler açıp,

batı tarafına doğru salmıştır. Devamlı yengeç dönencesinden yirmi derece

kuzeyi almıştır. Yani kırküç derece enleminde giderdi. Zira ki iki

tarafından sıcaklık ve soğukluk altına düşmekten çekinirdi. Sürekli güneşin

batışını gözetip, otuzüç gün seyretmiştir. O müddet içinde okyanusun

sahilinde tamam üçbin sekizyüz mil mesafe kat etmiştir. Nice defa

yanındakiler pişmanlıkla geri dönmeyi kastetmiştir. Gemilerde bulunanlar

ona, nice kere itap edip: bizi bela girdabına uğrattın ve hepimizi bu engin

deniz içinde kaybettin, diye Kolomb'a hücum ettiklerinde, o, onlara cevap

etmiştir ki: Sizin kurtuluşunuz, ancak denizi bilir ve astronomi âletleri

kullanabilir adamla olur. Siz beni öldürürseniz, hepiniz denizde kalıp,

helak olup gidersiniz, diye kâh müjde kah korkutma ile onları

yatıştırırdı. Kurtuluştan ümidi kesip, şaşırmış kalmışken, ansızın hoş bir

ada görünmüştür ki, akan nehirleri ve yüksek ağaçları vardı. O zaman

canları bir miktar rahat bulup, Kolomb'a teslim olmuşlardı. Altı gün yine

günbatımına doğru gidip, altı boş ada bulmuşlardı. Hepsinden büyük olan

adaya, İspanyol adını vermişlerdi. Buradan geçip sekizyüz mil dahi karayel

üzere gitmişlerdi. O zaman bir sahile yetmişlerdi. Nice günler o sahilin

etrafında kuzey ve güney taraflarına seyretmişlerdi. Onun ada olduğunu

bilmişlerdi. Orada bir kavim bulmuşlardı ki, bunların seyrine gelip,

toplanıp sahile yetmişlerdi. Bunlar sahile yaklaştığında, onların hepsi

firar etmişlerdi. Önce gemileri balık sanıp, temaşaya gelmişler, sonra

insan olduklarını bilmişler ve korkup kaçmağa kalkmışlardı. Zira ki onlar,

gemi ve sandal bilmezler imiş. Bunlar gemilerden çıkıp, onlara yetişip, bir

kadın tutmuşlardı. Ona çok hediyeler verip, gözetmişler, lisanını

bilmediklerinden, kavmini getirmeyi işaretle anlatmışlardı. O zaman o

kadın, varıp kavmini gemiler yanına gönderip; onlar dahi altın, gümüş,

meyveler, ekmek ve çeşitli kuşlarla ve hayvanlarla gelmişler, iskele yanına

yetmişlerdi. Nice günle ve aylar burada alış - veriş edip, oraya batı Hint

deyip, orada kırk adam koyup, yine doğuya doğru selametle gelip,

gitmişlerdi. İspanya hâkimine yeni dünya hediyelerini hediye etmişler.

Bundan sonra ikinci ve üçüncü senelerde varıp geldikçe yeni dünyalıların

lisanlarını ve âdetlerini tamam bilmişlerdir. Yolunu beşbin ikiyüz il deniz

yolu bulmuşlardır. Lakin okyanusun doğuya doğru hareketinden dolayı elli

günde gidip, ancak beş ayda gelmişlerdir. Sonra dördüncü senede Kolomb,

bulduğu yeni dünyaya ulaştığında, oranın Kâşk adlı hâkimi, Kolomb'u gemiden

çıkmaya komayıp, menettiğinde; Kolomb'un ona karşı koymaya kudreti

olmadığından, hile yoluna sapıp, demiştir ki: Siz, bize cefa eylediniz.

Onun için rabbiniz size gazap etmiştir. Alameti odur ki, yarın güneşin

ışığını alsa gerektir. Meğer ertesi günü, bize nispetle orada güneş

tutulması, olup, Kolomb bunu bilmiştir. O zaman bu sözden onlar vehme

düşüp, sabahı beklemişlerdir. Kolomb'un haber verdiği saatte güneş

tutulduğu için, oradakiler korkuya düşüp, Kolomb'a hediyelerle

gelmişlerdir. Sulh edip, ona boyun eğip, itaat kılmışlardır. Hepsi puta

tapıcı iken, ahalinin çoğu dönüp, Kolomb'a uyup, hıristiyan olmuşlardır.

Kolomb, adamlarıyle yeni dünyada kalıp, yirmi senede birçok yerini zabt

edip almıştır. Kuzey yarısı ahalisini beyaz ve esmer; güney yarısında

oturanlarını, Habeşî ve siyahî, boylarını ondört karıştan fazla uzun

bulmuştur.

Yeni dünyanın birçok nehirleri, meyveli ağaçları, yüksek dağları ve derin

vâdileri vardır. Oranın rengârenk kuşları ve vahşi hayvanları sayısızdır.

Burasının büyüklüğü, dünyanın meskün olan diğer dörtte bire kadardır ki,

garip tavırları ve acayip halleri, Yaratıcının sanatının eserlerini ve

kudretini tasdik etmektedir. Önceki kitaplarda sözü yedilmemiş ve hazreti

Adem'den beri gidilmemiş olan bu yeni kıta, yeni dünya adını almıştır.

Burası o kadar geniştir ve o kadar çeşitli dağları, ovaları vardır ki,

tafsilini ancak Allah bilir. Kelam-ı Kadiminde: "Onun ilmi dışında bir

yaprak dahi düşmez." (6/59) buyurmuştur.



Dördüncü Bölüm


Kaynakların fışkırmasını ve yer sarsıntısını hakîmâne bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Kaynakların

kaynamasının ve yerin sarsılmasının sebebleri budur ki, yerin içinde oluşan

buhar, orada hapsoldukta; bir tarafa yönelip, orada soğuyarak suya dönüşür.

Eğer az ise buhar parçalarıyle karışıp kalır. kuyu suları budur. Eğer fazla

ise, yerin içine sığmayıp, yerkabuğunun ince yerlerini yararak, çıkar ki,

kaynayan kaynaklar budur. Pınar ve kaynakların bir sebebi dahi budur ki:

Karlanan ve yağmurlardan dağların içine sızarak akan sulardır. Zira ki, kar

ve yağmurun çokluğu ile kaynaklar ve pınarlar çoğalıp, onların azalmasıyle

bunlar dahi eksilmiştir. Şu halde yeryüzünde akıp, insan ve hayvanların

hayat maddesi olan tatlı sular için Hak Taâlâ yerin dağlarını hazineler

kılmıştır. Zira ki yağmur ve kar suları, dağların altında mağaralar ve

taşlar içinde ve yeraltında toplanıp, dağlar tarafından saklanmıştır.

Bundan sonra dar yarıklardan azar azar sızdırıp, ondan kullarına yetecek

kadar pınarlar ve nehirler akıtmıştır. Ta ki gelecek kışta yağmur ve karı

dağların mağaralarına sızdırıp, sularından, mağara ve taşlardan akan

suların yerine dolduruncaya kadar, o taşların altlarında olan küçük

gözelerden yavaş yavaş sızan nehir ve kaynak suları, insanlara ve

hayvanlara yetmiştir. Fazlası, vâdilerde seller olup, feryat ile denizlere

gitmiştir. Şu halde o yüce Yaratıcı, yeryüzünde olan yaratıklar için

dağlara yağmur ve kar verip, nehirler ve kaynaklar çıkarmakta dolap misali

etmiştir. Bu dolapların dönüşü süreklidir ki, kıyamete kadar sürer.

Yeraltında buharlardan oluşan veya yağmurdan biriken sular, yerlerine

sığmayıp, ince yerlerden kolaylıkla çıktığında, eğer taşların veya temiz

toprağın yakınında ise, o su, soğuk ve tatlı olur. Eğer çorak yerlerden

gelirse, o su tuzlu olur. Eğer kükürtlü arazilerden ve madenlerden çıkarsa

o su sıcak olur. Zira ki kış mevsiminde havanın soğukluğu galip olduğundan,

güneşin sıcaklığı yerin altına firar eder ki, iki zıt bir yerde toplanmaz.

Onun için yerin içi kış günlerinde sıcak olup; kükürtlü araziler ve

madenler, sıcaklığı, çokluğuna ve azlığına göre çekip, daima korumuşlardır.

Bu sebebtendir ki, madenler çevresinde kaynayan ılıca suların tatları ve

kokuları ve hararetleri ve özelliklerini almışlardır. Eğer bu suya, havanın

soğukluğu isabet ederse, donup civa olur. Zift, neft, şab veya tuz olur.

İsfahan ile Şiraz arasında bir su çıkar ki, Allah'ın şaşılacak

sanatlarındandır. Sığırcık suyu nâmıyle meşhurdur. Kaçan bir yere çekirge

istila edip, mahsullerini yese; bir kimse varıp o sudan bir şişe alıp,

arkasına bakmadan ve şişeyi yere komadan o araziye getirse, o suya sayısız

sığırcık tâbi olup, o çekirgeleri öldürdüğünü tevatür ile naklederler.

Yerin içinde oluşup, hapsolan buhar, öyle bir mertebe kalın olsa ki, yer

kabuğunu yarıp çıkması mümkün olmasa veya yerkabuğu kesif ve salp olup

buharın çıkmasına mâni olsa; yerin altında toplanıp dışarı çıkmak isteyen o

buhar, yeri şiddetle yardıkta, o yer hareket eder ki, yerin sarsıntısı

odur. Yerin içinde oluşan dumanların ve rüzgârları ahkâmı,

atmosferdekilerin ahkâmı gibidir. Kâh olur ki bunlar oldukça kuvvetli olup,

yeri öyle hızlı yarar ki, ondan büyük gürültü hâsıl olur. Kâh olur ki

dumanın tabiatı gereği ateş almasına neden olan şiddetli hareketlerle

yerden ateş çıkar. Eğer ateş, bir madende ortaya çıkarsa, onu tamam

bitirinceye dek aylarca hatta yıllarca yanar, demişlerdir. (En doğrusunu

Allah bilir. Çünkü o, muhakkak sebeblerin yaratıcısıdır.)



COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:24   #25
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

25-BÖLÜM:025:



YEDİNCİ BÖLÜM



Yerkürenin üzerinde belirlenen ve varsayılan kutup dairelerini ve

kutupları, yeryüzünün beş kısma bölünmesini gerektirir sebepleri, dörtte

bir meskun kısmın yedi iklime bölündüğü ve yedi iklimin sınırlarını, her

iklimde nice memleketler, dağlar, nehirler ve ne şekil insanların ve

hayvanların bulunduğunu, yedi iklimin ötesinin durumlarının doksanıncı

enleme dek keşfedildiğini ve incelendiğini, yedi iklimin her birinde en

uzun günü bulmayı ve en uzun günden şehirlerin semtlerinin çıkarıldığını,

beldelerin mizaçlarının ve sâkinlerinin farklı bulunduğunu altı madde ile

hakîmâne açıklar.



Birinci Madde


Yerkürenin üzerinde belirlenen ve varsayılan daireleri ve kutupları

bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar feleklerdeki işleri zabt için, âlem

küresi üzerinde ispat ettikleri dairelerden ve kutuplardan sekiz daire ve

kutup yerküre üzerinde de belirleyip, varsaymışlardır. Ta ki onlarla

yerdeki işleri dahi zabtetmiş olurlar.

İki kutbun birisi, kuzey kutbudur. Bunun karşısı, güney kutbudur. sekiz

dairenin dördü büyük, dördü küçüktür. Büyü dairelerin evvelkisi ekvator

dairesidir. İkinci burçlar dairesidir. Üçüncüsü ufuk dairesidir. Dördüncüsü

gün yarısı dairesidir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Küçük dairelerin

ikisi dönence daireleridir. ikisi burçlar kutbu daireleridir. Bu sekiz

dairenin beşi paraleldir ki, her ikisi arasında bulunan uzaklı eşittir. Üçü

eğiktir ki, birbiriyle kesişirler. Bunların ikisi yani ufuk dairesiyle

günyarısı dairesi, yerküre üzerinde çizilmeyip; ayrı ve yer değiştirici

konulmuştur. Diğerleri, küre üzerinde çizilmiştir ve sabittir.

Ekvator dairesi, yerküre üzerinde bir büyük dairedir ki, büyük feleğin

kuşağı olan güneşitleyici dairenin yüzeyinde bulunup; senede iki defa

güneş, kendi batısal hareketiyle üzerine geldikte, birçok yerlerde gece ve

gündüz eşit olur. Burada güneş feleğinin hareketi eşit ve düz olduğundan

buna: Hatt-ı üstüva (ekvator) derler. O iki vakit, güneşin iki eşitlik

noktasına (21 mart, 23 eylül) geldiği zamandır ki, biri koç burcunun

başlangıcıdır ve biri terazi burcunun başlangıcıdır. Ekvatorun, yerin iki

kutbundan uzaklığı eşit olup, yerküreyi güney ve kuzey iki eşit kısma

bölmüştür. Ekvator, burçlar dairesi ile iki yerde kesişmiştir ki, eşitlik

noktaları (ekinoks) makamındadır. Burçlar dairesi, yerküre üzerinde

çizilmiştir. Güneşitleyici ile kesişip, iki dönence (oğlak ve yengeç)

noktalarına dek açılıp, birer tarafa meyletmiştir. Bu eğime genel eğim

derler. Yirmiüçbuçuk derece kadar güney ve kuzeye gitmiştir. Bu dairenin

kutupları dahi, âlemin kutbundan yirmiüçbuçuk derece kadar birer tarafa

düşmüştür. Bu daire oniki kısma ybölünmüştür. Her birine, yukarıda

açıklanan birer isimle burc denilmiştir. Altı burcu ekvatorun kuzeyinde;

altı burcu güneyinde bulunmuştur. Her burc otuz dereceye ve er derece

altmış dakikaya bölünmüştür. Şu halde bu daire üçyüzaltış derece bulunup,

yerkürenin durumları onunla bilinmiştir.

Ufuk dairesi, yer değiştiren bir büyük dairedir ki, âlemin görünür kısmını

görünmez kısmından ayırıp ve sınırlayıp, yerkürenin altı ve üstü bununla

bilinmiştir. Bu ufuk dairesi nice kısım bulunmuştur. Biri hakiki ufuktur

ki, yerküreyi ikiye böler, büyüktür. Biri hissî ufuktur ki, çeşitli

yerlerde oturanların görüşüne göre değişir, küçüktür. Biri düz ufuktur ki,

ekvatora mahsustur, büyüktür. Bu dairede, güneşin doğuş ve batışı düz bir

biçimde döner bulunmuştur. Onun için bana düz ufuk denilmiştir. Biri eğimli

ufuktur ki, düz uygun gayrisi bilinmiştir, yani bütün eğilimli ufuklar,

âlemin iki kutbundan bir tarafa eğilimli bulunmuştur. Şu halde feleğin ve

yerin her yönünde olan her cüzünde, ufuk itibar olunmuştur. Doğuş ve batış,

onların çoğunda düz olmayıp, eğik bulunmuştur. Doksanıncı enlemdeki o yer,

yerin kutbudur. Feleklerin dönüşü burada değirmen bilinmiştir. Zira ki ufuk

dairesinin iki kutbunun biri tepe noktası, biri ayak noktasıdır. Şu halde

doksanıncı enlemde ufuk ile güneşitleyici biri birine çakışık olup,

kutupları bitişik sayılmıştır. Hissî ufkun çapının mesafesi, yeryüzünde,

yirmiikibin beşyüz adımdan fazla değildir, denilmiştir.

Günyarısı dairesi, yer değiştiren bir büyük dairedir ki, âlemin iki

kutbundan ve belirlenmiş olan başucu noktasından geçip, güneşitleyici daire

ile ve ekvator ile kesişir bulunmuştur. Felekleri ve yeri ikiye bölüp, bir

kısmı doğu, bir kısmı batı olmuştur. Gece yarısı ve gün ortası bununla

bilinip, belirlenmiştir. Güneşitleyici ve ekvatorun her parçasına, bir

günyarısı itibarı mümkün olmuştur. (Ekvatorun her derecesinden bir

günyarısı dairesi (meridyen) geçtiği farz olunmuştur. Topla üçyüzaltmış

eder.)

Dört küçük daire ki, ekvatora paraleldirler. Onların ikisi burçlar kutbu

dönenceleri ve biri yaz dönüm noktasıdır ki yengeç dönencesidir. Biri kış

dönüm noktasıdır ki oğlak dönencesidir.

Şimdi bu sekiz daire ile yerin bütün işleri belirlenmiş ve zabtedilmiştir.

(Hakim ve yaratıcı olan Allah münezzehtir.)



İkinci Madde



Yerkürenin dört daire ile beş kısma bölündüğünü bildirir.



Ey aziz malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: İki kutup ve iki

dönenceleri olan dört küçük daire, yerkürenin tamamını beş kısım etmiştir

ki; her bir kısmı iki küçük daire arasında veya bir daire ortasında bulunan

mesafedir. Şimdi bu beş kısmın biri dönenceler arasında olduğundan, buna:

Yakıcı bölge adı verilmiştir. Çok sıcak olduğundan dolayı, eskiler, meskun

değil sanmışlardır. Bu iki dönence arası kırkyedi derece mesafedir ki,

ekvator buranın ortasında bulunmuştur. iki kısmına, soğuk bölge

denilmiştir. Zira ki bunlar, güneşin yürüyüş yolundan uzak olduğundan, çok

soğuktur. Bunun için eskiler meskûn değil sanmışlardır. Bu iki kısım,

burçlar kutbunun iki dönüş yeri arasında iki dönüş uzaklığıdır. Her birinin

enlemi, yerin kutbuna varıncaya dek yirmiüçbuçuk derece bulunmuştur. Bu iki

kısım dahi kendi kutupları adıyla isimlendirilmiştir, (kuzey kutup, güney

kutup). Geri kalan iki kısım ise mutedil bulunmuştur. Bunlar meskûn olup,

imar edilmiştir. Kuzey kısmı yengeç dönencesi ve burçlar kutbunun kuzey

dönüş yeriyle sınırlanmıştır. Güney kısmı oğlak dönencesinden burçlar

kutbunun güney dönüş yerine varıncaya dek olan mesafe bulunmuştur. Her

birinin enlemi mesafesi, kırküç derece ölçülmüştür.

Bu beş bölgenin sakinleri, gölge ve yer yönüyle biribirinden ayrılmıştır.

Gölge yönünden, soğuk bölge sakinlerine değirmentaşı adı verilmiştir. Zira

ki onların gölgesi, ufkun yüzeyinde değirmen taşı gibi döner bulunmuştur.

Mutedil bölge sâkinlerine eğimli denilmiştir. Çünkü bunların gölgesi, öğle

vakti olduğunda bir tarafa eğilir bulunmuştur. Sıcak bölge sakinlerine iki

gölgeli denilmiştir. Zira ki ekvatorda bulunanların gölgesi, öğle vaktinde

kâh güneye, kâh kuzeye düşer görülmüştür. Güneş, senede iki defa iki

eşitlik noktasında bulunduğunda, başuçlarına gelip, günortasında gölge

yok olmuştur. Onlardan güneşin en uzak oluşu, dönenceye vardığında

bulunmuştur. İki dönence altında bulunanların başuçlarına güneş, senede bir

kere gelip, günortasında gölgeleri yok olmuştur. Onlardan güneşin en uzak

oluşu, dönenceye vardığında bulunmuştur. iki dönence altında bulunanların

başuçlarına güneş, senede bir kere gelip, günortasında gölgeleri

yok oluştur. Dönenceler ahalisinin başucu noktalarına yakın olan âlemin

kutbu, sürekli ortada görünmüştür. Karşısı olan âlemin kutbu ise sürekli

gizli kalıştır. Bunların gölgeleri bir bulunmuştur.

Yer yönünden hepsi üç kısma bölünmüştür. Bir kısmı ekvator sâkinleridir ki,

batıdan doğuya, güneşin doğuşundan sonuna dek bir dönüş yerinde ve bir

enlemde düzülüp kalanlardır. İkinci kısım, ekvatordan iki tarafa aynı

uzaklıkta olan enlemlerde düzülüp, nizam bulanlardır. Üçüncü kısım,

ekvatora iki taraftan paralel enlemlerde, biri başucunda biri ayakucunda

(kutuplar) sâkin olanlardır. (Vallahi âlem.)



Üçüncü Madde


Meskun olan dörtte birin hakikî yedi iklime bölündüğünü bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar, dörtte bir meskunu, gece ve gündüz

farkları itibariyle bir nice bölüm edip, her birine bir iklim adını

vermişlerdir. Yerkürenin kuzey yarısını açıklayıp, ona kıyasla, güney

semtine gitmişlerdir. Bütün yerküreyi altmış iklime bölmeye yetmişlerdir.

Hakiki iklimleri bölümünü, kâh en uzun gün ile ve kâh aylar sayısıyle

belirlemişlerdir. Çünkü ekvatorda oturanlara göre, gece ve gündüz sürekli

onikişer saattir. Bundan sonra kuzey kutbu ve güney kutbu tarafına

ekvatordan uzaklaştıkça, gece ve gündüz farkı ona göre çoğalır. Bu durumda

bu ekvatora paralel enlem daireleri farz edip, her iki daire arasına bir

iklim demişlerdir. O şartla ki, onda en uzun gün, ekvator semtinde bulunan

bir öncekinden yarım saat fazla ola. Bu taksimle beldelerin tabiatları ve

yerleri, gece ve gündüz farkları toplu olarak belirlenmiş ve bilinmiştir.

Zira ki, bir enlemde bulunan beldeler, tabiat ve yer bakımından müşterek

olup, eşit gelmiştir.

Birinci iklimde üç daire farz olunmuştur. Biri iklimin başlangıcı, biri

ortası ve biri sonundur. Kalan iklimlerin her birinde ikişer daire

farz olunmuştur ki, iri iklimin sonu, biri ortasıdır. Zira ki geçen her

iklimin sonuç dairesi, öncekinin başlangıcını belirlemiştir. Eski

filozoflar, iklimleri yedi iklime hasredip, ellinci enlemden yukarıda iklim

düşünmemişlerdir. lakin sonrakiler, yedi iklimin ötesinde olan yerleri

mamur ve meskun bulup, altmışaltıbuçukuncu enleme dek yani burçlar kutbu

dönüş noktasına varıncaya dek, en uzun gününe yarım saat ekleyerek

yirmidört iklim bulup; ondan en uzun güne birer ay ekleyerek, doksanıncı

enleme ulaşıncaya dek bölmüşler ve hepsini otuz iklim itibar ve tayin

etmişlerdir.

Ekvator bölgelerinin çoğu deniz olduğundan, çoğunluğa göre birinci iklimin

başlangıcı onikibuçuk derece enleminde farz olunmuştur. O bölgenin en uzun

günü dahi, yaklaşık onikibuçuk saat bulunmuştur. En uzun güne birer çeyrek

saat eklendiği yer, bu iklimin ortasıdır. En uzun günün onüç saat olduğu

yer, birinci iklimin sonu ve ikincinin başlangıcıdır. Bu durumda, her

iklimde en uzun gün, bu minval üzere, yarım saat eklemek şartıyle,

yirmidördüncü iklimde en uzun gün yirmidört saata ulaşmıştır. Burası, kuzey

burçları kutbunun dönüş yeridir. Lâkin bu iklimler biribirinden küçüktür.

Zira ki, birinci iklimin ienişliği ve uzunluğu mesafesinden, ikinci

ikliminki daha kısa ve daha küçük olup; bütün iklimler bu tertip üzere

biribirinden dar ve az bulunmuştur. iklimlerin enlemi, ekvatordan

başlatılıp, doksanıncı enlemde tamam olmuştur. En uzun iklim, batı

okyanusunda olan Halidat adalarından başlatılıp doğu okyanusunda son

bulmuştur. (Kanarya adalarının batı tarafında bulunan adalar.)



Dördüncü Madde



Yedi meşhur iklimin hududuna bulunan mamur memleketleri ve her birinde olan

yüksek dağları, akan büyük nehirleri ve ahalisinin renklerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Dörtte bir oturulan

yeri yedi iklime taksim eden eski filozoflar, her bir iklimi nice meşhur

memleketlerle sınırlayıp, belirlemişlerdir. Nice delillerle tecrübe ederek

sınayıp, araştırmasına yetmişlerdir. Zira ki otuz ve kırk sene zarfında

niceleri bu dörtte bir meskun yeri seyahatle baştan başa gitmişlerdir.

Birinci iklimin mesafesi; atı okyanusundan, Berber ülkesinden, Nebür'den,

Habeş'ten, Hadramut'tan, Sebe'den, Güney Yemen'den, Güney Sind, Hint ve

Çin'den geçip, doğu okyanusunun bazı adalarına uğrar, bilinmiştir. Bu

ikimde yirmi yüksek dağ ve otuz büyük nehir telaşa ve seyrolunmuştur.

Buranın ahalisinin hepsi siyah bulunmuştur. İkinci iklimin mesafesi; batı

ve kuzey şehirlerinin tümünü, Sudan'ı, Kuzey Arap adasını, Yemen'i, Mekke,

Medine, Taif, Katif, Bahreyn ve hürmüz şehirlerini, Hint, sind, Maçin ve

Çin ortalarında bulunan şehirleri geçip, doğu okyanusu adalarının

ortalarına ulaşır bulunmuştur. Bu iklimde yirmiyedi yüksek dağ ve yedi

büyük nehir seyr ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisi siyaha yakın esmer

müşahede olunmuştur. Üçüncü iklimin mesafesi; batı okyanusundan gelip,

kuzey Afrika şehirlerinden ve Mısır'dan geçip, Kudüs, Şam, Küfe, Bağdat,

Basra, Şiraz, İsfahan ve Fars memleketinin tümünden, Hint, Çind, Maçin ve

Çin'in kuzeyinden geçerek, doğu okyanusu adalarına ulaşmıştır. Bu iklimde

otuzüç yüksek dağ ve yirmi büyük nehir seyrolunmuştur. Buranın ahalîsi

buğday benizli esmer bulunmuştur. Dördüncü iklimin mesafesi akdenizin

tamamıdır. Okyanus olan Sebte boğazından, Endülüs, İspanya ve Galyanın,

Firengistan ve Rumeli'nin güney taraflarından geçip, Akdeniz'in ve

Anadolu'nun güney yarılarından geçer, Trablus, Antakya, İskenderun, Halep,

Erzincan, Diyarbakır, Musul, Tebriz, Erdebil, Kazvin, Tus, İran dağlarının

kuzeyi, Lahor, Keşmir ve Horasan'dan, Hint ve çin'in kuzeyinden geçip, doğu

okyanusunda bulunan adalara ulaşır bilinmiştir. Bu iklimde yirmibeş yüksek

dağ ve yirmiiki büyük nehir seyr ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisinin

tümü beyaza yakın esmer müşahede olunmuştur. Beşinci iklimin mesafesi; batı

okyanusundan, İspanya kuzeyinden, Akdenizin kuzey yarısından geçip, Anadolu

şehirlerinin çoğu, sivas, Erzurum, Şirvan ve Hazer denizinin güney

yarısında olan Keylan ve Cam emsali şehirleri geçip, Maveraünnehr, Harezm,

Semerkant ve Buhara, Türkistan ve Tataristan'ın güneyi, Deşt-i Kebir,

Tibet, Çin seddinin kuzeyi, Tebük'ün güneyi, Hıta ve Hıtan memleketlerinden

geçip, doğu okyanusa uğrar bilinmiştir. Bu iklimde otuzüç yüksek dağ ve

onbeş büük nehir sayılmıştır. Buranın ahalisinin tümü beyaz bulunmuştur.

iklimlerin en ılımlısı dördüncü iklimdir. Sonra bunun iki tarafında

komşuları bulunan üçüncü ve beşinci iklim ona eklenmiştir. Zira ki bu üç

iklimin suyu ve havası letafetinden ahalisinin çoğu batınî ve zâhiri

kuvvette, güzellik, hüner ve olgunlukta itidal üzere bulunmuştur.

altıncı iklimin mesafesi; batı okyanusundan, firenk memleketlerinin

kuzeyinden ve Rumeli memleketleri kuzeyinde bulunan şehirlerden ve

İstanbul'dan ve Karadeniz'in güney ve kuzeyinde bulunan memleketlerden ve

Azak'tan geçip, Gürcistan'a, Gece, Tiflis, Varna ve Gökçe denizden (Hazer)

Şirvan'ın kuzeyine, Derbent kalesinden Dağıstan ve Ejderhane memleketlerine

uğrayıp, Hazer denizinin kuzey yarısından geçip, Seyhun nehrinin geriinde

olan Karakalpak ve Özbek, Çağatay ve Kaşgar, Ulungay ve Türkistan

memleketlerinden, Tataristan ve Dest-i Kebir'in kuzey yarılarından, Hıta ve

Hıtan memleketlerinin kuzeyinden geçip, doğu okyanusunda bulunan adalara

ulaşır bulunmuştur. bu iklimde onbir yükse dağ ve kırk büyük nehir sayılmış

ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisi sarıya meyyal beyaz müşahede

olunmuştur. Bu iklimin soğuğu şiddetli iken yine itidal üzere bilinmiştir.

Yedinci iklimin mesafesi; batı okyanusu sahilinden, Portekiz ve

İngiltere'den geçip, Kıpçak, Tesalya, Bulgaristan ve Rusya'dan, Hazer

şehirlerinin kuzeyinden geçip, Deşt-i Kebir'den, esi Tataristan'ın

kuzeyinden ve İskender seddinden geçip, batı okyanusta bulunan adalara

uğrar bilinmiştir. Bu iklimde onbir yüksek dağ ve kırk büyük nehi

seyrolunmuştur. Buranın ahalisi kızıla meyyal beyaz bulunmuştur. Bu yedinci

iklimin sonu ellini enlem tayin olunmuştur. En uzun gün onda, tamam onaltı

saat bulunmuştur.

Esi filozofların görüşlerine göre, yedi iklim bunlardır, ki açıklanmıştır.

Fakat sonraki filozofların görüşleri üzere taksim olunan yirmidört iklimin

hudutlarının belirlenmesi, ilerideki cetvelde olan rakamlara havale

kılınmıştır.



Beşinci Madde



Yedi iklimin ötesinin mamur bulunduğunu, doksanıncı enleme değin

keşfederek, iklimler itibar olunduğunu ve yedi iklimi her birinde en uzun

günün bilindiğini ve en uzun günden her bir iklimde, şehirlerinin yerinin

belirlendiğini bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, gerçi eski astronomlar, yedi iklimin ötesini

iltifat ve itibar etmeyip, yedi ikile hasar ve kasr etmişlerdir. Lakin

sonraki astronomlar, tıpkı yedi iklimdeki gibi,en uzun gününe yarım saat

eklendikçe bir iklim itibar edip; ekvatordan en uzun günün yirmidört saat

olduğu yere değin, ki o burclar kutbu dönencesidir, yirmidört iklim

seçmişlerdir. Lakin ondan yerin kutbuna yani âlemin kutbu altına varıncaya

dek yarım saat ekleme kaidesinin yürümesi mümkün olduğundan, en uzun gün

birer ay arttıkça, bir iklim itibariyle iki kutup arasını dahi altı iklime

taksim edip, doksanıncı enleme dek, tümünü otuz iklim belirlemişlerdir.

Yedi iklimin ötesini araştırmak için kutup dönencesi altına değin

gitmişlerdir. Oraları meskûn bulup, halkını surette insan, sîrette hayvan

emsali eksik ve bilgisiz müşahede etmişlerdir. Kutup dönencesi altında bir

kavme yetmişlerdir ki hepsi it ağızlı ve it huylu, biri biriyle itlik

ederler ve it gibi yaşayıp, it dirliğinde olurlar. Kışın şiddetinden on ay

müddetinde it gibi yerlere girerler. Onlar ne din bilirler, ne mezhep; ne

meşrep ne de sanat ederler. Ne süs ne ibadet bilirler. Ne âdet, ne letafet

ve ne nezafet bilirler, ne iffet. suretleri icabı muamele ederler. Orada

bir büyük dağ bulunmuştur ki, ikibuçuk fersah yüksekliği alınmıştır. Dağın

altında altın madeni yanıp, tepesinden dumansız ateşin havaya çıktığını

görmüşlerdir. Dağın etrafından çok sıcak kaynaklar fışkırıp, büyük nehirler

olmuştur ve uz tutmuş olan kuzey okyanusa dökülüp; deniz, suların

sıcaklığıyle çözülüp, ılımıştır. Denizin o sahilleri donmuş olmayıp,

balıklar o semte gelip doluştur. buraların ahalisi, o balıkları avlayıp ve

yiyip, uzak beldelere satıp; onunla hayvan derileri alıp, giyinirler. Oraya

sürekli kar yağdığından, on ay sıcak nehirler ile ılımanlaşmış hamamlarda

kalırlar. iki ay kadar yaz olur ki, hamamlardan dışarıya çıkarlar. Orada

yaşayanlara, âlemin güney yarısı sürekli ufkun altında olduğundan hiç

görünmez. Kuzey yarısı ufkun üstünde olduğundan sürekli görünüp; yıldızların

ve feleklerin hareketi burada değirmen gibi döndüğünden, o yerden

doksanıncı enleme varıncaya değin, en uzun gün hafta ve ay ilavesiyle altı

aya ulaşır. Zira ki güneş, açıklanan batıya yönelik hareketiyle koç

burcunun başlangıcına geldiğinde; doksanıncı güney enleminde bir derece

kadar yeryüzünden batıp doksanıncı kuzey enleminde karanlık oan bir deree

kadar yeryüzünden batıp, doksanıncı kuzey enleminde karanlık olan bir

derece kadar yere doğup; atı ayda kuzey burçlarını dolaşıncaya dek, güney

kutbunda bir gece, kuzey kutbunda bir gün olur. Çünkü güneş, terazinin

başlangıcına oluşur ve güney burçlarında olu. Yerin kuzey kutbundan batıp

yine güneyinde doğar. Altı ayda o burçları kat edinceye dek, kuzey semtinde

yerin bir derecesi yine karanlıkta kalıp, oralarda bulunan deniz donar.

Güney semtinin dahi durumları, kuzeye kıyasla bilinir. Şu halde kuzeyin

gündüz zamanı, güneyin gecesidir; güneyin gündüz zamanı, kuzeyin gecesidir.

(Gece ile gündüzü birbirine dönüştüren Allah münezzehtir.

Bir iklimde en uzun günü bulmak lazım gelirse, o kaçıncı iklimse yarısını,

oniki buçuk saat üzerine eklemekle elde edilir. Mesela beşinci iklimde

bulunan erzurum'da iklim sayısının yarısı olan ikibuçuk, onikibuçuk üzerine

ekense, onbeş olur. Bu durumda açıklığa kavuşmuş olur ki, beşinci iklimde

en uzun gün onbeş saattır. Bu kıyas üzere, en uzun günden, şehrin kaçıncı

iklimin ne semtine düştüğü de bilinir. Mesela şehrimiz Erzurum'un en uzun

günü, onbeş saat oniki dakikadır. Şu halde bu sayının onikibuçuğu

çıkarılıp, kalan ikibuçuk ile oniki dakikanın iki katı alınsa elde edilen

beşten iklim sayısı, yirmidört dakikadan şehrin yeri ortaya çıkar. Yani

bilinir ki, şehrimiz Erzurum beşinci iklimin ikinci yarısının sonlarında

bulunmuştur. Zira ki, her bir iklimi enlem mesafesi yarım saat fazladır ki,

otuz dakikadır. İklimi yarısı, çeyrek saattir ki, onbeş dakikadır. Bu

durumda onbeş dakikada bulunan şehir, iklimin ortasında; onbeşten eksik

bulunan şehir, iklimin evvelindedir. Şehrimiz Erzurum gibi onbeşten fazla

bulunan şehir, iklimin ikinci yarısındadır. Eğer onikibuçuk çıkarılıp,

kalan ikibuçuk, dörde bölünse paralel dairenin sayısı elde edilir. Zira ki

beş iklimin on dairesi olur. Kalanları buna kıyas ile bulunur. Şu halde

ekvatordan doksanıncı kuzey enleme varıncaya dek iklimlerin durumları e

tavırlarla bilindiyse; sonraki astronomlara göre güney tarafının durumları

aynen böyle bilinir. Yani orada da otuz iklim taksim olunur. Zira ki

dünyanın yarısı, ekvatordan kuzey tarafa düşmüştür. Mesela dörtte bir

meskun yerin ekvatorun güney tarafında iklim ola. Kamer dağlarından geçip,

Nil nehrinin kaynağından dolaşır. İkinci iklim, kış dönüm noktası altından

geçip Kortanş burnuna uğrar. Zira ki, sonraki astronomlar o tarafta otuzüç

derece enleminde nice memleketleri bulmuşlardır. Buraların ahalisinin tümü

putperesttir. Şu halde iklimlerin tümünün sayısı ve paralel daireleri, en

uzun günleri, enlemleri ve mesafeleri bütün bunların sayıları bulunmak

murat olunursa, az sonra vereceğimiz cedvelden malum olur. (Mülkünde olanı

en iyi bilen Allah'dır).



Altıncı Madde



Oturulan yerlerin ve şehirlerin mizacını bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: su ve hava, arazi

farklarına bağlı olduğundan, oturulan yerlerin farklılığı hasebiyle

değişik olmuştur. Allah'ın kudretiyle çeşitli tesirlerinden yerin mizacı

ile aynı olup, su ve hava, toprağa uymuştur. Her yerin mizacı aşka bir tarz

olduğu için, her şehir kendi ehlini, kendi mizacı gereğince terbiye

etmiştir.

Sıcak yerlerin mizacı, kendi ehlini kara ve kıvırcık saçlı, hazmı zayıf,

bozuşması kuvvetli, rutubeti az, kalbi korkulu, bedeni yumuşak, düşüş ve

ihtiyarlığı çabuk etmiştir. Habeş şehirleri gibi. Zira ki onları

sâkinlerinin ömrü, ancak otuz seneye gitmiştir. Yaşı kırka varan pek nâdir

olur. Soğuk yerlerde oturanların mizacları, kendi ehline şecaat ve kuvvet

bahşedip, hazımlarını kolay ve rahat kılmıştır. Şu halde soğuk yerler

rutubetli de olursa, kendi ehlini, etli, yağlı, cüsseli ve geniş edi,

genellikle bedenleri arave ve nezaket bulup, beyaz ve berrak olmuştur.

Yazları mutedil olup, kışlarının soğuğu şiddet bulmuştur. Rutubetli

yerlerin izacı, kendi ehlini, güzel yüzlü, yumuşak sözlü edip, onlara

gevşeklik ve mutedil bir yazla kış verip, humma, basur, ishal ve cilt

hastalıklarını çoğaltmıştır. Kuru yerlerin mizacı, endi ehlinin deri, mizaç

ve dimağlarını kurutup, yazlarını sıcak ve kışlarını soğuk eylemiştir.

Yüksek yerlerin mizacı, kendi sakinlerine sıhhat ve kuvvet verip, çoğunu

iyi ahlakla mesrur, ilim ve kemal ile mamur, güzellik ve cemal ile nurlu,

uzun ömürle ömürlü etmiştir. Çukur yerlerin mizacı, kendi mahpuslarına gam

ve kede içinde sıcak ve durgun su verip, onları havasıyle hummalı,

kesafetiyle sıkıntılı, anlayışlarını az ve mizaçlarını illetli etmiştir.

Açık ve taşlı yerlerin mizacı, kendi çevresindekilerin bedenlerini

kuvvetli, saçlarını çok ve boylarını kısa edip, çoğunu çekî ve reşit;

azlarını sıcak ve şiddetli etmiştir. Onlarda kuruluk ve seher çok

olduğundan, savaş ve dövüşe galip olmuşlardır. Karlı dağların mizacı,

öteki soğuk şehirler gibi kendi ehlini tertip edip, karı bâki kaldıkça,

temiz rüzgârıyle onları temiz etmiştir. Deniz çevresindeki yerlerin mizacı,

kendi ehline sıcaklık ve soğukluğu mutedil edip, rutubetini kuruluğu

üzerine üstün etmiştir. Kuzey memleketlerinin mizacı, soğuk beldeler ve

soğuk mevsimler gibi olup, kendi ehlinde asrî hastalıklar çok, karınlarında

safra toplanmasını az etmiştir. O şehirlerinin sakinlerinin hazımları

kuvvetli ve ömürleri uzun olmuştur. Zira ki onların çoğu yüz yıldan fazla

yaşamıştır. onlarda bozuşma az ve damarları dolu olduğundan ve damarları da

geniş olduğundan burun kanaması çok olmuştur. Yaraları az olup, çabuk şifa

buluştur. bedenleri kuvvetli, kanları temiz ve yürekleri ateşli olduğundan,

çoğu yırtıcı hayvan vasıflarıyle dolmuştur. Güney taraflarının izacı, sıcak

şehirler ve mevsimler hükmünde olup, sularının çoğu acı ve tuzlu

bulunmuştur. ehlinin başları rutubet maddeleriyle dolu, hisleri illetli,

azaları gevşek, iştihaları az, mide ve şehvetleri zayıf müşahede

olunmuştur. Yaraları zor şifa bulur. Kadınları, hastalıklarla çocuklarını

düşürüp, çocukları az ve hayızları çok olur Cümlesine sara ve çeşitli humma

isabet edip, basur istila etmiştir. Hatta otuz yaşını geçen, felçli olup

gitmiştir Doğudaki oturulur yerler ki, doğusu açık olan şehirlerin mizacı

sahih ve hoş bulunmuştur. Zira yki güneş, o şehirlerin ahalisi üzerin

doğup, havalarını ılımlı ve temiz kılmıştır. Batı bölgeleri i doğudakilerin

aksi olmuştur. O bölgelerin mizacı, rutubetli ve yoğun kalmıştır. Zira ki

batı bölgeleri ahalisi üzerine güneş, gündüzde şule salmaz, ta yükselip

etrafı ısıtmadıkça üzerlerine gelmez. Şu halde onların soğuk geceleri

ardınca güneş, üzerlerine fecaatle doğup, on an içinde sıcaklığıyle istila

ettiğinden, buraların halkı balgamla olmuştur.

Açıklanan yerlerin birini seçip, vatan murat eyleyen seyyahlara gereklidir

ki, önce o yerin yükseklik ve alçaklığında, açıklık ve kapalılığında olan

özelliklerini ve o şehrin komşusu bulunan dağlar, madenler ve buharların

mizaçlarını ve yönlerini bilip; ondan şehir halkının hastalık ve sıhhatle,

hazım ve şehvette, güzellik ve surette, ahlak ve sürette, meşrep âdette,

mezheb ve iffette haim olan durumlarını tecrübe kılsın. Bundan sonra

binalarının dışını; genişliği ve içi yüksek midir, kapı ve pencereleri

doğuya açık veya kuzeye dönük müdür, bilsin. Zira ki, binanın

şartlarındandır ki , evin içi geniş ve yüksek, kapı ve pencereleri y a

doğuya veya kuzeye açık ola. ta ki sabah rüzgârı ve kuzey rüzgârı o eve

dola. Onunla ev mamur olup, evdekiler ondan her an hayat ve can bulurlar.

Gönülleri hoş olup, bedenleri sıhhat ve âfiyetle kala. şu halde bina

işlerinde önemli ve lüzumludur ki, seher yelini ve kuzey rüzgârını evin

içine dâhil ve güneşin şuası yerine âsıl ve havasının salahı doğu güneşi

ile hâsıl ola. Gerçekte ki, temiz, latif, akıcı, soğuk ve tatlı olan

nehirleri, eserek dolaşıp gelen seher yeli ile nedim ve yâr olup, iştiyak

ile teneffüs etmek, cana safa, cisme şifa ve kalbe ciladır.

Bu konuları resmeden dairelerin burada toplu olarak verilmesi münasip

görülmüştür.



COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:24   #26
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

26-BÖLÜM:026:



SEKİZİNCİ BÖLÜM



Boylam ve enlem daireleri ile yerkürenin satranç ve evleri misali

bölünmesini; enlem ve boylamın tayini ile yeryüzünde bulunan beldelerin ve

yerlerin yerlerinin ve yönlerinin birbirlerine uzaklık ve yakınlık

bakımından nispetlerini; hint dairesiyle zeval çizgisi, itidal çizgisi ve

kıble tesbitini; âlemin kutbu tarafında bulunan kutup yıldızının yüksekliği

ve alçaklığıyle meridyen derecelerinin mesafe ve miktarını ve bunların

bilinmesiyle yerkürenin çapının çevresini ve yüzölçümünü bulmayıp kara ve

denizi, ölçü ve seyirle çeşitli noktalarının mesafelerini; dörtte bir

oturulan yerin burçlar üçgeniyle yedi gezegene mensup olan belde ve

yönlerini; zamanın oniki hayvan üzerinde deveranından yeryüzünde olan

tesirleri altı madde ile hakîmâne açıklar ve ortaya koyar.



Birinci Madde



Enlem ve boylam daireleri ile yerkürenin satranç evleri gibi bölünmesini,

enlem ve boylamın belirlenmesiyle yeryüzünde olan belde ve yörelerin ve

yönlerini, birbirlerine uzaklık ve yakınlık yönüyle nispetlerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, yerküre üzerinde

onsekiz günyarısı dairesi ve ekvatordan kuzey ve güneye sekiz enlem dairesi

resim ve farzedip; her daireyi üçyüzaltmış dereceye bölmüşlerdir. Şu halde

günyarısı daireleri ile boylam dereceleri ve ekvatora paralel olan enlem

daireleri ile enlem dereceleri belirmenmiş olup, hery iki daire arası onar

derece olarak belirlenmiştir. İklim enleminin başlangıcı ve beldenin

enlemi, ekvatordan iki tarafa seçilmiş ve itibar olunmuştur. Biri kuzey

enlemi, biri güney enlemi bulunmuştur. İklimin başlangıç boylamı ve

beldenin başlangıç boylamı itibar olunan batı okyanusunda Halidan

adalarının günyarısı dairesi ile (Green Wich meridyeni) güneşitleyici

dairenin kesişme noktasından farzolunan beldenin günyarısı dairesiyle

güneşitleyici dairenin kesişme noktası arasında, güneşitleyiciden vâki olan

yay ile o beldenin boylamı bilinmiştir. Beldenin enlemi, başucu noktası ile

güneşitleyici arasında o beldenin günyarısı dairesinde vâki olan yaya ıtlak

olunmuştur. Bu beldenin enlemi, gerek güney ve gerek kuzey semtinde olan

âlemin kutbunun yüksekliğine ve semt farkı kutbunun düşüşüne eşit

bulunmuştur. Bu enlem ve boylam tayiniyle yeryüzünde vâki olan belde ve

yörelerin yerleri ve yönleri, birbirlerine uzaklık ve yakınlık yönüyle olan

nispetleri yaklaşık olarak bilinmiştir.

İki beldenin birbirinin ne semtinde bulundukları açıktır. Mesela temiz

beldeniz Erzurum'un (Grinviç)'ten boylamı, yetmişyedi derecedir. Ekvatordan

enlemi, yaklaşık kırk derecedir, denilip; Mısır'ın boylamı altmışüç derece,

enlemi otuz derecedir denildiğinde: Mısır, Erzurum'un güney batısı yönünde

ve Erzurum, Kahire'nin kuzey doğusu tarafında bulunduğu bilinir. Zira ki,

Mısır'ın boylamı Erzurum'dan eksik olduğundan, batısına ve enlemi eksik

olduğundan güneyine düşmesi gerekir. Erzurum'un boylamı, Mısır'ınkinden

fazla bulunduğundan, doğusunda ve enlemi dahi fazla olduğundan, kuzeyinde

bulunmak gerekir.

iki beldenin arasında bulunan mesafenin uzaklığını bilmek için kaidesi

budur ki: Önce bakılır eğer iki beldenin enlemi uygun ve boyları farklı ise;

boylamlarının farkı, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum ile Tokat gibi.

Eğer iki beldenin boylamı aynı, enlemi farklı bulunsa, bu surette de

enlemleri arasındaki farklılık, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum ile

Musul gibi. Eğer iki beldenin hem enlemleri ve hem boylamları farklı ise,

bu surette aralarındaki uzaklık, dik dik açılı üçgenin kirişi (hypotonuse)

olur ki; açının bir kenarı, beldenin günyarısı dairesinden bir aydır. Bir

kenara,ı istenen beldenin enlem dairesinden bir yaydır. Onun kirişi bulunan

kenar, iki beldenin başucu noktalarından geçen daireden, iki belde arasında

vâki olan yaydır. Çünkü bu üç kanattan iki kanadın miktarı malûmumuzdur, o,

boylam ve enlem farklarıdır. Şu halde bu iki bilinen kenar ile ve kiriş

olan bilinmeyen kenarın miktarını bilmekte kolay yol budur ki: İki bilinen

kenarın kareleri toplamının karekökünü alırız ki, bilinmeyen kenarın

miktarıdır. İşte iki belde arasındaki uzaklık odur. Mesela Erzurum ile

Kahire'nin aralarındaki boylam farkı ondört derece ve elem farkı on

derecedir. Ondört ile onun kareleri toplamı ikiyüz doksanaltı hesap

olunmuştur. Toplamın kökü yaklaşık olarak onyedi bulunmuştur. Şu halde

Erzurum ile Mısır'ın arasının onyedi derece olduğu muhakkak bilinmiştir.

Diğerlerini de bu yolla biliriz. Bununla kıble tarafı dahi bulunur. Nitekim

bu, o bölümde tafsil olunacaktır. Hepsinin daireleri ise bölümün sonunda

verilecektir.



ikinci Madde



Hint dairesi ile zeval çizgisi, itidal çizgisi ve kıble yönünün tesbitini

bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, Hint filozoflarının

icadı bulunan hint dairesinden zeval çizgisi olan günyarısı çizgisini ve

itidal çizgisini ve itidal çizgisi olan doğu ve batı çizgisini ve Mekke

yönü olan kıble semtini tespit etmişlerdir. Zeval çizgisini ve itidal

çizgisini bulmanın bir yolu budur ki0 Öce yeri öyle düzlersin ki, ortasına

su dökülse dört tarafına birden akar. Sonra onda bir daire çizip,

merkezinde dik bir çubuk dikersin. Bu, dairenin çapının dörtte biri kadar

olmalıdır. Onun dik olduğunu şakül ölçüsüyle veya dairenin çevresinin üç

yerinden çubuğun tepesi arası eşit olduğundan bulursun. Zevalden önce

gözetlersin, ta ki çubuğun tepesinin gölgesi o daireye girdiğinde, batı

semtinden çevreye ulaştığı noktayı nişan edip, zevalden sonra, onun

daireden çıkışı vaktinde, doğu tarafından çevreye ulaştığı noktayı işaretle

bilirsin. O anda iki nokta arasında dairenin çevresinin kuzeyi bulunan yayı

ikiye bölüp, o yarıdan bir düz çizgi çıkarırsın ve merkezden geçirip

çevreye değin gidersin. İşte günyarısı çizgisi odur. Çubuğun gölgesi o

çizgiden uzaklaştığında, öğle vaktinin başlangıcı olur. Bu çizgi o daireyi

ikiye böler. O iki bölümün ortalarından bir düz çizgi çekersin ki,

günyarısı çizgisini merkezde dik bir açıyle keser, doğu ve batı çizgisi

odur. Bu işlem, en uzun günde daha sıhhatli olur. Zira ki gölgenin girişi

ile çıkışında asla farklılık olmaz. Öteki yolu budur ki: Güneş iki itidal

noktasının birine iken, bu durumu tesbit murat olunsa, hemen güneşin ya

doğuşunun ya batışının gölgesinin istikameti üzere ufuk noktası

paralelinden çıkıp, hint dairesinin merkezine uğrayıp, çevresine ulaşan

benzer çizgi, doğu ve batı çizgileridir. Onunla merkezde dik bir açı üzere

kesişen çizgi, günyarısı çizgisidir. işte zeval çizgisi odur.

Kıble yönünü bilmek için, çizilmiş hit dairesinin çevresini, üçyüzaltmış

bölüme taksim edersin ki, her dörtte biri, doksan bölüm olur. Onu meskûn

beldenin ufku farzedip, kıble yönünün onun hangi noktası olduğunu bulursun

ki; ona dönük olan Kâbe'ye yönelmiş olursun. Şimdi aranan bu noktayı

bilmenin yolu budur ki: Önce Mekke-i Mükerreme'nin boylamı, batı

okyanusunda, eskiden mamur, şimdi denizle dolu olan Halidan adalarından

yetmişyedi derece olduğunu bilirsin. Ekvator enleminden yirmiiki derece

olduğunu bulursun. Bundan sonra meskîn beldenin boylam ve enlemini Halidan

adalarından ve ekvatordan alırsın. Eğer beldenin boylamı Mekke'nin boylamı

ile eşit gelip, beldenin enlemi, Mekke'nin enleminden fazla olursa, o

beldenin kıble semti, günyarısı çizgisinin ufku çevresine ulaştığı güney

noktasıdırki, onda namaz kılacak olan, güney noktasına yönelse, doğru

kıbleye yönelmiş olur. Şehrimiz Erzurum gibi. Zira ki beldemiz, Mekke-i

Mükerremenin, kuzey noktasında vâki olmuştur. Eğer beldenin boylamı Mekke

ile aynı olup, enlemi Mekke'den noksan olursa o beldenin kıble semti;

günyarısının ufuk çevresine kavuştuğu kuzey noktasıdır. Mekke-i

Mükerreme'nin güney noktasında vâki olan Yemen beldesi gibi. Eğer beldenin

enlemi, Mekke'ninkiyle aynı olup, boylamı fazla olursa, o beldenin kıble

semti, batı ve doğu çizgisinin ufuk çevresine bitişik olduğu batı

noktasıdır. Eğer beldenin enlemi, Mekke ile aynı olup, beldenin boylamı

Mekke'den eksik gelirse, o beldenin kıble semti, batı ve doğu çizgisinin

ufuk çevresine kavuştuğu doğu noktasıdır.

Kıble yönünü bilmenin bir yolu dahi budur ki: Güneş, ikizler burcunun

sekizinci derecesinde veya yengeç burcunun yirmiikinci derecesinde

bulunduğu günde; Mekke'nin boylamı ile belde arasında olan farkın her onbeş

derece mesafesi için bir saat ve her bir derece mesafesi için dört dakika

alıp, gözetlersin. Eğer beldenin boylamı Mekke'ninkinden fazla ise, güneş o

günde günyarısını alınan dakikalar ve saatler kadar geçtiğinde, çubuğun

gölgesi o anda kıble tarafında vâki olmuş bilinir. Beldenin kıblesi

gölgenin yönünün hilafına doğru bulunur. Umman beldeleri gibi. Eğer

beldenin boylamı, Mekke'den noksan ise, güneşin o günde günyarısına

gelmesine alınan saat ve dakikalar kadar kaldığında, çubuğun gölgesi o

saatte kıble semti hizasında vâki olur. Kıble yine gölgenin yönünün

hilafına gelir. Sudan beldeleri gibi. Zira ki güneş, oniki derecede

bulunduğu gün, başucu, Mekkelilere gelir bulunmuştur. Eğer beldenin enlem

ve boylamı, Mekke'nin enlem ve boylamından ziyade bulunursa, hint

dairesinin çevresi, güney noktasından başlayıp, iki boylamın arasında

bulunan fazlalık kadar, batı noktası semtine doğru sayarsın. Kuzey

noktasından da batıya o kadar sayıp, iki sonun arasını bir düz çizgi ile

birleştirirsin. Zira ki, dairenin merkezi olan farz olunmuş şehrimizden,

Mekke-i Mükerreme'nin batısı bulunmuştur. Dairenin batı noktasından, iki

enlem arasında bulunan fazlalık miktarı güney noktasına doğru ve doğu

noktasından aynı şekilde sayıp, iki sonun arasını yine düz bir çizgi ile

bağlarsın. Zira ki, varsaydığımız şehrimizde Mekke- Mükerreme güneye vâki

olmuştur. Bu iki muhal çizgi birbiriyle kesişirler. Şimdi dairenin

merkezinden bir çizgi çıkarıp, o kesişme noktasından geçirip, muhite

ulaştırırsın ki, kıble semti, o çizginin çevreye birleştiği noktadır.

Onunla güney noktasının arasında ufuk çevresinde bulunan farz olunmuş

beldemizin yayı, kıblesinin sapma yayıdır ki, onda namaz kılacak olan,

güney noktasından batıya, o yay miktarı sapmış olmak lazımdır. Ta ki,

kıbleye yönelmiş ola. Şimdi bu surette kıble semti, güneybatıdır. Acem

beldeleri gibi. Eğer beldenin enlem ve boylamı, Mekke'nin enlem ve

boylamından eksik bulunursa, belirtilen minval üzere kuzey ve güney

noktasından doğu semtine boylam fazlalığı ölçülüp, batı ve doğu noktasından

kuzey tarafına enlem fazlalığını sayıp, çizgilerle birleştirip, işlemi

tamam edersin. Bu suretin kıble semti kuzeydoğu olur. Habeş beldeleri gibi.

Eğer beldenin boylamı, Mekke'nin boylamından eksik, beldenin enlemi,

Mekke'inn enleminden fazla olursa kuzey ve güney noktasından doğuya boylam

fazlalığını ve batı ve doğu noktasından güneye enlem fazlalığını sayar ve

çizgilerle birleştirip, işlemi tamamlarsın. Bu surette kıble semti

güneydoğu olur. Rum beldeleri gibi. Eğer beldenin boylamı Mekke'den fazla,

enlemi Mekke'den eksik bulunup, kuzey ve güney noktasından batıya boylam

fazlalığı ve batı ve doğu noktasından kuzeye enlem fazlalığını sayıp ve

çizgilerle birleştirip, işlem tamamlansa; bu surette kıble semti kuzeybatı

olur.

Bazı beldelerin enlem ve boylamları bu bölümün sonunda açıklanacaktır.



Üçüncü Madde


Alemin kutbu yakınında bulunan "cedy" adı verilen sâbit yıldızın yükseklik

ve alçaklığıyle yer derecelerinin uzaklık miktarını ve onunla yerkürenin

daire ve çap ve yüzölçümünü kıyas ile bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, yerkürenin kuşağının

ölçüsü ki, denizlerin ve karaların toplamıdır, yaklaşık yirmidörtbin mil

olduğu kararlaştırılmıştır. Çapının mesafesi, ona kıyasla, yedibin altıyüz

elli mil bulunmuştur. Yarıçapı, üçin sekizyüz onsekiz mil bilinmiştir.

Yerkürenin yüzölçümünün tamamı, yaklaşık, yirmibeşbin kere bin ve

üçyüzaltmışüçbin altıyüz otuzaltı fersah hesap olunmuştur. Bu kıyas üzere

yüksek cisimlerin dahi göklere uzaklıkları belirlenmiştir. Alemin

merkezinden ay feleğinin alt yüzeyinin uzaklığı yukarıda açıklandığı üzere,

yaklaşık otuziki yeryarıçapı kadar olduğu dört orantı kaidesiyle dahi

zabtolunmuştur. Çünkü feleklerde ve yer üzerinde sipat ve farz olunan

dairelerin hepsi, üçyüzaltmış dereceye ve her bir derece altmış dakikaya

bölünmüştür. Şu halde yerkürenin bir derece mesafesi kaç mil yer olur? Onu

belirlemek için geometriciler nice sahrada kıyas ve yüzölçümü alıp, bir

derece yeri, altmışaltı mil ve üç bölü iki mil bulmuşlardır.Bu kıyası o

yolla yapmışlardır ki; sonsuz bir sahranın bir yerinde, bir işaret nasb

edip, geceleyin onda cedy yıldızı ki, ona sâbit ve demir kazık derler. Onun

yüksekliğini rubu' ve üsturlap ile almışlardı. şimdi o yerden iki taife düz

bir hat üzere hareket edip; bir taife güney noktasına doğru gidip, biri

kuzey noktasına doğru gelmişlerdir. Gece oldukça o iki taife cedy

(demir kazık, kutup) yıldızının yüksekliğini alıp, gündüz oldukça düz olarak

yola devam etmişlerdir. Sabit yıldızları belirli yerdeki yüksekliğinden

güneye gidenlere bir derece noksan, kuzeye gidenlere bir derece fazla

olmakla, farklılık gösterdiği iki yerde durmuşlardır. Her irinde bir işaret

dikip, iki taraftan üç işaret arasını ölçüp, iki mesafeyi eşit olarak

altmışaltı tam üçte iki mil yer bulmuşlardır. Sonra o iki taife, o iki

yerin farkından yine kuzey ve güney dosdoğru gidip, o işaretler arasının

ölçülen milleri sayısınca mesafe ölçüp, nihayette kalmışlardır. Gece

olduğunda, her iki taife yıldızın yüksekliğini almışlardır. Yine tamamen

birer derece yükselme ve alçalma ile farkını bulmuşlardır. O zaman

altmışaltı tam üçte iki mil, üçyüzaltmışa çarpmakla dairenin tamamına,

ondan çapa, ondan yarıçapa ve ondan şüphesiz yerkürenin yüzölçümünün

tamamına vâkıf olmuşlardır. Aynı kıyasa birçok ülkelerde aynı sonuca

varmışlardır.



Dördüncü Madde


Kara ve denizi ölçme ve seyr ile mesafelerinin cüzlerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler ittifak ile

demişlerdir ki: Bu yer unsuru her şeyiyle bir tek küre yani bir yuvarlak

top şeklinde olup, boylam ve enlem olarak yani gerek batıdan doğuya ve

gerek güneyden kuzeye, ortasında kuşak misali farzolunan daire, üçyüzaltmış

dereceye bölünmüştür. Geometriciler; mesafesi üzere yeryüzü dümdüz dağsız,

vâdisiz farzıyla yerin bir derecesi yirmiiki fersahta ziyadece bulunmuştur.

Her fersah üç il ve her il üçbin zira ve her zira otuziki parmak ve her

parmak altı arpa -biri dik biri yan sıralanarak- takdir olunmuştur. Şu halde

bu takdirce yerin bir derecesi altmışaltı tam üçte iki mil bilinmiştir.

Zira hesabıyle bir fersah yer dokuzbin ziar bulunmuştur. Yerin bir

derecesi, yaya yürüyüşle, üç merhale kılınmıştır. Bir merhale yedibuçuk

fersah mesafe belirlenmiştir. Bir fersah, bir yürüyüş adımı ile bir saatte

kat olunduğu tecrübe kılınmıştır. Şu halde bir günde kat olunan mesafe,

yirmiikibuçuk mil bulunmuştur. Yerin bir derecesi mesafesi, tamam yüzbin

adım ve her bir adım dört ayak ve her yaak onaltışar parmak hesap

olunmuştur. Okyanusun kenarlarında ve körfezlerinde ve karada olan küçük

denizlerde bulunan gemilerin, orta bir yüzüşle bir güne altmış milden

ziyade deniz mesafesi kat olunup; denizciler katında bir mecra tabiriyle

bir derece yer takdir olunmuştur.

Kervan hareketi ve askerî yürüyüşle bir eyr derecesi üç merhaleye

bölünmüştür. Mesela Erzurum'dan bir günde Nendiban köyüne hareket etmek

gibi, itibar olunmuştur. Eğer yürüyüş ve hareket bundan hızlı olursa, ona

orta yürüyüş derler. Bir yer derecesi onunla iki merhale bulunmuştur.

Mesela bir atlının Erzurum'dan bir günde Aşkale'ye yürüyüşü gibi, kıyas

olunmuştur. Eğer hareket ve yürüyüş bundan daha süratli olursa, yerin bir

derecesi onunla bir merhale olup, mesela şehrimizden bir günde yaklaşık

Karakulak'a varmak gibi, tahmin olunmuştur. Şu halde birinci kısımda üçtebir

derece, ikinci kısımda yarım derece, üçüncü kısımda tamam bir derece bir

güne kat olunur, bulunmuştur. Velhasıl, top zeminin bir derece mesafesi, bu

hesap üzere yüzbin adımdır, artık değildir. İkiyüzbin ziradan ziyade

değildir. Zira ki bir zira iki ayakır ki, yarım adımdır. Bu kaideye göre

zihin akıl sahiplerine, toprak ve sudan ibaret olan top zemini, dağları ve

denizleri hesaba katmadan, düz bi çizgi üzere yürüyüşle ne kadar zamanda

dolaşılacağı ortaya çıkmıştır. Mesela temiz beldemiz Erzurum'dan yerküreyi

dolaşmak niyetiyle bir kimse batıya doğru hareketle, Tokat'tan Anadolu'dan

ve İstanbul'dan,Rumelinden, Firenkistan'dan geçerek, yeni dünyadan dolayıp,

güneşin yürüyüşüne uyarak, Çin ve Maçin'e ulaşır. Buradan Hit, Sint ve

Türkistandan, Semerkant, Buhara ve Turan'dan geçerek Şirvan denizinin güney

yarısından geçmekle, Gence ve Revan eyaletlerinden yine şehrimiz Erzurum'a

ulaşır. Böylece muradı hâsıl olur. Bir kimse bize nispetle batıdan gidip,

doğudan gelmiş olur. Bunun gibi top zemini enlemler doğrultusunda dolaşmak

isteyen kimse, şehrimiz Erzurum'dan çıkıp, kuzeye azimetle Karadeniz'in

doğu sahilinden, Fas, Abaza ve Azak'tan, moskova diyarından, yeni

keşfolunan Növözemle yerlerinden geçer ve güneş kuzey burçlarında iken,

kuzey kutbu altından geçmekle bize nisbet taban tabana ve yeraltından

yürüyerek, güneş güney burçlarına vardığında, güney kutba ulaşır. Buradan

okyanusla geçer ve Habeş memleketinden, Yemen'den, Mekke-i Mükerremie'den,

Medine-i Münevvere'den ve çölden geçip Musul'dan yine temiz beldemiz

Erzurum'a ulaşır. Bu kimse kuzeyden gidip, güneyden gelmiş olur. Bu

takdirce top zemimi enlem ve boylam doğrultusuyla yürüyüp dolaşmak, mutedil

bir yürüyüşle olursa, tamamen devri, binseksen konak olur; atlı yürüyüş

gibi, seri olursa yediyüzyirmi konak olur. Ulak gibi çok hızlı yürünürse,

üçyüzaltmış günde tamamen top zemin düz bir çizgi üzere ulaşılmak ve

yürümek mümkündür demişlerdir.



Beşinci Madde



Dörtte bir oturulur yerin burçlar üçgeni ile yedi gezegene mensup olan belde

ve yönlerini, âhalisinin tavır ve sıfatlarını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, İslâm filozofları, bu oluşum ve bozuşum âlemi

içinde câri olan durumlar ve eserler hakikatte Allah'ın tesiriyle olduğunu

ispat edip demişlerdir ki: Esîrî cisimler, felekî konumlar, unsurlar

âleminde Hak'kın emriyle tesir eder. Halbuki hakiki müessir ancak Rabblerin

Rabbidir. Yıldızlar ve felekler aletler misalidir ve sebebdir. Bu

unsurların ve bileşiklerin feleklere ve yıldızlara bağlantısı ve intisabı

vardır. Yedi iklim hakikatte anlatılan tertip üzere, yedi gezegene mensup

olduğundan gayri, memleketlerin ve beldelerin her biriyle oniki burç

arasında alâka ve bağlantı ispat olunmuştur. Bu alâka, beldelerin burçlar

üçgenine nispeti bulunmuştur. Burçlar üçlüleri yukarıda kendi bölümünde

tafsil olunup, dört üçlü bulunmuştur. Birincisi, kuzeydeki ateşsel erkek

burçlardır. Yönlerde kuzeyle dübür arası buna nispet olunmuştur. Bu erkek

burçlar; güneş, müşteri ve merih olduğundan, bu üçlünün müdebbiri gündüz

güneş, gece müşteridir. İkinci üç burç, güneyde topraksal ve dişidir.

Yönlerden güneyle Saba arası buna mensup bulunmuştur. Bunlar; zühre, zühal

ve utarit olduğundan, bu üçlünü müdebbiri gündüz zühre, gece utarittir.

Üçüncü üçlü doğuda, havahi ve erkektir. Kuzeyle Saba arası buna nispet

kılınmıştır. Bunlar, ühal ve utarit olduğundan, bu üçlünün müdebbiri gündüz

zühal, gece utarittir. Dördüncü üçlü, batıda, suya mensup ve dişidir. Güneş

ile dübür arası buna nispet kılınmıştır. Bunlar; zühre ve ay olduğundan, bu

üçlünün müdebbiri gündüz zühre, gece aydır. Bunun gibi dörtte ybir meskûn

dahi burçlar üçlülerine benzer dört kısım itibar olunup, her bir kısım bir

üçlüye nispet kılınmıştır. Birinci kısım, Avrupa namıyla isimlendirilen batı

ve kuzey arası olduğundan önceki üçlüye mensup bulunmuştur. Burada

oturanlar, önceki üçlüde olan riyaset sebebiyle işlerin çoğunda akıcı ve

serkeş görünmüştür. Çoğunluğu, silah kullanmaya ve siyasete yönelik,

yorgunluk ve meşakkate dayanıklı, lâtif ve temiz bulunmuştur. Çünkü gece

müşteri ve merih tedbirde müşterektir. Üçlünün önceki parçaları erkek,

sonraki parçaları dişidir Bu kavim ya çoğunca kadınları emrinde gaflet

üzere olup, gayretli olmazlar. Kadınlardan ziyade oğlanlara sevgi duyup,

günah bilmezler. Özellikle İngiliz ve Nemçe koç urcuna ve merihe benzerdir.

Onun için sâkinleri vahşî ve mütehavvin olup, ahlâkı yırtıcı hayvan

ahlakına eğilimlidir. Roma, Fransa aslan burcunda ve güneşe nispet

olunmuştur. Bu sebebten halkının çoğu riyaset ehli bulunmuştur. İspanya ve

Portekiz, yay ile müşteriye mensuptur. Onun için ahalisi genellikle

ahlaklı, temiz ve sevimlidir. Bunlardan sonra meskûn bölümün ortasına yakın

olan Rumeli ve İstanbul çevresi, Girit, Kıbrıs ve küçük Asya sahilleri yani

Anadolu, Akdeniz ve Karadeniz nihayetleri arası, gerçi üçlünün evveline

dahildir, lâkin ikinci üçlüye benzerdir. Şu halde bunların tedbirinde zühre

ve utarit müşterek olduğundan, sâkinlerinin çoğu siyasetçi, riyaset ehli,

anlayışlı firasete mail, ilim ve öğrenmeye meyyal olup, birbirine yakın ve

sağlam mizaçlı, lâtif suretli ve sirette mutedil bulunmuştur. Yöneticisi

zühre olduğundan, musikiyi sevip ondan lezzet alırlar. Aşık meşrep ve dost

canlısı olurlar. Özellikle İstanbul, oğlak burcu ile zühal yıldızına

benzer. Onun için büyükleri mülk ve riyasete nâil oluşturlar.

İkinci kısım, asya nâmıyle isimlendirilmiştir. O doğu ve güney arası

olduğundan onun beldeleri ikinci üçlüye nispet kılınmıştır. Çünkü bu

üçlünün müdebbiri, gündüz zühal ve zühredir. Orada oturanlar bu gezegenlere

çok itibar eder bulunmuştur. Zühre yıldızına benzeşme iktizasınca bunlarda,

sema ve raks, hareket ve cima, kadınlara hırs ve muhabbet galip olup,

elbise ve yaygılarında nakış ve süse tâlip, bedeneri tedbirinde, refahet ve

şehvete rağbet edici olmuşlardır. Erkeklere meyl etmeyip, kadınlara

benzemeye özenip, büyük iltifat ve rağbet kılmışlardır. Mizaç ve

tabiatlarında hararet üstün bulunmuştur. Lâkin tedbirde zühalin iştiraki

iktiza eder ki, nefesleri müessir ve güçlü, yürekleri şecaatli ve şiddetli,

vehimleri yüksek ola. Bu kısmın bu üçlüye genel benzerliğinin hükmü budur.

Lâkin cüzlerinin tek tek nispetleri hükümleri bu tarz iledir ki: Acem

beldeleri, boğa burcu ve zühreye mensup olduğu için, halkının çoğu nakışlı

elbise giyip, evlerinde nakışlı yaygılar sermişlerdir. Hatta gömlekleri

dahi sade değildir. Fırat ile Dicle arası ve Bağdat çevresi başak burcuna

ve utarite; Yemen ve Arap yarımadasının tümü önceki üçlüye benzer

kılınmıştır. Şu halde bunların müdebbiri, müşteri, merih ve utarit

bulunmuştur. Onun için halkının çoğu üstün ve tüccar olmuştur. Hile, tuzak,

tembellik, ağır davranma onlarına şanına gelmiştir. Arabistanın mamur

yerleri yay ile müşteriye mensup olduğundan, o diyarın çoğu rahatlık üzere

olmuştur.

Üçüncü kısım, Saksonya ismi verilen doğu ve kuzey semti bulunmuştur. Bu

kısım üçüncü üçlüye mensup kılınmıştır. Gürcistan, Dağıstan, Maveraünnehir

yani Türkistan Hıta ve Hotan memleketleri ve Tataristan bu kısımda

kılınmıştır. Bunun müdebbiri zühal, müşteri ve utarit olduğundan, halkının

çoğu halim, selim, hikmetli ve fıtnet dolu, temiz ve iffetli müşahede

olunmuştur. Özellikle Azerbaycan memleketleri ikizler ve utarite mensup

olduğunda halkının çoğu hareket, mazarrat ve hıyanet üzere bulunmuştur.

Maveraünnehr semtleri kova ve zühale mensup olduğundan, halkının çoğu vahşî

ve gaddar bilinmiştir.

Dördüncü kısım, Afrika ismi verilen batı ve güney arasındadır. Bu kısım

dördüncü üçlüye mensup bulunmuştur. Bunun beldeleri olan Mısır, Sudran ve

Mağrip kendi misali bulunmuştur. Çünkü bu üçlünün tedbirinde gündüz, merih

ve zühre müşterektir. Halkının meliklerinin işlerine kadınları müdahalede

geri kalmaz. Erkek ve kadın çoğu işlerde karışık olup, bir kadını birkaç

kimse zevce edinip, erkekleri de kadın kıyafetinde gezerler. Çoğu kâhin ve

remilci olup azarlar. Özellikle Akdeniz sahilleri yengeç ve aya mensup

olup, halkının çoğu tüccar bulunmuştur. Diyarları yeterlilik ve rahat üzere

olduğu bilinmiştir. Uzak batı ülkeleri akrep ve merihe mensup olduğundan,

halkının ahlakı yırtıcı hayvanlara benzeyip, çoğunca husumet edip,

birbirini öldürmekten korkmazlar. Sait ve Habeş memleketleri, tedbirinde

zühal, müşteri ve utarit müşterek olduğundan, o diyarın halkı muhtelif

gelenekler üzere olup, ölülerini tazim ederler. Dışarıdan gelen hâkimlere

tâbi ve teslim olurlar. Kadınlara fazla rağbet edip, cimaa çok hırslı ve

meşgul olurlar. Bunların zayıf nefislileri korkak ve alçak bir kavimdir.

Özellikle Mısır ve İskenderiye ikizlere ve utarite mensup olduğundan,

halkının çoğu, idrak ve anlayış sahibi olup, gizli sırlar çıkarmaya ve

garip ilimleri öğrenmeye oldukça eğilimli bulunmuştur. Habeş memleketleri

ve ortaları kova ile zühale mensup olduğundan halkı balık yemeyi sever.

Yaşayış ve içkileri hayvanlar gibidir. Her şeyi bir sebebe bağlı olarak

yaratan Allah münezzehtir.



Altıncı Madde



Zamanın, oniki hayvan üzere dönüp, her sene birine benzemeyle değişmesinden

yeryüzünde olan tesirlerini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, Hindistan filozofarı, zamanın oniki hayvan üzerine

deveran edip, yılda birini ahlakıyle nitelenip, cihandakilere böyle Hak'kın

emriyle sirayeteni bulup, tecrübe ve sınama ile tesirlerini hükümlerini

ispat etmişlerdir. Türkistan ahalisi genellikle ona itibar edip,

hükümleriyle gitmişlerdir. Onun için zamanın hükümlerini "Türkistan Senesi"

ismiyle adlandırmışlardır. Şimdi zamanın hükümlerini açıklayan manzumemiz

bunda yazılmak münasip görülmüştür.

NAZM

Allah adı hoş işler evveldir

Her dem Allah diyen kişi velîdir

Hamd lillah dahi salat ve selam

Fahr-ı kavneyn ve âline be-devam

Bade ism-i ilah ve hamd ve salat

Sal-i Türk oldu seksenüç ebyat

Hakkı der sal-i Türkü nazm ettim

Nisbet-i hüküm remzine yettim

Cümle ahkâmı sali Türkanı

Hükema mezhebince bil anı

Hükema kavlin itimad edemem

Hem de küllî yala deyip gidemem

Ekser ahvale vâkıf olmuşlar

Akl ile tecrübe ile bulmuşlar

Sal-i Türkan ki devr-i daimdir

Oniki canvar huyuyle revam

Muttasıl ola cümle halk-ı zaman

Faredir pes bakarla kaplandır

Sonra tavşan sinekle yılandır

Andan attır ganemle maymundur

Mürugdan sekle huk ol oyundur

binyüzaltmışbeş oldu çünki bu yıl

ikibin altmoşüçte rumî yıl

Mah-a âzerdle bir muharrem hem

Sal-i hicrin birini tarh et o dem

Bilmek istersen olduğun sali

Nisbeti kangı canavar hali

bak bu tarih-i hicrette o zal

Vâki olan sinin-i rumien al

Ol üç sali tarh kıl be neşat

Sonra onikişer edip iskat

Kaç sene kalsa fareden başla

Bir sene her birine bağışla

Kangı hayvanda âhir olsa heman

Ol yılın hâkimidir ol hayvan

Yıldır üç fal ve evveli dört ay

Dört ay ortası dört ay âhiri say

Sal-i şemsiledir çün nisbet-i hal

ibtida-yı hameldir ol sal

Bulsa bir kimse doğduğu sali

Bilinir tab' ve huy ve ahvali

Çün gelir sal-i fare hoşluk ola

Evsat-ı salde çok yağışlık ola

Ahir-i salde fitneler uyanır

Cenk olur niceler deme boyanır

Kışıdır hem dıraz hem sırma

Fareler gılleyi eder yağma

Doğsa mevlüt fi evail-i sal

Zeyrek olur ziyade hûb hısal

ol yılın evasıtında doğsa veled

Dediler ol yalancıdır huyu bed

Ahir-i salde doğa bed kerdar

Olur ol husut hem mekkar

Çün bakar sali gelse bimari

Çoğ olur hem sudadan zari

Fitnelerden mülük olur gamnâk

Çappâ nevine erişe helak

Kışı müşted olur dahi kütah

Meyveler hem soğuktan ola tebah

Ol salde doğsa kız ya oğul

Gayriler işine olur meşgul

Evsatında doğan olur pür nur

Zeyrek ve huyruy ve hem mesrur

Ahir-i salde doğsa peyveste

Gönlü gamlı olur teni hasta

Çünkü kaplan yılı gelir be te'ab

Halka düşer adavet ile gazab

Nasa çok nakz-ı had olur pişe

Pes düşer cümle havf ve teşvişe

ihtilaf-ı mülük olur o zaman

Isıran canavar çok olur ol an

Zelzele ola bazı sahrada

Keştiye âfet ere deryada

Kışı kısa ziyade soğuk ola

Gözler nehirler suyu çok ola

Ol yılın evvelde doğan uşak

Ali himmetlidir yüzü yumuşak

Evasıtında doğarsa kâmil olur

Ahirinde cebban ve kâhin olur

Çünkü tavşan yılı olur vüsat

Çoğ olur meyvelerle her nimet

Sulh ile dola hep zemin ve zaman

Halk sıhhatle bula emn ve eman

Hoş kışı mutedil baharı bahar

Yazı yaz çar fazlı hub ve nigâr

Ol salde doğsa malı olur

Bed huy olur velî vefalı olur

Evasıtında doğan olur yahşi

Ahii mükesser ola hem vahşi

Çünkü mahi yılı gelir bisyar

Ola harb ile fitneer bîdar

Kendüm ve cüv çoğ ola hem erzan

Kim kesir ola berf ile baran

Kışı gayte dıraz olur hem serd

Kim ziyan eyleye ağçalara berd

Ol yılın evveli doğan nâçar

Ahmak ve bed güher olur ber kâr

Evsatında doğan halim ola nerm

ahiri bed huy ola hem bî şerm

Çok gelir nevbetiyle sal-i yılan

AHer taamın ola bahası giran

Kışı gayetle nerm ve kısa olur

Kaht olup her gönülde gussa olur

Ol sal doğan olur hâmuş

Bil ki sözleri hem işleri hoş

Evsatı doğan oa bed etvar

Ahiri ber şekl olur bed kâr

Çün gelir sal-i esb ba şer ve şur

Eyleye cenk ve harb ve fitne zuhur

Sayfi hoşzer' ve gılle çoğ ola p¹ak

Çar paya erişe renc ve helak

Kışı nerm ve dıraz olur gayet

Erişe meyve cinsine âfet

ol say doğan çeker zahmet

Hem olur pür muhabbet ve hikmet

Evsatı yahşi işlidiry hoş huy

Ahiri gamlı bed huy ve bed guy

Çünkü Sal-i ganem gelür gamnak

Keştiler bahr içinde bula helak

Harb olur sürat ile sulhü bulur

Hayr olur sürat ile sulhü bulur

Hayr ve ihsana say' eden çoğ olur

Kışı nerm ve dıraz olur vâki

Ol sal doğan olur nâfi

Evsatında doğandır âsude

Ahir olur pelid ve fersude

Çünkü maymun yılı gelir hayırsız

Çoğ olur yankesici hem pîrsiz

Ol sene halka çok sitemler olur

Hastalık eşter ile esbi bulur

Kışı gayet kasîr ve soğuk ola

Ineb az dişiyle yiyiciler çok ola

ol sal doğan olur bed ruy

Lik handan ve şad olur hoş ruy

Evsatında doğarsa olur hasud

Ahirinde doğar olur bî sud

Sal-i mürg olsa hastalık yoğ ola

Gılle erzan ve meyveler çoğ ola

kışı nerm ve dıraz olur gyaet

Hamile zenlere erer âfet

Ol sal doğanda hüsn ve cemal

Olur az kısmeti fakir'ül-hal

Evsatı müezzi halk ona düşman

Ahiridir sehi sever mihman

Çünkü it sali gelse gılle ve nan

Hem aziz ola hem bahası giran

Çoğ olur mevt ve katl-i insanî

Hem de düzd ve muhil ve şeştanî

Kış hafif ola meyveler hem ucuz

kışınde emn ve eman olur şeb ve ruz

Ol salde doğa kız ya oğul

Ola her guy ve hem haris ve ekül

Evsatında doğan eder gavga

Ahirinde kanaat ee vefa

Çün gelir sal-i huk olur hasta

Emir ve ayan şehr peyveste

Padişahlar aralarına hilaf

Vâki olup çoğ ola cenk ve mesaf

Çoğ olur hınta ve şair kalil

Afet eyler darıya hem tacil

Halk yerden yere kona ve göçe

Hem reaya müşevveş ola kaça

Çoğ olur onda düzd tarraran

Ola kış nerm hem dıraz o zaman

O salde doğsa bir ferzend

Olur ol tez gûy ve hîş pesend

Evsatında doğarsa kâzib olur

Ahirinde halim ve ragıp olur.

Hem olur sal-i fare devr-i zaman

Hoş bu tertip ile eder deveran

Halkı fehm eyledinse ey Hakkı

Masivayı yok eyle bul Hak'kı

(Allah adı, hoş işlerin evvelidir. Her dem Allah diyen kişi velîdir. Hamd

Allah için salat ve selam, iki cihanın fahri ve onun âline olsun devamlı.

Allah adından, Allah'a hamd ve peygambere salattan sonra; Türk yılı

seksenüç beyit oldu.

Hakkı der: Türk senesini nazmettim ve hükmüne nispet edip, remzine yettim.

Türklerin senesinin bütün hükümlerini filozoflar mezhebince bil.

Filozofların sözüne itamat edemem, fakat hepsi de yalandır deyip gidemem.

Onlar durumların çoğuna vâkf olmuşlar. Bunları akıl ve tecrübe ile

bulmuşlar.

Türkleri senesi, sürekli devreder ve oniki canavar huyla akıp gider.

Zamanın halkı hep ona bağlıdır. Bu oniki hayvan: Faredir, inektir,

kaplandır, tavşandır, sinektir, yılandır, attır, koyundur, maymundur,

kuştur, köpektir, domuz eniğidir.

Binyüz altmışbeş oldu şimdi bu yıl. Rumî yıl ise ikibi altmışüçtür. Mart

ayında altmışdörttü. Otuzüç yılda bir yıl eksilir.

Mart ile muharrem aynı zamana rastlasa; o zaman hicrî yılın birini çıkar.

Eğer bilmek itersen hangi senede olduğunu ve hangi canavara nispet

olduğunu: Bak o hicrî tarihte, o sene, rumî senelerden hangisine düşer. O

üç seneyi çıkar sonra onikişere bölerek düş. Kaç sene kaldıysa fareden

başla, her oniki yseneye karşılık bir seneyi at. Hangi hayvanda son

bulursa, o yılın hâkimi o hayvandır.

Yıl üç mevsimdir. Her mevsim dört aydır. Durumun nispeti güneş

senesiyledir. Senenin başı ise koç burcunun evvelidir. Bir kimse doğduğu

yılı bulursa, tabiati, huyu ve durumları bilinir.

Fare senesi gelince hoşluk olur. Sene ortasında çok yağış olur. Sene

sonunda fitneler uyanır. Cek olur, niceleri kana boyanır. Kış, hem uzun

hem soğuk olur. Fareler buğdayı yağma eder. Senenin başlarında doğanlar

zeki ve iyi huylu olurlar. O yılın ortasında doğanlar, kötü huylu ve

yalancıdırlar. Sene sonunda doğanlar, kötü işli, haset ve düzenbaz olurlar.

inek senesi gelince: Hastalık çok olur, baş ağrısı artar. Fitnelerden dolayı

melikler gamlı olurlar. Dört ayaklılara helak erişir. Kışı şiddetli ve

kısa olur. Meyveler soğuktan mahvolur. O sene doğan kızlar, oğlanlar,

başkalarını işiyle meşgul olurlar. Senenin ortasında doğan, nurlu, zeyrek,

güzel yüzlü ve mesrur olur. Senenin sonunda doğan, gönlü gamlı ve teni

hasta olur.

Kaplan yılı gelince: Halka düşmanlıkla öfke düşer. Zenaatkârların çoğu

insanlara verdiği sözde durmazlar. Herkes korku ve karışıklığa düşer.

Melikler arasında ihtilaf olur. Isıran canavar çok olur o zaman. Bazı

yerlerde zelzele olur. Denizlerde gemiler âfet erer. Kış çok soğuk olur.

Gözler ve nehirlerin suyu çok olur. Ortasında doğan, olgun olur. Sonunda

doğan peynirci ve tembel olur.

Tavşan yılı geniş olur. Meyveler ve her nimet çok olur. Her yerde sulh olur.

Halk emniyet içinde sıhhat bulur. Kışı hoş ve ılımlı, baharı bahar, yazı

yaz olur. Dört mevsim de sevimli ve sevgilidir. O yıl doğanın malı olur,

kötü huylu fakat vefalı olur. Ortasında doğan yahşidir. Sonunda doğan kırıcı

ve vahşi olur.

Balık yılı gelir Çok harb olur ve fitneler uyanır. Buğday arpa çok olur.

Kar ve yağmur çok olur. Kışı uzun ve sert olur. Ağaçlara soğuk zarar verir.

O senenin evvelinde doğan, çaresiz, ahmak, kötü huylu ve kötü işlidir.

Ortasında doğan halim ve yumuşak olur. Sonunda doğan ötü huylu ve utanmaz

olur.

Yılan yılı geldiğinde: Yiyecekleri fiyatı artar. Kış oldukça kısa ve yumuşak

olur. Kıtlık olur, gönüllerde gussa olur. o sene doğan, sessiz olur. Aynı

zamanda bilgili ve sözleri hoş olur. Ortasında doğan, kötü tavırlı olur.

Sonunda doğa kötü şekilli ve kötü işli olur.

At yılı, kötülük ve karışıklıkla gelince: Cenk, harb ve fitne ortaya çıkar.

Yazı hoştur. Eki ve buğday çok ve temiz olur. Dört ayaklılara illet ve

helak erer. Kışı oldukça yumuşak ve uzun olur. Meyvelere âfet erişir. Sene

başında doğan, zahmet çeker, aynı zamanda muhabbet ve hikmet dolu olur.

Ortasında doğan, güzel işli ve hoş huyludur. Sonunda doğan, gamı, kötü

huylu ve kötü sözlü olur.

Koyun yılı gamlı olarak gelince: Denizde gemiler helak olur. Harb olur,

hemen sulh olur. Hayır ve ihsana çalışan çok olur. Kışı yumuşak ve uzun

olur. O sene doğan faydalı olur. Ortasında doğan, âsude olur. Sonunda doğan,

kötü ve donuk olur.

Maymun yılı gelince: Hayırsız ve yankesici çok olur. O yıl halka çok

sitemler olur. Deve ve atlar hastalanır. Kışı gayet kısa ve soğuk olur.

Üzüm az, fakat yiyicisi çok olur. O sene doğan, kötü yüzlü olur, fakat

güler yüzlü ve iyi huylu olur. Ortasında doğan, hasetçi olur. Sonunda doğan,

faydasız olur.

Kuş senesi olunca: Hastalık yok olur, bolluk ve meyve çok olur. Kışı

yumuşak ve oldukça uzun olur. Hâmile kadınlara hep âfet erer. O sene doğan

iyi ve güzel olur, kısmeti az, hali fakir olur. Ortasında doğan, eza edici

olur ve halk ona düşmandır. Sonunda doğan, cömert ve misafirperverdir.

Köpek yılı gelince: Buğday ve ekmek hem kıymetli, hem pahalı olur. Cinayet

ve ölüm çok olur. Hırsızlık, hile ve şeytanlık artar. Kış hafif olur,

meyveler ucuz olur. Kışın gece-gündüz emniyet olur. O sene doğan kız veya

oğul, kötü sözlü, hırslı ve obur olur. ortasında doğan, kavga eder. Sonunda

doğan vefalı ve kanaatlı olur.

Tavuk yılı gelince: Başkan ve şehrin ileri gelenleri hep hasta olur.

Padişahlar arasına anlaşmazlı düşer, savaş çok olur. Buğday çok olur, arpa

az. Darıya âfet dokunur. Halk yerden yere konar ve göçer. Reaya karışır ve

kaçar. Hırsız ve soyguncu çok olur. Kış ılık ve uzundur. O seni doğan

oğlan, çabuk konuşur ve kendini beğenmiş olur. Ortasında doğan, yalancı

olur. Sonunda doğan, halim ve istekli olur.

Zamanın dönüşü yine fare yılına gelir. Bu düzen ile denir. Halkı anladınsa

ey Hakkı! Masivâyı yok anla; Hak'kı bul.)

(Sal: Yıl, sene, Sal-i Türkân: Türklerin yılı. Ganem: Koyun. Müruğ: Kuş.

Sek: Köpek. Huk: Domuz eniği. Mah-ı âzer: Mart ayı. Çâr: Dört. Tedahül:

Geri kalma, gecikme. Tarh: Çıkarma. Sinin: Seneler. Be: İle. Neşat: Sevinç.

Fasl: Mevsim. Sal-i şems: Güneş yılı. İbtida: Başlangıç. Hamel: Koş burcu.

Evsat: Orta. Dem: Kan. Dıraz: Uzun. Serma: Soğuk. Gılle: Buğday, Fi evail-i

sal: Seneni başlarında. Red: Kötü. Bed kerdâr: kötü işli. Mekkar, Düzenci.

Bakar: İnek. Bimar: Hastalık, Mülük: meliker. Çâr pâ: Dört ayaklı. Müşted:

Şiddetli. Kütah: Kısa. Tebah: Mahvolma. Hub ruy: Sevimli yüzlü. Peyveste:

Daima, Teab: Yorgunluk. Adavet: Düşmanlık. Nakz-ı ahd: Ahdi bozma. Pişe:

Sanat. Keşti: Gemi. Mükes-mükesser: Kırılış. Mahi: Balık. Bîdar: Uyanık.

Kendüm: Buğday. Cüv: Arpa. Erzan: Bolluk. Kesir: Çok. Berf: Kar. Baran:

Yağmur. Berd: Soğuk. Nerm: Yumuşak. Bî şerm: Utanmaz. Giran: Ağır. Kaht:

Kıtlık. Hâmuş: Sessiz. Esb: At. Şer ve şur: Kötülük ve karışıklık. Sayf:

Yaz. Zer': Ekin. Renc: Sızı. Bed guy: Kötü sözlü. Say': Çalışma. Pelid:

Rezil. Fersûde: Donuk. Eşter: Deve. Kasîr: Kısa. İneb: Üzüm Bî sud:

Faydasız. Zen: Kadın. Müezzi: İnciten, Sehi: Cömert. Mihman: Misafir. Nan:

Ekmek. Mevt: Ölüm. Düzd, Hırsızlık. Muhil: Hile. Şeb: Gece. Ruz: Gündüz.

Ekûl: Obur. Mesaf: Harb safları. Hınta: Buğday. Şair: Arpa. Kalil: Az.

Müşevveş: Düzensiz. Tarraran: Soyguncular. Ferzend: Oğul. Hiş pesend:

Kendini beğenmiş. Kâzib: Yalancı. Fehm: Anlama.)

Ey aziz, malûm olsun ki, bu makamda, eski astronomi ilmini bu miktar

açıklama ile yetinilip; beldelerin enlem ve boylamı ve çizilmiş daireleri,

küre yüzeyi gereği üzere tasvir olunmuştur. Başlangıç meridyeni Halidan

adalarından (Girinviç), başlangıç enlemi ekvatordan itibar olunup, tertip

ve tanzim olunmuştur.



COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:24   #27
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

27-BÖLÜM:027:



DOKUZUNCU BÖLÜM



Yeni astronominin şöhret bulduğunu, kaidelerinin kolay ve muhtasar

olduğunu; yerin dönüşüle hareket kıldığını ve yerin ekseninin, âlemin

eksenine paralel ve kutbuna karşı olduğunu; yeni astronomların bunu ispat

ettiğini; gezegenlerin bu astronomiye nispetle duyduğunu, geri döndügünü ve

düz gittiğini; bu yeni astronomiye itirazlar olup, hepsine cevap

verildiğini; feleklerin tabiatlarinde astronomların ihtilaf kıldığını dokuz

madde ile açıklar.



Birinci Madde


Yeni astronominin şöhret bulup itibar kazandığını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozof ve astronom olan eski ve yeni bilginler,

esiri cisim küreleri (felekler) ve unsurî cisimlerden (dört unsur) ibaret

olan âlem küresinin yapı ve mahiyetini, konumlarını tertibini ve

tavırlarını; hareket ve duruş halindeki keyfiyetlerini; sair gizli

durumlarını açıkladıklarında iki görüşe ayrılmışlardır. Filozofların

çoğunluğunun isabetli görüşleri üzere birini seçip onda karar etmeleriyle,

eski astronomi nâmiyle şöhret bulmuştur. Bu görüşü seçen eski astronomidir

ki, kendini tanımak ve Alah'ın yarattıklarını düşünmek için bu

"Marifetnâme" de buraya gelinceye dek, yazılmış ve açıklanmıştır.

İkinci görüşe meyl ve rağbet eden filozofların görüşlerine göre: Ateşten

ibaret olan güneşi, bütün unsurların en mükemmeli, bütün cisimlerin merkezi

olmak üzere, âlemin merkezinde hareketsiz durup topzemini, güneşin

çevresinde gezegenlerden biri gibi hareketli ve dönücü; gökleri bir hal

üzere hareketsiz farz ve itibar etmişlerdir. Sonra, bu görüşlerine düzen

verip sağlamlaştırmak için çalışıp ihtimam ettikçe, sade dil olan avam,

onlara, ta'n ve saldırı taşlarını vururlardı. Zira ki onlar, halkın akıl ve

idrakine muhalif ve gördüklerine aykırı olan yerin hareketine kail

olurlardı. Böylece insanlardan soğukluk ve öfke ve buğz bulurlardı. Lakin

bu cümle ile bile, eski zamandan son günlere gelinceye değin yerin döndüğü

konusunda görüşler eksik olmayıp; Eflatun dahi ömrünün sonunda yerin

hareketine kail ve bu görüşe yönelmiştir. Asırlar ilerledikçe devirler

geçtikçe, rasatçılık gelişmiş ve gözetleme işleri sürmüş olup, feleklerin

durumları belirlenmiş olup; sonraki bilginler zamanında rasat âletleri ve

kanunları fazla kihtimam ve tecrübe edilip, gerekli gözlemlerle feleklerin

durumları nizam buldukça, ikinci görüş bir mertebe revaç bulmuştur. Böylece

sonrakiler çoğunun tercihi olup, yeni astronomi nâmıyle yaygınlaşıp, meşhur

olmuştur. Hata bu görüşe katılanlar, âlemin yapısını taklitle evlerinde ve

kiliselerde çerağ ve ateş yakarlar imiş. Ancak gaflet olunmasın ki, bu

durumlara itikat ve itimat etmek, dini işlerden ve kesin şeylerden

değildir. Zira ki, âlem küresi ne şekil ve yapıda olursa olsun, gök ve yer

cisimlerinin terkibi her ne keyfiyette bulunursa bulunsun ve bu çarh-ı

felek her ne takdir ile dönerse dönsün; hiçbir zaman âlemin sonradan

yaratıldığını inkâra mecal olmadığına ve bütün bunları Allah'ın olgun bir

şekilde yarattıkları olduğundan gayri hayal, muhal bir iş olduğuna itimat

ve itikat etmek dinî gereklerden ve kesin işlerdendir. Filozofların bu

cihanı çeşitli biçimlerde anlatması, cihanın yaratıcısının acaip

sanatındandır. Bu âleme ne zan ile bakılsa, o yönle devranı

âlemin yaratıcısının kudretinin kemalindendir.



İkinci Madde


Yeni astronominin kaidelerinin kolay ve mazbut olduğunu bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Önce güneş sabit

bir yıldız bulunmuştur ki, âlemin merkezinde, ortada, kuşatıcı ve sâkin

konulmuştur. Bundan sonra güneşe yakın olup, güneşin cismini lâvi bulunan

utarit dairesinin dairesidir. Burada utarit yıldızı, güneşin çevresinde

seyr ve deveran edip, üç ayda dairesini kateder görünmüştür. Bundan sonra

utaridin dairesini kuşatan zühre dairesinin dairesidir. Zühre, dairesinin

sekiz ayda dolaşır. Bundan sonra zührenin dairesini kuşatır bir büyük daire

ispat olunmuştur. Yerküre su ve hava unsuruyle kuşatılmış olup, onlarla

beraber yıldız misali geniş daireyi bir sene tamamında dolaşır bulunmuştur.

Yine bu büyük daire üzere yer cisminin çevresinde ayın dairesi tayin

olunmuştur. Ay dahi, yeri, kendisine merkez edip, çevresinde seyr ve

deveran edip bir ayda tamam kendi dairesini kateder bulunmuştur. Bundan

sonra merih dairesi, yerin büyük dairesini kuşatıp; merih yıldızı iki

seneye yakın zamanda, kendi dairesinde bir devresini tamam eder,

bulunmuştur. Bundan sonra merih dairesini kuşatan müşteri dairesidir ki,

müşteri yıldızı o özel dairesini oniki senede kateder müşahede kılınmıştır.

Bundan sonra müşteri dairesini kuşatanzühal dairesidir ki, o yıldız, o

dairesini otuz senede kateder hesap olunmuştur. Bu yıldızlardan başka,

yerin büyük dairesinde zikrolunduğu üzere, ay, yeri merkez edip, çevresinde

seyir ve dev eran eylediği misali dört yıldız, müşteriyi; beş yıldız,

zühali merkez edinip; dördü müşteri etrafında ve beşi zühal etrafında

hareket eder ve döner görünmüştür. Bu dokuz yıldız, sonraki bilginler

zamanında asat olunmuştur. Yeni isimlerle bunlara: Aycıklar adı

verilmiştir.

Bütün bunlardan sonra bu dairelerin tümünü kuşatan sabit yıldızlar feleği

burçlar göğünden bilinmiştir. Onun kalınlığı, hoşluğunun genişliği sayısız

sabi yıldızlarla süslü bulunmuştur. Sabit yıldızlardan her biri, büyük bir

güneş cismi menendi olup, âlemin merkezinde konulmuş ve kuşatıcı güneşin

beyan olunan tavır ve tarzı üzerine, basitlerden her birinin cismi

çevrecinde, nice gezegen yıldızın hareket ve dönüş üzere oldukları rasat

üzere bilinmiştir. Bu görüşe göre, âlemin yapısını tahlil içi vazolunan

şekiller ve daireler, bu bölümün sonuna bırakılmıştır.



Üçüncü Madde



Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Evvela yerküre

kendi büyük dairesi üzerinde hareketiyle, batıdan doğuya hareket edip,

burçlar dairesini beher gün terti üzere kat ederek, sene tamamında o büyük

dairesini tamamen bir kere devreder bilinmiştir. ikinci olarak, yer o

senelik hareketinden başka, yine batıdan doğuya kendi ekseni üzerinde

hareketiyle dönüp, beher gün yirmidört saatte bir dönüşünü tamam eder

hesap olunmuştur. Yer, günlük hareketiyle batıdan doğuya hareket

eylediğinden, bize nispetle güneş ve bütün yıldızlar günlük hareketle

doğudan batıya hareket eder görünmüştür. Yerin bu iki hareketinin misali

budur ki: Mücessem bir küre, düz bir araziye atılıp, çevresinde dönüyor

farzolunsa, dönen küre, o düz yerin uzunlamasına meydanına tamamen

geçinceye dek kendi ekseni üzere hareketiyle dönüp, dolanmadan geri

kalmadığı gibi; yerküre dahi kendi büyük dairesinde batıdan doğuya hareket

ve seyir ile burçlar feleğinin meydanını tamamiyle dolanıncaya dek, kendi

merkezi çevresinde kendi ekseni üzere dönüp, sürekli dolanır bulunmuştur.

Çünkü yer, güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur. Çünkü yer,

güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur. Şu halde yer,

burçlardan birinin hizasına gelse, kaçınılmaz olarak o vakitte güneş, o

burçların karşısında olan burcu gelir görünmüştür. Mesela yer, koç ile

güneş arasında bulunup, koçun hizasında iken, elbette güneş onun karşısında

olan terazide bulunmuştur. Bunun gibi yer, Yengeçte olduğunda yani yengecin

hizasına geldiğinde, elbette o anda güneş, yengecin karşısında olan oğlak

burcunda gözlenmiştir.

Velhasıl yer, kuzey burçlarının birinin hizasında olduğunda, elbette o

esnada güneş dahi kuzey burçlarının karşısında bulunan güney burçlarının

birinde görünmüştür. Aksi dahi buna kıyas ile bilinmiştir. Güneşin kuzey

burçlarında sekiz-dokuz gün kadar fazla eğlenmesi, yerin güney burçlarında

o kadar zaman gecikmesinden bulunmuştur. Zira ki yer, güney burçları

hizasından hareket ederken senelik dairesini bir miktar genişletmekle,

dairesinin güney yarısında ziyadece duraklamak lazım gelir bilinmiştir.

(Durumun hakikatini en iyi Allah bilir.)



Dördüncü Madde


Yerkürenin ekseni, senevî dairesinin üzerinde güneşitleyici dairenin

eksenine paralel; kutupları, kutuplarının hizasında olduğunu ve onunla gece

ve gündüz saatlerinin muhtelif olup, dört mevsimin oluştuğunu bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Yerkürenin

ekseni, senelik dairesinin üzerinde kendisine ve güneşitleyicinin yani

âlemin eksenine paralel ve kutupları kutuplarının hizasında bulunmuştur.

Yerin kuşağı olan ekvator, senelik dairesiyle güneşitleyicinin yüzeyinden

güney ve kuzeyde bulunmuştur. Eğer yerin ekseni, dairesinin ekseni gibi

burçlar dairesinin eksenine paralel bulunsaydı, daima her yerde gece ile

gündüz eşit olup, asla bir vakitte ve hiçbir mekanda dört mevsimin değişimi

ve birbirini takibi olmazdı. Şu halde yer dairesinin ekseni, âlemin

eksenine paralel olmayıp, burçlar ekseninin dairesi gibi yirmiüçbuçuk

derece uzak olur bulunmuştur. Çünkü yer, âlemin eksenine farz olunan

hizalanmasını daima koruyarak, her anda burçlar feleğinin hissedilen ve

özel olan tarafına yönelik olarak değişir görünmüştür. Elbette yer, senelik

hareketiyle güneşin etrafını dolaşır oldukça, mevsimlerin değişimi belirli

zamanlarda olur.

Mesela Yaz mevsimi geldiğinde, yani yer oğlak burcuna hizalanıp, güneş onun

karşısında olan yengeç burcunda göründüğünde yer, noktasında konulup, yerin

ekseni olan (SM) hattı, âlemin eksenine paralel kılınmıştır. Yirmiüçbuçuk

derece burçlar dairesinin ekseninden uzaklaşıp, yerin senelik dairesinin

yüzeyine altmışaltıbuçuk derecesinde, ki (V K H) açısı yanına eğilir

bulunmuştur. Şu halde bu surette güneşin şuası, dik olmak üzere ulaşır

görünmüştür. Lakin güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yerin

yüzeyine, yerin güneşitleyici dairesinde ulaşmayıp, belki yengeç

dönencesinde yirmiüçbuçuk derece güneşitleyici daireden kuzey kutbu semtine

doğru uzak olmak üzere ulaşır bilinmiştir. Bu sebepten güneş, yerin kuzey

yarısını tamamen aydınlatıp, kuzey burçlarıda görünür oldukça, güney kutbu

tarafında bir derece kadar yeri terk eder bulunmuştur. Bundan sora yer,

sonbahar mevsiminin başlangıcında (A) noktasına geçtiğinde, yerin ekseni

olan (SM) hattı, kendine ve âlemin eksenine paralellik üzere

farz olunmuştur. Bu sırada yer, koç burcunun hizasında bulunup, güneş onun

karşısında olan terazide görünmekle, güneşin merkezinden yerin merkezine

çıkan şua ki, âlemin eksenine dik olur bulunmuştur. O yerin yüzeyine,

güneşitleyici dairenin terazi burcunun başlangıcı itibar olunan noktasından

ulaşır müşahede olunmuştur. İki kutbun taraflarında olan yere eşitlik üzere

yayılır bilinmiştir. Bundan sonra kış mevsiminin başlangıcı erişip, yer (H)

noktasına geldiği sırada (SM) ekseninin eşitliği olduğu üzere kalıp,

güneşin şuası oğlak dönencesi yerinde yerin yüzeyine dik eriştiğinden,

yerkürenin güney yarısını tamamen aydınlatıp, kuzey kutbu tarafına bir

derece yeri terk eder müşahede olunmuştur. Bahar mevsiminin başlangıcında,

yer günlük hareketiyle noktasına vardığında yani terazi burcunun

başlangıcına eriştiğine, güneş o vakitte koçta görünmüştür. Şu halde

güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yeryüzüne güneşitleyicinin

koçun başlangıcına vâki olan noktasına ulaşır bulunmuştur. Bu surette yine

iki kutbun taraflarına eşitlik üzere ışık saçılır bilinmiştir. Lakin bu

takdirce yerin aydınlık semti, güneşe dönük bulunduğundan, bizlere açık

olmaz. Zira ki şekil dışı bir yerde bulunmuştur. Şu halde yeni astronomiye

göre, gece ve gündüzün birbirini takibi ve uzaması: Dört mevsimin değişim

ve farklılığı iki kutup altında doksanıncı enlemin gece ve gündüzü bu

yolla bilinmiştir. (Vallahi a'lem.)



Beşinci Madde



Yeni astronominin kaideleri kuvvet bulup, muteber olduğunu bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Yerin senelik

dairesinin hizasında bulunan şâbitler feleğinin, mesela (B C) noktasına,

yahut (D Y) noktası, bize gayet uzak olduğundan, bir nokta kadar

görünmüştür. Şu halde bunda ellbette lazım gelir ki, yerin ekseni, kendi

senelik dairesinin herhangi noktasında bulunursa, sâbitler feleğinin daima

onun aynısı bir noktasına dönük olmuş görüne. Yer kutunun yüksekliği daima

aynı tarafa ve tepemizde olan aynı yıldıza ve bir ölçüye bakış ile ortaya

çıkmış buluna. Gerçi yer, gerçekte burçlar feleğinde yani kendi senelik

dairesinde bulunan hareketiyle kâh oy yıldıza, kâh bu yıldıza, kâh güneye

ve kâh kuzeye ziyade yakın olursa da; halbuki bizden pek uzak olan sâbitler

feleğine nispetle yerin senelik dairesi ancak bir nokta kadar gelmiştir. Şu

halde yerin sâbitler feleğinden uzaklığı ve yakınlığı fark olunmaz olmuştur.

Kudret-i İlahiyede son tayin etmeye cesaret edenlerin yanında sözü edilen

iş, ziyadesiyle uzak ve garip ise de, dikkatli bir bakışla düşünülse, işin

aslında uzaklaşma yoktur. Bu yeni astronominin gereği olan yerin hareketini

uzak görüp, kabul etmeyenlere, fikir ve mülahaza lazımdır ki; eski

astronominin dahi bundan ziyade nice işleri kabulden uzak görünür ve

bilinir olmuştur.

Bunlardan biri, ilk hareket ettiricinin yani büyük feleğin genişlik ve

büyüklüğüyle o acaip ve garip sürattir ki, onunla beher gün doğudan batıya

olan dönüşünü tamamlar bilinmiştir. Biri dahi, büyük feleğin yirmidört saat

müddetinde kendi içinde kuşatılmış olan feleklerin hareketleri ve

hareketlerinde bulunan süratleridir ki; her biri, büyük feleği muhalefet

ederek, kendi tabiatleri gereğince batıdan doğuya hareket ederlerken, yine

büyük feleğe uymakla her gün doğudan batıya bir kere dönüş hareketlerini

tamam ederler denilmiştir. Halbuki bir tüfeğin kurşunu seyrinde bulunan

süratten, o günlak hareketle ilk hareket ettiricinin mıntıkasında olan

sürat, üçyüzbin kat fazla ve şiddetli olmak gerek. Ta ki bu müddette bir

dönüşünü tamamlamak mümkün ola. şu halde o büyük cisim olup, üst yüzeyinin

şekli henüz bilinmeyen büyük feleğin içinde bulunan büyük feleklerin

kendilerine nispetle bir habbe ve bir nokta kadar olan yerin çevresinde

dolanmalarından bu küre şeklinde olup, harekete daha fazla isidatlı olan

yerin küçük cisminin, büyük güneşin etrafını senede bir kere dolanması çok

daha kolay ve layık olup, durumun gerçeğine uygun, işin aslına muvafık

gelip, akla daha yakın olmuştur. Yerkürenin o senelik dairesinde hareket

eder oldukça ekseni aynı eşitliğini korur, denildiği öyle demek değildir

ki, yerin ekseni asla bir vakitte ve hiçbir cihetle konumunu değiştirmeye.

Zira ki yerin eksenin gayet yavaş olan hareketle yirmibeşbin sekizyüz onaltı

güneş senesinde burçlar feleğinin çevresindeki bir daire çizer bulunmuştur.

Yerin bu hareketinden lazım gelir ki, burçlar kuşağı dairesiyle

güneşitleyici dairenin kesişme yerleri ki, gece ve gündüzün eşit olduğu

nokta bulunmuştur. O iki nokta burçlar sırası hilafı üzere yani doğudan

batıya geçerler. Bu harekete onun için gece ile gündüz eşitliğinin

tekaddümü denilmiştir.

Şu halde sâbit yıldızların burçlar sırası üzere yani batıdan doğuya olan

hareketlerinin ortaya çıkması ve gece ile gündüz eşitliği noktasından

doğuya doğru bulunan uzaklıklarının fazlalaşması, yerin bu hareketinden

çıkar bilinmiştir. Yerin bu hareketi bir tertip üzere olmayıp, karışık

bulunmuştur. Zira ki sâbitlerin burçlar sırası yüzere bulunan hareketleri,

kâh yüz senede bir derece, kâh yetmiş senede bir derece ve kâh altmış senede

bir derece miktarı muayene kılınmıştır. Şu halde yerin ekseni, kuzeyden

güneye ve güneyden kuzeye yalnız yirmidört dakika miktarı hareket eder

bulunmuştur. Öyle ki yerin mihverinin ucu bu tür bükük ve sarmaşık

hareketle bir bükük ve sarmaşık daire meydana getirir hayal edilip,

farz olunmuştur. (Durumun hakikatini en iyi Allah bilir.)



Altıncı Madde



Yeni astronomiye nisbetle beş şaşırmış gezegenin yavaş hareket etme ve

duraklama keyfiyetini, düz gidiş ve geri dönüş mahiyetini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Gezegen

yıldızlardan beş şaşırmışta bulunan yavaş hareket, duraklama, geri dönme ve

düz gidiş bu yeni görüşe göre döndürücü feleğe muhtaç olmayıp, kolaylıkla

bilinmiştir. Zira ki beş şaşırmışın duraklama ve geri dönüş gibi muhtelif

durumları ancak bizim hareket halinde bulunan yerde bu yıldızlara

baktığımızdandır. Onlar bize kâh yavaşlıkla, kâh duraklama ile, kâh geri

dönüşle nitelinmiş görünmüştür. Ancak faraza âlemin merkezi olan güneş

üzerinde bulunmuş olaydık; gözümüze bu tür hayaller asla görünmez olurdu.

Zira ki onların dönüş hareketi benzerli ve düzgün bulunmuştur. Nitekim daha

önce açıklanmıştır ki, utarit ile zühre güneşin etrafında bulunan senelik

dairesini geri kalan üç yıldızdan yani merih, müştei ve zühalden önce

bitirir. Bu sebeptendir ki utarit ile zühre bazen güneş ile yer arasında ve

yer yine güneş ile üç yıldız arasında bulunurlar.

üç yükseğin açıklanmasında farz ederiz ki düz şekile güneş (A) noktasında

olsun. Yerin senelik dairesi (B,H,A,C,T,L) dairesi olsun. Mesela merihin

dairesi dahi (T,D,K,R,Y,B) dairesi olsun ki merih bu dairenin bir yayını

kat edinceye dek yer kendi dairesinde olan dönüşünü tamam eder. Bundan sonra

sabit felek (M,F,K,N) dairesi olun. Şimdi deriz ki, yer (L) noktasında ve

merih (T) noktasında bulundukları vakitte merih yıldızı, sabitler

dairesinden (M) noktasında görülür. Bundan sona yer (L) noktasından (B)

noktasına ve yıldız dahi (T) noktasından (D) noktasına geçsin. Öyle ki yer,

yıldız ile güneş arasında yakın olmak üzere intikal eder. Bu vakitte

yıldız, sabitler dairesinden (La) noktasında muayene olunur. Şu halde bu

surette burçların tertibine göre olan hareketin (M) noktasından (La)

noktasına tacil etmesi müşahede olunup, sürat ve düzgün gidiş denilir.

Bundan sonra yer (B) noktasından (H) noktasına ve yıldız (D) noktasından

(K) noktasına varır. Bu sırada yine (La) noktasında hissedilip, yavaş gidiş

ve duraklama önce hasıl olur. Bundan sonra yer (A) noktasına ve yıldız (R)

noktasına vardıklarında o vakit yine yıldız (F) noktasında bulunur. Şu

halde burçlar tertibinin hilafında geri dönüş görülür. Elbette bu surette

olan durumuna geri dönüş adı verilir. Bundan sonra yer (C) noktasına ve

yıldız (Y) noktasına ulaştıklarında bu sırada yine yıldız (F) noktasında

görülmüş olup, ikinci duraklama ve ikinci yavaşlama hasıl olur. Bundan

sonra (T) noktasında görünür. Burçlar tertibi üzerinde hareket eder bulunur

ki düz gidiş ve sürat denilir.

Bu tafsil ki utarit hakkında tasvir olunmuştur. Zühre hakkında da aynısı

geçerlidir. Ancak farkı budur ki, bu değişiklikler onda yavaş bulunmuştur.

Zira ki, zühre, utaritten ziyade zamanda kendi dairesini dolaşır

görülmüştür. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Bu bölümde yazılan

açıklamalar yeni astronomiye belki pek eskiye nümune olmaya kifayet

ettiğinden şimdi bu görüşe yönelen sorular ve cevapların yazılmasına

geçilmiştir.



Yedinci Madde



Bu yeni astronomlara yöneltilen soruları ve cevapları bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlara, dinî konularda ve rasat ve

astronomi ile ilgili kanunlarda önce şöyle itiraz olunmuştur ki: Bu yeni

görüş tabir olunan görüşler; semavî kitapların bildirdiklerine aykırıdır.

Ve her şeye ki, durumu ve şanı böyle ola. Asla bir vecihle kendisine rağbet

ve iltifat olunmaya layık ve şaheste değildir. İmdi, bu yeni görüş tabir

olunan tahayyüllere dahi asla rağbet ve iltifat olunmak layık ve seza

değildir, cevabını dahi büyüklerde reddederek böyle vermişlerdir ki: İşin

aslı olmak üzere rağbet ve iltifat olunmağa mahal yoktur denilirse; her ne

kadar ki kabullenilirse de asla faydası yoktur. Faraza olduğu itibariyle de

asla rağbet ve iltifata layık ve seza değildir, denilirse memnudur.

Küçükler de, konuşarak bu minval üzere cevap etmişlerdir ki: Yer, bu yeni

astronomiye göre dahi haddizatında hareket ile nitelinmiş olmayıp,

hakikatte hareke edici olan kendisini, yani yeri kuşatan o yumuşak

maddeden ola girdabıdır. Zira ki yer, o girdabı olan ince ve yumuşak

maddenin belirli parçaları arasında daima kuşatılış olup; hemen gemiye

giren kimsenin gemi içinde sakin olduğu gibi yer dahi yumuşak maddenin

muayyen parçaları içinde daima sakin olur. Bir daha bu tarz ile cevap

vermişlerdir ki: Dinî işlere ve yaratılışa bağlı oldukları takdirde,

mücerret görüşümüze göre, çok katı hükümer semavî kitaplarda irat

olunmuştur bu cümleden olarak, Tevrat'ta aya: Büyük kandil, adı verildiği

vârittir. Bununla beraber ki, vâkıa bakar olduğumuzda, ay diğer

yıldızlardan küçük olduğundan başka, nurunu dahi güneşten alır bulunmuştur.

Yer daima sakindir, hükmü ki, Tevat ciltlerinde şerh olunmuştur. Kastedilen

mânâ ile gizli ve gerçektir. Zira ki bu sözün o yerde başlangıcı böyledir

ki: Oluşumun biri gider, biri gelir. Böyle olunca sözün tamamı budur ki:

Yer daima sakindir. Şu halde siyak ve sibaka göre yer, daima sakindir,

demek; yer daima olduğu gibi baki kalır, inkılap ve değişimden uzaktır: Her

ne kadar ki bazen kendisinde oluşum ve bozuşum vâki olursa da, demektir.

Diğer kitapların söyledikleri bu mânâya irca olunmuştur. Zira ki yer,

toplam itibariyle asla ne dağılır, ne de bozulma kabul eder, deyip cevap

etmişlerdir.

Astronomi ve rasat kanunlarına dayanılarak, bu görüştekilere itiraz

olunmuştur ki: eğer yer, âlemin merkezinden uzak olup, kendi senelik

dairesinde hareket eder olsaydı; mesela kuzey kutbunun yüksekliği her zaman

bir üslup üzere kalmazdı. Başucu noktamızda bulunan yıldızlar, daima ortada

olmazdı. Her vakitte sâbitler feleğinin belirli bir yarısı bize mukabil

gelmezdi. Doruk ile etek dahi bu minval üzere tayin bulmazdı. Bunların

cevapları dahi böyle olmuştur ki: Yer, ekseni yüzere hareket ettiği

takdirce, kuzey kutbunun yüksekliği her zaman bir üslup üzere olup, başucu

noktamızda bulunan yıldız, daima zâhir olur. Felek küresinin belirli bir

yarısı yani belirli dokuz burcu tamamıyle er vakitte bizim karşımızda olup,

baktığımız yer olurdu. Şu kadar var ki, daima yerin bir belirli noktasında

durmamız şart ve lazım gelir. Çünkü önce dediğimiz gibi, sabitler feleği

bizden o kadar uzaktır ki, ona nispetle yerin büyük senelik dairesi, bir

nokta kadar görünür. Çünkü yerin ekseni, âlemin ekseni ile daima aynı

hizada bulunur.

Şu halde belirtilen üç hükme göre, daima yerin bir belirli kıtasında sabit

ve durucu olmaz. Onun için şart olunmuştur ki, kuzey kutbunun daima tek yol

üzere olan yüksekliği bizim görüşümüze göre bulunmuştur. Yerin daima bir

belirli yerinde olduğumuz zamanda bir kararda görünmüştürki. Yani bu şart,

bizim için bulunan belirli ufku ve başucu noktamızda olan belirli noktayı

kaybettiğimiz ve değiştirdiğimiz vakitte bulunmuştur. Zira ki, mesela

kuzeyden güneye doğru veya güneyden kuzeye doğru yerküre üzerinde hareket

edip, belirli yerimizi başucu noktamızda bulunan belirli noktayı

değiştirdiğimiz zamanda elbette bize feleğin bir başka kıtası zâhir olur.

Daha önce onu biz, asla göremezdir. Ona bedel, önce görür olduğumuz kıtası,

bize, tamamıyle gizli olur. Adı geçen kutbun yüksekliği ve başucumuzda olan

yıldızlar dahi değişken olur.

Doruk ile eteğin tayinleri lüzumuyle olan çelişkiye böyle karşı olmuştur

ki, bu yön üzere yer, o senelik dairesinde, güney burçları hizasında

harekette iken dahi güneşten uzak olmak ve konumunu bulmağa doruk hâsıl

olur. Kuzey burçları hizasında harekette iken yine güneşe yakın olmak

durumuna geldiğinde, eteği peyda olur. Bu astronominin dour ve eteği

hükümleri aynen eski astronomideki gibidir. Ancak farkı budur ki, oda

uzaklık ve yakınlık güneşin hareketinden, bu görüşe göre yerin hareketinden

bulunmuştur. Onda değişen doruk ve etek, burçlar feleğinin hareketinden ve

bunda yine yerin yavaşlamasından bilinmiştir.

Bundan sonra bu cevapların koruyucusu bulunan mukaddimeye itiraz

olunmuştur. Sabitler feleğinin bizden ta o miktarı uzaklık mesafesi ki,

onunla yerin senelik büyük dairesi, yerin bir noktası, bir nokta kadar

görüne. Bu görüş inanılmayacak mertebe uzak bulunmuştur. Bu itiraza böyle

cevap olunmuştur ki: Çünkü kabul edilmeyen bu hüküm, senede dayanmamıştır.

bununla beraber, sözü edilen küçüklük ile asıl maksadımız bulunan

feleklerin durumlarının nizamı ispat olunmuştur. Şu halde bu tür ilimlerde

bunun gibi olmaz görülecek kati işler çok bulunmuştur. Onun için zarar

vermez denilmiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).



Sekizinci Madde



Bu yeni astronomlara, tabiat kaidelerine dayanarak olan itirazları ve

cevaplarını bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, yeni astronomlara tabiat kaidelerine dayanılarak

itirazlar olunmuştur ki; mekanların en aşağısı, âlemin merkezidir ve

mekanların en aşağında yine ağır cisimlerden olan yerkürenin sakin olması

en uygun ve en gereklidir. Bundan başka, eğer yer hareketli olsa, elbette

hissolunurdu. Binaların ve ağaçların dahi aşları aşağı gelip yıkılırlardı.

Ağır cisimler yukarıdan aşağıya dik olarak inemez olurdu. Zira ki, dümdüz

varacak oldukları noktalar, yer yüzeyiyle beraber harekette olurdu. Kuşlar

havada uçarken, çünkü yer onların yuvalarını alıp birlikte götürür, bu

durumda onlar, yuvalarını bir daha bulamazlardı. Bundan başka batıya doğru

atılıp yuvarlanan top nesnenin hareketi, doğu tarafına doğru yuvarlandığı

zamanda bulunan hareketinden pek çok yavaş olurdu. Elbette batı semtine

atılan, doğu tarafına atılan oktan pek çok ziyade menzil alırdı. Zira ki

ok, batıya giderken, batıdan doğuya gelen yerin yüzeyi, onu karşılamakla, o

okun yerin yüzeyinden kat ettiği mesafe çok olurdu. Onun doğuya gitmesinde

bu hareket olmazdı.

Bu itirazların tek tek cevapları böyle verilmiştir ki: Yer, mekanların en

aşağısı mıdır, değil midir? Henüz tespit edilip, belirlenmiş değildir.

İspat delilleri şüpheli ve reddedilmiştir. Bundan başka yerin tabiatına

bakıldığında, sair yıldızlardan ağır olması dahi henüz malum değildir.

Belki aşağıda ve yukarıda olmaları bize kıyasla bulunmuştur. Gerçi büyük

taşlar ve ağır cisimler, yerden ayrıldıkları anda yine yere dönerlerse de;

lakin yerküre hemen ağır bir cisim gibi kendi yerinden hareket etme olmak

lazım gelmez. Yine cevap olunmuştur ki: Biz, yerle birlik o yumuşak madde

içinde kuşatılmış olup, su görüntüsü gibi yerle beraber hareket eder

olduğumuzdan, yerin hareketini hissedemeyiz. binaların ve ağaçların dahi

eğilip kırılmadıkları bundan bilinir. Belki bu delilden, bunların ayakta

durması ve sebatı lazım gelir. Yer sakin olsun yahut yumuşak madde ile

hareketli olsun, ağır cismin yukarıdan aşağı doğru dik olarak inmesine bir

engel yoktur. Çünkü ağırın inişi, hareketinden gayri sözü edilen yumuşak

maddenin hareketinden dahi pay alması muhakkaktır. Bu, ayniyle o taş

gibidir, ki, geminin sereninden dibine doğru atılmıştır. Zira ki, bu tür

taşların yukarıdan aşağıya atıldığı halde serenin dibine düştüğü tecrübe ile

bilinmiştir. Gemi sakin olsun veya hareket halinde olsun ve buna dahi aynen

öyle sebeb, aşın düşüşünden gayri geminin hareketinden dahi hissedar

olmasıdır. Belki bu hususta doğrusu budur ki: Ne ağır cismin ve ne adı

geçen taşın inişi denilen hareketi kesinlikle düz değildir. belki kavisli

bir hat çizerek hâsıl olur. Geri bizim görüşümüze göre ki geminin içinde

dik tahayyül olunursa da; bu, tıpkı buna benzer ki, bir kimse bir geminin

güvertesinden sereni dibine bir taş attığında, doğru hareketle indiğini

muayene eder. Lakin geminin dışından, yani denizin kenarından bakanlara o

taşta iki hareket olur ki; biriyle dik olarak iner, biriyle dahi geminin

hareketine uygunluk eder. Öyle ki, o iki hareketiyle bir eğri çizgi

çizdiğini gözlerler. Böyle olunca, denizde balıklar suyun hareketinin

etkisinde kaldıkları gibi, kuşlar dahi havanın hareketinin etkisinde

kaldıklarından, yuvalarından uzaklaşmaları ve ayrılmaları lazım gelmez.

Doğuya doğru atılan yuvarlanan kürenin hareketi daha hızlı olmaz. Batıya

doğru atılan okun düşüş mesafesi ziyade bulunmaz.



Dokuzuncu Madde



Bu yeni astronomiye göre, göklerin tabiatlarını ve sayılarını bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar, feleklerin tabiatlarında yani

feleklerin maddelerinde ihtilaf edip, eski astronomiye rağbet edenler

yukarıda açıklandığı üzere, esirî cisimlerin maddesine ve musammat

cisimlere, yani hacim, salabet, saffet ve şeffet üzere olup; feleklerde

artma, azalma, yoğunlaşma, seyrelme, yarılma ve birleşme olmayıp, harekette

şiddet ve zayıflama, geri dönüş ve duraklama ve yerlerinden çıkma kabul

etmezler, demişlerdir. Bu yeni astronomiye taraftar olanlar, göklerin

maddelerinden hacim ve salabeti kaldırıp; feleklerin tabiatları sulu ve

yumuşaktır: Yarılma ve birleşme kabul eder cisimlerdir, demişlerdir. Bu

yeni görüşe göre: Göklerin sayısı üçe hasredilmiştir. Evvelki gök,

unsurları ve gezegenlerin tümünden ibaret olan topluluktur. İkinci gök,

bize nâzır olup gözetlediğimiz sabitler feleğidir. Üçüncü gök, sâbitler

feleğinin kalınlığı mesafesi her ne kadar geniş ise de, ötesinde bu feleği

kuşatan büyük feleğin sınırsız ve sonsuz olması araştırılarak kesinleşip,

saadet ehli için dinlenme yeri tayin kılınmıştır.

Bu yeni astronominin, eski astronomiye uygun bütün kaide ve hükümleri

kuvvet bulup, beş yüzyıldan bu ana gelinceye dek, sonraki bilginleri

makbulü bulunmuştur. Bizim muradımız ve maksadımız olan, yaratıcıyı

tanımaya vesile bulunan insanlar âlemine ayna olarak konulan büyük âlemi,

bu cevihle bu yönden dahi seyr için bu miktarca yazma ve açıklama ile

yetinilip; saadetnâmemizden dahi güzelliklere ve sanatlara yol açıcı ve

iletici olmak için onaltı rubai yazarak, bu bölüm tamamlanıp, metinde sözü

edilen şekillerin buraya çizilmesi münasip görülmüştür.

Halk eyledi ey Hüda bu ibretgâhı

Eflak ve anasır ve bu şems ve mâhı

Kur'an'da dedin fe semme vech'ullah

(Ey Hüda, bu ibretgâhı yarattın: Felekleri unsurları, güneşi e ayı.

Kur'an'da: "Hangi tarafa yönelirseniz orası Allah'a ibadet yönüdür." (2/115)

dedin. İlahî, eşyanın hakikatini bize göster.)

Eflak ve anasır ve mevalîd ey dil

Ecsam ve tabayi ve suverdir hep bil

Çün âlemdir hakîm-i sun'u şâmil

Pes heyet-i âlemi tefekkür hoş kıl

(Ey gönül, felekler, unsurlar, bileşikler, cisimler ve tabiatlar hep

suretlerdir bil! Çünkü hakîm olan Allah'ın sanatı âleme şâmildir. O halde

âlemin hey'Etine iyi tefekkür kıl.)

Eflak ile devr eder kevakib her an

Tesir edib imtizac eder bu erkan

Dört tab-ı muhalif olsa memzuc ey can

Madenle nebat olur ve hayvan insan

(Her an yıldızlar feleklerle döner. Onların tesiriyle karışır bu özler.

Dört farklı tabiat karışınca ey can; madenlerle bitkiler, hayvan ve insan

olur.)

Hakkı bu cihanı bil kitab-ı hikmet

Eflak ve anasırı huruf ve kudret

Terkib ve mevalid ve kela-ı izzet

Fehm et kelimat-ı Rabbi al çok ibret

(Hakkı, cihanı ibret kitabı bil. Felekleri ve unsurları harfler ve kudret;

bütün bileşikleri İzzet'in kelamı bil, Rabin kelimelerini anla, çok ibret

al.)

Bulan kelimat-ı Rabbi'den mânâyı

Hiç olmaz o harfgîr ve kor kavgayı

Tuba ona kim o fehm eder eşyayı

Ne görü işitse yâd eder Mevla'yı

(Rabbî kelimelerden mânayı bulan, harflere takılmaz ve kavgayı bırakır.

Eşyayı anlayana ne mutlu ki, ne görüp işitse Meva'yı yâdeder.)

Hakkı dile gel kılma heves dünyaya

Emvacı koyup kendini sal deryaya

bak bu kelimat-ı Rab olan eşyaya

Hoş bu kelimatı anla dal mânaya

(Hakkı, gönüle gel! Dünyaya heves kılma. Dalgaları koyup, kendini denize

sal. Bu Rabbin kelimeleri ola eşyaya bak; bu kelimeleri iyi anla mânaya

dal.)

Bu bahr ne eksilir ne artar asla

Emvacı gelir gider o bahre asla

Alem ki o mevcler gibidir mesela

Kalmaz iki an içinde bâki fasla

(Bir deniz ki, asla eksilmez ve artmaz, dalgalar ona bitişik olarak gelir

gider. Alem ki, o dalgalar gibidir mesela; iki an içinde tek fasıl bâki

kalmaz.)

Hakkı, ha için ver ehline dünyayı

Ednayı unut seversen ol âlayı

Emvac ile boş yorulma bul deryayı

Yoğ anla bu mâsivayı bil Mevlâ'yı

(Hakkı, Hak için dünyayı ehline ver. Yüceyi seversen alçakları unut.

Dalgalarla boşuna yorulma, denizi bul. Masivayı yok anla, Mevla'yı bil.)

Hakkı, onu iste bil cihanı fânî

Bul mevt-i iradide hayat-ı canı

"Mütü kable en temütü"ü tanı

Dünya seni terk etmeden sen eyle anı

(Hakkı, cihanı geçici bil, Allah'ı iste. Caın hayatını iradî ölümde bul,

"Ölmeden önce ölünüz" hadisini tanı. Dünya seni terk etmeden, sen onu

terk et.)

Ah savmla bağlasam dehanı hani

Akl okusu nüsha,i cihanı hani

Dil bilse o mana-yı nihânı hani

Dil bilse o mana-yı nihânı hani

Can bulsa o can-ı canı hani hani

(Hani, ağzı oruçla bağlasam, akıl cihan nüshasını okusa hani Gönül o gizli

manayı bilse hani. Hani hani!.. Can bulsa canın canını!)

Ah sumtla bağlasam dehanı hani

Dil söylese dinlesem nihanı hani

Can görse o mâna-yı cihanı hani

Aşkıle bulaydım anı hani hani

(Sükûtla bağlasam ağzı hani, gönül söylese, dinlesem gizliyi hani! Hani o

cihanın mânasını can görse. Hani hani... aşk ile bulaydım O'nu.)

Bir bildim iki cihanı mağrur oldum

Ahkam-ı meratibin koyup dûr oldum

Çün halile vahdet-i vücuda buldum

Pes fız-ı meratibiyle mesrur oldum

(İki cihanı bir bildim, mağrur oldum. Mertebelerin hükümlerini koyup, uzak

oldum. Çün hâl ile vahdet-i vücudu buldum, o anda mertebeleri korumakla

mesrur oldum.)

Hep varlığı bir bilince şadân oldum

Ahkam-ı meratibinde nâdân oldun

Çün bildiğimi görüb de hayran oldum

Her mertebede muti-i ferman oldum

(Varlığı hep bir bilince şâdân oldum. Mertebelerin hükümlerinde nâdân

oldum. Çünkü bildirimi görüp de hayran oldum ve her mertebede fermana

itaatkâr oldum.)

Tevhid-i vücuda çünki hemrah oldum

Ahkam-ı meratibinde gümrah oldum

Çün zevk-i şühude erdim âgah oldum

Her mertebesinde hoş maa'llah oldum

(Çünkü tevhid-i vücuda yoldaş oldum. Mertebelerinin hükümlerinde yolumu

şaşırdım. Müşahede zevkini erdim âgah oldum. Her mertebesinde Allah'la

beraber oldum.)

Zannımca yakîn ve sıdkla sıddıkam

Tevhid-i vücud ile dolu tahkikam

Her mertebe çün vücud eder hükm-ü diğer

Pes hıfz-ı meratib etsem zındıkam

(Zannımca yakînim ve sıdkıla sıddıkım, varlığı birliğiyle dolu ve

araştırıcıyım. Her mertebede varlık diğer hüküm eder. Şimdi mertebeleri

korusam zındığım.)

Bil vahdet-i âlemi ki arz-ı hakdır

Ol şeh ki gayûrdur bu sırr-ı muğlakdır

Esrar-ı cihanı söyleyen ahmaktır

Hıfz edeni hıfz eden şeh mutlaktır

(Alemin birliğini, Hak'kın arzı bil. O şeh ki gayurdur, bu muğlak sırdır.

Cihanın sırlarını söyleyen ahmaktır. Koruyanı koruyan mutlak şehtir.)



COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:25   #28
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

28-BÖLÜM:028:



ONUNCU BÖLÜM



Bileşiklerin oluşum keyfiyetini, yani tam bileşik cisimler olan üç bileşiği

(mevalid-i selâse) ki maden, bitki ve hayvandır. Hepsini yedi madde ile

açıklar.



Birinci Madde


Tabiilerden bulunan bileşikleri tümünün asıllarını ve maddelerini; tam

mürekkep cisimlerin cinslerini ve nevilerini toplucu bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Oluşum ve bozuşum âlemi

içinde meydana gelen atmosfer ve üç bileşik, yüksek babaların aşağı

analarda bulunan tesirlerinin neticesidir. Yani ay feleğinin içinde vücuda

gelen bileşik cisimlerin tamı ve tam olmayanı, bütün yedi gezegen yıldızın

dört unsurda olan tesirlerinden hâsıldır. Yedi gezegen ise, gece gündüz,

Hak'kın emrine itaatkâr ve boyun eğicidir. Hepsi onun güç ve kuvveti ile

hareketli ve tesirlidir. Nitekim Nazm-ı Kerim'inde buyurmuştur: "Güneşi,

ayı ve yıldızları, Allah, emrine bağlı kıldı. dikkat ediniz ki, hem

yaratmak hem de emretmek ona mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne kadar

yücedir."(7/54)

BEYT

Çün yedi erden müdam hâmiledir çâr-zen

Tıfl-ı mevâlid hem doğmadadır dembedem

(Yedi erkekten dört kadın sürekli hamiledir. Üç bileşik çocuk sürekli

doğmaktadır.)

Dört unsur ki, ateş, su, hava ve topraktır. Bu dördün birbiri ile kaynaşıp

birleşmesinden meydana gelen tam bileşik cisimlerin, yani üç bileşiğin

birincisi maden cinsidir ki, taş nevileri dahi ondandır. Başlangıçta

dumanlar ve buharlar, unsurlara geçer ve değişir. Ama dumanlar yerin

incelikleridir ki, güneşin ısıtması ile havaya yükselir, onunla karışır.

Buharlar, nehir ve deniz sularının incelikleridir ki, yine güneşin ısıtması

ile havaya çıkıp onunla karışır. Buhar ve dumandan yarı bileşikler oluşur

ki, yukarıda açıklanan atmosferdir. Suların özleri karlar ve yağmurlardır

ki, yerin karnına çekildiğinde, orada toprak parçaları ile karışarak

koyulaşır. Bundan sonra yerin derinliğine sirayet eden güneşin harareti o

koyulaşan özleri kaynatarak maden, bitki ve hayan maddesi eder. Bu üç

bileşik ancak birbirine şaşırtıcı bir tertiple, lâtif nizamla suret

bulmuştur. Bütün bunları yapın, zalimlerin söylediklerinden yüce olan,

Allah'dır.

Bu kâinatın ilk mertebeleri kesif topraktır. Son mertebeleri temiz nefstir

ki, gayet lâtiftir. Zira ki madenlerin evveli toprak ve suya, sonu bitkiye

bitişiktir. Bitkileri nevveli madene ve sonu hayvana bitişiktir.

Hayvanların evveli bitkiye ve sonu insana bitişiktir. İnsanî nefislerin

evveli hayvan ve sonu melekî temiz nefislere ulaşır. Olgunluğu ancak onda

hâsıldır.

NAZM

Bu kâinat-ı cihan hep tebeddül eyler ümîd

Semadan arza dek ve zerrelerle tâ hurşîd

Cihan kevn ve fesâd içre cümle rağbetle

Kemalini talib eyler mürebbiden cavid

Kemal-i hak nebat ve kemal-i hayvandır

Kemal-i hayvan insandır oldur asl-ı nüvîd

Kemal-i âde olur hem visâl-i aşk-ı cemil

Ki oldur asl-ı muradât gayet-i her ümid

Çü bahr-i mevc olur ondan buhar ve gıym ve matar

Matar ki sel olur aslın bulur garib ve bayid

Çü aşk seyreder eşyayı devreder daim

Her anda kevn ve fesad oldu başka halk-ı cedîd

O ki cihanı bu hikmetle seyreder Hakkı

Ol ehl-i dildir o vası-i dil oldu arş-ı mecîd

(Bu cihan kâinatı ümit hep değiştirir; gökten yere dek zerrelerle ta

güneşe. Hepsi, oluşum ve bozuşum cihanı içire rağbetle, daii Mürebbi'den

kemalini ister. Toprağın kemali bitkidir, bitkinin kemali hayvandır,

hayvanın kemali insandır; müjdenin aslı odur. İnsanın kemali, Celil'in

aşkına ulaşmaktır ki odur muratların aslı ve her ümidin gayesi. Çünkü

dalgalı deniz olur ve ondan buhar, bulut, yağmur ve ysel olur, aslını bulur

ve uzak ve yakın. Aşk, eşyayı seyreder ve sürekli devreder. Oluşum ve

bozuşum her anda yeni ve başka bir yaratılış oldu. Ey Hakkı! O ki, cihanı

bu hikmetle seyreder; o, gönül ehlidir.O geniş gönül, Mecid'in arşı oldu.)



İkinci Madde


Üç bileşiğin ilki olan madenlerin durumlarını ayrıntılı olarak ve

çeşitlerin toplu olarak bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin başlangıcı

bulunan madenlerin cümlesi, yerin içinde hapsolan buhar ve dumanlardan

oluşan cisimlerdir ki, nicelik ve nitelikte muhtelif bulunan karışımlar ve

bileşimler olmuştur. Eğer bileşimi kavi olup, çekiş kabul ederse, yedi

meşhur cisimdir ki: Altın, gümüş, bakır, kalay, demir, kurşun ve tunçtur.

Bileşimi kavi olup, çekiçle ezilmezse, taş cinsidir ki: Elmas, la'l, yakut,

zümrüt, zebercet, seylan ve pîruze gibidir.

Eğer buhar, duman üzere üstün gelirse; yeşim, mermer, billur, civa vesair

şeffaf olan cevherler oluşur. Eğer duman buhar üzere üstün olursa; tuz,

karbonat, kükürt, nişadır ve şap gibi. Bazı taşlar, rutubetle çözülür;

tuzlu cisimler gibi. Bazısı ateşle çözülür; kalsiyum ve kükürt gibi.

Yumuşak ise, cıva olur.

Bütün madenlerin asılları, bir miktar yer içinde oluşup durdukta; onlardan

füruu, asırların geçmesiyle zeminin dibine girip ve inip gitmektedir.

Nitekim bütün bitkilerin ve ağaçların asılları, yerin altında oluşup, bir

süre durduktan sonra onlardan füruu ve dalları zamanların geçmesiyle havaya

çıkmaktadır.

Yedi meşhur cismin oluşumu, ancak cıva ile kükürtün nicelik ve nitelikte

farklılıklarından ve karışmalarından hâsıl olur. Cıvanın oluşumu, o su

parçalarındandır ki, toprağın ince parçalarına karışıp, yüksek hareketle

kaynaşmıştır. Kükürt ise, şiddetli hareketle karşılaşan ve su toprak

parçalarından oluştur ki, sıcaktan yağ gibi olmuştur.

Şeffaf ve katı cisimlerin oluşumu; o tatlı sulardandır ki, madenlerde sert

taşlar içinde nice bin yıl uzun bekleyişle safa bulup, madeni, hareketinden

taşlaşmıştır. Şeffaf olmayan cisimlerin oluşumu; o yapışkan çamurla suyun

kaynaşmasındandır ki, güneşin harareti ona, nice bin sene tesir etmiştir.

Rutubetle ayrışan cisimlerin oluşumu; yerin yakıcı ve kuru maddelerine

suyun şiddetli karışımından hâsıl olur.

Yağlı cisimlerin oluşumu; yerin içinde bekleyen rutubetlerdendir ki,

madenin hararetiyle incelip ve çözülüp, bölgenin toprağına karıştığında,

madenin harareti onu, pişirmekle yağ gibi koyu olmuştur. Şu halde altın

madeni, dağlar içinde ve yumuşak taşlı, kumlu yerlerde oluşur. Gümüş ve

benzerleri, dağların içinde yumuşak toprak ile karışan taşlar içine

oluşurlar. Kükürt madenleri; nemli, ıslak, yağlı ve yumuşak toprakta

oluşurlar. Tuz, yumuşak yerlerde hâsıl olur. Kireç madeni, kireç ile

karışan kumlu yerlerde oluşur. Zaclar ve şaplar, kıraç ve sert yerlerde

vücuda gelirler.

Bu kıyas üzere her maden, bir bölgeye mahsus bulunmuştur. O madenin

oluşumu, o bölgenin özelliklerinden bilinmiştir. Tek tek çok olmalarına

rağmen, madenler üç neve münhasır kılınmıştır: Katı madenler, taş madenler,

yağlı madenler.



Üçüncü Madde


Madenlerden katı cisimlerin oluşumunu, tabiatlarını ve vasıflarını

bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç tür madenden

evvelkisi katılardır ki, adı geçen yedi meşhur cisimdir. Onların hepsi

ancak kükürtler ile cıvadan oluşurlar. Eğer kükürt ve cıva saf olup,

biribirine tamamen kaynaştılarsa, yer, suyun rutubetini çeker ki; o kükürt,

o cıvanın rutubetini emdiyse ve o kükürtün boyama gücü olup, cıva ile uygun

bir ölçü bulduysa, madeni, hararetiyle nice bin yıl pişip yandıysa, o

kaynaşıp sarı altın olur. Eğer kükürt ve cıva safî olup, tamamen karıştıysa,

ölçüleri de uygun gelip uzun zamanda pişip yandılarsa ve kükürt beyaz olup,

rutubetten kaldıysa, o kaynaşıp, beyaz gümüş olur. Eğer pişmezden önce ona

soğuk isabet ederse, kaynaşıp tunç olur. Eğer cıva saf ve kükürt bozuk

olup, piştiyse bakır oluşur. Eğer bozuk kükürt yanmadıysa, kalay oluşur.

Eğer kükürt ve cıva ikisi de bozuk olursa, kurşun hâsıl olur.

Şu halde katı madenlere ârız olan farklılık, kükürt nevileriyle cıvanın ya

niceliklerinden veya keyfiyetlerinden hâsıl olduğu tecrübe ile bilinmiştir.

Ama katıların sultanı bulunan altının tabiati sıcak, yumuşak ve latiftir.

Ateşle yanmaz. Su zerreciklerinin toprak zerreciklerine şiddetli

kaynaşmasından, ayrışmasına ateş bile kâdir olmaz. Toprak içinde bin yıl

kalsa çürümez, paslanmaz. Rengi sarı ve berraktır. Tabiatı tatlı, kokusu

hoştur. Cismi paktır. Lekesi olmaz. Ağırdır. Kendi güzeldir. Değerlidir. Şu

halde tabii harareti, ateş rengi sarılığı olduğundandır. Yumuşaklığı,

yağlılığı fazla olduğundandır. Berraklığı, suyu saf kaldığındandır. Tadının

tatlılığı ve kokusunun temizliği kükürtünün saf olduğundandır. Letafet ve

nezafeti, cıvası saf ve pak olduğundandır. Ağırlığı, topraktan

olmasındandır. Güzellik ve değeri, tabii nefsin ona şua saldığındandır. Bu

sarı altın, nakittir. İki cihanın ender sermayesidir. Eşyanın en

değerlisidir. Hüda'nın nimetlerinin en şereflisidir. Zira ki sarı altın,

din ve dünyanın kıvamıdır. Alem halkının nizamıdır. Her iklimde revaç

bulmuştur. Herkes ona muhtaç olmuştur. Dünya erkeklerine kuvvet ve

izzettir. Süs isteyen kadınlara lezzettir. Nitekim denilmiştir:

NAZM

Ey altın bütün lezzetlerin toplayıcısının

Cihandakilerin her zaman sevgilisi sensin

Şüphesiz Hüda değilsin velakin Hüda'ya yemin olsun

Ayıpların örtücüsü ve ihtiyaçların kadısısın

Beyaz gümüş: Madeninde maddesi olan kükürt beyaz olmayıp, karışım parçaları

eksik kalsa, o sarı altın olurdu. Gümüş, sürekli ateşle erir. Toprak içinde

uzun zamanla çürür, beyazlığı simsiyah olur. Zira ki, Lekesi en yakınına

gider. Ona cıva yaklaşsa çekiç kabul demeyip, kırılır. Kükürt isabet

ettiğinde, beyaz gümüş iken simsiyah olur.

Bakır: Gümüşe yakındır. Farkı, sadece renginin kırmızılığı, kirinin çokluğu,

tabiatının kuruluğu, tadının kekreliği ve kokusudur. Onun kırmızılığının

fazlalığı, kükürtünün hareketindendir. Şu halde onu, beyazlatmaya ve

yumuşatmaya gücü yeten kimse, her ihtiyacına zafer bulmuştur.

Demir'in siyahlığı, hararetinin aşırılığından bilinmiştir. Diğer katı

madenlerden ziyade sulu bulunmuştur.

Kalay: Beyaz gümüş cinsindendir. Lâkin ana karnında cenine âfet erişip zayi

olduğu gibi yerin karnında gümüşe üç âfet eriştikte kalaya dönüşür. Üç

âfet: Değişken su, kötü kokuya rehavettir.

Kurşun: Bozuk sınıfıdır, oluşumu ve bozuşumu onun gibidir. Tunç: Tabiatı

hepsinden daha soğuk ve daha kurudur. Kokusu dahi pistir.

Allah'ın sanatının tefekkürü için katıların durumları bu miktar yeterlidir.



Dördüncü Madde


Madenlerden taş cisimlerin oluşum ve renklenişini kısaca bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün şeffaf taşlar,

yağmur sularından yerde hapsolan rutubetlerden oluşup, doğarlar. Şeffaf

olmayan taşlarsa, güneşin hararetinin tesiriyle olan su ve yapışkan çamurun

birleşmesinden oluşurlar.

Şeffat taşları oluşumu ve renklenişi, yağmur suları ve rutubet, zemin ve

maden taşları ve mağaralar içinde hapsolup; madenler ile karışmayıp, nice

bin yıl onda kalmakla ziyade safa ve sertleşme ve katılık kazanıp, onlardan

öyle sert taşlar oluşur ki, su ve ateş ile etkilenip kırılmazlar. Muteber

cevherle olup, yerde kalmazlar. Renklerinin farklılığı, gezegenlerin

ışıklarıyle vücut bulmuştur. Her yıldız cevherlerin nice nevillerine

delalet edip, şuasını o dağlar üzerine salıp, o madenlere böyle istila

etmiştir. Zira ki, zühalin siyahlığı, müşterinin yeşilliği, merihin

kırmızılığı, güneşin sarılığı, zührenin maviliği, utaritin rengi ve ayın

beyazlığı onları renklendirmiştir.

Cevherlerin çeşitleri oldukça çoktur. Hepsinin sultanı ve kıymette pahalısı

elmas cevheridir ki, madenlerin tümünden daha sert ve daha kavi muayene

kılınmıştır. bütün madenlerden daha değerli ve daha saf yaratılmıştır.

Hepsine üstün ve etkili iken, fakat kurşunla mağlup ve etkilenmesi Hak'kın

gayretinden bilinmiştir. Buna yakın cevher zümrüttür ki, ona bakanın gözü

nur ve gönlü sürur bulur. Şuasından yılan kör olur. Zümrüt cevherinin

faydaları ve özellikleri çoktur. Lakin burada kısa kesilmiştir.

Şeffaf taşların doğuşu, yukarıda anlatıldığı üzere, zamanların geçmesiyle

güneşin hararetinin tesirlerinden kaynaşan su ve yapışkan çamurdandır ki; o

çamur taşlaşıp kalmıştır. Nitekim ateşin tesirinden soğuk süt yoğurt

olmuştur. Taşların farklılığı, yerlerine bağlıdır. Eğer yer, toprak ve

sıcak çamurdan bulunduysa, mutlak taş olunur Eğer sıcak yerde olursa, ondan

tuz ve şaplar oluşur. Eğer kıraç yerlerde bulunduysa,o yapışkan çamurdan

kırmızı, sarı ve yeşil zaclar oluşur. Şu halde her yerin bir başka

özellikleri vardır ki, onları yaratan alemin yaratıcısı Allah bilir. Kâh

olur ki, taş suda oluşur. Bunun sebebi, o suyun veya o yerin

özelliklerindendir. Kâh olur ki, havaya yükselen duman zerreciklerinin

sıcaklığı soğuk isabetiyle soğuyup, havada taş oluşur, düşe ki, taş yağdı

derler. Kâh olur ki, yıldırım ile taş veya demir yahut bakır vâki olur.

İmdi, madenlerin üç çeşidinin ikinci nevi olan taşlar, bu kadarca açıklama

üzerine kısa kesilmiştir.

Madenlerin üçüncü çeşidi bulunan yağlı cisimler, unlara kıyas ile tamamiyle

atlanmıştır. Zira ki madenlerin sınıfları, unsurların mizaçlarının

itidalinden uzak olduğundan, gayet çok bulunmuştur. Bitkilerin cinsi, mizaç

itidaline yakın olduğundan çeşitleri onlardan az bulunmuştur. Hayvan cinsi

mizaç itidaline bitkilerden daha yakın olduğundan, çeşitleri dahi ondan

daha az olup, onsekizbin nevi bulunup, her nevhi, bir âlem olarak

isimlendirilmiştir. Bir nevi dahi, insanlık âlemi bilinmiştir. Bu insan

cinsi, mizaç itidalinin olgunluğu üzere bulunduğundan, fertleri hepsinden az

olup, daha izzetli ve nâdir bulunmuştur.

Şu halde Yaratıcı'nın sanatını düşünmek için madenlerin durumları bu miktar

ile yetinilmiştir. Zira ki Allah'ın kudreti sonsuz bilinmiştir.



Beşinci Madde



Üç bileşiğin ikincisi olan bitkilerin durumlarını topluca bildirir.



ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin ikincisi

bitkilerdir. Onların bir şuursuz kuvveti vardır. Yani bitki cinsinin bir

tabiatı vardır ki, ondan farklı hareketler ve değişik âletler vasıtasıyla

muhtelif hareketler çıkar. O kuvvete bitkisel nefs derler ki, o tabii

cismin ancak doğuş, artış ve beslenme yönünden ilk kemalidir. Ve bitkisel

nefsin gıda kuvveti vardır ki, şahsın bekası onunladır. Bu o kuvvettir ki,

su gibi olan öteki cismi kendi bulduğu cismin miraç, kıvam, renk ve

cevheri benzerine değişip, tabii hararetle cisminden çözülen eksikliğe

bedel, ona benzediği ile yapışır. Onun namlı kuvveti vardır ki, şahsın

olgunluğu onunla hasıldır. Bu o kudrettir ki, olduğu cismi uzunluk,

genişlik ve derinlik taraflarından artırır. Tâ o cisim tabiatı gereğince

yetişme olgunluğuna ulaşıncaya dek gider. Onun üreme kuvveti vardır ki

cinsinin bekası onunladır. Bu o kudrettir ki kendi cisminden bir cüzü olup,

kendi benzeri vücut bulmak için başlangıç ve madde olur. Ona bitki tohumu

denir. Beslenme kuvveti, besinleri çeker. Sonra tutar. Sonra hazmeder.

Sonra fazlasını atar. Şu halde onun dört hizmetçisi vardır ki; çekme

kuvveti, tutma kuvveti, hazım kuvveti ve atma kuvvetidir. Namlı kuvvet,

bitki yetişme olgunluğunu bulduğunda duraklar. Ama beslenme kuvveti âciz

oluncaya dek işini sürdürür. O âciz olduğunda bitkiye ölüp erişip, kurur.

Bütün bitkiler, yerin bir miktar derinliğinde oluşup eğlendiğinde yavaş

yavaş havaya çıkar. Ama bitkilerin bütün sınıf ve çeşitlerinin sınırını ve

hesabını ancak onların yaratıcısı bilir. Doktorlara lazım olan bazı

parçalar ve ilaçlar, özellikleri ile tıp kitaplarında yazılmıştır. Halka

lazım olan sebzeler ve meyveler, bütün vasıfları ile insanların dillerinde

meşhur olduğundan, batki cinsinin nevi ve sınıflarının isim ve

özelliklerini saymakla mevzu uzatılmayıp: Tek yaratıcısına ve Allah'ı

bilmeye vesile olmak için kühn ve mahiyetini bu miktarca açıklama ile

yetinilmiştir. Nitekim bitki cinslerine ibretle bakmak için denilmiştir.

BEYT

Her bitki ki yerde biter

Allah birdir ve benzersizdir der

BEYT

Akıllı olanın gözünde ağazların yeşil yaprakları

He yaprağı Allah'ı tanıtan bir defterdir.



Altıncı Madde



Üç bileşiğin üçüncüsü olan hayvanların durumunu topluca bildirir.



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin üçüncüsü

hayvan cinsidir ki, o hayvani nefstir. Mümtaz olmayan nefs, tabii cismin

ilk kemalidir. İradi hareketle hareket eder. Bu hayvani nefs için mahsus

olan eserlerden iki kuvveti vardır ki: Anlama kuvveti ve hareket

kuvvetidir. Anlama kuvveti, ya bedenin dışında olur veya içinde olur.

Bedenin dışında olan beş kuvvettir ki: İşitme, görme, koklama, tatma ve

dokunmadır.

İşitme bir kuvvettir ki: Kulağın alt yüzeyinde döşenmiş olan sinirlerde

konulmuştur. Bu sinirlerde davul gibi hava hopsolmuştur. Eğer şiddetli

mağaradan veya kuvvetli kaleden hasıl olan sesin keyfiyeti ile nitelenen

hava dalgalandığında, yakın olursa, o sinirlere ulaşıp onu titrettiğinde

orada bulunan işitme duyusu o sesi idrak eder.

Görme bir kuvvettir ki; Dimağın önünde bitip biribirine yaklaşması ile

raslaşıp ve kesişip ondan uzaklaşmakla gözün yağ tabakalarına ulaşan iki

içi boş sinirin ulaştığı yerde konulmuştur. Ona iki nurun toplanması dahi

derler.

Koklama bir kuvvettir ki: Dimağın önünde olan ee başları gibi iki fazlalık

içere konulmuştur.

Tatma bir kuvvettir ki: Dilin cismi üzerine döşenmiş olan sinirler içinde

bulunur. Onun idraki tükrük rutubetinin aracılığı iledir. Ona yiyecekten

ince zerrecikler karımış olup, ondan dilin cismine değdiğinde, yiyeceğin

tadını hisseder.

Dokunma bir kuvvettir ki; Hayvan cisminin çoğuna karışmış olan sinirlerde

konulmuştur.

Hayvanın içinde olan kuvvetler beştir ki: Müşterek his, hayal, vehmetme,

hafıza ve tasarruftur.

Müşterek his bir kuvvettir ki: Dimağda olan üç boşluğun birinci boşluğu

önüne bağlanmıştır. Dış duyulara ulaşan suretlerin hepsini, müşterek his,

kabul edip iç güçlere tev zi eder.

Hayal bir kuvvettir ki: Dimağın birinci boşluğunun sonunda konulmuştur.

Hissedilen bütün suretleri, müşterek histen alıp, bu suretlerin

koybolmasından sonra hepsini korur, nakşeder, tasvir eder ve temsil eder.

Bu hayal, müşterek hissin hazinesidir.

Vehmetme bir kuvvettir ki: Dimağda olan orta boşluğun sonunda konulmuştur.

Bu kuvvet, hissolunanlarda mevcut olup, dış hislerle idrak olunmayan cüzî

mânaları idrak eder. Nitekim vehmetme kuvveti hükmeder ki, kurt kendisinden

kaçılması gereken bir hayvandır.

Hafıza bir kuvvettir ki: Dimağın arka boşluğunun önünde konulmuştur.

Vehmetme kuvvetinin cüzî mânaların hissolunamayanlarından idrak ettiklerini

hıfzeder. Bu hafıza, vehmetmenin hazinesidir.

Tasarruf bir kuvvettir ki: Dimağdan orta boşluğun önünde konulmuştur. Bu

kuvvetin durum ve şânı, hayal ve hafızadan olan suret ve mânaların bazısını

bazısına bileştirip, bazısını bazısından ayırmaktır. Eğer bir tasarruf etme

kuvvetini, akıl, kendi algıladıklarında kullanırsa buna: Düşünme derler.

Eğer bunu, vehmetme kuvveti, kendi hissetliklerinden kullanırsa buna: Hayal

etme derler.

Hayvanî nefsin hareket etme kuvveti iki kısımdır ki: Sebeb olucu kuvvet ve

yapıcı kuvvettir. sebeb olucu ki, şevk kuvveti dahi derler, o bir kuvvettir

ki, kaçan hayalde istenen ybir suret veya istenmeyen bir suret resmolunsa,

yapıcı kuvveti azaları tahrike sevk eder. Eğer sebeb olucu, yapcıyı

lezzetlerin meydana gelmesi için olan hayal edilen yararlı eşyayı veya

zararlıyı isteyecek tahrike sevkederse, ona: Şehvanî kuvvet derler. Eğer

sebeb olucu, yapıcıyı üstün istek için hayal olunan zararlı eşyayı veya

faydalıyı defedecek tahrike sevkederse, ona: Gazap kuvveti derler. Yapıcı,

bir kuvvettir ki; sinir, bağ, et ve zardan bileşen kasları, sıkmak ve

gevşetmekle azaların hareketi için hazırlar.



Yedinci Madde



Hayvan cinsini en şerefli nevileri ve en güzel sınıfları bulunan insan

fertlerinin mahiyetini topluca bildirir:



Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hayvan cinsinin en

güzel nevileri bu insan nevidir ki, varlıkların şerefi, kâinatın neticesi

ve konuşucu nefse sahip ve ayna odur.

Konuşan nefs, bir cevherdir ki: Kendisi hattızatında maddeden mücerrettir.

Lakin işlerinde maddeye yakındır. Külli işleri ve mücerret cüz'ileri idrak

edip, fikri işler etmek yönünden vasıta ve âlet olan tabii cismin ilk

kemalidir. Bu konuşan nefsin akıl edici bir kuvveti vardır ki, onunla

tasavvur ve tasdik edilen işleri idrak eder. Bu kuvvete nazari akıl ve

nazari kuvvet derler. Konuşucu nefsin bir yapıcı kuvveti dahi vardır ki,

onunla insan bedeni cüz'i fiillerden yana kendine mahsus olan görüş ve

itikat gereği üzere tahrik eder. Bu konuşucu nefsin akıl edilenlerin

tümünden halî olup, çocuğun yazı yazma istidadı gibi akıl edilen şeylerin

hepsine istidadı olmasıdır. Bu mertebede ona kaos akıl derler. İkinci

mertebesi: Ona bedihi akla uygun şeyler hasıl olup bedihi olanlardan, fikir

ile nazarıyata geçiştir. Bunda, ona, meleke ile akıl derler. Bu akıl öyle

latif olsa ki, ona bütün nazarıyat düşünmeden hasıl olup, fikre ihtiyacı

kalması, buna; Kutsî kuvvet derler. Üçüncü mertebesi; Ona akla uygun nazarî

şeyler mütalaasız hasıl olup, yanında bi haysiyetle saklanmaktır ki,

istediğinde ihtiyaçsız hepsini hazır etmesidir. Bunda nefse: Fiille akıl

derler. Dördüncü mertebesi: kazanılmış, akla uygun şeyleri mütala

etmesidir. Bu mertebede konuşucu nefse: Mutlak akıl derler.

Hayvanların bütün nev'i ve isimlerini, tabiat ve şekillerini, vasıf ve

durumlarını ancak onları yaratan Allah Teâlâ Hazretleri bilir. Bazı

kitaplarda yazılmış ve dillerde meşhur olan budur ki: Hayvan cinsi

onsekizbin nevidir.Her nevi başka alemdir. Şu halde toplamı onsekizbin âlem

olur. Bu onsekizbin âlemi icad ve halkedip, sayısı hesaba gelmeyen

sınıfları ve ferteri her an dirilten, terbiye eden ve öldüren Allah'ın

kudret ve azametini fikretme ve düşünmeye vesile olmakla; büyük âlemin

durumları ve içinde bulunan âlemleri bu miktar açıklama ile yetinilip,

sonsuz sırların hakikatleri ve bediî sanatların yaratıcısı bulunan cismanî

âlem ilminde sınırsız deniz olan rabbanî hikmete bundan ziyade dalınmayıp;

kâinatın aynası olan birinci kitap burada bitmiştir. Zira ki, insanın zarfı

ve kabuğu bulunan felekler ve unsurlar âleminden geçilip, insanın emrinde

olan madenler, bitkiler ve hayvandan geçilip, cihanın özlerinin öçü nişansız

sultanın dergah ve kapusu olan insanın can ve cisminin anatomi ilmine

girilmiştir. Çünkü yüce istek ve en kısa maksat Hazreti Mevla'nın huzuru

bulunmuştur. Şu halde âlemin yaratıcısından gaflet edip, âlemin durumları

ile meşgul olmak; padişahın huzurunda bulunan köle, sultandan yüz döndürüp

sarayın süslerini seyre dalıp kalmak misali bilinmiştir. Nitekim şu

beyitler ile ona işaret kılınmıştır:

BEYT

Hanenin lazım olan sahibidir

Bilmeyen hanesinin talibidir

Tâ ki bu cihan hey'etine olmalı hayran

Eflâk u dil câna gel et âlemi seyrân

(Lazım olan evin sahibidir. Bilmeyen evi ister. Bu cihanın yapısına hayran

olmalı. Gönül ve can göklerine gel, âlemi seyret.)

NAZM

Nazar eyle bu devr-i eflâke / Daire oldu nokta-i hâke

Daire içre âlem-i imkân / Alem içre behâim ve insan

Oldu insan içinde arş-ı âzîm / Kâbe'tullah yani kalb-i selîm

Kalb içinde muhabbet-i şüphân / Ahsen'el-hâlikîn ve âlişân

Anın ile vücuda geldi cihân / Bahr ile sanki mevc-i bîpayân

Katreden âdemi kılur peydâ / Anı bahr-ı ulûm eder mahzâ

(Bu dönen feleklere bak, toprağın noktasına daire oldu. İmkân âlemi daire

içinde âlem içere hayvanlar ve insanlar: İnsan içinde oldu büyük arş,

Allah'ın kâbesi yani selim kalb. Kalb içinde şanı yüksek, yaratıcıların en

güzeli süphan olan Alah'ın sevgisi vardır. Onunla cihan vücuda geldi; sanki

denizle ölçüsüz dalga. Damladan insanı peyda eder, onu ilimler denizi

kılar.)

NAZM

Kendedir cehl ile zulmet nefs-i şebânındadır

Kandedir ilim ile hikmet bil ânı cânındadır

Zâhiren ahkâm-ı eflâkin eğer mahkûm isen

Bâtınen ây u gün felekler cümle fermanındadır.

Sûretâ bu harman-ı âlemde sen bi danesin

Mânâ yüzünde ne kim var cümle harmanındadır

Saykal ur mirât-ı kalbe taşraya bakmağı ko

ASen sana bak cümle âlem halkı divanındadır

Vech-i Hakk'a âyinesin sen özünü bir hoş gözet

Men arafe sırrındaki mâden senin kânındadır

(Bilgisizlikle ykaranlık nerdedir? Doymayan nefsindedir. ilimle hikmet

nerdedir? Onun canındadır bil. Görünüşte feleklerin hükümlerinin

mahkumusun, aslında ay, gün ve felekler hepsi senin fermanındadır. Sureta

bu âlem harmanında bir tanesin. Mâna yüzünde ne varsa hepsi senin

harmanındadır. Kalp aynasına cilâ vur, dışarıya bakmayı bırak. Sen, sana

bak; âlemin bütün halkı divanındadır. Hakk'ın yüzüne aynasın sen. Özünü

iyice gözet, "kendini bilen, Rabbi'ni bildi" sırrındaki maden, senin

kanındadır.



COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:26   #29
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

29-BÖLÜM:029:



İKİNCİ KİTAB



Bedenlerin aynası olan anatomi ilmi; cisim ve canın hürriyetini, hayvanî ve

bitkisel ve üçleri, bedene ilişkin olan insanî ruhu ve geçici olan ruhun

bazı durumlarını beş bahisle hakîmâne açıklar.



BİRİNCİ BAHİS


Anatomi ilminin faydalarını, can ve cismin geldikleri ve gidecekleri yeri,

uzuvların tabiatlarını, insan cisminin bileşim ve karışımının, doğuşunu,

açık ve gizli uzuvların özelliklerini, isimlerini ve kısımlarını üç bölüm

ile anlatır.



BİRİNCİ BÖLÜM


Anatomi ilminin faydalarını, hayvanî ruhun bedende bazı tasarruflarını,

insan bedeninin geliş ve gidiş yerini, cisim ve canın yükseliş ve inişini,

bedenin değişimini, geçici ruhun bekasını, anne gibi olan cihan terbiyesini

altı madde ile açıklar.



Birinci Madde


Anatomi ilminin faydalarını topluca bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, bedenlerin bileşimi ilmine: Anatomi ve

hürriyet adını vermişlerdir. Bedenlerin ve ruhların sırlarına ve

tavırlarına yetmişlerdir. İmam Şafiî (Allah ondan razı olsun) hazretleri:

"İlim ikidir: Bedenler, dinler ilmi," hadisi üzere, bedenler ilminin

(anatomi) önemli ve lüzumlu ilimlerden olduğunu duyurmuştur. Şu halde

anatomi, bir aziz ve leziz ilimdir ki, hakikatin hikmetine ermişlerin

neticesi, mütehassıs tabiblerin sermayesi, yakine ulaşanların nefislerinin

gıdası, din ve dünya hasletlerinin vesilesi, Mevla'yı tanımaya vasıta ve

yardımcıdır. Zira ki, anatomi ilmini bilmeyen, tıptan, hikmetten ve kendini

tanımaktan gafil, Hak'kı tanımaya ulaşmaktan uzaktır. Halbuki insanların

çoğu onu bilmekte aldanmıştır. Eğer tahsil eden olursa da, tıpla mâhir

olmak için eğilir. Ancak Allah'ı tanımak için onu tahsil eden metanet

bulup, kendini tanımaya ve ondan Hak'kı tanımaya ulaşır. Şu halde, eğer

anatomiyi mütalaa edip, yaratıcının kudretinin şaşırtıcılığını onda

müşahede edersen, sana üç türlü faydası olur. Birinci fayda budur ki: Böyle

bir bileşim eserini seyredip, bilirsin ki, bunun gibi bütün eşyanın

benzerlerini toplayıcı olan muhtasar binayı ve süslü şekli; en mükemmel

nizam ve en güzel yaratılış ve intizam üzere yaratan Hallak-ı zü'l-Celal'de

acz ve kusur tasavvuru muhal iştir. Şu halde ondan, hakîm olan Yaratıcının

kudretini kesin ilimle bilirsin. İkinci fayda budur ki: Bunculeyin faydalı,

anlayışlı ve süslü bileşiği icat eden yorulmaz Yaratıcı'da ilmin kemali

olmamak ne ihtimaldir. Şu halde ondan yaratıcı olan Allah'ın alîm ve hakîm

olduğunu yakîn gözüyle mütalaa edersin. Üçüncü fayda budur ki: Hak

Taâlâ'nın sana ondan çeşitli lütûf ve inayetlerini, şefkat ve

merhametlerinin kemalini idrak edip, ondan Rabbinin seni, he an terbiye

kıldığını yakın bir gerçekle müşahede edersin. Zira ki Yaratıcı Taâlâ,

bedenlerin bileşiminde, hikmetlerden, faydalardan ve zinetlerden bir kusur

koymayıp, hepsini en mükemmel yapmıştır. Alemlerin Rabbinin bu lütûf ve

keremleri, sadece insana mahsus değildir. Belki onsekizbin âleme şâmildir.

Hatta atlar, kediler, canavarlar, kuşlar, sinekler, arılar, yılanlar ve

karıncaların hayat ve bekasına, ziynet ve yaşayışına gerçek sebeb olan;

durumlarında ve tavırlarında hiçbir kusur koymayıp, hepsini kemal üzere

tasvir ve tadil etmiştir. Nitekim İmam Gazali (Allah ona rahmet etsin):

"İmkanlar âleminde daha bediî durum olamaz," buyurup, bu mânâyı

duyurmuştur.

Şu halde anatomi, insan nefsini tanımanın anahtarıdır. Allah'ı tanımanın

anahtarıdır. Ama nefsi tanımak, Hak'kı tanımaya nispetle, güneşten zerre,

denizden damladır.

Beden bir bileşimdir ki, insan nefsi ona binmiş gibidir. Allah'ı tanımak,

asıl maksattır. Şu halde bir kimse bedeninden, nefsini idrak etmeksizin,

Alemlerin Rabbini tanıma davasını eylese, o kimse öyle bir müflise benzer

ki; kendi yiyeceği ve içeceği olmayıp, beldenin fakirlerini toptan ziyafete

davet eder. Herkese lazımdır ki, önce kendi nefsini bilmeye, sonra Rabbini

bilmeye yönele. Ta ki muhabbete nâil ve sevgiliye ulaşıcı, muradını elde

edici ola. Zira ki nefsi tanımak, Hak'kı tanımayı gerektirdiği gibi, Hak'kı

tanımak dahi sevgisini gerektirir. Mesela güzel bir yazıyı veya fasih bir

şiiri görüp okursan ve bunların yazıcısını bilip, ona sevgi duyup, onunla

karşılaşmayı gönülden arzu edersin. O dahi sana dost olup muhabbet ve

muvafakat eyler. Ey Allah'ımız, bizi kendimizi tanımayı ve kendini tanımayı

nasip et. Sevginle rızıklandır. Ya Vedut, ya Allah, ya Rahman, ya Rahim!



İkinci Madde


İnsan bedeninde olan Yaratıcı'nın garip eserlerini, Hak'kın emriyle hayvanî

nefsin bazı tasarruflarını, bedenlerin azalarının bazı özelliklerini

bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsanın en büyük rüknü

kalbi, en küçük rüknü kalıbıdır ki kalbin kabuğudur. Nitekim insan bedeni,

cihanın özüdür. Bunun gibi insan kalbi, bedenlerin özüdür. Şu halde özlerin

özü olan gönül, Rahman'ın evidir. Astronominin anatomiye yardımı olduğu

gibi, anatomi dahi kalb ilmine yardımcı ve yol göstericidir. Zira ki,

bedenin yaratılışında o kadar acayip sanatlar, garip hikmetler,renkli süsler

ve çeşitli hizmetler vardır ki, sınırlanamaz ve özetlenemez ve

sayılamazdır. Açık ve gizli olan azanın her birinde nice faideler vardır

ki, halkın çoğu onlardan habersizdir. Mesela insanda nice yüz adet kemikler

ve nice yüz adet sinirler ve nice yüz adet damarlar ve nice yüz adet

ihtiyarî hareketler konulmuş ve tertip kılınmıştır. Her biri bir başka

yapıda bir başka sıfatta, bir başka hizmette ve bir başka harekette

bulunmuştur. Her biri bir başka yararlı iş için yaratılmıştır. Yakînen

anlarsın ki, hepsi topluca kaleme alınmıştır.

İnsanların çoğu, bunlardan bilgisi ve keyfiyetlerinden gafil bulunmuştur.

İnsanlar ancak bunu bilirler ki, göz bakmak ve el tutmak için

yaratılmıştır. Lakin göz ki, on tabakadır. O tabakalar nedendir ve

faydaları nelerdir bilmezler. Eğe o tabakaların birine halel gelse, göz

görmekten kalır. O halel neden gelir ve niçin göz görmez olur, bilmezler.

Elde kaç kemik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu ve her biri ne yapıda düzen

bulduğunu ve ne tarz ile hareket ettiğini bilmezler. Bedenin içinde olan

ruh uzuvlarının şekil ve tabiatları nicedir, her birin kuvvet ve hizmeti

nedir ve nefs kuvvetlerinin san'at ve menfaati nedir bilmezler. Mesela

içeride yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi gibi uzuvlar; çekme, tutma,

hazmetme, dışarı atma, şekil verme ve üreme kuvveti gibi kuvvetlerin hepsi,

bedende hizmetçi tayin olunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân

müdavim bulunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân müdavim

bulunmuştur. Zira ki hayat kaynağı olan yürek, dembedem bu uzuvlara çeşitli

areket ve kuvvet vermektedir. Midede olan çekme kuvveti muhtelif yemekleri

mideye çekip; tutma kuvveti koruyup ve hazmetme kuvveti pişirmektedir.

Ayırıcı kuvvet, pişmiş gıdaların kesifini latifinden ayırıp, atma kuvveti

kesif olanları mideden bağırsaklara itmektedir. Ondan midede kalan latifi,

ciğer kendine çekip, ciğerde olan şekillendirme kuvveti, onu kan renginde

boyamaktadır. Onun üzerinde ortaya çıkan siyah köpük ki, ona sevda derler,

onu dalak çekip, kendinde değişime uğratmaktadır. Onda kalan sarı köpük ki,

ona safra derer, onu safra kesesi ki, öddür, kendine çekip değiştirmektir.

Onda olan balgamı dahi akciğere çekip, nefesle gırtlak yoluna itmektedir.

Daha sonra bunlardan hâsıl olan kan, ciğer içinde suyla karışıp, kıvam

bulduğundan; ondan o suyu böbrek kendine çekip değiştirmektedir.

Böbreklerde kalan tortu sidiğe dönüşüp, mesaneye gitmektedir. Sonra ciğerde

kalıp, kıvamına gelenden saf kan, damarlar yoluyla bütün uzuvlara

ulaşmaktadır. Büyüme kuvveti, ondan uzuvlara büyüme ve gelişme verip, et ve

yağ gibi kuvvet ve kudret hâsıl olmaktadır. Sonra damarla içinde kalan

kandan, üreme kuvveti erkeklerde meni, kadınlarda yumurta ve süt meydana

getirip, her biri kendi yerlerine gelmekte ve dolmaktadır.

Eğer dalağa bir illet erişip, kandan siyah köpüğü ayırıp, devretmese; o

köpük ile karışmış kalan kan, bedenin uzuvlarına gelip, ondan humma, cüzzam

ve delilik gibi hastalıklar meydana gelir. Eğe öd kesesine bir illet

erişip, safrayı kadan ayırmasa, o kandan sarılık gibi safravî hastalıklar

peyda olur. Bunun benzerleri, bedende olan aza ve kuvvetlerin her biri

kendi hizmetinde olur. Eğer bunların biri noksan olsa ya hizmetten kalsa

çeşitli hastalıklar ortaya çıkması ile beden helak olup, insan nefsi onda

tasarruftan kalır.



Üçüncü Madde



İnsan bedeninin başlangıç ve sonunu bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki; filozoflar demişlerdir ki: Bedenlerin başlangıcı

ve sonu topraktır. Nitekim Hak Taâlâ Kelâm-ı Kadim'inde: "Sizi yerden

yarattık; yine ölümünüzden sonra sizi toprağa döndüreceğiz. Hem de ondan

sizi başka bir defa aha çıkaracağız." (20/55) buyurmuştur. Zira ki yukarıda

açıklandığı üzere yıldızların şualarının tesirleri ile dört unsur toplanıp,

kaynaşmaları bir miktar itidal buldukta; toprak kendi suretini terkedip,

bitki suretine gelir. O bitki ya ekmek veya hayvan yemi olur. Böylece ekmek

ve hayvan, insan gıdası olduğundan, sözü edilen kuvvetler bu minval üzere

hizmetlerinde bulunup; çekme kuvveti, ki iştihadır, gıdayı çekip, tutma

kuvveti hıfzedip, hazmetme kuvveti pişirir. Ayırt etme kuvveti kalını

inceden ayırıp, itme kuvveti kalını bağırsaklar yolundan çıkartıp gider. Bu

durumlar, kuvvet ve zayıflığa göre iki saatte veya üç saatte veya dört

saatte midede meydana gelir ki, ona ilk hazım derler. Sonra inceyi, ciğer

kendine çekip sözü edilen kuvvetler midedeki işlemleri bir daha orada

işlerler. O zaman orada kesif olan dört kısım olu ki: Bir kısmı dalağa

gidip siyah köpük olur. Bir kısmı safra kesesine gidip safra olur. Bir

kısmı böbreğe gidip sidik olarak mesaneyi bulur. Bir kısmı akciğer tarafına

gelip, göğüste balgam olur. Bu durumlar dahi kuvvet ve zayıflığa göre iki,

üç, dört saatte ciğerde meydana gelir ki, buna ikinci hazım derler. Onda

kalan latif halis kan olup, ana damarlara ve azaya akıp gider. Bu

kuvvetler, işlemlerini bir daha damarlar içinde belirli bir müddetle

tamamlarlar ki, buna üçüncü hazım derler. Bu hazmın tortusu deliklerden

çıkıp; kulak kiri, çapak, burun kiri, kıl, tırnak, ter ve uzuvların kiri

olur. Eğer bunlardan fazla o tortudan bir nesne kalırsa akıntı, nezle,

yara, cerahat gibi hastalıklar olur. Damarlar içinde kalan latif kanın her

cüz'ü bir uzva bölünüp, şekil verme kuvveti o cüzleri bulunduğu uzuvlar

rengi ile tasvir eylediği halde, o kuvvetler o işleri o müddette o damarlar

içinde bir dahi ederler ki, buna dördüncü hazım derler. Bu hazmın kalıntısı

bedenden eksilen kısımları doldurur, tamamlar. Belki fazla et ve yağ olup,

o cismi güzel ve yağlı eder. Kalan latifin özünü, üreme kuvveti erkeklerin

sulbüne çekip, onda meni eder. Kadınların göğsüne çekip, onda hem meni ve

hem süt eder. Sonra o gıda hülasası olan meni, belirli bir kuvvette

birleşme vasıtası ile kadınınki ile birleşir. Rahme düşer. Orada kırk güne

dek meni suretini terk edip, kan pıhtısı suretine gelir. Yani uyuşmuş kan

olur. Ve bir kırk gün daha geçtiğinde yani seksen gün sonra o kan pıhtısı

et parçası olur. Üçüncü kırk gün tamamında yani yüzyirmi gün sonunda o et

parçası içinde kemikler, sinirler, damarlar, uzuvlar, etler, yağlar,

saçlar, tırnaklar vücuda gelir. Dördüncü ay tamamlandığında ceninin bütün

azaları olgunlaşıp, onda hayvanî ruh tasarruf sahibi olup, göbek bağı

yolundan gıdası kan olur. Çünkü nutfe rahimde karar bulup: Evvelki ayda

zühalin terbiyesinde olur. İkinci ayda müşterinin terbiyesine gelir. Üçüncü

ayda merihin, dördüncü ayda güneşin, beşinci ayda zührenin, altıncı ayda

utaritin ve yedincide ayın terbiyesini bulur. O halde eğer yedi aylık

doğarsa o çocuk yaşar. Eğer sekiz aylık doğarsa ölür. Zira ki, sekizinci

ayda zühalin terbiyesine gelir. Zühal, soğuk ve kuru olduğunda tabiatı ölüm

olur. Eğer dokuz aylık doğarsa müşterinin terbiyesinde olduğundan ölmez,

yaşar. Zira ki müşteri rutubetli ve sıcaktır, tabiatı hayat olur. Anlatılan

başlangıç yolunu, Hak Taâlâ beyan edip buyurmuştur: "Biz insanı muhakkak ki

çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde)

az bir su nutfe yaptık. Sora o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan

sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler haline

çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış verdik.

Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şani ne yücedir!" (23/12-

14)

Bu tafsilin özü böyle olmuştur ki: İnsan bedeninin madde ve aslı topraktır.

Toprak önce bitkiye gelip, ya ekmek veya hayvan yeygisi olmuştur. O ekmek

ve hayvan insan gıdası olup, ondan erkeklerde ve kadınlarda meni suretini

bulmuştur. Sonra ana rahminde nutfe, kan pıhtısı, et parçası olup; kemik,

sinir, damar, et ve yağ ile dolmuştur. Sonra ya kız veya erkek oldukta; ruh

bulup, doğup ortaya çıkmıştır. Ya yaşayıp kemalini bulmuştur. Veya akıl

baliğ olmayıp çocuk iken ölmüştür. Halbuki feleklerin hareketleri ve

yıldızların şuaları ile toprak unsurunun bin cüz'ünden ancak bir cüz'ü

bitki olur. Bitkinin bin cüz'ünden bir cüz'ü ancak ekmek ve hayvan olur.

Hayvanın binde biri ancak insan gıdası olur. Gıdanın bin cüz'ünden bir

damlası meni olur. Bin damla meniden ancak bir damlası rahme düşer.

Rahimlere düşen nutfelerden binde biri çocuk olarak doğar. Bunca doğanın

binde biri yaşar. Bunca yaşayanın binde biri akıl baliğ olur. Nice bin

akıllının ancak biri mü'min olur. Nice bin mü'minin ancak biri âlim olur.

Nice bin âlimin ancak biri hakikatı araştırır. Nice bin araştırıcının ancak

biri ârif olur. Nice bin ârifin ancak biri kemale ulaşır. Şu halde

feleklerin hareketleri ve unsurların birleşmesinde, bileşiklerin ortaya

çıkması ve bütün kâinatın yapısından murat ve maksadımız ancak kamil

insanın varlığının şerefi bulunmuştur. Kamil insanın gayrisi hep ona çocuk,

hizmetçi ve tâbi kılınmıştır. Nitekim insanoğlunun en mükemmeli Habib-i

Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin şanında: "Sen olmasaydın,

sen olmasaydın felekleri yaratmazdım," denilmiştir. Bu mânâ bu beyt ile

bilinmiştir:

BEYT

Her bin senede bir gönül burcuna gelir

Aşk göklerinden olmuş bir yıldız

İnsanın bedeninin başlangıcı, bu açıklama ile ortaya çıkmıştır. Şu halde:

"Her şey aslına döner," hükmünce, bedenlerin sonu dahi bundan ortaya çıkıp

anlaşılmıştır.



Dördüncü Madde


Cismin ve canın iniş ve çıkış keyfiyetini, bedenin konaklarını kat ederek

dönüşünü; insanî ruhu, bedenin değişimini ve geçici ruhun bekasını

bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer bir kimse murat

eylese ki, kendisine vad olunan dönüş yerini araştıra ve dönüşünün

menzillerini kat edip aslına gide. O, hemen bunu bilsin ki, ihtiyarlıktan

önce kırarmıştı. Ondan önce civan olmuş idi. Civanlıktan önce çocuk olmuş

idi. Çocukluktan önce ana rahminde cenin olmuş idi. Ondan önce et parçası

olmuş idi. Ondan önce kan pıhtısı olmuş idi. Ondan önce rahimde, kadının ve

erkeğin dölünden birleşmiş nutfe olmuş idi. Ondan önce, babanın sulbünde ve

ananın göğsünde meni olmuş idi. Ondan önce damarlar içinde kan olmuş idi.

Ondan önce babanın ve ananın gıdası olmuş idi. Ondan önce hayvanî olmuş

idi. Ondan önce bitkisel olmuş idi. Ondan önce unsurların cüzleriyle

karışmış toprak idi. Topraktan önce mutlak cisimdi. Ondan öne küllî

tabiattı. Ondan önce mücerret cevherdi. Şu halde o kimse ki, hal ile bu

makama yetmiştir. O, cisimlerin ve ruhların yollarını tamamıyle kat edip

gitmiştir. karanlık ve nur perdelerini toptan kaldırmıştır. Kendi nefsini

anlayıp bilmiştir. Mevlasını tanımış ve bilmiştir. Başlangıç ve sonunu

bilip, kanden gelip gittiğini anlayıp, ârif ve Hak'ka ulaşıcı olmuştur. Bu

ruhanî miracla he müşkülü çözüp, her muradı hâsıl olmuştur.

Bu değişimlerden ortaya çıkan budur ki, gerçi insanî ruh, işleriyle bedene

yoldaştır. Lâkin zatıyle başkadır ve ondan ayrıdır. Zira ki ruh, mücerret

bir cevherdir ki, bir hal üzere bakidir. Beden ise her anda değişici ve

fânidir. Ruh o yönden bedenden gayridir ki, o, bedenin menzillerinin

hepsini seyir edip, birbirinden fark etmiş ve ayırmıştır. Başlangıç ve sonu

tefekkürle geçip, tezekkürle nihayetine gitmiştir. Tahkik ve yakîn ile

gereği gibi durumların hakikatine yetmiştir.

O halde bir kimse ki, ölçüp biçebilmiştir; o kimse o nesnein aynısı

olmayıp, gayri olmuştur. Ruhun, cisimden başka olduğuna hikmet kitaplarında

deliller çoktur. Burada uzatmaya hacet yoktur. Lâkin burada münasip delil

budur ki: Ruh, ancak o ruhtur ki, bu beden beş yaşında idi ama beden o

değildir. Zira beden bunca şekillere girip, nice sıfatlar bulmuştur.

Uzunlukta, genişlikte ve derinlikte hareketle büyük olmuştur. Ya önce civan

idi, şimdi ihtiyar olmuştur. Veya güçlü idi, zayıf olmuştur. Latif idi,

kesif olmuştur. Şu halde gerçekte ihtiyar olan beden, genç olan bedenin

gayrisidir. Civan olan beden dahi, çocuk olan bedenin gayrisidir. Gerçi

bedene bunca değişim ve farklılık gelip, lakin insan ruhu yine önceki

durumda kalır. Tabii ölüm vaktinde, ayrıldığı bedenden ki, onu kabirde ve

mahşerde bulur. Onunla ya cehennemde elem çeker ve cennette nimetlenmiş

olup kalır.



Beşinci Madde



Bedenlerin değişiminin keyfiyetini ve geçici ruhun bekasını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsan ruhu değişici

olmayıp, bedeni değişici olduğunun sebebi budur ki: Ruh ulvî âlemden

gelmiştir. Ulvi âlemde oluşum ve bozuşum olmadığından, onun cüzü bulunan

ruh dahi bir karar üzere kalmıştır. Bu bedenin parçaları, bu süflî âlemden

alınmıştır. Halbuki süflî âlem oluşum ve bozuşuma mahâl kılınmıştır. Çünkü

beden dört unsurdan yaratılmıştır. Şu halde insanın bu bileşimi, bu oluşum

ve bozuşum âleminin bir cüzü bulunmuştur. Parçalar ise daima bütüne dönücü

olup, bütün dahi cüzüne eğilimli ve feyiz verici bilinmiştir.

Cüzün külle dönüşünün delili budur ki: İnsan ihtiyar olup, cân âlemine

döner. "Biz Allah'ın kuluyuz ve yine ona döneceğiz," (2/156) âyet-i

kerimesi, hükmünü bulur.

Bütünün parçaya meyl ve feyzinin delili budur ki: Daima İlâhî fazlın feyzi,

külli akıl vasıtasıyle mülk âlemine incidir. Nitekim: "Hamd âlemlerin

Rabbine mahsustur," (1/1), âyet-i kerimesi, buna şahit ve âdildir. Şu halde

bütün, parçaya meyledici ve feyz verici olduğu gibi; parça dahi bütüne

dönücü ve meyledicidir. Parçanın bütüne dönüşünün bir delili dahi budur ki:

İnsan acıkıcı ve susayıcı olur. Zira ki bedenin parçalarının, bütün

tarafına dönüşü her â olur. Şu halde ondan bedene za'f ve noksan gelir.

Yeme ve içmeye koyulmakla, beden için eksilen yerine gelici olur. Yani

unsurlar tarafına giden bedensel parçaların yerine, gıdadan bedene gelip

yine beden ondan kuvvet bulur. Çünkü bedenin gıdası, yine kendi aslı

bulunan unsurlardan hâsıl olan bitki ve hayvandır. Şu halde hakikatte

bedenlerimizin beş senelik parçaları tümden ayrışıp, dembedem tedric ile

bedenlerimizden dışarı çıkıp, bütüne gitmiştir. Mesela ellibeş yaşımızda

iken bedenlerimizde olan parçalar, elli yaşımızda olanın gayrisidir ki,

ayrışanların bedeli gıdadan gelip, yine yavaş yavaş bedenimize parçalar

olup, bütüne giden parçaların yerine dolup, bedenin şekillerinde teşekkül

etmiştir. Lakin bu durumlara vâkıf olmayanlar, bedeni, ruh gibi bi durum

üzere sâbit kalır zannetmişlerdir. Bunun misali böyledir ki: Bir kimse bir

sahrada ir çadır kurup, onun kazıkları ve ipleri hep siyah olsa ve o

haftada bir defa varıp, bir siyah kazık çıkarıp, yerine bir beyaz kazık

çaksa; bir siyah ipini çözüp, yerlerine başka beyaz kazıklar ve ipler çakıp

ve bağlasa; o zaman bu değişikliğin farkına varmayanlara o çadır, yine

geçen senede kurulduğu hal üzeredir ve bütün parçalarıyla sâbit görünmüştür.

Halbuki onun bütün kazıkları ve ipleri yenilenip, değiştirilmiştir. Zira ki

bu beyaz kazıklar ve ipler, o siyah kazıkların ve ipleri gayrisi

bulunmuştur. Aynen bunun gibi insan bedeni dahi her an açık ve gizli

ayrışıp, ayrışanların yerine gıdadan toplandığından, her beş senede bir

kere tamamen değişip, farklılık bulur, bilinmiştir. Şu halde parçanın bütüne,

bütünün parçaya meyli bu deliller ile ispat olunmuştur. Hakikatini en iyi

bilen Allah'dır.



Altıncı Madde


Bu cihanın, bizi müşfik bir anne gibi terbiye eylediğini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bu âlem, bizim şefkatli

annemizdir. Nitekim anne, çocuğunu terbiye eder. O gıdaları ki, çocuk elde

edemez, annesi onları yer ki, onlardan süt hâsıl olup, çocuğuna gıda olmaya

layık ola. Memenin yolundan çocuğunu verilip, onunla beslene. Bunun gibi,

bu âlem dahi bizim üşfik annemizdir ki, iki göğüs mesabesinde bulunan bitki

ve hayva yolundan layıkımız olan gıdalarımızı bize ulaştırıp, çeşitli

renkte lezzetli meyveler ve nefis yemeklerle bizi yetiştirir.

Bu anne ki, âlem bilinmiştir. Başka annelerin aksi bulunmuştur. Zira ki

bütün anneler, görünenlere yönelmişlerdir. Alem ise kendi içine

yönelmiştir. Ta ki bize bakıcı olup, yetişmemizde hazır ola. Şu halde

hakikatte henüz, halen biz kendi annemizin karnında sâkinleriz ki: "Sait,

anası karnında saittir. Şaki, anası karnında şakidir," hadis-i şerifini

bazıları böyle tevil etmişlerdir. Bu mânâ, bu âyet-i kerimeye uygundur ki,

Hak Taâlâ: "Kim bu dünyada kör olursa, artık o, ahirette de kördür ve yol

bakımından da daha sapıktır." (17/72), buyurmuştur. Bu mânâyı, bir kâmil

bir beyt ile duyurmuştur.

BEYT

Kim ki bu dünyada ârif-i Hak olmadı

Ta ebed bigâne kaldı bulmadı

Bu mânâ çok açıktır ki, doğuştan kör olana asla ilâç olmaz. Şu halde iki

cihan saadetini hemen bu durumda elde etmek mümkündür. Henüz anne

karnındayız, yani bu âlemdeyiz. Burada kör olmak budur ki: İnsan kendini

bilmeye ve görmeye, kendi hakikatine ermeye. Zira ki kendini bilmeyen çocuk

sayılır. Mevlasını dahi bilmemiş ve bulmamış olur. Şu halde, o kimse iki

âlemde kör kalır. Onun için, peygamberler, veliler ve âlimler gelmişlerdir

ki, halkı, Yaratan'a davet kılarlar. Cihan halkı, Kur'an nuru, tevhid ilmi,

irfan ve Rahman'a ibadetle körlük illetinden kurtulalar. Kendini bilme

vasıtasıyle, Hüda'ya âşina ve seçilmişlerin seçilmişi olalar. Ebeden onunla

kalalar. Ey hay ve kayyum olan, göklerin ve yerin yaratıcısı, mülkün sahibi

celal ve ikram sahibi olan Allahımız! izzetinle kalblerimizi diriltmeni,

gözlerimizi seni tanıma nuruyla nurlandırmanı dileriz. Ey Allah!



COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Alt 26.11.2008, 19:28   #30
COBANYILDIZI
Yiğido
 
COBANYILDIZI - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
COBANYILDIZI Şuan COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 04.01.2009 02:45

Üyelik Tarihi: 20.09.2008
Yaş: 41
Mesajlar: 147
Tecrübe Puanı: 608 COBANYILDIZI isimli Üye Tecrübe Puan?n?zını Kapatmıştır.
Standart Cevap: Marifetname

30-BÖLÜM:030:



İKİNCİ BÖLÜM



Bedenlerin bileşiminin keyfiyetini, uzuvların tabiatlarının mahiyetini,

insan hayatının mizaçlarını, dört rüknün karışım ve bileşiminin,

karışımların sebeblerini, durumlarını ve faydalarını ve onlardan oluşanı

dört madde ile uzun uzun açıklar.



Birinci Madde



Bedenlerin bileşiminin keyfiyetini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Dört esas ki,

(rükün) basit cisimlerdir, insan bedeni ve diğer hayvanların ilk

cüzleridir. Zira ki bileşik cisimlerin çeşitli nevileri, özlerin

birleşmesiyle meydana gelir. Esaslar ise dörttür: İkisi hafif, ikisi

ağırdır.

Hafifler: Ateş ile havadır. Ağırlar: Su ile topraktır. Çünkü ateş unsuru,

havaî cevherinin sirayetiyle diğer unsurlarda cereyan edip, bileşip,

hararetiyle iki ağır ve soğuk unsurun, soğukluklarını kırar. Onlar,

unsurluklarını terkedip, mizaçlık mertebesine giderler. Şu halde iki ağır

unsur, uzuvların sükûn ve oluşumuna metin madde olur. iki hafif unsur,

uzuvların hareket ve hayatlarına yardımcı olur.

İlk esasların kuvvetleri ki, dört keyfiyettir, onlar, sıcaklık, soğukluk,

rutubet ve kuruluktur. Bu dördü, unsurların anneleridir. Esaslarda

mevcuttur. Bu unsurî keyfiyetler, tabiî suretler üzerine eklenmiştir. Zira

ki onlar, sıcaklık ve soğukluk gibi keyfiyetlerde geçici ve değişicidir.

Halbuki tabiî suretlerin her iri, kendi zatıyle bakidir. Eğer dört

keyfiyet, tabiî suretlerin aslı olsaydı, onlar dahi değişici olup, sabit

kalmazlardı. Şu halde eğer basit cisimler olan dört esas, küçülüp biraraya

gelseler, tam bileşik cisimler olan üç bileşikde (mevalid-i selase) teğet

olup, bu zıt keyfiyetleriyle birbirine tesir etseler ve o bsitlerin her

biri öbürünün şiddetli keyfiyetini kırsa; o zıt keyfiyetler arasında her

birinden tümünde eşit ve benzer aracı keyfiyet hâsıl olur ki, ona: Mizaç

derler. Üç bileşik yani maden, bitki ve hayvan hep onunla vücuda gelirler.

Lakin yarı bileşik cisimler olan bulut ve şihap gibi atmosferik şeyler,

unsurlardan mizaçsız meydana gelirler. Onun için süratle yok olurlar.



İkinci Madde


Beden uzuvlarının tabiatlarının mahiyetini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: O şekil verici

ve yaratıcı olan Allah Taâlâ hazretleri, âlemde her nesneyi, münasip ve

muvafık yerli yerinde, güzel ve mutedil yaratmıştır. Her canlıya uygun ve

her uzvunun haline muvafık olan mizacı vermiştir. alemin cüzlerinin tümünde

olan mizaçların en layık ve en uygununu insan bedenine kerem kılıp, her bir

uzvuna en münasip ola mizacı bahşetmiştir. Bazı cüzlerini ziyade sıcak,

bazısını ziyade soğuk, bazısını ziyade rutubetli ve bazısını ziyade kuru

etmiştir.

Bedende fazla sıcak olan o ruhtur ki, latif buhardır. Sonra yürektir ki,

ruhun menşeidir. Sonra kandır ki, muttasıldır. Sonra karaciğerdir ki, kan

ondan doğmadır. Sonra halis olan ettir. Sonra sinirdir ki, et ile karışmış

olan sinirdir. Sonra dalaktır ki, onda kan vardır. Sonra böbrektir ki, kanı

azdır. Sonra atardamarlardır ki, ruhun çevresinde olan kanın zarflarıdır.

Sonra toplar damarlardır ki, mutlak kanın zarflarıdır. Sonra el derisidir.

Bedende gayet soğuk olan balgamdır. Sonra saçlardır. Sonra kemiklerdir.

Sonra kulak kemiğidir ki, kıkırdaktır. Sonra kirişlerdir. Sonra

perdelerdir. Sonra sinirlerdir. Sonra murdar iliktir. Sonra dimağ

(beyin)dir. Sonra iç yağıdır. Sonra deridir.

Bedende gayet kuru olan saçtır ki, duman buharındandır. Sonra kemiktir ki,

uzuvların en sertidir. Sonra kıkırdaktır. Sonra kemik başlarıdır. Sonra

kiriştir. Sonra zardır. Sonra damarlardır. Sonra toplar damarlardır. Sonra

hareket sinirleridir. Sonra yürektir. Sonra bedenin sinirleridir. Sonra

deridir.



Üçüncü Madde



İnsanın yaşlarının mizaçlarını bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Yaşların

mizaçları muhtelif olduğundan, insanın yaşları topluca dörttür. Biri büyüme

çağıdır ki delikanlı yaşı da derler. Bunun müddeti insanın otuz yaşına

dektir. Sonra duraklama çağıdır. Buna gençlik yaşı dahi derler. Bunun

müddeti insanın altmış yaşına dektir. Sonra açık düşüş yaşıdır ki, buna

ihtiyarlık dönemi dahi derler. Bunun müddeti ömrün sonuna varıncaya dektir.

Lakin delikanlılık çağı da iki kısımdır. Biri çocukluk çağıdır ki, onbeş

yaşına dektir. Sonra delikanlılık çağıdır ki, delikanlılık çağının sonuna

dektir.

Çocukların mizacı mutedildir. Delikanlılığın mizacı sıcaklık ve rutubettir.

Gençliğin mizacı sıcak ve hiddetlidir. Duraklama çağının müddetinden sonra

sıcaklığın maddesi olan rutubeti, bizi kuşatmış olan hava çektiğinden

sıcaklık noksan bulmağa başlar. Zira ki, geçen bölümde açıklandığı üzere

cismanî kuvvetlerin ve cüzlerin hepsi nihayete erer. Ayrışanların bedeli

için eşitlik ve bir minval üzere sürekli soğumadır. Lakin bozulma gün gün

arttığından ayrışan rutubetle beraber karşılığı gelmez. Şu halde gelen ile

sarfolunan bedende eksilme ve geri dönme üzere olduğundan, rutubet yok

olup, hararet söner. Tabii ölüm budur. Şu halde her bir şahsın ilk mizacı

hasebince rutubeti içine alan kuvveti ne miktar ise, onun tabii ecel

miktarı odur. Eğer dışardan bir kazaya uğramazsa odur ki, ömrü de odur.

Zira ki, Allah'ın kudreti ile ulvî cisimlerin süflî cisimlerde çeşitli

tesirleri daima birbirini takip ettiğinden bütün halkın şekil ve durumları

ahlak ve tavırları henüz anaların rahimleri içinde nutfe iken tesadüf eden

baht ve talihleri tesirleri ile ortaya çıkmıştır ki, ana karnına nutfe

düştüğü saatte baba ve ananın talihleri ne işte ise ve herbirinin yıldızı

neye bakıyorsa: Eğer kutlu, uğursuz, o nutfenin zatına tesiri ile

nakşedilir. Mesela saadet, şekavet, anlayış, hamakat, cimrilik, cömertlik,

korku, şecaat, sevgi, düşmanlık, hırs, kanaat, himmet, alçaklık, fakirlik,

zenginlik, rahat, güzellik, kemal, yorgunluk ve üzüntü her ne konum üzerine

ise o mutfenin zatına tâi olur. Zira ki o nutfe, ceninin cisminin levh-i

mahfuzudur Levh-i mahfuz bu âlemin aynasıdır. Şu halde her kim ki, sait

olmuştur, o saadetini ana karnında bulmuştur. Her kim ki şakî gelmiştir, o

dahi şekavetini anası karnında almıştır. Nitekim Habib-i Ekrem Sallallahu

Aleyhi ve Sellem Hazretleri: "sait anası karnında saittir. Şaki anası

karnında şakidir," buyurmuştur. Herkesin talihinin tesirini remz ile

duyurmuştur. Çünkü halkın bütün şekilleri, vasıfları ve mizaçları felikî

konumlar gereğince rahimlerde muhtelif bulunmuştur. Şu halde eceli

müsemmaları dahi mizaçları hasebi ile onda muhtelif takdir olunmuştur.

Elhasıl delikanlı ve çocuk bedenleri, itidal üzere sıcak ve rutubetli

müşahede kılınmıştır. Gençlik bedenleri hiddetli, sıcak bilinmiştir.

Kırarma ve ihtiyarlık bedenleri, buhar ruhu ve sıcak kandan yukarıda

anlatıldığı üzere geçkin oldukları için soğuk ve kuru bulunmuştur.

Kadınların mizacı erkeklerden daha soğuk ve daha rutubetli olduğu tecrübe

kılınmıştır.



Dördüncü Madde


Bedenlerin dört karışımının keyfiyetini bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Bedenin ilk

rutubetleri olan dört karışım akıcı ve rutubetli cisimlerdir ki, gıdalar

önce ona dönüşüp, onlardan bedenin cüzleri gıdalanır.

Değerleri karışımın rutubetleri dört cinstir ki: En faziletlisi kan

cinsidir. Sonra balgam cinsidir. Sonra safra cinsidir. Sonra siyah köpük

cinsidir. Bu karışımların her biri tabiî ve tabiî değildir. Tabiî kan, sıcak

ve rutubetlidir. Rengi kırmızı, tadı tatlıdır. Faydası et, yağ ve uzuvların

gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı soğuktur ve rengi bulanıktır. Tadı acı

olup, faydası olmaz. Tabiî balgam, soğukçadır. Rengi yumurtanın beyazı

gibidir. Tadı tatlıdır. Faydası ya kan veya kanın yerini tutup, uzuvların

gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı kuru mizaçlı ve değişik renktedir. Acıdır.

O, ya tuzlu veya asitli olur. Tabiî safra sıcak ve kırmızıya yakın,

yapışkandır. Faydası kana karışıp ve yardımcı olup bedenin cüzleri

olmaktır. Tabiî olmayanı, yakıcıdır ve zehir cevheridir. Tabiî siyah köpük

tabiî kanın altında kalan tortudur. Tadı tatlıya yakındır. Yeri dalaktır.

Faydası açlığı ve şehveti tahriktir. Tabiî olmayanına zehirli kara köpük

derler.

Dört karışımın doğuş keyfiyeti böyledir ki: Önce gıdanın çiğnenme ile hazm

olması vardır ki, ağız yüzeyi ve mide yüzeyi ile bitişik ve bağlantılıdır.

Şu halde onda dahi hazmetme kuvveti hâsıldır. Zira ki, çiğnenmiş nesnenin

önceki tad ve kokusu gitmiştir. Sonra çiğnenmiş gıda mideye vardığında,

midenin ağzı kapanıp, tamamen ona hazmolunur. Lakin sadece midenin harareti

ile değildir. Belki ağ taraftan karaciğerin, sol taraftan dalağın ve onda

olan atar ve toplar damarların, harekete kabiliyetli olan iç yağının,

midenin üstünde ve zarının ötesinde yüreğin, bütün bunların hararetleri ile

tamam olup iki üç saatte ilk hazım hasıl olur. Midede keşkek suyu gibi

akıcı cevher olur. Sonra onun kesifi mideden bağırsaklara çıkışa yol bulur.

Latifi mideye bitişik olan damarlar yolundan karaciğere bitişik olan ince

kıllar gibi damarlar ile süzülüp, karaciğere çekilir. Şu halde karaciğer o

latif cevhere kavuşup; sünger gibi emer. Onda da önceki sindirim süresi

kadar zamanda pişer. İkinci hazım da hasıl olur. O pişen kırmızı rengi

boyanıp, onun yüzünde kaymak gibi nesne ve dibinde tortu gibi nesne hâsıl

olur. Eğer ifrat derecede pişerse bir yakıcı nesne hâsıl olur. Eğer az

pişerse hint kavunu gibi bir nesne peyda olur. O kaymak safradır veya siyah

köpüktür. Bu ikisi tabiîdir. Yakıcı olanın latifi itilen safradır, kesifi

itilen siyah köpüktür. Bu ikisi tabiî değildir. Hit kavunu,tabiî balgamdır.

Hepsinden saf ve hasi olanı kandır. Lakin suyu fazladır ki, karaciğerden

ayrılmazdan önce suyu, böbreklere inen damarlarla çekilip, kendilerine gıda

olacak yağ ve kanı alıp, artığı mesaneye süzülüp, dışarı çıkmaya yol bulur.

Kıvam bulmuş halis kan, karaciğer üstünde doğan büyük damara çekilip, ondan

ayrılan atardamarlara akar. Sonra yüreğe ve buradan bütün vücuda yayılır,

uzuvların besini olur.



Beşinci Madde


Karışımların oluş sebeblerini, tabiat ve faydalarını ve hareket

sebeblerini; buharlardan doğan tabiî ruhu bildirir.



Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Tabiî kanın fail

sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, gıdaların ve içeceklerin mutedil

olmasıdır. Tam sebebi bedenin beslenmesidir.

Tabii safranın fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, sıcak, latif,

tatlı ve yağlı gıdadır. Sureta olan sebebi, fazla çiğnenmektir. Tam sebebi,

kan karışımı ve bedenin beslenmesidir. Yakıcı safranın fail sebebi,

karaciğerin aşırı hararetidir.

Tabii siyah köpüğün fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, rutubeti

az olan çok sıcak ve katı gıdalardır. Sureta olan sebebi, akmayan ve

ayrışmayan gıdalardır. Tam sebebi, kanı kuvvetlendirip, bedenin gıdası

yapmaktır. Yakıcı siyah köpüğün fail sebebi, az hararettir. Maddî sebebi,

az çiğnemektir. Tam sebebi, kan karışımı ve bedenin beslenmesidir.

Şu halde, karışıkların doğuş sebebleri, sıcaklık ve soğukluktur. Zira ki

mutedil hararetten kan; fazla hararetten yakıcı safra ve çok fazla

hararetten yakıcı siyah köpük; soğukta balgam doğmuştur.

Kan ile damarlardan akan karışımların, damarlar içinde dahi iki üç saat

müddetinde üçüncü hazmı vardır. Azaya tevzi edildiğinde; her uzuvda kendi

nasibinin bu müddet içinde de dördüncü hazmı vardır. Damarlar içinde olan

üçüncü hazmın ve azada olan dördüncü hazmın fazlaları geçen bölümde

açıklandığı gibi kulak kiri, göz çapağı, burun kiri olup, sa ve tırnak

suretini bulup; bedenin azalarından ayrışan ter, kir, yara ve cerahat

şeklinde vücuttan atılır.

Sözü edilen karışımların doğuş sebebleri olduğu gibi, hareket sebebleri de

vardır. Zira ki bedenin hareketi ve sıcak eşya, kanı ve safrayı tahrik

eder. Bazı kere siyah köpüğü dahi tahrik eder. Lakin hareketsizlik, balgama

kuvvet verir. Güzel şeyler düşünmek de dört karışımı harekete geçirir.

Nitekim dört karışımın kesafetinden, bir kesif cevher doğar ki, uzuvdur

veya uzvun bir cüzüdür. Bunun gibi karışımın latif buharlarından, bir mizaç

hasebiyle latif bir cevher doğar ki, tabiî ruhtur. Hayvanî ruhu kabul

istidadını bulmuştur. Mizaç üzere önce bu ruh doğup, sonra bütün uzuvlara,

nefsanî kuvvetleri ve başkalarını kabul istidadını veren budur. Şu halde

nefsanî ve hayvanî kuvvetler insan bedeninin uzuvlarında hâsıl olmaz. Ancak

bu tabiî ruh vasıtasıyle olur. Eğer bedenin bir uzvu nefsanî ve hayvanî

kuvvetlerden kesilip, tabiî ruhtan kesilse, o uzuv henüz hayattadır. Zira

ki uyuşmuş veya felç olmuş olan uzuv, his ve hareket kuvvetini yitirmişken

yine hayatiyeti vardır. Eğer ölmüş olsa, kokuşur ve bozuşurdu. Şu halde

felç olmuş uzuvda, onu koruyan bir kuvvet vardır ki, bu tabiî ruhtur.



COBANYILDIZI isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesaj?n?z? De?i?tirme Yetkiniz Yok

BB Code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


WEZ Format +2. ?uan Saat: 08:22.


Powered by: vBulletin. Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

Copyright © - Bütün Haklar Sivaslilar.net'e aittir.