28.09.2009, 20:39 | #41 |
Usta Yiğido
sivaslıgenç Şuan
Son Aktivite: 21.03.2016 00:42
Üyelik Tarihi: 14.10.2007
Yaş: 32
Mesajlar: 2.527
Tecrübe Puanı: 880
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
|
28.09.2009, 21:01 | #42 |
Yiğido
Divriği_Mursal Şuan
Son Aktivite: 29.10.2009 09:41
Üyelik Tarihi: 02.10.2008
Mesajlar: 90
Tecrübe Puanı: 597
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
Yavuz Sultan Selim ve 40 Bin Alevi'nin Katliamı
Yavuz Sultan Selim, Sünni inancı Anadolu Alevileri için bir zulüm nedeni yapan Osmanlı sultanıdır. Yavuz Sultan Selim'in Sünnilik adına Alevi halkı kitlesel olarak yok etmeye kalkışmasının nedeni Osmanlı'nın doğu sınırlarında hızla gelişen Türk Safevi Devleti'dir; bu devletin Anadolu Alevileri için Osmanlı zulmüne karşı bir umut olması ve Anadolu insanının Osmanlı topraklarından kaçmaya başlamasıdır. Bu güçlü Türk devletinin gelişip kökleşmesinin, sömürü alanı olarak görüp değerlendirdikleri Anadolu'nun elden çıkması demek olduğunu anlayan Osmanlı, bu gelişimin "tek İslam devleti" kurma çabalarını da engelleyeceğini düşünüyordu. Sıra sıra cellatlar, sürü sürü Türkmen'i doğramaya başladı. Zaten Fatih ta 1473 yılından itibaren (Otlukbeli) bu işe başlamıştı. Ardından Sünnilik güç buldukça Alevi düşmanlığı körüklenmeye başlandı. Yavuz Sultan Selim, halifeliği, Abbasiler'den kılıç zoruyla aldıktan sonra Sünnilik tutucu bir niteliğe bürünmüş ve artık toplumsal gelişmeye ayak uyduramaz hale gelmişti. Anadolu'da Türklerin anlayamadığı Arap ve Acem dili yaygınlaşmaya başlamıştı. İşte Anadolu'da yaygın olan Alevilik, Sünniliği bir baskı aracına dönüştürmüş olan padişahların kabul edemeyeceği bir düşünceydi. Aleviler aynı zamanda Doğu sınırındaki Türk devletini destekliyorlardı ki; Osmanlı devleti bu nedenlerden Ötürü Anadolu Alevilerine baskı uyguluyordu. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine sefere çıkarken; ordunun arkasında kendisine karşı çıkabilecek bir güç olsun istemiyordu. Savaş başladığında Alevilerin Şah İsmail'den yana tavır alma olasılığı da oldukça yüksekti. Ve Yavuz Sultan Selam 40 bin Aleviyi kılıçtan geçirdi. Kendini haklı çıkarmak için Alevilerin kadınları ortaklaşa kullandıkları, Kuran'ı, camileri yaktıkları şeklinde iddialarda bulundu ve bunun üzerine fetvalar yazdı. Yavuz Sultan Selim'in Alevi kırımı yapabilmek için yazdırdığı fetvalardan birisi Müftü Hamza'ya ait olanıdır; "Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisler; Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran'ı küçük gördüler. (...) Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden veya yardımcı olanlar da kafir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlar'dan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir. O kafirlerden ölen ise, hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. (...) Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir." (6) Dönemin büyük fıkıh ve hadis bilgini olarak tanınan Müftü Hamza 1521 yılında ölmüştür. Tarihte yalnız böyle yüz karası bir fetvayla değil, rüşvet almak gibi bir suçla da anılır. Kuran üzerine yemin etmesine rağmen 50 bin akçe karşılığında Semendire Valisi Yusuf Bali'nin yolsuzluklarını ve haksızlıklarını kapatır. Müftü Hamza'nın rüşvet aldığını öğrenen Yavuz Sultan Selim onu sıkıştırıp canının bağışlanması karşılığında bu fetvayı verdirir. Osmanlı, iktidarı için her şeyi kullanmıştır, kullanmaya çalışmıştır. Alevi kırımına izin veren bir diğer fetva da Şeyhülislam İbni Kemal tarafından kaleme alınmıştır. "...Kızılbaş topluluğu şeri yasalar gereği öldürülmeleri helaldir. İslam askerlerinden onları öldürenler gazi, ellerinde ölenler ise şehittirler." (7) Halkı birbirine düşman etme kırdırma Osmanlı'dan bugüne devredilmiş bir devlet geleneğidir. 24 Aralık 1978'de "Müslüman Türkiye", "Kanımız Aksa da Zafer İslamın" haykırışlarıyla Maraş'ta Alevi halkı katledilir. "Allah Allah" diyerek "Komünistlerin büyüğü, küçüğü demeyip kafasını ezin" diye bağıranların sloganlarıyla, Alevilere yönelik Osmanlı dönemindeki fetvaların benzerliği çarpıcıdır. 1514 yılında 40 bin kişiyi kılıçtan geçiren gelenek, 1978'de Maraş'ta ihtiyar, çocuk, kadın ayrımı yapmaksızın halkı katleder. Yakılıp yıkılan evler, çivilenen, gözleri tornavidalarla oyulan, bıçaklarla, baltalarla, satırlarla parçalanan insanlar... Tecavüz edilen kadınlar, karnında bebeleriyle şişlenen hamile gelinler... Maraş'ta tablo budur. Bu vahşet tablosu Osmanlı'da bir başka dönem uygulanan kırımla da benzerlik taşır. Osmanlı 1875-1876 Bulgar ayaklanmalarını bastırmada Çerkesler ve başıbozuk birliklerini kullanır. Dönemin tanıklarından biri o günleri şöyle anlatır: "Kadınlar ve kız çocukları saçlarından tutuldular, bir darbeyle diz çökertildiler, boyunlarından kesildiler. Çocuklar süngülere geçirildiler, hamile kadınların karınları deşildi. Bir çoğu sırayla soyuldular ve bir odun parçasının üzerinde hayvan sürüleri gibi büyük bir serinkanlılıkla kesildiler..." (8) Yine Meclisi Meb'usan tutanaklarında o günlere ilişkin şöyle anlatımlar yer alır: "1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında gayri-resmi olarak teşkil edilen ve Çerkeslerin ağırlıkla olduğu Osmanlı birliklerinin yolları üstünde rastladıkları Hıristiyan köylerini yağmalayıp, insanları kılıçtan geçirdikleri yüzlerce, hatta binlerce çocuğu köle olarak yanlarına aldıkları, çocuk ve eşyaların bir bölümün sattıkları...." (9) Yavuz Sultan Selim'le birlikte din, imparatorluğun üst yapı kurumlarından en kapsamlısı olarak güçlü bir varlık kazanmıştır. Artık iktidarı tehdit eden her şey "din zararına" ilan edilecek, her düşünce, eylem "din sapkınlığı" olarak anılacaktır. Ve fetvalar, fermanlar, bu yollu açıklamalarla muhalefetin ezilmesinde önemli role sahip olacaktır... Yani her türlü katliam, vahşet böylece meşrulaştırılacaktır. O günün toplumsal gerçekliği Anadolu halk şiirlerine ve türkülerine de yansır. Bu yıl dağların karı erimez eser bad-ı saba yel bozuk bozuk Türkmen kalkıp yaylasına yürümez yıkılmış aşiret il bozuk bozuk Pir Sultanım yaratıldım kul diye Zalim paşa elinden mi öl diye dostum beni ısmarlamış gel diye gideceğim amma yol bozuk bozuk (Pir Sultan Abdal) Yavuz Sultan Selim döneminde Kürt toprakları üzerinde Osmanlı devletiyle Şah İsmail arasında çıkan savaşta her iki kesim de Kürt aşiretlerini kendinden yana kazanmak (yani kullanmak) uğraşındadırlar. Bu uğraşta başarıya ulaşan Yavuz Sultan Selim, Sah İsmail'in yenilgiye uğratılmasından (Çaldıran 1514) sonra Kürt aşiretleriyle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre Kürt aşiretleri özerkliğini koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişah fermanına bu konuda bağlı kalınacak, savaşlarda Kürtler Osmanlı devletine yardım edecekler, Osmanlı da, Kürtler'i bütün dış saldırılardan koruyacaktır. Bu anlaşma ile Doğu'daki Osmanlı egemenliği perçinlenir. Kürt halkının tarihinde "ilk cahş" olarak anılan İdris-i Bitlisi işbirlikçiliğinin karşılığını alır. Çaldıran seferine çıkarken 40 bin Aleviyi katletmesi nedeniyle -bunların arasında çok sayıda Kürt Alevisi de vardır- "Yavuz" namını alan Sultan Selim'in sevgi ve güvenini kazanır. Bu aynı zamanda Kürt önderliklerin iktidar için kendilerini kullandırdıkları ilk örnektir. Ve tarih sahnesinde birbirini takip eden onlarca örnek yaşanacak, Kürt halkı bu önderlikler nezdinde inançları, duyguları sömürülerek kullanılacaktır. alıntıdır
__________________
PIR SULTAN ABDAL'im daglar ben olsam Üstü mor sümbüllü baglar ben olsam Alem çiçek olsa ari ben olsam Dost dilinden tatli bal bulamadim... |
28.09.2009, 22:36 | #43 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
Yavuz-Çaldıran-Fis: Bugünün Uzun Tarihi
Osmanlı’nın Doğu-Güneydoğu Anadolu’daki Jeopolitiği Jeopolitik terimi, topraklar ve onun üzerinde yaşayan halklar üzerinden dönen iktidar ve etki çekişmelerine dair her şeyi belirtir. Bu bağlamda, her türlü siyasal iktidar, -sadece devletler değil aynı zamanda siyasi hareketler veya az çok yasadışı silahlı örgütler dahil- arasındaki rekabeti , küçük veya büyük boyuttaki topraklar üzerinden hakimiyet veya kontrol kurma mücadelelerini kapsar Toprak ve üzerinde iktidar kurabilmek için girişilen rekabeti anlamaya çalışmaya jeopolitik düşünme deniliyor. Aslında, topraklar ve o topraklarda yasayan insanlar üzerinde etkide bulunabilme ve iktidar kurabilme rekabeti Antik çağa kadar gider. Çünkü, ister kabileler, ister krallıklar veya imparatorluklar arasında olsun, iktidarların topraklar üzerindeki rekabetleri şüphesiz her zaman vardı; ama bu ilişkileri analiz etme yönetimi olarak “jeopolitik” kavramı yakın tarihe aittir. 20. yüzyılın başında ortaya çıkmıştır. ( Geopolitik kelimesi ilk kez, bir hukuk profesörü olmasına karşın, Alman coğrafyacı Friedrich Ratzel’in tezlerine hayran olan İsveçli Rudolf Kjellen ( 1864-1922) tarafından “Politische Geographie” şeklinde kullanılmıştır. ) Ama hiçbir jeopolitik analizde, salt iktidar, devlet ve toprak terimleri üzerinden düşünmek yeterli olmaz, ulus kavramını da hesaba katmak gerekir. Aslında, ulus temel bir jeopolitik fikirdir, zira bir yandan bir toprağa, kendi toprağına, göndermede bulunur-topraksız ulus yoktur-, diğer yandan, iktidar meselesini, yani bağımsızlık sorununu-mesela ulusun yöneticilerinin tercihi- içerir. Temel bir jeopolitik özdeyiş olarak şunu söyleyebiliriz: jeopolitik bir süreç içinde kurulduğu andan itibaren her ulus, kendi yöneticileri tarafından yönetilmeyi bekler. ( Yves Lacoste: Büyük Oyunu Anlamak) Topraksız ulus yoktur. Ulusal toprakları belirlenmede nirengi noktası “dil”dir; Bir dilin alanı ile o dili konuşan ulusun toprağı arasında aşağı yukarı bir çakışma vardır. Kısacası, jeopolitik kavramının çok daha farklı kullanılışı vardır, ama dört kelimeyle özetleyecek olursak; toprak-insanlar –iktidar-ulus arasındaki ilişkiler bütünüdür denilebilir. Bu bağlamda, 1514’de yapılan ve Türklerin Anadolu’nun doğu ve güneydoğu bölgelerinden çıkarılmaları sürecinin başlangıcı olan Çaldıran Savaşı bugün hala Türkiye’nin temel jeopolitiğini belirlemektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtler ve Türkler : Bugün dünyada 25 milyon civarında Kürt olduğu tahmin ediliyor; Türkiye’de 15 milyon, Irak’ta 5 milyon , Suriye’de 1 milyon, Azerbaycan’da 600 bin . Bu bölünme bir dizi sınır çiziminin sonucudur: en eski sınır 17. yüzyılda Osmanlı - İran arasında çizilmiş, daha sonra Birinci Dünya Savaşı ile diğer sınırlar çizilince Kürtler farklı ülkelerin sınırları içinde kalmış. Türkiye’de Kürtler aslen ülkenin doğu ve güneydoğusunda yaşıyorlar ama büyük sayıda Kürt kıyı kentleri ve de Almanya’ya göç etti. Hint-Avrupa dil grubundan bir dilleri var. ( Yves Lacoste, Agy, s: 229) Tarihte ilk kez Türk kelimesi İ.S 732 yılında yazdırılan Orhun yazıtlarında “Türk Kara Kamag Budun(=Türk Kara Kemik Budun)” olarak geçer. Orhun yazıtları bugünkü Moğolistan’dadır. “Türk” kelimesi Göktürk-Bizans ilişkileri sürecinde dünyaya yayılmıştır. Türklerin yaşadığı yer anlamında “Türkiye” sözcüğü ise, ilk kez Friedrich Barbarossa’nın (1122-1190) Haçlı seferinden sonra Batılı yazarların “Anatolia” yerine kullandıkları “Turchia” sözünün Türkçe söylenişidir. Bundan önce, Batılılar “Anatolia”, Müslümanlar “Rum diyarı” diyorlardı. Batılılar bu ülkeden, Türk egemenliği altına giren hiçbir ülkeye vermedikleri bir adla “ Turchia” (Türkiye) diye söz etmeye başlamışlardır. Yarım yüzyıl sonra Simon de Saint –Quentin bu isimlendirmeyi sistematik hale getirmiştir. Anadolu’da Türklerin yoğunluğu ne olursa olsun, bu Turchia’nın sınırları ne kadar belirsiz olura olsun, çağdaşlarının gözünde Anadolu’nun Türk niteliğinin ülkenin bütününe damgasını vurmuş olduğu kesindir. ( Claude Cahen: Osmanlılardan Önce Anadolu, s: 100). Nitekim, 1253’de Anadolu’dan geçerek Moğolların başkenti Karakurum’a giden İtalyan fransisken rahip Rubruck’lu William ( Guillaume de Rubrouck) Anadolu’dan “Turque” diye söz eder ve Türk oranını 10/1 olarak vermiştir. (C.Cahen, Agy,s: 109.) Bununla birlikte, Türk adı, Anadolu’daki Müslümanlar arasında esas olarak kentlerde yaşayanlar değil, göçebe Türkmenlere verilen isimdir. “ 13. yüzyıl ortalarında, Moğol döneminde, bölgeden geçen Rubruck, Türkmenlerin büyük çoğunluğu, devletin asıl kurulduğu bölgenin dışında, uçlardadır ve göçebe yaşam içindedirler” der. ( D. Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, s: 2004.) Buna karşın, “Kürt” adının nerede ve kimler tarafından kimleri tanımlamak için kullanıldığı tam olarak bilinmiyor, ancak birçok söylence ortalıkta dolaşıyor. “Kürdistan” sözcüğünü ise ilk kullanan kişinin Selçuklu Sultanı Sancar (1054-1124) olduğu, İran’da bir bölgeyi tanımlamak için kullandığı ileri sürülmüştür. O halde, o tarihlerde Kürt sözcüğü biliniyordu. Kuşkusuz, “Kürt” denilince, Kürtçe konuşan insanlar, toplumlar anlaşılmalıdır. Bu açıdan bakılınca ve Kürtçe’nin Hint-Avrupa dil grubundan olduğu gözönüne alındığında, Kürtlerin geçmişinin de diğer Hint-Avrupa toplumları kadar, belki Persler kadar, binlerce yıl tarihin derinlerinde olduğu düşünülebilinir. Bununla birlikte, “Kürt" adının ne zaman tarih sahnesine çıktığı, yani varlık kazandığı bilinmiyor İbrani asıllı Claude Cahen, “Osmanlılardan Önce Anadolu “ adlı kitabında Kürtlerden çok sık söz eder, ancak tanınmadıklarını vurgular; herhangi bir merkezi otoriteleri (devlet, beylik, vb) olduğundan söz etmez. “ Kürtler, Müslüman Türkler ve gayrimüslimler konusundan daha sonra da sözedeceğiz, ancak bu dönemde pek tanınmayan Kürtlerden de birkaç kelimeyle söz etmek gerekmektedir. Iran Dağları hariç Kürtler esas olarak Güneydoğu Anadolu'da, Mezopotamya sınırlarında yaşıyorlardı; belki de Türk istilası ile geleneksel yerleşim yerlerinden kısmen uzaklaştırılmışlardı. Kürtler, Selçuklu devletiyle, doğuya doğru genişlemesi sırasında birleşeceklerdir. Kısacası, Türklerin İran, Anadolu, Suriye, Mısır, Kafkasya’da askeri-siyasi etkinlikler bulunduğu; krallıkları, imparatorlukları yıkıp yerine yenilerini kurdukları bir devrede Kürtler vardır, ama siyasal, ekonomik, kültürel ve askeri bakımdan tanınmamaktadırlar. Oysa, günümüzde İran, Türkiye ve Irak’ta gündemi belirlemekte, bu ülkelerin gerek kendi aralarında, gerekse başka ülkelerle olan askeri, politik, ekonomik ve kültürel ilişkilerinde belirleyici rol oynamaktadırlar. Kürtçülüğün böyle keskin silahlı-siyasal bir hareket haline gelmesinde, birçok internet sitesinde ve “komplo teoricileri” olarak adlandırılan yazarların kitaplarında ileri sürülen “komplo teorilerinin” haklılık payı var mı ? Yani, 1900 başlarından itibaren Balkanlar’da Hıristiyan ulusların bağımsızlılarını ilan etmeleri ve 1912’de Osmanlı Ordusunu dağıtmalarının (Balkan Savaşı) bir sonucu olarak Hıristiyanların korkusundan Anadolu’ya kaçan 1 milyona yakın Müslüman kimliğindeki Yahudi’nin, canlarını dişlerine takarak yeni bir ülke, yeni bir toplum yaratıp bunun içinde sinmek için Türklüğü-Türkçülüğü kendilerine bayrak yapmaları ve onun arkasında Kenan Ülkesi hayallerini gerçekleştirmeye çalışmaları gibi, ( Soner Yalçın’ın Efendi-1 ve Efendi-2 kitapları ile Yalçın Küçük’ün bütün kitapları) son 30 yıldır, belki de 1967’den sonra, güçlendirilerek güncellenen Kürtçülük de o hayalin (planın) gerçekleştirilmesinin bir parçası mı? Sonuç olarak, iklimi, toprak büyüklüğü ve yüksek verimi , çok sayıdaki büyük nehirleri ve halen işlenmekte olan demir, kömür, bakır, vb madenleri ile potansiyel petrol rezervlerinden dolayı tüm Türkiye halkı için yaşamsal , hatta şahdamrı, olan bir bölgesini ( sadece Urfa-Ceylanpınar arasındaki ovada (Harran) üretilen tahıl tüm Türkiye'de üretilenin yarısından daha fazla) Kürdistan olarak adlandırarak Türkiye’den koparmaya çalışan Kürtçülük hareketini hazırlayan tarihsel koşulları anlamaya, bugünü anlamak için de düne, tarihe, bakacağız. Aslında tarihsel analiz ile jeopolitik birbirinden koparılamaz. Başak bir söylemle, tarihe başvurmadan jeopolitik analiz işleyemez. Türklerin Anadolu’ya Gelişi Bilindiği gibi, Türkler Anadolu’ya 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra boylar, oymaklar, kabileler halinde geldiler. Türklerin Anadolu’da ilk yerleştikleri yerler Anadolu’nun doğu ve güneydoğusudur. Söz konusu bölge Bizans’ın egemenliğindedir. Yaşanılan çağ, “Ortaçağ”dır. Ortaçağ toplumları tarım toplumlarıdır. Tarım toplumu karmaşık bir tabakalaşma ve büyük bir kültürel çeşitlilikle donatılmıştır. Bu nedenle, bunlar ulusal-siyasal sınırlar oluşturacak şekilde birleşmemişlerdi. Çünkü, Toplumlarda “Ulusal bilinç”in doğmasına daha yüzyıllar vardır. Yani, bugünkü gibi çok keskin hatlarla (eylem-boylam dereceleri) birbirinden ayrılmış ülkeler yoktur. İnsanlar birinden diğerine çok kolay girip çıkabilmekteydiler. Anadolu’ya Türk göçü 1500’lere kadar sürekli devam eder. O dönemin en önemli özelliği, toprağın bir üretim aracı haline gelmiş olmasıdır. Toprak bir üretim aracı haline dönüştüğü için, toprağa dayalı olarak ortaya çıkan devletler din-tarım imparatorlukları olarak bilinir. Sözün kısası, Türkler geldiğinde Anadolu’da, yüzyıllardan beri Yunan-Latin-Roma tarım-ticaret uygarlıklarında yaşamış halklar vardı. Bu halklar, kuşkusuz ki, bin yıllar öncesinden (İ.Ö. 5000 yılarından; barbarlık aşaması; Tunç Çağı) Anadolu’da kent uygarlıkları yaratan tarım, hayvancılık ve ticaretle geçimlerini sürdüren Sümer, Asur, Hitit, Babil, Frik, Likya, Lidya, Yunan, vb kent devletlerini kuran toplumların mirasçısıydılar. Doğal olarak, söz konusu coğrafyada çeşitli haklarla birlikte Kürtler de yaşıyorlardı kuşkusuz. Ancak, bölgenin 1071’den sonra hızla Türkleştiğini tarihi belgelerden anlıyoruz. İran Selçuklu egemeni Alparslan’ın Bizans ordusunu 1071’de Muş’un Malazgirt ovasında yenmesinden sonra, Bizans’ın ordu gücü kırıldığından, Anadolu’ya çoluk çocuklarıyla Türkmen akınları ve göçleri başlar. Türkmenler, Anadolu’ya düzenli büyük orduların peşine takılarak değil, her biri kendi oymak/ kabile/aşiret şefinin liderliğinde birkaç yüz/bin kişilik dağınık ve bağımsız oymaklar halinde gelmişlerdir. Bu göç dalgası 1496’da (II. Beyazıt dönemi) Osmanlı Devleti’nin İran sınırını kapatmasına kadar – yaklaşık 300 yıl- aralıksız ve aynı nitelikte devam etmiştir. Bununla birlikte, Anadolu’ya gelen Türklerin sayısı kesinlikle bilinemiyor, Rubruck’lu Wiiliam’ın 1253’de, yani ilk Türk oymaklarının Anadolu’ya gelmelerinden 80 yıl sonra, tahmini olarak verdiği 1/10 oranı genel kabul görmektedir. Tarım kültürünün olmadığı, temel ekonomisi ‘geçinmek için’ yapılan hayvan besiciliği olan Türklerin, büyük tarım ovaları olan, dolayısıyla da tarımsal üretimin ve ticaretin hayli geliştiği Anadolu’ya göçleri kuşkusuz bilinçli bir tercih olarak değerlendirilemez. Türklerin, Anadolu’ya göçmelerinin iki büyük nedeni vardı: Birinci neden, İran Selçuklu devletinin göçebe Türkmen’i kendi egemenliğindeki alanının dışına çıkarmak istemesi; “İran Selçuklu iktidarı göçebe Türk gücüne dayanarak devlet kurar, ancak kurulan devlet artık anarşi unsuru saydığı göçebe Türklerden kurtulma ve bir İran devleti olma yollarını arar.” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, 1 kitap, s:134.) Çünkü, doğası kan bağı örgütlülüğü olan göçebe toplumsal kuruluşu merkezi bir devlet yaratmaya en az elverişli bir türüdür. Bu nedenle Sultan, merkezi devleti daha sağlam temellere dayandırmak için, başlangıçta desteğine yaslandığı “aşiret tesanütünü “(aşiret eğilimi, kandaş bağlar) kırmak zorundadır. Çünkü, toplumsal ilişkilerin yürütülmesinde siyasetin egemen olmasıyla birlikte, siyaset ile kandaşlık geleneği ayrışmışlardır. Kandaşlık devlete muhalefet ederken, artık kan bağına ihtiyacı kalmayan devlet, kandaşlığı bastırma, yok etme yoluna gider. Selçuklu devletine belirgin etnik karakterlerini veren Türkmenler, her biri kendi irsi şeflerine ( beylerine) itaat eden aşiretler (boylar) içinde örgütlüdür. Selçuklu soyunun başı, bu şefler zümresi içinden, onların kabulüyle sivrilir. Kendisine şahsi olarak bağlı emir, prens ve atabeyleri (alt feodaller), bu alt feodallere de bağlı aşiret oymakları vardır. Selçuklu Sultanı bu alt feodalleri atlayıp onların aşiret kümlerinin içine doğrudan etki edemez; Sultanın egemenliği tam değildir, tam olarak egemen olabilmesi için diğer şefleri ardan çıkararak aşiretleri doğrudan kendisine bağlaması gerekir. Bunun için de, göçebe kabileleri toprağa bağlayarak vergilendirmek gerekir, böylece köylü artık ürününü doğrudan sultana bağlı ikta (vergi toplama hakkını ifade ediyor. İkta’nın daha sonraları Osmanlı’daki adı “dirlik” tir) sahibine ödediğinden aşiret reisinin aşiret üzerindeki otoritesi kırılır. Devreye doğrudan Saray’a bağlı ikta sahipleri girer. Kısacası, devletin temeli olan vergi tarımdan alınır. Bunun için de göçebelerin toprağa yerleştirilmesi-köylüleştirilmesi gerekir ve vergi bir alt feodal aracılığıyla değil, doğrudan Saray’ın atadığı kişi (ikta sahibi) tarafından toplanır. Selçuklu Devleti de böyle yapmıştır. Ancak, göçebenin toprağa yerleştirilmesi, köylüleştirilmesi, daha sonra Osmanlı uygulamasında da görüleceği gibi, göçebeyi isyan ettirir. Çünkü özgür bir hayat tarzına alışan göçebe toprağa yerleştirilince hem İkta sahibi, hem de Sultan tarafından olmak üzere iki kez sömürülür. Bu nedenle, göçebe Türkmen, Sultan’ın egemen olduğu toprakları terk ederek 1071’den sonra giriş engeli kalmayan Anadolu’ya kaçar. İkinci neden, İran Selçuklu Devleti’nin egemen olduğu yerler Roma-Bizans ve Persli sınıflı toplumların binlerce yıldan beri yaşadığı bölgelerdi. Boyunduruk altında yaşamanın kuralları yüzyıllarca süren alışkanlıkla kitlelerin içine işlemişti. Aynı zamanda, bu bölge ticaretin de çok geliştiği bir bölge idi. Selçuklu Devleti’nin gücünü ödedikleri vergilerle işte bu kitleler oluşturuyordu. Selçuklu Sultanları, başta Nizamülmülk, Tacilmülk olmak üzere, Sasani ve Abbasi, vb tarım imparatorluklarının yönetim deneyimi ve yöntemlerinin taşıyıcısı olan İran asıllı bürokratların yönlendirmesiyle, tarım –ticaretle uğraşan bu yerleşik sınıfların zarar görmesini önlemek amacıyla, sürekli hareket halindeki düzen tanımayan ve yerleşikleri fırsat buldukça yağmalayan Türkmen oymakları (kandaş birimleri) ayrı ayrı sahalara aktarmakta çözümü bulurlar; Türkmen boyaları ufak parçalar halinde, Hıristiyan topraklarına, Kafkasya’ya, Anadolu’ya, Irak ve Suriye’ye sürülmüşlerdir. Ayrıca, nüfusun artışı, Moğol boylarının Batı’ya doğru saldırıları, tarımsal alanlar genişletildiğinden otlakların daralması, kıtlık ve açlık, vb nedenlerle Türkmenler Anadolu’ya sel gibi akmışlardır. Kısacası, Anadolu, Türk’lerin yerleşmek için bilinçli olarak seçtikleri bir yer değildir, ancak bir yandan Malazgirt yenilgisi, diğer yandan Bizans toplumunda ekonomik dengesizliklerin neden olduğu bunalımlar, çatışmalar Bizans’ın ordu gücünü kırdığından, Türklerin diğer bölgelere göre Anadolu’ya göç ve yağmalama akınları daha kolay olmuştur. Malazgirt yenilgisi Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu’sunda Bizans’ın etkisini kırmıştı, ancak İç ve Batı kesimleri henüz Bizans’ın denetimindedir. Bu nedenle, Anadolu’ya çoluk çocuklarıyla ve oymaklar halinde gelen Türkmenler hiçbir otoritenin olmadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yerleşirler. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra, Anadolu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi, Doğu ve Güney Doğu bölgelerinde de Karakoyunlu, Akkoyunlu, Artukoğulları, Dülkadir Beyliği, Ramazanoğulları, Beyazıtoğulları, vb Türk beylikleri kurulması, bölgede toplu Türk kırımları yapılmasına dair padişah fermanlarının olması, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bir çok kentte, beldede Selçuklu ve ondan sonra kurulan diğer Türk beyliklerine ait eserlerinin varlığı söz konusu bölgede Türk nüfusun yoğun olduğunun açık kanıtlarıdır. Ayrıca, 1240’da gerçekleşen Baba İshak önderliğindeki Kızılbaş Türkmen ayaklanması, Adıyaman çevresinde başlamış, Malatya, Sivas, Tokat üzerinden Amasya’ya yönelmişti. Demek ki, Adıyaman ve çevresinde de (Maraş, Urfa, Diyarbakır, Antep, vb) Kızılbaş Türkmenler yoğun olarak yaşıyorlardı. Kısacası, Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu’su 1071-1513 arasında Türkleşmiştir; Türkmen kitleye dayanan devletler kurulmuştur. “İran’a egemen devletler ise, Bağdat-Diyarbakır –Erzurum çevresini, hatta Sivas’a kadar uzanan bölgeyi kendilerine ait sayarlar. İlhanlılar(Türk-Moğol), Timurlular gibi Akkoyunlu ve Safevi Devleti de bu iddiayı sürdürürler.”(D. Avcıoğlu, Türk...Tarh..I. kitap, s: 167.) Özet olarak, 1. İran Selçuklu Devleti’nin anarşi unsuru saydığı Türkmenlerden kurtulmak istemesi, 2. Doğu’dan gelen Moğol akınlarının baskısı, 3. Türk göçebe nüfusun artması, 4. Orta Asya ve İran’daki otlakların tarım arazilerine dönüştürülmesiyle göçebe yaşam alanlarının daralması ve sonuçta geçim sıkıntısının ortaya çıkması nedeniyle, Türk’ler, 1071’den sonra boylar/oymaklar halinde büyük göç dalgaları halinde Anadolu’ya gelirler ve herhangi bir otoritenin olmadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yerleşirler. Ayrıca, İran Selçuklu Devleti’nin bir uzantısı olarak Kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nin de, aynı gereksinimlerden dolayı göçebe Türkmen kitlelerini toprağa yerleştirmesi, bu devletin yıkılmasından sonra kurulan Türk beylikleri ve 1501 ‘de kurulan, ‘Ceyhun nehrinden Sivas’ın Suşehri ilçesine kadar uzanan sınırları’ olan ‘Safevi Devleti’ dönemlerinde Doğu ve Güney Doğu Anadolu Türkleşir. (Agy, 5. Kitap, s: 2245.) Buna ilave olarak, Osmanlı’nın Türkmen’e yabancılaşması, vergilerin ağırlaştırılması vb nedenlerle İç ve Batı Anadolu’dan da, Safevi egemenliğinde olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya Türk göçü vardır: “Görülüyor ki, XI.yüzyıl’dan Moğol döneminin sonlarına değin, Anadolu, İran ve Orta Asya’dan akan Türkmen göçleriyle beslenir. Aynı dönemde İç ve Batı Anadolu’dan da Doğu Anadolu’ya yönelen Türkmen göçü vardır. XIV. Yüzyılın ortalarında Orta ve Doğu Anadolu’da bir çok Türkmen beylikleri ortaya çıkar. Ve Türkmen dönemi başlar.”( D. Avcıoğlu, Agy, 5. Kitap, s: 2248.) Safevi Etkisi : Aslında, Safevilerden önce Anadolu’da II. Murat (1421-1451)zamanından itibaren Türk Türkmen kırımı vardır ama Safeviler’le birlikte daha da şiddetlenir. Bu kırımların örnekleri bu sitedeki makalelerde var. Konumuzla daha çok ilintili olan Kızılbaş Karamanlıların dağıtılmasıdır. Çünkü, onların bir kısmı Doğu Anadolu’ya sürülmüşlerdir. Kızılbaş Karamanoğulları, Fatih Mehmet zamanına (1451-1481) kadar bağımsız beyliktir, Fatih Mehmet zamanında Osmanlı ülkesine katılacak, Türkmenlerin büyük kısmı katledilecek, bir kısmı Toros Dağları’nda ormanlık alanlara kaçacaklar, yakalananların bir kısmı Doğu Anadolu’ya sürülecektir. (Ulusal Kurtuluş Savaşımızın komutanlarından Kazım Karabekir Paşa’nın ataları da bunların içindedir. Kazım Karabekir, anılarında Osmanlı yönetiminin atalarını Doğu Anadolu’yu şenlendirsinler diye gönderdiğini söylemiştir, Kazım Karaberkir’in Anıları, s ?). Bir kısmı da İstanbul ve Balkanlar’a göçürülmüşlerdir.(D. Avcıoğlu, Agy, 5. Kitap, s: 2248.) (İstanbul’daki Aksaray semti, Aksaray’dan göçürülenlerin yerleştirildikleri yerdir) Doğu Anadolu’da Fatih Mehmet’le birlikte uygulamaya konulan jeopolitik strateji “Türksüzleştirme” üzerindedir. Fatih Mehmet, 1473’de “Otluk Beli”nde Akkoyunlu Türkmenleri’ni yener ve Türkmen kırımını başlatır. “Fatih seferberliğe girişir, Her Hııristiyan köyünden iki kişi askere alınır. Bizans imparator ailesi Paleolog soyundan dönme Has Murat’ın komutasında Rum, Arnavut ve Sırp Hıristiyanlardan önemli bir birlik kurulur... Top ve tüfek Türkmeni birkaç saat içinde bozguna uğratır. Tutsaklar yok edilir. Orduyla birlikte götürülen 3 bin Türkmen’den her gün 400’ü öldürülür...Fatih bundan sonra Toroslar’da Türkmen avına girişir. Ordusuyla Konya’ya gelen Gedik Ahmet Paşa (Rum dönmesi), Meram bahçelerinde ana dillerini unutmuş Türkçe konuşan Rumlar arasında karargahını kurar. Türkmenlerin sığındığı Toros’un sarp kalelerini top ateşiyle teslim alır... Dönüşünden önce Karaman beylerini hile ile şölene çağırır, hepsini öldürür. Topladığı erkek kadın ve çocuk Türkmenleri Trakya, Sırbitan ve Bosna’ya sürer.” ( Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, I. Kitap, s: 185. ) Fatih’ten sonra yerine oğlu II. Beyazıt (1481-1512) geçer, Akkoyunlu Devleti’nin yerini de Safevi Devleti alır; mücadele aynı şekilde devam eder. Şah İsmail, (Hatayi), 1488’de Anadolu’ya haber salar, yandaşlarının Erzincan’da toplanmalarını ister, kendisi de oraya gelir. Şah İsmail’in çağrısı üzerine, Osmanlı egemenliğindeki (II. Beyazıt dönemi), birçok bölgeden Kızılbaş Türkmenler Erzincan’a gelirler. Prof. Faruk Sümer, “Anadolu Kızılbaşlarının Erzincan’da şeylerinin çevresinde toplanmalarıyla ‘baş ve gövdenin birleştiğini’, artık harekete geçilebileceğini söyler.” (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, 5. Kitap, s:2233.) İsmail, Tebriz’de Şahlık tahtına oturur, Oniki İmam adına hutbe okutur, para bastırır. Böylece Safevi Devleti resmen kurulmuş olur ( 1501); Şah İsmail’in kullandığı 12 hayvanlı Orta Asya Türk takviminin diliyle Tonguz yılında (1503). Anadolu’nun Türkmen beyleri de devletin baş görevlerine getirilir. Karakoyunlu ve Akkoyunlular’dan sonra Safevi Devleti, bölgede kurulan üçüncü Türkmen devleti olur. Devletin askeri gücü, Anadolu’dan akan Türkmen savaşçılarıyla sürekli beslenmeye dayanır. Dikkat edilirse, Osmanlı-İran sınırı 1488’de bile Erzincan’dır. Yani, İran-Erzincan arasında Kürtçe değil, Türkçe egemendir. Görüldüğü gibi, Safevi Devleti’ni kuranlar da, tıpkı Karahanlılar, İran ve Anadolu Selçukluları, Osmanlılar ve diğer Anadolu Türk beyliklerinde olduğu gibi, yine Türkmenlerdir. Tüm bu devletler, Türkmenlerin kanı pahasına kurulur, ancak Safevi Devleti hariç, tümü kurucu Türk unsuruna düşman kesilirler. “Türk-İslam devletlerinin ön plandaki düşmanlarından biri, devletlerin kurucusu göçebe Türkler olur”( Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, 1 Kitap, s: 121.) Safevi Devleti’nde durum farklıdır; bütün yönetici mevkilere Türkler getirilir, İranlı katipler, önemsiz mali görevlerle yetinme durumunda bırakılırlar. (Oysa, İran ve Anadolu Selçuklu Devletleri’nde bürokrasi onların elindeydi). Devletin resmi dili Türkçe olur. Safevi Devleti, On altı Türk devleti arasında yer alan Gazne ve Hindistan Babür İmparatorluğu’ndan, hatta İran ve Anadolu Selçuklu devletleri ile Osmanlı Devleti’nden daha çok Türk devletidir. İlk devletlerde, Türk kökenli yönetici asker tabaka kısa sürede yerlilerce özümsenir. İran Selçuklu Devleti’nde ise, Farsça dili, İranlı katip sınıfının devlette oynadığı ön planda rol ve göçebe Türk öğenin uçlara sürülmesi nedeniyle, Türk öğeden çok İranlı öğenin ağır bastığı bir yapıya sahiptir. Osmanlı ise, kelimenin tam anlamıyla ‘Türk düşmanı’, devşirmelerin devletidir ( Bu konuda Prof, Dr. Mustafa Akdağ’ın, Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası adlı eseri iyi bir kaynaktır). Buna karşın, Safevi Devleti’nde, Anadolu’dan sürekli göçler nedeniyle, sınırları Erzincan’dan başlayan İran’da Türk öğe en büyük yoğunluğa ulaşır. Yani, Doğu Anadolu’nun neredeyse tümü İran toprağıdır. Üstelik bu kez Türk öğe yönetici durumundadır. Türkçe egemen dil olur. “İran ve hatta Anadolu Selçuklu divanında Türkçe herhangi bir belgeye rastlanmaz. Osmanlı müttefiki Orta Asya Özbek hanlarından İstanbul’a yollanmış Türkçe mektup yoktur…Akkoyunlu prenseslerinin bir kaç Türkçe mektubu bulunur. Karakoyunlular’da Türkçe belgeye rastlanmaz. Safeviler’de ise, Türkçe, resmi yazışmalarda daha çok kullanılır. Safevi Sarayı’nın Isfahan’a taşındığı zamanda bile, resmi dil Türkçe’dir. Saray’da Çukurova Türkmenlerinin varsağıları dinlenir. Fuzli ve Nevai gibi büyük Türk şairlerinin divanlar okunur. Sultanlar ve beyler, Türkçe şiir yazarlar.”( Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, 5 Kitap, s: 2247.) Kızılbaş Türkler aracılığıyla Anadolu ve İran halk kültürü kaynaşır. Köroğlu destanı, İran Türkleri’nin de destanı olur. Ve onlar aracılığıyla Hazar ötesi Türkmenlerince de tanınır ve sevilir. Dede Korkut destanları benzer biçimde yayılır. Bu gözlemleri yapan Prof. Dr. Faruk Sümer, şu sonuca varır: ” Safevi Devleti, gerek dayandığı zümre, gerek devlet teşkilatı ve kültür bakımlarından kendisinden önce aynı ülkedeki Türk devletlerinden farksızdır ve hatta belki onların bazılarından daha fazla Türklük nitelikleri taşır.” (Prof. Dr. Çetin Yetkin: İktidara karşı Türk Direniş ve Devrimleri, I. Kitap, s :261-263.) Safeviler öncesinde de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ortodoks İslam’dan ( Hanefi, Şafii) uzak yönetimler vardır; bölgeye egemen olan Karakoyunlular ve Akkoyunlular da şeriatçı İslam’ın uzağınadırlar, yani bölge çok uzun süreden beri Türkmenlerin, dolayısıyla Türkçe’nin, egemenliğindedir. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Kuran’ı Türkçe’ye çevirtir “. (Doğan Avcıoğlu, Türkleirn tarihi, 5 Kitap, s: 2234.). Akkoyunlular’dan egemenliği alan Safevi Hanedanlığı Türkçe’nin sınırlarını genişletir. “...Safevi soyu, Akkoyunlu devleti’ne son verir. Doğu Anadolu’yu ve Horasan’ı dahil tüm İran’ı kapsayan bir “Kızılbaş” Türkmen devleti kurulur.” (Agy, s: 222.) Kızılbaş-Türkmen devleti olan Safevi Devleti, bilinçli olarak Doğu Anadolu’yu Türkleştirmeye çalışır. Örneğin Şah İsmail, Diyarbakır’ı ele geçirince, Ustalcu Türkmenlerine verir. Bu Türkmenlerin beyi, “...Akkoyunlular’da benzer biçimde, bölgedeki küçük beyliklerin başından Kürt beylerini uzaklaştırıp Türkmen beylerini getirme politikası izler.”( Agy, 5. Kitap, s: 2248.) Fakat, 1501’de Kızılbaş Safevi Devleti’nin kurulmasıyla, Sünni Osmanlı; genelde Anadolu’nun tümünde, özelde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türkmen kırımı, sürgünü yapar. 1513’e kadar Safevi etkisini sınırları kapatarak, ya da Kıbrıs, Mora gibi adlara sürerek (Agy, s:2248.) Anadolu Kızılbaş Türkmenlerin Safeviler ile bağlantısını koparmaya çalışır, fakat başaramaz. Bu kez toplu Türkmen kırımlarını başlatır. Yalnız Çaldıran Savaşı öncesinde öldürülen Türk’lerin sayısının en az 40.000 (kırık bin) olduğu Osmanlı kayıtlarında yazılıdır. II. Beyazıt’ın oğlu ( Fatih’in torunu) Yavuz Selim (1512-1520), “Çaldıran seferinde yanında bulunan Kürt bilginlerinden İdris-i Bitlisi’yi Urmiye Gölü’nden Malatya’ya ve Diyarbakır’a Kadar uzanan bölgeyi Şah İsmail’e karşı ayaklandırıp Osmanlı’ya bağlamak Amacıyla görevlendirir. İdris, Kudretli beyleri elde eder, Safevi yanlısı Kürt Beylerini de zorla Osmanlıya bağlar. Şah İsmail’in elindeki Diyarbakır’da halk Ayaklandırılır, kentteki Kızılbaşlar öldürülür ya da kentten kovulur ve Diyarbakır Osmanlı’ya bağlanır. Şah’ın adamı Ustaclu Türkmen beylerinden Karahan kenti yeniden kuşatır. Kürt beyleri aşiretleriyle gelerek kenti kurtarır. Yine İdris-i Bitlisi’nin öncülüğü ile Mardin alınır, tellallarla şeriatın yeniden egemen olduğu İlan edilir ve ne kadar Kızılbaş külahı varsa toplatılarak lağım çukuruna atılır. Türkmen beyi Karahan’a karşı Kürt aşiret askeri ve 2 bin tüfekli Yeniçerinin birlikte verdiği savaş, Karahan kurşunla vurulunca kolayca kazanılır.” (Agy, 5. Kitap, s: 2248.) Yavuz Selim’in oğlu Kanuni Süleyman’ın (1520-1566) Diyarbakır Beylerbeyi’ne yolladığı şu emre bir kez daha göz atmak, bu konuda yeterli bilgiyi verir sanırım. “Kızılbaş lekesi olanları hapisle yetinmemeli, bu gibiler uygun önlemler ile elde edilerek habis vücutları ortadan kaldırılmalıdır. Kızılbaşlığa eğilim gösterenlere gecikmeden fırsat ve olanak vermeyesin.” (Doğan Avcıoğlu, Agy, 1. kitap s: 198.) Bölge, yukarıda örneklerini verdiğimiz Osmanlı uygulamalarıyla, bir yandan Türksüzleştirilirken, diğer yandan, Safevi Devleti’ne karşı bir kalkan olması amacıyla, Kürtleştirilir. Türk olmayan egemen sınıf ve onun toplumsal dayanağını oluşturan Sünniler İran-Arap-İbrani asimilasyonuna uğrarken, baskı ve zulüm altında tuttukları Türkler (Kızılbaşlar; İslam öncesi Kara Budun)’in bir kısmı Kürtleşir. Sonuçta Doğu Anadolu ‘da Kürt dili egemen olur. “Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman gibi kudretli Osmanlı padişahlarının Kızılbaşlık gerekçesiyle Türkmen’e karşı terör politikası izlemeleri ve feodal Kürt beylerini Sünni diye desteklemeleri, etnik yapıda Türkmen aleyhindeki gelişmeyi pekiştirir. Kürt feodal beyliklerindeki birçok Türkmen öğe, Türkçe’yi unutarak özümlenir. ...Osmanlı, Kürdistan adını verdiği bölgede devletin temel dayanağı olan tımar sistemini uygulamaz. Devletin yönetimini bölgede, yönetimin babadan oğla geçtiği Kürt beylerine bırakır. Bölgede bulunan Türkmenlerin önemli bir bölümü dillerini unutur ve Kürt kabillerine karışır.” (D. Avcıoğlu Agy, s: 2248) .) Özcesi, Türkler Osmanlı terörü karşısında Kürtleşir. Özet: Çaldıran yenilgisinden sonra gerek İran’da gerekse Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da Kızılbaş Türk potansiyeli yok edildiğinden Türkçe hakimiyetini kaybeder. Bu durumu “sağcı” olarak nitelenen Prof. Faruk Sümer şöyle açıklar: “ Şurası kesindir ki, Doğu Anadolu, Safevi yönetiminde kalsaydı, bir süre sonra burada Türkçe’den başka hiçbir dil konuşulmayacaktı. Osmanlı yönetimi, bu bölgedeki göçebe Türk öğesini dahi yerinde tutamadı. Onların bir kısmı İran’a, bir kısmı da Orta Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar”( Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi. 5 kitap ,sayfa: 1991-2251.) Bazı Örnekler: Görüldüğü gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Türklerin büyük kısmı katledilir veya sürgün edilir, geriye kalanlar ise Kürtleşir. Osmanlı’nın şiddetinden kaçarak Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere sığınan Türkmenler, Kürtleşirler. Bu duruma ülkemizin değişik yerlerinde çok sayıda örnek vardır. Burada, Sivas’ın Divriği, Malatya’nın Arguvan, Arapkir ve Hekimhan, Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerindeki bazı köyler ile Diyarbakır, Batman, Siirt çevresindeki bazı topluluklar örnek olarak verilecektir. Divriği’den Arapkir’e giden yol toprak ve 90 Km’dir. Kızılbaş Türkmen köylerinin içinden, ya da yakınından geçer. Arkbaşı köyünde-35.Km-ikiye ayrılır; Doğu’ya yönelen Arapkir’e, Güney’e devam eden ise, “Atma”ya gider. Atma, bir grup (10-15) köyün ve mezranın adıdır. Divriği-Atma arasında 30 kadar Kızılbaş-Türkmen köyü vardır, bu hatta en son Kızılbaş-Türkmen köyü Çakmakdüzü ( Palha) köyüdür. Çakmakdüzü’nden sonra ‘Atma’ köyleri (Atma, Şotik, Bırık, vd) gelir. Bu köyler “Kızılbaş Kürt” köyleridir ve Malatya’nın Arapkir ilçesine bağlıdırlar. Cemal Şener’in, Alman Feldmareşal Moltke’den aktardırğına göre, Atma köylülerinin kökü Maraş’ın Pazarcık ilçesinde yerleşmiş olan “ Atmalı” adındaki Türkmen aşiretidir. Moltke, Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerine doğru Anadolu’nun birçok yerlerini gezer ve gözlemlerini “ Türkiye Mektupları” adlı kitapta toplar. “Pazarcık ovasını geçtik. Bu ovada üç Türkmen kabilesi : Atmalı, Kılıçlı, Sinemilli’ler konaklamıştı. Bu üç kabile halkı 2000 çadırda oturuyordu. Reşit Paşa, en nüfuzlu Kürt beylerinin akıllarını başlarına getirdikten sonra bu Türkmenler de hükümete karşı olan sevgi ve bağlılıklarını ilan etmişlerdi ve 400 kese akçelik ( 20.000 florin) bir salyan ( yani vergi) ödüyorlardı.” ( Cemal Şener: Alevilerin Etnik Kimliği (yazı dizisi), Cumhuriyet Gazetesi: 20.12.2002.) Türk araştırıcıların gözlemleri de bu yöndedir. Bunlardan birkaç örnek vermek gerekirse; “... kendilerinin de, komşularının da kabul ettiği gibi Pazarcık Kurmançları Türkmen asıllı olup, içlerinde Çiğil Türkleri de vardır. Burada iki uruk ( boy- aşiret) vardır. Bu iki boy “Atmalı” ve “Sinemilli” boyudur”.( Mehmet Eröz’den aktran Cemal Şener: Agy) Ancak, zaman içinde bunlar Kürtleştiği, en azından dil yönünden farklılaştıkları görülür. “ Kılıçlılar kah Yörükan taifesinden, kah Türkman Ekradı (Türkmen Kürtleri) taifesinden” sayılmaktadır. (Cevdet Türkay’dan akataran aktran Cemal Şener: Agy ) Atma ve Çakmakdüzü köylerinin dağlarından doğan kaynak suları büyük bir dere (Uludere) meydana getirirler, Erzincan’ın Ilıç ilçesinde Fırat Nehri’ne karışır. Palha, Pütge, Birestik, Kahtık, Sevir, Ağcadam, Başmahtar, Haçke köylüleri bu dereye “Uludere“ derler. Uludere’nin doğusunda, dereden yaklaşık 100-150 metre uzaklıkta aynı hat üzerinde, Sarıçiçek” olarak bilinen bölgede, Şafii Kürt köyleri ( Göndürüm, Karameşe, Selimoğlu, Morşunga, Gamhu, Göçeruşağı ) sıralanmıştır. Bu köylerin Yavuz Selim’in Türkmene karşı bir denge oluşturmak için Doğu Anadolu’dan ( Bingöl, Bitlis) getirtip buralara yerleştirildiği söylenmektedir, ancak bu konuda güvenilir yazılı bir kaynağım yok. Bir de, Atma’ya komşu “Saz” olarak adlandırılan bir grup (15-20 civarında ) Kızılbaş-Kürt köyü/mezrası daha vardır. Onlar da Malatya’nın Hekimhan ilçesine bağlıdırlar. Bu dört grup köy de, Türkiye’nin en dağlık, en verimsiz ve en ulaşılmaz yerlerinde kurulmuşlardır. Atma ve Saz köyleri meşe ormanlarının içindedirler. Burada Ömer Lütfü Barkan’ın şu sözlerini anımsamakta yarar var: “Eğer, Anadolu’da bir köy, çevrede akarsu varken ondan uzakta, düzlük yer bulunurken ulaşılması güç bir yerde, kısacası neden burada kurulmuş diye şaşılacak bir biçimde kurulmuşsa, o köy, çok büyük bir olasılıkla, bir Alevi Türk köyüdür.”( Cemal Şener: Alevilerin Etnik Kimliği (yazı dizisi), Cumhuriyet Gazetesi: 20.12.2002.) Bir zamanlar tek geçim kaynakları meşe korularından elde ettikleri “odun kömürü”nü Malatya veya Arapkir’de satarak elde ettikleri 3-5 kuruş idi. Sazlılar çok daha perişan idiler, Kızılbaş Türkmen köylerinde –özellikle harman zamanında başlayarak kar yağana kadar- toplarlardı. O köylerde dilenci denmez, “topleyici” denirdi. Her köydeki her Kızılbaş onlara elden geldiği kadar tahıl verirdi. (fakat bazıları çok ekabir davranır: yağ ( tabi ki tereyağı) da isterdi). Divriği’nin Kızılbaş Türkmen köylerinde Atmalılar pek sevilmezdi, ama Sazlıların –diğer topleyicilere göre- bir üstünlükleri vardı. Hem ‘Atma’ köyleri, hem de ‘Saz’lılar hem Türkçe, hem de Kürtçe konuşurlar. Kürtçe konuşan Atma köyleri ile Divriği’nin Kızılbaş Türkmen köylerinin kültürel benzerlikleri çoktur. Örneğin, onlarda da kaç-göç olayı yoktur, tıpkı Türkmen Aleviler gibi kadın-erkek hayatın bütün alanlarında birliktedirler. Ölünün arksından onlar da yemek verirler (kazma tıkıltısı). Onlar da düğünlerde cirit (at yarışları) yaparlar. Erkekleri ve kadınları Türkçe konuşan Türkmenler gibi giyerler. Onların da kutsal dağları, pınarları, ağaçları vardır. Onlar da “Cem” yaparlar. “Dede”ler Türkmen köylerindendir. Divriği’nin bütün Kızılbaş-Alevi Türkmen köylüleri ile kız alıp verme, kirve olma, iç güveysi girme gibi akrabalıkları vardır. Düğünlerine ve ölülerini toprağa verme törenlerine mutlaka en yakın Kızılbaş Türkmen köylerini davet ederler. Adı geçen bu köylerde genç ölümlerinde, sesi güzel Kürt Kızılbaş kadınları rica-minnet getirilerek, cenaze başında bağıra bağıra ve sonunda ‘lorey lorey” nakaratı olan Türkçe ve Kürtçe ağıtlar söyleyerek ağlamaları sağlanır; böylece, cenazede bulunan herkes ağlar. Komşuları olan Sünni (Şafii) Kürt köyleri ile ilişkileri, Alevi Türkmen köylülerin, o köylülerle kurdukları ilişkilerden daha fazla değildir. Bunları anlatmamızın nedeni, geçmişte olanla bugün kurulan teorilerin, özellikle “ ‘Yavuz Kürt’ü” teorisinin çakıştığını göstermek içindir. Hem Atmalılar, hem de Sazlılar PKK Türkiye gündemine oturana kadar (1990’lıların başları) kendilerini “Alevi” olarak tanımlarlardı, PKK’dan sonra durum değişmiştir: Bu kez “Kürt” olduklarını söylüyorlar. Hatta, PKK saflarında güvenlik güçleriyle çarpıştıkları, yaralananlar ve ölenler olduğu da söylenmektedir. Kızılbaş-Türkmen köylerinden her bakımdan uzaklaşmışlardır. Buna karşın, hem komşu Şafii Kürtlerle, hem de yaz aylarında Malatya’dan Divriği’nin “Ergisu Yaylası”na büyük koyun sürüleri getirip 3-4 ay konaklayan “Dırıcan ( Dirican?)” ve “Mermükan” gibi Şafii Kürt aşiretleriyle daha dostane ilişkileri vardır. Eski adı “Dersim” olan Tunceli bölgesi’nde de kendilerini Kürt olarak tanımlayan, Kürtçe konuşan Aleviler yaşarlar. “Bununla birlikte, daha özgül Alevi dinsel adetleri, Dersimlileri, Alevi Türklere yakınlaştırır. Gülbank ya da nefeslerinin çoğu Türkçe’dir ve 1920’den önce de kesinlikle öyleydi. Dersim Alevilerini Türklere yakınlaştıran bir diğer adet, merkezi Hacı Bektaş tekkesi olan ilişkilerdir.” ( Bruinessen’den aktaran Cemal Şener: Ag y) Sivas’ın Zara ve İmranlı ilçeleri ve çevrelerinde de “Zaza” denilen ve Zazaca konuşan Aleviler yaşarlar. Zaza Alevilere gelince, bunlarda mezhep ve ibadet dili Türkçe’dir. Ayinlere iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyetledir ki, Alevi Zazalık asırlardan beri ihmal edildiği halde, Türklük’ten pek de uzaklaşmamış. Dersim Alevileri arasında cevap istememek şartı ile Türkçe meram anlatmak mümkündür.” (Jandarma Genel omutanlığı raporundan aktaran Cemal Şener: Alevilerin Etnik Kimliği (yazı dizisi), Cumhuriyet Gazetesi: 20.12.2002. ) “Bazı yörelerde de özelikle Kars’ın Selim ve Ardahan ilçelerinde Zazalar, Türkmen adıyla anılmaktadır.” ( P.A. Andrews’ten aktaran Cemal Şener: Agy.) Türkmen’in Kürtleşmesi olgusunu İç Anadolu’da da görürüz. “Kayseri’de Kurmançça konuşan Alevi cemaatlerin oturuyor olması, konumuz bakımından üzerinde durulmaya değer bir hadisedir. Bunlara ‘Badıllı’ denir. Badıllı, Oğuz boylarından Beydili’nin bozulmuş şeklidir.”.2 Oysa, Sarız, Kalmuk Türkleri’nin yerleşme yerlerinden biridir. Bugün, Balkanlar’daki Arnavut, Bulgar, Boşnak Alevi-Bektaşiler sayılmazsa, hemen bütün Anadolu ve Trakya’daki Aleviler Türkmen kökenlidirler; Türkçe konuşurlar. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Aleviler ise, Türkçe’nin yanında Zazaca ve Kürtçe de konuşurlar. Bu yörelerdeki Alevilerden 60 yaş ve üstündeki kesim kendisini Kürt ya da Zaza diye ifade etmiyor. Kendisini Türk olarak ifade ediyor. Kürtçe ya da Zazaca’yı sonradan öğrendiğini belirtiyor. Alevi anne babadan doğup kendini Kürt ya da Zaza olarak ifade eden kesim ise genç kesimdir. Onların Kürtlüğü ya da Zazalığı siyasi Kürtlük ya da Zazalık olarak kabul edilebilir. Maraş, Elbistan, Pazarcık ve çevresindeki Aleviler ise, Türkçe’nin yanı sıra Kurmanca konuşurlar. Ama bunlar da dinsel törenlerde Türkçe ayin yaparlar. Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Adıyaman’ın bazı ilçelerindeki Aleviler Kürtçe konuşur. Ama bunlarda Kürtçe’yi sonrada öğrenen Türkmen boylarıdır.” (Cemal Şener : Agy.) Alevi-Bektaşi kültürünü araştırmalarıyla tanınan Rus araştırmacı İrene Melikof’un bulguları ise şöyledir: “Araştırmalarım beni Kurmanca denen ve Kürtler olarak tanınan insanlar arasında kalmaya götürdü. Töreleri Orta Asya‘ya kadar uzanan Türk töreleri idi. Türkler’in oniki hayvanlı takvimlerine eski yeni yılın bayramları olan Hızır bayramlarının kutlanması vb sorduğumda, kaynaklarımdan biri bana ‘soy olarak biz Kürt değiliz, fakat inançlarımız dolayısıyla eza gördük, dağlara sığındık, Kürtlerle karıştık ve Kürtler olarak adlandırıldık‘ dedi. Bunu söyleyen birçok ayaklanmada etkinliği bulunan tanınmış Kürt aşireti Koçkiri’lerdendi. Ömer Lütfü Barkan, Koçkiri adının, dil yönünden Türkçe olduğunu ve Akkoyunlu, Karakoyunlu adlandırmalarıyla karşılaştırılabileceğini işaret etti. Bunlar, sahip olunan sürülere( koyun sürüleri) göre verilmiş, Türk aşiret adlarıdır. Sonuç olarak, bu boylara verilen “Kürt” adı, Alevi Kürtler’de bulunmakla birlikte, onların tümünün Kürt kökenli olması gerektiğini göstermez. Kürtlerin çoğu Şafii mezhepten gerçek Sünnilerdir. Alevilere takılan “ Kürt” lakabı ancak sosyal bir değer taşır; belli bir yaşam biçimini gösterir, resmi Sünniliğe uymayan, aşiret adetleri hala canlı olan ve kendi içlerine kapanmış olarak yaşayan cemaatleri ifade eder.”( İrene Melikoff’tan aktaran , aktaran Cemal Şener: Agy.) Burada bir parantez açarak Güneydoğu, özellikle Diyarbakır, Batman, Siirt yörelerindeki Kürtler hakkında bazı ayrıntılara dikkat çekmek istiyorum. Bu alanın özellikle dağlık yelerinde hayvancılıkla uğraşan ve büyük kısmı –tıpkı Toros Dağları’ndaki Türkmenler gibi- hala çadırlarda yaşayan Kürtlerin erkekleri başlarına “poşu” denilen büyük, kalın ve çeşitli renklerde bir bez sarıyorlar, bazıları şapka giyiyor. Kadınları yaz kış naylon ayakkabı ve çok ince ve renkli bezlerden dikilmiş entari giyiyorlar. Kadınların saçları önden görünecek şeklide ve tıpkı Kızılbaş kadınları gibi ortadan ikiye ayrılmış olarak bir başörtüsü ile örtüyorlar. Genelde bakımsız, makyajsız ve çok fakir görünümleri var. Genel olarak, 30 yaşın üstü Türkçe bilmiyor. Düğünlere kadın erkek birlikte davul zurna eşliğinde halay çekiyorlar, Kürtçe türküler söylüyorlar. Çocuklarına Rojin, Rojda, Jiyan, Gevre, Guli, vb Kürt adları veriyorlar. Bunlara “ Koçer (göçer” veya “Yörük” deniliyor. Kendilerini Kürt olarak tanıtıyorlar. Kürt ayrılıkçı hareketinin (PKK) kentlerdeki mitinglerinde halk yığınlarını bunlar oluşturuyor. Bölgede kendilerini Arap ya da Kürt olarak tanımlayan ve eskiden beri kentlerin ekonomisine egemen olan halk bu Kürtlere kaba, cahil, kanun tanımaz, her kötülüğü yapabilecek karakterde insanlar olarak görüyor. Hatta, İl veya ilçelerde ticaret veya başka uğraşları olan Kürtler de Koçerlerden kendilerini ayırmaya özen gösteriyorlar; onlar Koçerler gibi poşu bağlamıyorlar ve ‘ben de Kürt’üm ama , Koçer değilim’ diyorlar. Dağ Türkleri ? Kenanizm (12Eylül 1980), Kürtlerin aslında "Dağ Türkleri" olduğunu ilan etmişti. 1980'lerde Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırılıp dağıtılan bir "Beyaz Kitap"ta (niye beyaz (AK), Yahudi Lİbni Kabilesi’ne bir gönderme olabilir mi?) sonradan alay konusu olan bu iddia şöyle açıklanıyor: "Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, ‘kırt-kürt' diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında." [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] Türk tarih yazıcılığı Türk görünen Yahudilerin denetiminde ve Y. Küçük’e göre 12 Eylül 1980 askeri darbesi İsrail’e yöneliş darbesi ise, bu “uydurma”yı hangi planın parçası için imal ettiler ? Ya da , hangi gerçek olguyu böyle dandini bir tez haline getirdiler ? Türkiye’nin ‘egemen sınıf’ı olan Yahudiler acaba gerçeği mi söylüyorlar; Kürtlerin bile aşağıladığı ve hatta yabancı olarak gördüğü Kürtçe konuşan bu halk gerçekten modifiye olmuş Türkler mi? Aycıca, Kürtçe konuştukları halde, PKK’ya karşı silahlı karşı koyan ve ‘Korucu’ olarak adlandırılan aşiretler sadece devletin ödediği maaş için mi, yani paralı askerlik için mi, çalışıyorlar. Yoksa, derinlerde, ta Savefi döneminden, kalan etnik bir çatışmanın gün yüzüne çıkması mı? Genel olarak dağlık bölgelerde hayvancılık yaparak yarı göçebe-yarı yerleşik yaşam süren Kürtlere neden bir küçük görme, biraz suçlama sıfatı olan “Koçer” ya da “Yörük” diyorlar ve Şehirli Arap, Türk ve de Kürt, bu insanları hırsızlık, ensest, fuhuş, hatta pezevenklikle ve bu olumsuzlukların tümünü birden kapsayan “ onlar her şeyi yapar” sözleriyle tanımlıyorlar? Koçer Kürtler aslında çok kaba ve cahiller, bu doğru, ancak en küçük bir ilgi karşında ne yapacaklarını şaşırıyorlar, minnet duyuyorlar. İl ve ilçelerde yerleşik Kürtler genelde açık tenli , renkli gözlüler; sarı, kumral ve kızıl saçlılar çoğunlukta gibi. Koçerler ise, aralarında sarışın ve kızıl saçlılar da olmakla birlikte, genelde esmerler. Koçerlerin, kızları kadınlarının tümü başörtüsü takıyorlar ancak tümü de saçları görünecek şekilde bağlıyorlar; bazıları bağlamıyor bir fular şeklindeki ince eşarbı başından iki tarafa sallandırıyor. O kadar dikkat etmeme karşın, özel bir renk seçtiklerini görmedim. Ancak, kentte yaşayan ve tesettüre girmiş Kürt kızları, biraz da küçümseyerek, “ onlar başörtülerini bizim gibi bağlamıyorlar, saçları gözüküyor; bir de en çok mor rengi seçiyorlar” demişlerdi. Araştırılması gereken bir konudur. Yazın il ya da ilçe merkezlerine bazı Koçer kadınları-kızları sırtlarında sarılı çantalar içinde peynir, yoğurt, vb kendi ürettiklerini getirip dükkanlara bırakıyorlar( çocukluğumu hatırlıyorum:yayladan köye gelişimi, boyunlarına sarılasım geliyor ancak çekiniyorum, konuşmuyorum; çaktırmadan göz ucuyla bakıyorum onlara) . Bu çantalar yün ve kıldan elde dokunmuş, üzerlerinde hiçbir figür (nakış) yok. Torbaların hem dokuması hem de sırta bağlanış şekli Divriği’nin Kızılbaş Türkmen köylerinde elde dokunan, “çul” denilen ve yayladan köye veya köyden tarlalara besin (yemek, ayran, süt, vb ) taşımak amacıyla kullanılan çantaların aynısıdır. Özümseme: Asimilasyon Gerek kendi gözlemlerim, gerekse yukarıda örneklerini verdiğim alan çalışmalarının sonuçları Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere kaçan, ya da o bölgelerle yakın olan yerlerde yaşayan bir kısım Kızılbaş Türkmen boylarının zaman içinde Kürtleştiklerini göstermektedir. Kürtler, hiçbir yaptırım gücüne ( okul, kışla eğitimi, din eğitimi, vb) sahip olmamalarına karşın, asimle (özümseme) özelliği yüksek bir ırktır; Yakın tarihimizde yaşanan bir olay bu duruma ilginç bir örmek oluşturmaktadır. ” “Birinci dünya savaşı yıllarında, yani 1915’li yıllarda “ tehcir = Ermeni göçü” sırasında bir ermeni aile kaçmış, Cudi dağına sığınmış. 25 yıl hiç kimseye görünmeden Cudi dağında saklanmışlar. 1940’lı yıllarda ovaya, Cizre’ye getirilmişler. Ancak, Ermenice’yi unutmuşlar, çocuklar Kürtçe konuşuyormuş, aile dualarını Kürtçe yapıyormuş. Patrikhaneyi hiç duymamışlar. Hatta Türkiye topraklarında başka Ermeni var mı, onu da bilmiyorlardı. Kürtçe konuşuyorlar, ama Kürt’lerden de farklı olduklarını biliyorlardı. Bütün çocukların isimlerini kutsal kitaplardan ya da Kürt adlarından seçmişlerdi. İstanbul’a geldiklerinde ise, “Aşiret çocukları aralarında Kürtçe konuşuyordu”. Kürtçe konuşan, Ermeni kimliğini yeni öğrenen” bir topluluk. “(Rıdvan Akar: Cudi’li Rakel’in Masalı, Aktüel (30.12. 1999)’dan aktaran Cemal Şener : Agy.) Aynı olguyu Orta ve Doğu Avrupa’da Slav dilinde görüyoruz. Slav, köle anlamındaki slave’den türemiştir. Tarihte hiçbir dönem “Slav” adında bir devlet veya ulus olmamıştır ama bugün Orta ve Doğu Avrupa’da çok farklı etnik gruplardan gelen ulusların tümü “Slav” genel adı ile tanımlanıyorlar, çünkü onlar “Slavca” konuşuyorlar. Yani, dilini yaymak için herhangi bir zordan yoksun bir halk, Slavlar, büyük bir coğrafyadaki farklı etnik kökten gelen halkları asimle edebilmiştir. Ermenilerin kendilerini “Kürt” olarak tanımlamaları, başka bir söylemle asimle olmaları (özümsenmeleri) İnsanlık tarihinde an sayılacak bir zaman diliminde, 25 yılda, gerçekleşiyorsa, 1513’ten, ( Çaldıran Savaşı), hatta daha da gerilerden, 1473 Otluk Beli Savaşı’ndan 1923’e kadar yaklaşık 450 yıl süren Osmanlı’nın Türk düşmanlığı politikasının bir sonucu olarak Kürt bölgelerine sığınan Türkmenlerin Kürtleşmesi çok doğal bir durumdur. Burada Osmanlı Devleti’nin “savunma refleksi” ya da başka bir gerekçesini değil, hangi nedenle olursa olsun, uyguladığı jeopolitiğin günümüzdeki sonuçlarını saptamaya çalışıyoruz. Osmanlı’nın bundan yaklaşık 500 yıl önce başlattığı Türk/Türkmen düşmanlığı politikasının sonuçlarını günümüzde siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, vb bir çok yönden ve olumsuz olarak karşımıza çıkıyor. Bunlardan biri ve belki de en önemelisi, Kürt Milliyetçiliği sorunudur. Çünkü, Osmanlı’nın genel olarak tüm Anadolu’da, özelde Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da Kızılbaş-Türkmenleri topraksızlaştırması, katliamlara uğratması ve sürgün etmesinin bir sonucu olarak, Türkmenlerin Kafkasya, İran, Irak, Hindistan, Özbekistan, Afganistan ve Suriye gibi Fars, Arap, Kürt vb yabancı kültürlerin egemen oldukları topraklara göçmesi ile söz konusu bölgelerde Türk nüfus azalırken, Kürtlere tam tersi bir uygulama yapılır ve böylece günümüzde Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki Kürt halkının tarih, coğrafya, dil ve nüfus gibi ulus temelleri o zamandan atılmış olur. Bugün gelinen noktayı, Kürtçü bir Milletvekili’nin sözleri çok net olarak göstermektedir: “Kürtler artık özerk Kürdistan istiyor. Avrupa’nın hiç bir ülkesinde Türkiye gibi üniter bir devlet sistemi kalmamıştır. Ya federal, ya da özerk devlettirler.”(DTP Batman milletvekili Bengi Yıldız’ın konuşması (Hürriyet Gazetesi,06.04.2008) Sonuç, PKK, 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır ili Lice İlçesi Fis (Ziyaret) Köyü’nde kurulmuştur, ama onu ortaya çıkaran toplum 23 Ağustos 1514’te, Van’ın 113 km kuzeyinde bugünkü Çaldıran ilçesi sınırlarında yer alan Çaldıran Ovası'nda yapılan savaştan 1923 yılına kadar olan yaklaşık 400 yıllık süreçte oluşturulmuştur. |
28.09.2009, 23:15 | #44 |
Usta Yiğido
altuntas58 Şuan
Son Aktivite: 11.10.2012 21:24
Üyelik Tarihi: 29.08.2006
Yaş: 70
Mesajlar: 38.469
Tecrübe Puanı: 4522
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
Bütün kürtleri aynı kefeye koymamak lazım devletini seven ve hiç bir zaman bölücülüğe karışmayan kürtleri ayrı tutmaktan yanayım diğerlerine ne söylesek azdır 35 bin insanımızın kanına giren kürt bozuntularının allah belasını versin yavuz sultan selim galiba bunlar için o çeşmeye bu meşhur kitabesini yazdırmış olmalı
__________________
|
29.09.2009, 18:54 | #45 | |
Usta Yiğido
Abdurrahman 58 Şuan
Son Aktivite: 17.06.2016 18:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1096
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE DUASI
Alıntı:
bu tarihçimizin isminide lütfen istemeyin.(bulunduğu konumdan dolayı ismini vermiyorum) |
|
29.09.2009, 19:01 | #46 | |
Usta Yiğido
Abdurrahman 58 Şuan
Son Aktivite: 17.06.2016 18:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1096
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE DUASI
Alıntı:
toplanmışınız üç beş kişi konuyu yine saptırmaya başlamışsınız.bu sitede kalma nedenimde sizsiniz unutmayın.! |
|
29.09.2009, 19:03 | #47 |
Yeni Yiğido
sivasli_boy Şuan
Son Aktivite: 16.07.2013 17:16
Üyelik Tarihi: 26.10.2005
Mesajlar: 36
Tecrübe Puanı: 698
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
Ben hümanist bir insanım ama Yavuz selim diyor ise bunları bir kez daha dusunmek lazım ..
__________________
Her Zaman Her Yerde En Büyük Sivas... MEKANIN CENNET OLSUN BUYUK DAVA ADAMI...M. Yazıcıoğlu. |
29.09.2009, 21:29 | #48 |
Usta Yiğido
barikat58 Şuan
Son Aktivite: 06.04.2016 18:19
Üyelik Tarihi: 03.01.2007
Mesajlar: 15.450
Tecrübe Puanı: 2197
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
Kendi necasetini temizlemekten aciz insanlar kalkmış Osmanlıyı ve Yavuz Sultan Selimi yadırgıyor.Osmanlıda haksız yönetimler olsaydı bugün ki Türkiye gibi olurdu durumu!!!Osmanlı yıllarca tarihin zirvesinde yer almış yıllarca adalet saçmıştır cihana!!!Papalar bile osmanlı buyruğunu tercih ederken alevilere karşı zulüm yaptığını söylemek budalalık olur heralde Kendinden olmayana nice adalet sunan Osmanlı sırf alevi oldukları için katliamlarmı yapmıştır
|
29.09.2009, 21:57 | #49 | |
Usta Yiğido
sivaslıgenç Şuan
Son Aktivite: 21.03.2016 00:42
Üyelik Tarihi: 14.10.2007
Yaş: 32
Mesajlar: 2.527
Tecrübe Puanı: 880
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
Alıntı:
|
|
29.09.2009, 22:01 | #50 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: YAVUZ SULTAN SELİM'İN KÜRTLERE BEDDUASI
"Kendi necasetini temizlemekten aciz insanlar..."
Aynı seviyeye düşmemek için argo düzlemine geçmeyeceğim, sadece misliyle iade ediyorum. Osmanlı'nın gerçek yüzünü; "Türk düşmanlığı" nı -kör olmayan Türklere -gösterebilmek için bir makale sunuyorum. |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Yavuz Sultan Selim'in İran Şahına Yazdığı Mükemmel Şiir | altuntas58 | Şiirler | 1 | 17.02.2009 22:07 |
Yavuz Sultan Selim'in Eşsiz Şiiri | EyüphanAydın | Sivaslı Önemli Şahsiyetler | 7 | 05.01.2009 06:52 |
Fatih Sultan Mehmed | Kaptan-58 | Sivaslı Önemli Şahsiyetler | 0 | 22.07.2008 09:53 |
'Yavuz' Bir Sultan | FurkaN | Arşiv | 1 | 15.02.2008 18:57 |
PİR SULTAN | Güner | Sivaslı Önemli Şahsiyetler | 2 | 16.10.2007 10:18 |