|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Serbest Kürsü Serbest Konular |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
11.01.2016, 16:16 | #1 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
Basit Halk İçinde Farklı Olan İnsanlar İnsanın bilinen tarihinde, hem uygarlar hem de barbar toplumlarda/topluluklarda genel populasyondan ayrı olan, yani herkesin taşıdığı özelliklerden daha farklı özellikler taşıyan; konuşmasında, düşüncesinde veya davranışlarında herkesten farklı olan birtakım insanlar her zaman olmuştur. Toplumun geneline göre aykırı sözler söyleyen ve/veya aykırı davranışlar sergileyen bu olağandışı(anormal) insanlara diğer insanların davranışları her toplumda farklı olmuştur. Örneğin, çok uzun dönemler arkaik (ilkel göçebe) bir yaşam tarzı sürdüren Türk göçebe toplumlarının bazılarında diğer insanlara göre olağandışı davranışları olan, hatta üstün zekalarıyla herkesi şaşkına uğratan bu bu aykırı insanların öldürüldüklerine ait tarihsel kayıtlar vardır. Örneğin, Arap gezgin İbn Fadlan, 10.yüzyılda bile göçebe kabileler halinde çadırlarda yaşayan Türk topluluklarında sıradan insanlardan farklı olan insanları öldürdüklerini kaydetmiştir. Ibn Faldan, Bağdat’taki Abbasi Halifesi Muktedir’in(895-932) elçisi olarak, o devirde bile göçebe bir yaşam sürüdüren Türk kökenli Volga Bulgarlarını İslam dinine davet için görevlendirilen elçilik kurulunun başkanıdır. Elçilik kurulu 921 yılında yola çıkmış, yaklaşık 1 yıl süren bir yolculuktan sonra Volga Bulgarlarının çadırlarına varmıştır. Bu 1 yıllık süreçte Oğuz Türkleri başta olmak üzere Asya streplerinde çadırlarda göçbe yaşam sürdüren çok çeşitli Türk boylarının obalarından geçmişer, bazı obalarda günlerce hatta aylarca misafir kalmışlardır. Bu süreçte o topluluklarda kadınların aile ve toplumdaki statüsü, homoseksüellik, kölelik, beslenme ve giyim tarzları gibi birçok ayrıntıyı “Rihla” (seyhatname) adıyla yayınlamıştır. Bu notlara göre, erkeklerin olduğu her ortamda kadınlar da vardır ve onlar da söz alıp düşüncelerini, görüşlerini açıklarlar. Oba toplantısında, herkes düşüncesini açıklayabilmekte ve hatta oba şefini azarlayabilmektedir. Bu olguya Arap elçilik kurulu şaşkınlıkla bakar! Kadınlar ve erkekler aynı nehirde birlikte yıkanırlar. Zina veya tecavüz cezası ölümdür. Homoseksüellik ve kölelik toplumsal bellekte yoktur, yani toplum böyle bir cinsel ilişkiyi de, insanları hayvanlar gibi pazarlara götürüp satma veya satın almadan habersizdir. (Kölelik daha sonra İslam dini ile tüm Türk boylarında bir geçim kaynağı olarak çok yayılacak ve özellikle yerleşik yaşama geçip Müslüman olan Türkler, göçebe kafir soydaşlarını esir ettiklerinde Semerkant, Buhara, Bağdat, Şam, Halep,vb kentlerin köle pazarlarında satacaklardır.) İbn Fadlan’ın dikkatini çeken bir olgu da, bazı insanların topluluk tarafından boğularak öldürülmesidir. Zekasıyla, bilgisiyle dikkati çeken bir insana rastladıklarında ‘bu adam Tanrı’ya hizmet etmeye daha layık deyip onu yakalıyor, boynuna bir ip geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlar,” diye yazmıştır. (Arthur Koestler: On Üçüncü Kabile. Hazar İmparatorluğu ve Mirası. S: 43-44.Çeviren: Belkis Çorakçı. Say Yayınları ) Bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlık olan Eski Yunan (Grek) toplumunda bile olağandışı davranışları olan, yani toplumda farklı olan insanların öldürüldüğü veya başka bir kent devletine sürgün edildiğini bildiren Aristoteles, bu olguyu bilimsel bir yaklaşımla ele alır ve “ iyi “ bir eylem olduğunu savunur. Aristoteles’e göre, normal bir yurttaş genel olarak hem yönetmek hem de yönetilmekten pay alan kimsedir. Yani hem kendisinin, hem de toplumun iyiliğini amaçlayarak yönetici olabileceği gibi yönetilen de olabilir. Böyle bir insan normaldir, yani hiçbir ayırt edici özelliği olmayan bir yurttaştır. Bu tür yurttaşlar, toplumun ve devletin yapısında sorun oluşturmazlar.(Aristotreles: Politika,s:94. Çeviren: Mete Tunçay. Remzi Kitapevi) Hiç kuskusuz, erdem, yani manevi ve fikri yetenek erkin kullanılması için her zaman gerekli olan bir niteliktir. Bu nitelik çoğunlukta bulunursa, şimdi söylendiği gibi, hiçbir güçlük doğmaz, fakat çok olağanüstü yetenekleri olan bir adam ortaya çıkarsa (zuhur ederse) o normal anayasanın dışında sayılmak gerekir. Ya sürülecektir (ostrakismos, Yunan devletlerinde ortak bir uygulamadır, fakat iyi bir adamın harcanması demektir) ya da eşsiz değerinin layığı olan üstün duruma geçecektir. Yunanlılar için, pek kalburüstü bir kimse hakkında, "insanlar arasında bir “Tanrı" demenin hiçbir yadırganacak yanı olmazdı. Ancak, toplumun bütün geri kalanıyla karşılaştırıldıklarında olağanüstü yeteneklere sahip olan bir ya da birkaç kişi var ise, bunların varlığı bizatihi sorunun kendisidir. Çünkü, onlar Erdem ve siyasal yetenekte o kadar üstündürler ki, onları sırdan insanlarla eşit olmaya layık görmek adaletsizliktir. Hatta, böyle birinin insanlar arasında bir “Tanrı” sayılması akla daha yakındır. Oysa, devletin temelini oluşturan anayasa ve ona uygun yaslar bu tür olağanüstü insanlar (Tanrılar) için değil, soyluluk ve yetenekçe eşit olanlar için geçerlidir; Çünkü, onların kendileri yasadır ve onları bağlamak için yasa yapmaya kalkışacak bir kimsenin çabaları boşunadır. Bu nedenle, onları denetim altına sokmanın bu olanaksızlığıdır ki, demokratik olarak örgütlenmiş şehirlerde ostrakismos uygulamasına, belli bir süre için şehirden uzaklaştırmak (sürgün) başvurmasını gerektirmiştir. Burada bir parantez açıp, Dostoyevski’nin , "Suç ve Ceza" adlı ölümsüz eserindeki yine ölümsüz kahramanı-ıstıraplar içinde kıvranan -Raskolnikov’un 2 cinayet işledikten sonra karakoldaki ifadesinde "üstün insan ile "basit insan" hakkındaki düşüncesini alıntılıyorum: "“Raskolnikov yine gülümsedi. Bu konuşmalarla, kendisi¬ni nerelere sürüklemek istediklerini hemen anlamıştı. Makalesini anımsadı. Bu meydan okumayı kabul etti. Basit ve alçakgönüllülükle: “ Hiç de öyle değil, diye söze başladı. Bununla birlikte, ne yalan söyleyeyim, düşüncelerimi hemen hemen aslına uygun olarak özetlediniz. (Tamamıyla aslına uygun olduğunu kabul etmek adeta hoşuna gitmişti.) Aramızda sadece şu fark var; Ben yazımda olağanüstü insanların, sizin söylediğiniz gibi, her zaman, her türlü rezaletleri mutlaka yapmaları gerektiği noktasında hiç de direnmiyorum. Yoksa, öyle sanıyorum ki, böyle bir makalenin çıkmasına zaten izin vermezlerdi. Ben sadece "olağanüstü" insanın, ancak ve ancak idealini (bu ideal kimi zaman bütün insanlık için kurtarıcı bir nitelik taşıyabilir), gerçekleştirme safhasında, o da gerekli görüyorsa, bazı sınırları aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini, ima etmiştim. Siz makalemin açık olmadığını söylemiştiniz! Elimden geldiği kadar onu size açıklamaya hazırım. Tahminlerimde yanılmıyorsam, sizin istediğiniz de budur, sanırım; buyurunuz öyleyse. Bence, eğer Kepler’in ya da Newton’un buluşlarını insanlık, herhangi bir kombinezon yüzünden, bu buluşlara engel olan, ya da bu buluşların yolunu kapayan bir, on, yüz kişinin hayatları feda edilmeden, asla öğrenmeyecektiyse, Newton’un bu buluşunu insanlığa duyurabilmesi için bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bunu yapmak zorunda idi. Tabii bundan, Newton’un, her önüne geleni ya da her aklına eseni öldürmeye, veya çarşı - pazarda soygunculuk etmeye hakkı olduğu sonucunu asla çıkaramayız! Sonra, hatırımda kaldığına göre, makalemde şöyle bir düşünce ileri sürmekteyim: En eskilerinden başlayarak Likürg’le, Solon’la, Muhammet’le, Napolyon’la sürüp giden, insanlığın bütün kurucu ve yasa yapıcıları, hiç olmazsa yeni bir yasa yaparken toplumun kutsal saydığı eski, babadan kalma yasaları çiğnedikleri için, istisnasız olarak birer suçluydular. Tabii bunlar, kendilerine yardımı dokunuyorsa, kan dökmekten (hem de bazen eski yasalara sadık kalmaktan başka suçu olmayan, tamamıyla masum kişilerin kanını dökmekten) çekinmemişlerdir. Hatta, asıl olağanüstü sayılacak şey, bu iyiliksever kişilerden, bu insanlığın kurucularından çoğunun özellikle birer kan dökücü olduklarıdır. Kısaası, ben şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Büyükler şöyle dursun, ama toplumun içinde biraz olsun sivrilenler yani küçücük bir yenilik yapmak yeteneğini gösterenler, yaradılışları gereğince, herhalde -tabii az ya da çok- birer cani olmak zorundadırlar. Yoksa sivrilmelerine olanak yoktur. Herkesle aynı düzeyde kalmaya ise, yine yaradılışları gereğince razı olamazlar. Bence zaten razı olmamak zorundadırlar. Bir kelime ile, görüyorsunuz ki, görüşlerimin bu bölümünde hiçbir yenilik yok. Bu düşünceler, binlerce kez yazılmış ve söylenmiş şeylerdir. İnsanları sıradan ve olağanüstü olarak ayırt etmeme gelince, bu sınıflandırmanın biraz keyfi olduğunu kabul ederim. Zaten ben kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben sadece ana düşüncelerime inanıyorum. Bu ana düşünceye göre, insanlar, tabiat yasaları gereğince, genellikle iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf (sıradan insanlar) dediğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görmekten ibarettir. Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve istidadını kendinde gören insanlar sınıfı. Tabii bu arada bir yığın da ara bölümler vardır. Ama, bu iki sınıfın ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinci bölüm, yani kendileri gibi yaratıkların çoğalmasına materyal ödevini görenler, yaradılışları gereğince tutucu insanlardır. Uysal bir yaşayış sürerler, boyun eğerek yaşamayı severler... Bence bu çeşit insanlar söz dinler ve uysal olmak zorundadırlar, çünkü bu onların ödevidir. Onlar, böyle bir yaşamada gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkıcıd ıkinci sınıfa gelince, bunlar boyuna yasa sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yırlar ya da buna yatkındırlar. Bu sınıf insanların suçları pek tabii olarak bağıntılı ve çok çeşitlidir. Büyük bir çoğunlukla ve pek çeşitli sözlerle, bugünün, daha iyi şeyler adını yıkılmasını isterler. Ama, bunlardan birinin, ülküsüne erişmesi için hatta bir ölünün, bir kan selinin üzerinden atlaması bile gerekse, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendine bu kan seli üzerinden atlama iznini verebilir. Tabii bu, ülküye, ülkünün niteliğine göredir, buna dikkat ediniz! Ben makalemde, ancak bu anlamda, insanların cinayet işlemeye hakları olduğundan söz ettim. (Tartışmamızın bir hukuk konusu olduğunu tabii anımsarsınız!) Ama, pek de öyle telaş etmenin gereği yok: Yığın, hemen hemen hiçbir zaman onlara böyle bir hak tanımamıştır. Onları (az ya da çok) kesip asmıştır ve bununla tamamıyla haklı olarak kendi tutucu ödevini yerine getirmiştir. Buna rağmen, gelecek kuşaklarda aynı kara kalabalık bu astıklarının heykelini bir taban üstünde oturtarak (az ya da çok) bunlara tapınır. Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa, yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar; İkinciler ise dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru götürürler. Birincilerin de, İkincilerin de yaşamak, aynı derecede haklarıdır. Bir kelimeyle, bence her iki grup da aynı derece haklara sahiptir. Vive la guerre étemelle şüphesiz yeni bir Kudüs'e kadar.( Suç ve Ceza. Türkçesi: Hasan Ali Ediz, Cilt I, s: s:368-373. Engin Yayıncılık) Parantezi burada kapatıp, konuya dönüyorum Aristoteles, daha ileri giderek, bir tiranın (diktatörün) rakibini ortadan kaldırmasını da bu bağlamda düşünerek haklı görür. Böyle bir davranışın diktatörün kişisel çıkarlardan çok kamunun yaranına olduğunu savunur. Bir örnek verir: Diktatör Thrasyboulos’un ulağına (elçisine) Periandros hiçbir şey söylememiş, yalnız bir tarladan geçerken en uzun başakları keserek bütün buğdayları bir düzeye getirmiş. Ulak, bunun anlamını kavrayamamış; fakat Thrasyboulos’a aktarınca, o sivrilen adamları yok etmesi gerektiğini anlamış. Aristoteles bu olayı şöyle yorumlar: “Tehlikeli bir rakibini ortadan kaldıran bir tiran düpedüz bu ilkeye göre hareket etmektedir ve Periandros’un Thrasyboulos’a verdiği -“ tepelerini biç” kınayanlar büsbütün haklı sayılmazlar. Aristoteles, bu tür uygulamanın bir ülkeyle sınırlanamayacağını, evrensel olduğunu ileri sürer. Bu yöntem, yalnızca tiranlara yaramamaktadır, bunu kullananlar yalnızca tiranlar değildir; oligarşiler ve demokrasiler de tıpkı böyle yaparlar. Çünkü ostrakismos da, tepelerini kesmek ve ileri gelenleri şehirden sürmekle aynı sonucu verir. Kısacası, Aristoteles olağanüstü kişileri bir yarardan çok bir sorun gibi görmektedir. Normalden her ayrılışı hoşnutsuzlukla karşılar. Ona göre aynı biçimdeki düşmanlık , en azından hoş görmeme, öteki sanat ve bilimlerde de vardır. Bu görüşüne dayanak olarak bazı benzetmelerde bulunur. Örneğin bir ressam yaptığı bir tabloda bir öğeyi diğer öğelerden çok daha büyük yaparak onun tüm resmin anlamını bozmasına izin vermez. Bir gemi yapımcısı dümeni veya başka bir parçayı orantısız yapmaz. Bir koroda korocubaşı sesi en güzel olana korosunda yer vermez, eşitliği bozar, akkordu bozar. Bu hesapça, zor kullanarak rakiplerini ortadan kaldıran yöneticilerin uyruklarıyla aralarının iyi olmamsı için hiçbir neden yoktur; yeter ki bir yandan bu hareketi yaparken, bir yandan da yönetimleri uyrukları için faydalı olsun. Aristoteles’e göre, doğru ilke bütün topluluğun iyiliğidir. Gerek arkaik Türk topluluklarından ve gerekse uygar Grek toplumundan çok farklı mitsel özellikler taşıyan Sami halklarda(İbraniler, Araplar, Kürtler) sözünü ettiğimiz bu normal olmayan (aykırı) insanlara davranışlar çok daha farklı olmuştur. Örneğin efsanevi söylentilere göre yüzbin civarında, bazı tarihsel kayıtlara göre ise yüzlerce olduğu anlaşılan peygamberlerin tümü Sami halklardan –özellikle İbrani(Yahudi) ırkından- çıkmıştır. Bu konuda, kendisi de bir İbrani olan Bar hebraeus’un Türk Tarih Kurmu tarafından “Abu-l Faraç Tarihi” adıyla yayınlanan “ Kronografya” adlı eserinin I . Cilti’nde “ Adem’den Musa’ya kadar Evliya” başlıklı bölümü ile diğer bölümlere bakılabilir. Bunların tümü erkektir ve genllikle 40 yaş civarına geldiklerinde kendisini, Tanrı Rab’ın istemlerini, emirlerini insanlara bildirmek için O’nun tarafından elçi olarak gönderildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle de, sözlerine “ İşit Ey İsrail!” diye başlarlarmış. Bilinen Miraç’lar (Tanrı Rab ile buluşmak için göğe ağmak) Kudüs kentinde olmuştur. Kadın peygamber hiç olmamıştır. Erkek peygamberlerin bazıları ise zamanın peygamberleri tarafından rakip olarak görülmüş ve ““sahte peygamber” damgası basılarak öldürülmüşlerdir. Sami halklardan sadece peygamberler değil, hemen her devirde, hatta yaşadığımız çağda bile, sayılamayacak kadar çok sayıda ermiş, evliya, şeyh, veli, vb mistik kişiler de çıkmıştır. Bunların bir kısmı da sahte peygamberler gib dinsizlikle, döneklikle suçlanarak çok ağır işkenceler yapılarak öldürülmüşlerdir. Örneğin , Nesimi’nin derisi yüzülmüş, “Enel Hak!” (Ben Tanrıyım) diyen Hallacı Mansur, müritlerinin “Baba Resul “ dedikleri Baba İlyas asılarak, Barak Baba kaynayan suda haşlanarak, Hanefi Mezhebi’nin kurucusu İmam Azam hapishanede işkenceyle öldürülmüştür. İspanya kökenli İzmirli Yahudi peygamber Şebbatay Zvi ise, Müslüman olunca celladın baltasından kellesini kurtarabilmiştir. Aristoteles’e göre rakipleri ortadan kaldırmak toplumun yararı içindir ve bu nedenle de iyidir. Olası rakipleri güçsüz kılma yöntemi iç siyasete özgü de değildir; büyük ve güçlü devletlerin öteki şehir ve uluslara karşı her zaman yaptıkları budur. Örneğin Atinalılar, yeterince güçlenince konfederasyon anlaşmasını çiğneyerek Lesbos, Khios ve Samos’u boyundurukları altına aldılar. Bir başka örnek, Pers kralının geçmişteki egemenlikleriyle gururlanan Medleri, Babillileri ve başkalarını ezmesidir. Gerçekten, bütün bu rakip erk sorunu yalnızca yöneticilerinin bu gibi yöntemlere kendi kişisel çıkarları için başvurdukları bozulmuş olanları değil, her türlü hükümeti yakından ilgilendirir. Sonuç olarak, ister barbar ister uygar olsun, hem her toplumda/toplulukta çoğunluktan farklı düşünen/davranan insanlar ya öldürülerek ya da kovularak toplum dışına itiliyorlar. Yukarıda örnek olarak verilen toplumlarda bu tür kişiliklerin tedavisine yönelik herhangi bir girişimin olup olmadığı konusunda bilgi sahibi değilim. Ancak, Sami toplumlarında “mesih” denilen bir kavram var ve günümüzde de geçerliliğini koruyor. Mesih (Aramice), “kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilerek kutsanmış” demektir. Krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de "yağlanmış" anlamında “Mesih” denirdi. Acaba, ortadoğu bölgesindeki kadim halklar bu tür davranışlar içinde olanları iyileşsinler diye mi yağlıyorlardı? |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 30 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
adorochatricar, albina58, aundalonn, boppenbacrubi, cercoyk, demagistrimyrta, doatridgeearl, eagoodreauthers, eepennelltheo, erksamerjesu, espacetravi, eudlebroc, hrschgilm, mniehuhmanstepa, mrtgrimmstewa, norsendarr, nottonmake, nswickheimnewto, oavjoisaa, oilbronrocc, onandrzejcstant, ooonemoredodi, retercruz, rkronruthe, rmcentirewiley, rnewkirkkris, rroraul, sichalskikass, tckertbran, zchoszdann
|
11.01.2016, 16:41 | #2 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
Kutsal Hastalık ve Peygamberlik
Tıp dilinde “epilepsi”, halk dilinde “sara hastalığı” denilen sinir hastalığı insanlık tarihi kadar eskidir ve asıl nedeni hala anlaşılamamıştır. Eski devirlerde bu hastalığa sahip olanlar ya şeytanla özdeşleştirilerek “cadı” diyerek cezalandırlacak veya tanrısal güce ulaştığına inanılıp peygamber sıfatıyla takip edileceklerdir. Bu nedenle, sara hastalığına halk arasında “ peygamber hastalığı”, “kutsal hastalık” gibi adlar da verilmiştir. Sara nöbeti geçiren bir kişi ister ayakta isterse bir sandalyede ya da yerde oturur durumda olsun –tutulmazsa - mutlaka yere düşer ve bayılır(bilincini kaybeder), bu nedenle halk arasında “düşme hastalığı” olarak da bilinir. Epilepsi hastalığından ilk kez söz eden ve bu hastalığı bir beyin rahatsızlığı olarak ilk kez tanımlayan Eski Yunan hekimi Hipokrat (MÖ 460-370)’dır. Hipokrat, MÖ 400 yılında “Kutsal Hastalık Üzerine” adıyla epilepsi üzerine bir kitap yazmıştır. Neden sara hastalığına ‘peygamber hastalığı’ veya ‘kutsal hastalık’ denir ve neden bütün peygamberler (224 bin tahmin ediliyor) İbrani ırkından çıkmıştır? Peygamber, evliya, şeyh, derviş, dede, vb mistik kişilikler psikoloji yönünden derinliğine analiz edilse nasıl bir ruhsal yapıları çıkardı ortaya? Sara (epilepsi) hastalığına “peygamber hastalığı” ya da “kutsal hastalık” denilmesinin nedeni, bu hastalığın “peygamberim “ diye ortaya çıkanlarda sık görülen bir hastalık olması mıdır? sorularının henüz açık ve kesin bir yanıtı yoktur. Peygamber yerine “Mesih” de denilyor. Mesih (Aramice), “kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilerek kutsanmış” demektir. Mesih anlamına gelen “Maşiah” sözcüğü İbranice’de ’kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilmiş ve böylece kutsanmış’ anlamına gelmektedir. Tarih öncesi İsrail kralları ve yüksek rahipleri, yeni görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı. (tr.wikipedia.org/wiki/Mesih) Yani, krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de "yağlanmış" anlamında “Mesih” denirdi. Tevrat’ın birçok yerinde bu işlemin yapıldığına dair ayetler vardır. Geniş anlamıyla bu unvan, "Tanrı’nın bir görev vermek üzere seçmiş olduğu” kişileri kapsar. Ancak, Tanrı Rab’ın seçme ve görevlendirme anının tanığı yoktur; yani nerede ve nasıl seçildiğini sadece seçilip görevlendirilen kişi (peygamber: Tanrı elçisi) bilir. Eski İsrail’de peygamberlereden önce krallar Tanrı ile İnsanlar arasında bir aracı olarak görülürdü. Önceleri krallar kutsal yağ ile yağanırken, sonradan zuhur eden peygamberler de yağlanırlar. Acaba bu mesih(maşiah) işlemi, bugün halk tıbbı denilen bir tedavi yöntemi miydi? Onların normal insan populasyonundan farklı bir takım söylem ve davranışları mı vardı ve bu yağlama ile onların bu farklıları törüplenmeye, yani onların heyacanını gidermek, sakinleştirmek için mi yağlıyorlardı? Çünkü, normal bir beyin yapısına ve düşünme yetisinde olan bir insanın, Tanrı ile halk arasında aracılık ettiğini söyleyemez ve oturup kendi kendine; “hadi! kendi kendime bir şeyler yazayım ve bunları Tanrı‘nın size iletmem için bana söyledikleri sözler (vahiy) olduğunu ilan edeyim,”deyip “İşit Ey İsrail” diyerek nutuk atamaz, hatta –bazı peygamberlerin sözlerinde olduğu gibi- “Rab ile anlaşma (akit) yaptım; Mısır nehri (Nil) ile Büyük nehir (Fırat) arasını İsrailoğulları’na bağışladı” (Arz-ı Mevut) anlamına gelecek sözler söylemez, bunları söylese bile inandırıcı olamaz. |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 29 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
adorochatricar, aundalonn, boppenbacrubi, cercoyk, demagistrimyrta, doatridgeearl, eagoodreauthers, eepennelltheo, erksamerjesu, espacetravi, eudlebroc, hrschgilm, hrumschlaever, mrtgrimmstewa, norsendarr, nottonmake, nswickheimnewto, oavjoisaa, oilbronrocc, onandrzejcstant, ooonemoredodi, retercruz, rkronruthe, rmcentirewiley, rnewkirkkris, rroraul, sichalskikass, tckertbran, zchoszdann
|
12.01.2016, 14:18 | #3 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
SARA HASTALIĞININ NEDENLERİ
Epilepsi, nörolojik bir rahatsızlık olup sinir sistemini etkiler. Genellikle ikinci nöbetten sonra tanı konulabilir. Çoğunlukla sebebi bilinmese de beynin fiziksel ve/veya ruhsal travmaları sonucu oluşabileceği gibi, genetik (kalıtsal) olarak sonraki kuşaklara aktarıldığı düşünülür. Örneğin, Dostoyevski’nin ruhsal bir travma sonucu sara hastalığına yakalandığı iddia edilir. Dostoyevski’nin babası askeri cerrahmış ve bir çiftliği varmış. Çok sert ve cimri bir adammış, çiftliğinde çalışan kölelere iyi davranmazmış. Dostoyevski askeri okulda okuyormuş ve babasından harçlık istediğinde çoğu kez azar işitirmiş. Dostoyevski de –çok inançlı bir insan- babasının ölmesi içinde dilek dilermiş. Bir gün babasının ölüm haberini almış; çiftlikteki köleler feci şeklide döverek öldürmüşler. Dostoyevski, kendini suçlu görmüş: “Eğer ben ölümünü istemeseydim ölmezdi, çünkü Tanrı dileğimi kabul etti,” diye düşüncelere dalarmış . İşte bu bunalımlı günlerinde ilk epilepsi krizini geçirmiş. Öldüğünde 60 yaşında olduğu halde, fiziksel görünümü 100 yaşındaki bir malulü andırıyormuş. SARA HASTALIĞININ BELİRTİLERİ Beynin korteks bölgesindeki geçici elektrik fonksiyonu değişimleri, hastanın davranışlarındaki ani değişimlere neden olur ve bu ani değişimler “nöbet” olarak tanımlanır. Sara (epilepsi) hastalığı; “Nöbet öncesi”, ”nöbet anı” ve “nöbet sonrası” olarak kategorize edilir ve bu aşamlarda hastalarda farklı davranışlar ve yan etkiler gözlemlenmiştir. Bunlardan en bilinenleri şöylelistelenebilir: Nöbet öncesi: • Tuhaf sesler duymak • Tuhaf duygular yaşamak • Korku ve panik • Zevk verici duygular yaşamak • Düşünceler fırtınası yaşamak • Sersemleme Nöbet anı: • Baygınlık, düşme • Zihin karışıklığı • Kendinden geçme • Korku ve panik • Konuşmada zorlanma • İstem dışı geviş getirme ve dudak kıpırdatmak • Ağız şapırdatmak • Terlemek • Titremek • Kalp atışlarında hızlanma • Vücut dışı (fizik ötesi) deneyimler yaşamak (Vecd, Miraç) • Nefes alış verişlerde zorlanma Nöbet sonrası: • Hafıza ‘kaybı • Zihin karmaşıklığı • Şaşkınlık • Korku • Susama • Bitkinlik • Depresyon |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 31 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
adorochatricar, anwakhamkath, aschlenkerrenit, aundalonn, boppenbacrubi, cercoyk, demagistrimyrta, doatridgeearl, eagoodreauthers, eepennelltheo, erksamerjesu, espacetravi, eudlebroc, hrschgilm, hrumschlaever, mrtgrimmstewa, norsendarr, nottonmake, nswickheimnewto, oavjoisaa, oilbronrocc, onandrzejcstant, ooonemoredodi, retercruz, rkronruthe, rmcentirewiley, rnewkirkkris, rroraul, sichalskikass, tckertbran, zchoszdann
|
12.01.2016, 14:48 | #4 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
Dostoyevski’nin Roman Kahramanları
Edebiyat alanında, bazı yazarlar yaşamlarını doğrudan anlatmazlar, yazdıkları romanlarda, hikayelerde yarattıkları kahramanlara kendilerini anlattırırlar. Bu, en çok, kendisi de bir epilepsi (sara) hastası olan İbrani asıllı Rus yazarı Dostoyevski’de(1821-1881) görülür. Dostyoyevski’nin yarattığı roman kahramanlarında kendisini anlattığı; roman kahramanlarının fiziksel ve ruhsal durulmalarını , düşüncelerini, birbiriyle olan ilişkilerini,vb özelliklerini tanımlarken aslında, kendisinin nöbet öncesi, nöbet anı ve nöbet sonrası duyumsamalarını, algılarını, bellek sorunlarını, bedensel ve ruhsal travmalarını yansıttığı ileri sürülmüştür. Dostoyevski’nin yazdığı romanlarda yarattığı kahramanlarının çoğu, belki de hepsi, epilepsi hastasıdır. Örneğin, “Suç ve Ceza” adlı eserindeki Raskolnikov, Sonya, Pulheriya Aleksandrovna, Avdotya Romanovna, Sividrigaylov; “Ecinniler” adlı siyasal romanındaki Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin (Prens), Kirilov , Pyotr Stepanoviç, Şatov, Liputin, Marya Timofeyevna, Semion Yakovlevic, Varvara Petrovna, Andrey Antonoviç, Liza; 'Karamazov Kardeşler'deki Smerdyakov, İvan , Alyoşa, Katerina İvanovna; “Ezilenler”deki Elena, Nastasya, Nikolay Sergeyiç. “İnsancıklar”daki Verenka; “Öteki Ben” adlı eserindeki Golyadkin,"Beyaz Geceler"deki Nastenka, "Uysal Kız"daki kız çocuğu, Ev Sahibesi’ndeki Ordinov, Murin,Katherina, Budala’da Prens Lev Nikolayeviç Mışkin, Nastasya Filippovna, Gavrila, Ağlaya;Delikanlı’da Dolgorukiy, Versilov ilk akla gelenlerdir. Burada anılan roman kahramanlarının hemen hepsi birer hayalcidir; yarattığı diğer kahramanlarında da bu hal hemen göze çarpar. Gerçekten hayaller içindeki bu roman kahramanlarının çoğu kederli, somurtkan, hasta gibidirler. Çoğu sessiz, içlerinde nefret derecesine varmış bir düşmanlık besleyen, ümitlerini, beklentilerini açığa vurmaktan hoşlanmayan adamlardır. Burada anılanlar ve daha birçok kahramanı sürekli huzursuzluk, garip bir kızgınlık, sabırsızlık, bazen de boş olmaktan daha çok saçmalığı andıran hayaller kurarlar ve bu ruhsal fırtınaların doruk noktasında sara krizi geçirirler. Kriz anında düşüp baylırlar, hem bedensel hem de ruhasal çöküntüye uğrarlar, krizden sonra günlerce hasta yatarlar; kelimnenin tam anlamıyla enkaz yığınına dönüşürler. Birkaç örnek vermek gerekirse; (Mariya) “Yüksek sesle konuşmanın önemi yok, çünkü kendisiyle konuşmayanları, hemen dinlemekten vazgeçer, hemen kendini hayal dünyasına atar, sessiz sessiz düşlere dalar, evet tam anlamıyla düşlere dalar. Düşçü mü düşçüdür, eşi benzet yoktur. Sekiz saat, bütün bir gün olduğu yerde böyle oturur.(Ecinniler , s. 142) ♦♦♦ Liputin engin düşler kurar. Pireyi deve yapıyor. .(Ecinniler , s:111) ♦♦♦ (Marmeladov) ” Ne varki onda, çok tuhaf bir hal vardı; bakışlarında bir çoşkunluk, hatta galiba akıl ve zeka ışıltıları vardı; ama aynı zamanda deliliğe benzeyen bir anlam da parlayıp sönüyordu.”(suç ve cezave Ceza,s: 42) ♦♦♦ “Sözün kısası, onda işini bilen, ciddi ve yok yere aşağılanan, buna karşın böyle aşağılanmaları unutuveren bir adam hali vardı.”( Ecinniler,s: 280.) ♦♦♦ “Bilmiyorum bana ne oldu. Gelirken size bunları anlatmak istiyordum... Zaman durmuş, o anda içimdeki duygular sonsuzlaşmış gibiydi. O anın sonsuza kadar uzayacağını, yaşamın benim için durduğunu hissediyordum. Gözlerimi açtığım zaman sanki çok eskiden işitip ezberlediğim, sonra da unuttuğum tatlı bir ezgi çalınıyordu kulağımda. Yaşadığım sürece ruhumdan kopmak isteyen ve şimdi fırsat bulan bir ezgi...Çok tuhaf! Nasıl bir şey bu? Bundan hiçbir şey anlamadım.Oysa size bu tuhaf duyguyu anlatmayı ne kadar isterdim.” (Vecd hali) ♦♦♦ (Nikolay:Prens: Soylu)“Tuhaf bir şey olarak şuna da değineyim: daha geldiği ilk gün ayrıcalıksız herkese pek akıllı ve anlayışlı bir adam olarak göründü. Konuşkan değildi, özentisiz bir inceliği vardı, şaşılacak kadar alçakgönüllüydü. Ama bu alçakgönüllülük onun herkesten daha gözü pek olduğuna inanmasına engel değildi. Kentimizin şık gençleri, moda düşkünleri onu kıskandılar, çünkü yanında sönük kalıyorlardı. Yüzü de dikkatimi çekti: Simsiyah saçları, çok az kimsede görülen durgun, berrak bakışlı, açık renk gözleri, ince, beyaz bir teni, inci gibi dişleri, mercan rengi dudakları vardı. Bu baş güzel bir portreye benziyordu. Ama, niçin bilmiyorum, gene bu yüzde insana tiksinti veren bir şey vardı. Bayağı bir maskeye benziyordu. (Ecinniler,s: ) ( Çift kişilik, aynı anda hem deli -canavar hem de dünyanın en iyi insanı-melek) ♦♦♦ “Suskun bakışlı, okşayıcı, kurşun rengi gözleri şimdi bile daha güzeldi. Durgun, şen bakışlarında bir saydamlık, düşe dalmış gibi bir hal vardı./.../ Ne tuhaf şey ki, feleğin dertli ettiği bu yaratıklar karşısında o her zaman duyulan acı duygu, tiksinti, hatta korku yerine ben daha o anda bu kızı seyretmekten zevk duyar gibi oldum, ama hiçbir zaman bir tiksinti değil. (Ecinniler,s: 141) ♦♦♦ “Şatov’un görünüşündeki somurtkanlık yargılarına uygun düşüyordu: yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında, kısa boylu, sarışın, kıllı, geniş omuzlu, kalın dudaklı, buruşuk alınlı, beyaz kalın kaşlı bir adamdı. Yaman, yabanıl bir bakışı vardı, başkalarına göstermekten utanıyormuş gibi, gözlerini yerden kaldırmazdı. “ (Ecinniler, s: 29) ♦♦♦ “Şatov konuşurken, her zaman, hatta en taşkın zamanlarında bile yaptığı gibi yerde bir noktaya bakıyordu.” “(Ecinniler, s: 138) ♦♦♦ “Onu (Şatov’u) evinde, ancak akşamın saat sekizinde buldum. Şaştığım şey, evinde konuk vardı. Aleksey Niliç(Kirilov) ile Virginski’nin karısının kardeşi Şigalev adında biri../.../ Virginski bir gün bizerastlayarak sokakta tanıştırmıştı. Yaşamımda hiçbir insan yüzünde bu kadar sarılık, hüzün ve sıkıntı görmemiştim. Bu adamda adeta kıyamet gününü bekleyen bir hal vardı, hem de öyle hani belli olmayan bir tarihte ve aslı çıkmaz kehanetlere dayanaraktan değil, tam tamına belirlenmiş bir anda ve örneğin yarın saat onu yirmi beş geçe olacağını bilen bir durum! O tanışma dolayısıyla iki sözcük ya konuşmuş ya konuşamamış tık; ama birbirimizin elini iki suikastçı gibi sıkmış olduğumuzu anımsıyorum. “(Ecinniler, s: 134) ♦♦♦ “Virginski adında, otuz yaşlarında, ‘aile babası’ genç bir adam vardı; Şatov’a benziyordu; ama bütün tavır ve davranışlarıyla Şatov’un tersiydi. Virginski acınacak bir durumdaydı, iyi huylu bir insandı. ( Ecinniler s-29) ♦♦♦ “(Raskolnikov) Oradan her geçişte, utanç duyar, suratını buruşturur, hastalıklı ve ürkek bir duyguya kapılırdı. /.../ Sırası gelmişken şunu da söyleyim ki, delikanlı (Raskolnikov) olağanüstü güzel kara gözleriyle, esmer yüzüyle, ortadan biraz uzunca boyu ile, ince ve biçimli vücuduyla gerçeketen yakışıklı bir gençti. Ama çok geçmeden derin bir düşünceye dalar gibi, daha doğrusu kendini unutur gibi olurdu. Artık çevresinde olup bitenleri ayırt etmeyerek, ayırt etmeyi de istemeyerek, yoluna devam etti. Ancak arada sırada, şimdi kendi kendine itiraf ettiği gibi , bir başına konuşmak alışkanlığı, bir şeyler mırıldanıyordu . Öylesine kötü giyinmişti ki, bir başkası, hatta alışık bile olsa, güpegündüz bu paçavralarla sokağa çıkmaktan utanırdı./.../ Ama delikanlının ruhunda öylesine haince bir küçümseme duygusu birikmişti ki, bazen çocukluk derecesine varan bütün alınganlığına rağmen, şu an en az utandığı şey , sırtındaki paçavralardı. (Suç ve Ceza, s:33) ♦♦♦ “Genellikle kendisinde şaşkın bir insan hali olurdu. Sıkıntısını dindirmek için içki getirdi, biraz içtik. Biraz sonra tatlı, derin bir uykuya dalıverdi.” (Ecinniler,s:75) ♦♦♦ “Liputin, gür bir sesle bağırdı: “Size bir konuk getiriyorum, hem özel bir konuk! Yalnızlığınızı bozmaya kendimde hak gördüm Tanıtayım: Bay Kirilov, yüksek mühendis ve mimar. /.../ Bu sırada ben konuğu dikkatle inceliyordum. Yirmi yedi yaşlarında kadar esmer, ince uzun, yakışıklı, iyi giyinmiş bir adamdı. Biraz toprak rengine çalan soluk bir benzi, donuk bakışlı siyah gözleri vardı. Hafif dalgın ve düşünceli görünüyordu; uzun bir cümle kurmak zorunda olduğu zaman sözcükleri yerli yerinde kullanmakta zorlanıyor, sözü parçalıyordu.( Ecinniler s:88,89.) ( Kirilov'un intiharı bugün bile edebiyat ve psikiyatri alanlarında tartışılır, google arama motorunda var) ♦♦♦ “Stepan Trofimoviç bir dakika kadar kararsız halde durdu; bana baktı, ama herhalde beni görmedi; sonra şapka ve bastonunu aldı, usulca odadan çıktı. Biraz önceki gibi ben gene arkasının ı yürüdüm. Tam sokağa çıkacağı sırada gözü bana ilişti: Üzgünüm, acınacak bir gülümsemeyle bir an durdu; bir utanç, umutsuzluk vardı bu gülümsemesinde... Aynı zamanda tuhaf bir hayranlık ifadesi taşıyordu.” (Ecinniler, s: 103) ♦♦♦ “Lizaveta Nikolayevna’nın güzelliği dillere destan olmuştu, ama hastalıklıymış, diye adını çıkarıyorlardı./.../ Gerçekten de hastaydı. Her halinde sürekli bir zorlanma, bir kuruntu, bir sinirlilik göze çarpıyordu. Heyhat! Zavallının büyük bir derdi vardı, bu da sonradan anlaşıldı./.../ Esmerlerde görülen bir solgunluğu olan bu yüzün tuhaf bir büyüsü vardı. Siyah gözlerinin ateşli bakışından bir güç fışkırıyordu. ‘Hep yenmek için yaratılmış bir utkun kadın’ gibi görünüyordu. Kibirli, üstelik bazen küstah bir hali vardı.” (Ecinniler, s: 104.) ♦♦♦ “Böyle anlarda niçin hep mahzun oluyorum? Bunun sırrını bana anlatın, bilgin adam. Sizi gene gördüğüm zaman mutlu olacağımı düşünüyordum hep, Tanrı biliyor, ama işte, size olan bütün sevgime karşın, şu dakikada gene mutlu değilim.” (Ecininler 106.) ♦♦♦ “Yüzü kızgındı, yüzüme baktı. Söze önce onun başlamasına şaştım. Başka zamanlar, ona konuk gittiğimde (ki elbet pek seyrek) bir köşeye çekilip oturur, asık bir yüzle yalnızca benim sorularıma cevap verirdi, ta neden sonra kendiliğinden konuşmaya başlardı. Dahası var, kendisine hoşça kal deyip de gideceğiniz zaman hep hırçın bir tavır takınır ve size kapıyı bir düşmanından kurtuluyormuş gibi bir davranışla açardı. (Ecininler,s: 135.) Dostoyevski’nin değişik kitaplarından alınan aşağıdaki paragraflara bakıldığında ,yukarıda vurgulandığı gibi, yarattığı hemen tüm kahramanları Sara (epilepsi ) hastasıdır. Bu eserler dikkatlice okunup incelendiğinde “sara hastalığı”nın aynı insanda birden çok kişilik (iyilik meleği, şeytan, canavar, devrimci, sapık, mazlum, vb) yarattığı çok açık görülür. Sara hastalarında ‘aşırı bir dindarlık’ ve buna paralel bir ‘şehvet düşkünlüğü’ olduğu da konunun uzmanları tarafından kaydedilmiştir. Gerçekten, Dostoyevski’nin romanlarından yapılan aşağıdaki alıntılara bakıldığında, söylediklerinde ve yazdıklarında peygamberane bir damar ve vurgu bulunmaktadır. Ancak, çeşitli kaynaklara dayanılarak, dindar saralının bir de ahlaksız olduğu ileri sürülmüştür. Epilepsi orotiteleri, sara hastalarındaki dinsel eğilimin sapkınlık ve acımasızlık gibi utanç verici davranışlarla birlikte ortaya çıkıtığını ileri sürmüşlerdir. “Zavallı saralı bir cebinde dua kitabı var; Efendimiz sözü dudağından hiç eksik olmaz ama içi bayağılıkla doludur.” Dostoyevski’nin, sara hastalığının insan yeteneğini geliştirdiğini, hayal gücünü genişleterek olumlu etki yaptığını iddia ettiği kaydedilmiştir. Oysa, Dostoyevski’nin eserlerini inceleyen bazı yazarlar, yazarlık yaşamı otuz yıl süren Dosytoyevski için, “aynı bedende Tanrı ile hayvan bir araya gelmiştir. İçindeki ölüm canlandıkça Tanrı’ya sığınıyordu ve hayvan yaşadıkça, Dostoyevski bir şehvet düşkünü oluyordu," şeklinde ifadeler kullanmışlardır. Prof. Dr. Yalçın Küçük, “ Dostoyevski’nin romanlarında, kahramanların sözlerinden, Dostoyevski’nin kendisini, anlamış oluyoruz, ”demiştir. Sık sık epileptik nöbetler geçiren, 19. yüzyılın en ünlü epilepsi hastası ve insanlık tarihinin belki de en derin roman yazarı İbrani asıllı Rus Yazarı Fyodor Dostoyevsky, “nöbet öncesi ”,nöbet anı” ve “nöbet sonrası” geçirdiği düşünce karmaşası, heyacan, korku, bunalım, şehvet, ruhsal ve bensel çöküntü hallerini yansıtırken - farkında olmadan ama belki de bilinçli olarak- insanlık tarihine ve özellikle İbrani mitolojisinin temel dayanağı olan “ mucize” olgusuna da ışık tutar, aslında. Dostoyevski’nin kitaplarını okurken onun sanatçılığı, dahi bir psikoloğun yüksek becerisini, bir düşünürün derin düşünselliğini, düş gücü sınırsız bir idealistin ve bir gazete yazarının büyük coşkusunun birarada golduğunu hayranlık ve saygı içinde duyumsarız. Dostoyevski’nin sara hastası roman kahramanlarından bazılarının “ nöbet öncesi” , “nöbet anı” ve “nöbet sonrası” hallerini anlattığı paragraflardan birkaç örneği buraya alıyorum. Sadece bu birakaç alıntı bile Dostoyevski’nin sara hastalığı konusunda ne kadar derin gözlemleri ve bilgisi olduğu çok açık görülür. Nitekim, sara hastalığı konusunda kendisinin kendisi hakkında tuttuğu notlar bugün bile epilepsi hastalığının tedavisinde ve hastaya yaklaşımında yol gösterici olduğu konun otorleri tarafından kaydedilmiştir. |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 32 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
adorochatricar, albina58, anwakhamkath, aschlenkerrenit, aundalonn, boppenbacrubi, cercoyk, demagistrimyrta, doatridgeearl, eagoodreauthers, eepennelltheo, erksamerjesu, espacetravi, eudlebroc, hrschgilm, hrumschlaever, mrtgrimmstewa, norsendarr, nottonmake, nswickheimnewto, oavjoisaa, oilbronrocc, onandrzejcstant, ooonemoredodi, retercruz, rkronruthe, rmcentirewiley, rnewkirkkris, rroraul, sichalskikass, tckertbran, zchoszdann
|
15.01.2016, 10:58 | #5 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
DOSTOYEVSKİ’DE "NÖBET ÖNCESİ" VURGULARI
(Tuhaf Sesler Duymak) (Hayalet, cin, gaipten sesler, vb ile konuşmalar) (Stepan Trofimoviç) “Zihnini kurcalayan türlü düşünceler içinde eve girdi, eline aldığı puroyla açık pencerenin yanına gitti, kımıltısız durdu, yorgundu, gökyüzünde parlak ayın çevresinden kayıp geçen tüy kadar hafif bulutları seyre daldığı bir sırada ansızın duyduğu hafif bir hışırtıyla titredi, başını çevirdi. Karşısında Vavara Petrovna’yı gördü./.../ Bunun bir düş olması olasılığına karşın, bütün ömrünce her gün bunun devamını, yani bu olayın çözülmesini isteyip durmuştu. Bunun böylece sona ermiş olmasına İnanmıyordu! “( Ecinniler, s: 16-17.) (Gerçekte Vavara Petrovna, Stepan Trofimoviç'in patronuydu ve bir malikhanede yaşıyordu, onun evine hiç gelmedi) ♦♦♦ (Raskolnikov)“Böylece uzun bir süre yattı. Arada sırada uyanır gibi oluyor ve o dakikalarda gecenin bir hayli ilerlemiş olduğunu fark ediyordu. Ama, kalkıp oturmak aklına gelmiyordu. Sonunda ortalığın gün ışığıyla aydınlandığı fark etti. Divanın üstünde, az önceki baygınlığından hala kendine gelmemiş bir halde, sırtüstü yatıyordu. Sokaktan korkunç ve acı birtakım çığlıklar ona kadar geliyordu. Zaten bu gibi çığlıkları, her gece saat ikiden sonra penceresinin altında duymaktaydı. Onu uyandıran da bu çığlıklar oldu: "Hah, işte sarhoşlar da meyhaneden dağılıyor, demek saat ikiyi geçiyor" diye düşündü. (Suç ve Ceza, I.cilt,s:139.) (Gerçekte çığlık atılmamıştı) ♦♦♦ Raskolnikov)“Korkunç bir çığlıkla gözlerini zifiri bir karanlığa açtı. Aman Allah’ım bu ne çığlıktı!.. Böyle doğal olmayan sesleri, böyle ulumaları, böyle çığlık ve diş gıcırdatmalarını, göz yaşlarını,böyle dayak ve küfürleri o ana kadar ne görmüş, ne de işitmişti! Böyle bir vahşeti, böyle bir öfkeyi göz önüne bile getiremezdi. Her an kalbi duracak gibi oluyordu, acı ile, dehşetle doğruldu, yatağında oturdu, dayaklar, çığlıklar, küfürler gittikçe artıyor ve şiddetleniyordu. İşte, birdenbire, büyük bir şaşkınlıkla ev sahibinin sesini tanıdı. Kadın uluyor, bağırıyor, hızlı hızlı, adeta anlaşılamayacak biçimde kelimeleri arka arkaya sıralayarak ve bir şeyler yalvararak sızlanıyordu. Herhalde artık dövmemeleri için yalvarıyordu. Çünkü merdivende onu insafsızca dövüyorlardı. Dayak atanın sesi, öfkeden, sinirden öyle bir hal almıştı ki, sadece bir hırıltı gibi çıkıyordu. -Nastasya... Ev sahibesini neden dövdüler? Kadın dikkatle ona baktı. Nastasya onu sessizce süzmekte devam etti, sonra yine sert ve kesin bir sesle : -Ev sahibini kimse dövmedi, dedi." (Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 175-177.) ♦♦♦ “...Adeta bir rüyada imiş gibi olduğu yerde duruyordu. Dudaklarında küçümseyici, biraz da bilinçsiz bir gülümseme uçuşuyordu. Nihayet kasketini aldı, sessizce odadan çıktı. Düşünceleri karmakarışıktı. Dalgın bir halde kapının önüne vardı. Birdenbire kalın bir ses: “Hah, işte kendisi, diye bağırdı.” Raskolnikov başını kaldırdı. Kapıcı, kulübenin kapısı önünde durmuş onu, esnaf kılıklı ufak tefek bir adama gösteriyordu./.../ Raskolnikov çok zor işitilen bir sesle: “Siz kimsizmniz? Nesiniz? Katil olan kim?diye mırıldandı.Beriki , daha etkili, daha iyi seçiklen bir sesle: Sen katilsin! dedi./.../ Nasıl olup da kendini sokakta bulduğunu anımsaması çok tuhafına gitmişti. Artık akşam iyice ilerlemişti, karanlık gittikçe koyulaşıyordu. Raskolnikov dalgın, tasalı bir halde yürüyordu: Belli bir amaçla sokağa çıktığım, bir şeyler yapmak, acele etmek gerektiğini çok iyi anımsıyor, ama bu şeyin ne olduğunu bir türlü anımsamıyordu."(Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 387) ♦♦♦ “Delikanlı (Raskolnikov) ansızın bir saatin çaldığını açıkça işitti. Ürperdi, kendine geldi, başını kaldırıp pencereye baktı. Saatin kaç olabileceğini tahmin ettikten sonra, sanki biri gelip kendisini divandan çekip koparmış gibi büsbütün aklını başına toplayarak, birdenbire yerinden fırladı. Parmaklarının ucuna basa basa kapıya gitti, yavaşça kapıyı aralayarak merdiveni dinlemeye başladı. Yüreği şiddetli çarpıyordu. Ama merdiven tamamıyla sessizdi; sanki herkes uykuya yatmıştı.Hiçbir hazırlık, hiçbir şey yapmadan, dünden beri böyle kendinden geçmiş bir halde uyuyabilmiş olması, ona tuhaf ve korkunç göründü. Oysa, belki de saat altıyı çalmıştı. Uykunun, uyuşukluğun yerini, birdenbire normal olmayan, hummalı, şaşkın diyebileceğimiz bir telaş almıştı.Rasskolnikov, delirdiğini sandı./.../Ama gaiyet açık bir şekilde duymuştu her şeyi. Herhalde, daha sonra kendisine sıra gelecekti.” (Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 115) ♦♦♦ “Raskolnikov: "Bu sessizlik aydan ileri geliyordur, herhalde şimdi ay bir bilmece söylüyor olmalıydı" diye düşündü... Durmuş bekliyordu. Uzun uzun bekledi. Ayın sessizliği arttıkça, onun da yüreğindeki çarpıntı artıyor, hatta bir ağrı duymaya başlıyordu. Sessizlik bir türlü dinmiyordu. Ansızın sanki bir dal kırılmış gibi, bir an süren kuru bir çatırtı duyuldu. Sonra yine her şey sessizleşti. Uyanan bir sinek, birdenbire uçarak cama çarptı ve şikâyet dolu bir sesle vızıldadı.” (Suç ve Ceza, I.cilt, s: 392.) ♦♦♦ “Ortalık zifiri kararlıktı. O kadar ki eşyalar ancak, karanlık lekeler halinde, hayal meyal seçebiliyordu. Sividriğaylov, beş dakikadan beri dirsekleri pervaza dayalı, eğilerek, dışarısını seyrediyor, bu koyu karanlıktan kendisini alamıyordu. Gecenin ve karanlığın içinden bir top sesi gürledi, bunu bir ikincisi izledi. “Hah işte, işaret veriliyor, diye düşündü.” ( II cilt, 312) |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 27 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
adorochatricar, anwakhamkath, aschlenkerrenit, boppenbacrubi, cercoyk, demagistrimyrta, doatridgeearl, eagoodreauthers, eepennelltheo, espacetravi, eudlebroc, hrschgilm, hrumschlaever, mrtgrimmstewa, nottonmake, nswickheimnewto, oavjoisaa, oilbronrocc, onandrzejcstant, ooonemoredodi, retercruz, rmcentirewiley, rnewkirkkris, rroraul, sichalskikass, tckertbran, zchoszdann
|
16.01.2016, 11:46 | #6 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
TUHAF DUYGULAR YAŞAMAK
“Tersliğe bakın ki o sırada Stepan Trofimoviç’in elden ele dolaşan, altı yıl önce, yani ilk gençlik çağlarında Berlin’de yazmış olduğu bir şiir, meraklı iki gençle bir üniversite öğrencisinin üzerinde yakalanıyor. Şu anda benim masamın üzerinde bu şiirin bir kopyası var: Stepan Trofimoviç bunu geçen yıl, kendi el yazısıyla yazarak, bir ithafla bezeyip, kırmızı marokenle kaplattırdığı bir cilt içinde bana armağan etmişti. Şiirin edebi değeri yok değil, üstelik dâhice yazılmış da denebilir, ama tuhaflığı da var... doğrusunu isterseniz, konuyu kendim de pek kavrayamadığım için, istendiği gibi anlatamayacağım: Faust’un ikinci kısmını anımsatan liriko- dramatik biçimde bir allegori, yani mecazi bir şiir. Sahne, kadınlar korosuyla açılır, sonra onun yerini erkekler korosu alır, daha sonra, görünmeyen güçler korosu gelir, en sonunda da, henüz yaşamamış, ama yaşamak isteğiyle kıvranan ruhlar korosu çıkar. Bütün bu korolar, belirsiz bir şeyi dile getirir, daha çok birisini suçlarlar; ancak onlarda geniş bir mizaha yer verilmiştir. Derken sahne birdenbire değişir, ’yaşayanların bayramı’ gibi bir şey başlar. Burada, haşereler bile şarkı okurlar, sonra Latince duaları andıran sözler söyleyen bir kaplumbağa çıkar ortaya. Dahası, anımsadığıma göre maden, cansız bir madde olan maden bile bir şarkı söyler. Genellikle herkes bir şarkı söyler, konuşmalar bile belli belirsiz tartışmalı geçer; ancak bütün bunlar gene de yüksek bir anlam taşımaktadır. Sonunda sahne gene değişir, sahnenin ortasında bir dağ başı görünür, kayalıklar arasında uygar görünümlü bir genç başıboş dolaşmaktadır, bu genç bilinmeyen bazı otları koparır ve emer; peri kızının bu otları niçin emdiğini sorması üzerine, kendisinde çok fazla canlılık hissettiği için bu otların özsuyuyla avuntu bulduğunu, ancak en büyük isteğinin (bu istek, belki de gereksizdir) elden geldiğince çabuk, aklını yitirmek olduğunu söyler. Derken birdenbire yağız bir at sırtında güzeller güzeli bir delikanlı çıkagelir. Arkasında çeşitli uluslardan bir kalabalık vardır. Delikanlı ölümü temsil etmektedir, arkasındaki kalabalıksa onu istemektedir. En son sahnede Babil Kulesi’yle onun kimi asma katları belirir, sonra insanlar yeni umut şarkıları söyleyerek kulenin inşasını tamamlamaya başlarlar. Ta tepeye kadar çıkınca, sözgelimi, Olimp’in sahibi, gülünç bir durumda kaçıp gider, bunun farkına varan insanlar da onun yerini doldurarak eşyaya yeniden uyarlanırlar ve yeni bir yaşama başlarlar, işte o zaman tehlikeli buldukları şiir buydu. (Ecinniler, s:8) ... “Boyuna falıma bakıyorum, Şatuşka,” dedi. ”Ama hiç de istediğim gibi çıkmıyor.”/.../ Hep aynı şey çıkıyor; bir yol, kötü bir adam, biri beni aldatıyor, bir ölüm döşeği, bir mektup, beklenmedik bir haber. Yalan bunlar hep, ben biliyorum. Sen ne dersin, Şatuşka? insanlar yalan söylerse fal niçin yalan söylemesin?” Birden iskambilleri karıştırdı. “Praskovya Ana’ya da aynı şeyi söyledim, çok saygıdeğer bir kadın, baş rahibeden gizli benim oturduğum hücreye gelir fal baktırırdı. “Yaa ! Hem gelen yalnızca o değildi. Ah, diye iç çekerler, başların ı sallarlar, aralarında fiskos ederlerdi. Bense gülüyordum! Nerden mektup gelecek size Praskovya Ana, diyordum ona, on iki yıldan beri bir tane bile almamışsınız. Bir kızı varmış, kocası alıp Türkiye’ye götürmüş; oniki yıldır öldü mü kaldı mı, haber alamamış, derken ertesi gün başrahibeyle oturmuş çay içiyoruz, başrahibe, (doğuştan prensestir.) bir de hanım vardı, konuk, hayalci bir kadın, sonra Aynaroz manastırından gelme bir de papaz vardı, pek farklı bir adam, bana öyle geldi, inanır mısın Şatuşka, bu Aynaroz manastırı papazı, o sabah Praskovya Ana’ya Türkiye’deki kızından mektup getirmemiş mi! -gördün mü karo valesini- ummadık haber! Çayımızı içiyorduk, Aynaroz papazı, ‘başrahibe, saygıdeğer başrahibe’ dedi, ‘duvarları içinde böyle büyük bir hâzineyi sakladığı için Tanrı hepsinin içinde manastırınızı kutsadı.’ Başrahibe: ‘Hangi hazine?’, ‘Lizaveta Ana cennetlik.’ Bu cennetlik Lizaveta manastırda uzunluğu iki arşın yüksekliği olan bir kafes içine kapanmıştı. On yedi yıldır orada, demir parmaklıkların arkasında oturuyordu. Yaz kış... Arkasına kaba kendirden bir gömlek giyerdi, bedenine acı versin diye gömleğinin arasına saman çöpleri, çalı çırpılar tıkıştırırdı; on ye¬di yıl tek bir sözcük konuşmadı, saçını taramadı, yıkanmadı. Kışın kafesin içine bir gocuk koyuyorlardı, her gün bir dilim ekmek ve bir testi su verirlerdi. Ziyaretçiler onu görünce ah, vah ederler¬di. Para verirlerdi. Başrahibe hırslandı: ‘O mu büyük hazine?’ dedi (Başrahibe Lizaveta’dan nefret ederdi), ’Lizaveta’ dedi inadından, ‘tersliğinden orada oturuyor, ikiyüzlülük onunkisi.’ Hoşuma gitmedi, o zamanlar ben de kapanmak istiyordum. Tanrı ile doğa, ikisi aynı şey sanıyorum, dedim. Hepsi birden bana dönüp: ‘Şuna bak!’ diye bağrıştılar. Başrahibe gülmeye başladı. O kadın kısık sesle bir şeyler söyledi, beni yanına çağırdı, saçlarımı okşadı, kadın da pembe bir kurdela armağan etti bana. Göstereyim mi şimdi? Sonra papaz bana uzun uzun öğüt vermeye başladı; öyle de tatlı tatlı, usul usul konuşuyordu ki dinlememek elimden gelmiyordu. Bana, ‘Anlıyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır, hiç anlamadım, beni rahat bırakın,’ dedim. O gün bu gün beni rahat bıraktılar, Şatuşka! Bir gün bizim manastırdan yaşlı bir kadın, gelecekten haber vermeyi öğrenmek için çile dolduran bir kadın, kiliseden çıkarken kulağıma eğildi de: ’Tanrı anası nedir sana göre?’ diye fısıldadı. ‘Büyük anamız’ diye cevap verdim, ‘insan oğullarının avuntusu!’ ‘Evet,’ dedi. ‘Tanrı anası, büyük ana, nemli toprak, onda insanların büyük neşesi saklı. Dünyada çektiğimiz her acı, döktüğümüz her gözyaşı, bizim için bir sevinçtir. Bastığın toprağı yarım arşın derinliğine gözyaşlarıyla ıslattığın zaman her şeyden neşe duyarsın, acın kalmaz, dünya ahret esenlenirsin. Bu vahiydir,’ dedi. Bu sözleri ta yüreğime işledi. O gün bugün,her duada, secdeye kapanınca yeri öperim, alışkanlık edindim. Hem öperim, hem ağlarım. Ben söylüyorum, Şatuşka, bu gözyaşlarında acılık yok. İnsan, derdi olmasa da, sevincinden ağlıyor. Gözyaşın kendiliğinden boşanıyor, inan bana, kimi vakit göl kıyısına giderim; gölün bir kıyısında manastır, bir kıyısında Yalçıntepe dedikleri sivri bir dağ var. Arada sırada bu dağa tırmanırım, yüzümü doğuya çeviririm, yere kapanırım, ağlarım ne kadar zaman ağladığımı anımsamıyorum, hiç bilmiyorum, hiç, hiç... Sonra kalkarım, geldiğim yoldan geri dönerim, o sırada güneş batmak üzeredir, öyle de büyük, öyle de kabarık, öylesine de güzeldir ki! Güneşe bakmayı sever misin, Şatuşka? Güzel olur, ama sıkıntı verir. Yeniden doğuya dönerim, gölge, dağımızın gölgesi, gölümüzün üstünde koşar, ok gibi, uzun, upuzun, ince... Bir mil öteye kadar, gölün üzerindeki odaya kadar, oraya kadar uzanır, orada bu kayadan adayı ikiye böler, gölge ikiye bölündü mü, ötede güneş batar, birdenbire her şey kararıverir. O zaman bir hüzün çöker üstüme, belleğim uzanır; karanlık beni korkutuyor, Şatuşka! En çok bebeğim için ağlıyorum.” “Çocuğunuz var mıydı?” Onu dikkatle izleyen, Şatov dirseğiyle kolumu dürttü. “Elbet. Minicik tırnakları olan bir bebek. Ufacık, pembe pembe. Üzüldüğüm, kız mı oğlan mı bir türlü kestiremedim. Dünyaya geldiği zaman onu patiskalara, dantellere sardım, pembe kurdeleler bağladım, çiçekler serptim üstüne, süsledim püsledim, dua ettim onun için. Vaftiz edilmeden aldım götürdüm, onu ormandan götürüyordum, ormandan korkuyordum. Beni asıl ağlatan şey bir çocuk doğurduğum halde kocamın kim oldu¬ğunu bilememem.” Şatov usulca: “Belki de kocan vardı,” dedi. “Böyle düşüncelerinle bana gülünç görünüyorsun, Şatuşka. Belki kocam vardı, ama kocam olmuş neye yarar, bir kocam yokmuş gibi olduktan sonra? Kolay bir bilmece işte, çöz!” diyerek gülümsedi. “Çocuğu nereye götürüyordun?” İç çekti: “Göle götürdüm,” dedi. Şatov, gene kolumu dürttü. “Yoksa hiç çocuğun olmadı da bütün bunlar sayıklamadan mı ileri geliyor, ha?” Bu sorudan hiç mi hiç şaşırmadı, dalgın dalgın: “Zor bir soru soruyorsun,” diye cevap verdi. “Bu konuda bir şey söyleyemem; belki de çocuğum yok gerçekten. Beni sorguya çekmen yalnızca merak! Olsun, ben gene ağlamaktan vaz¬geçmem; düş görmedim ya!” Gözlerinde nohut gibi yaş taneleri belirdi. “Şatuşka Şatuşka! Gerçekten karın seni bıraktı mı?” Birden iki elini Şatov’un omuzlarına koydu ve acımaklı gözlerle ona baktı: “Darılma, benim de içim dolu. Biliyor musun, Şatuşka, bir düş gördüm: o bana doğru geliyor, bana işaret ediyor, sesleniyor: ‘gel pisi pisim, gel pisi pisim!’ Hoşuma gitti, beni seviyor sanıyorum.”(Ecinniler,s:142-145) ♦♦♦ (Sividrigaylo ile Raskolnikov’un “hortlak” sohbeti) - Galiba Marfa Petrovna’yıçok göreceğiniz geldi? (NOT: Marfa Petrovna ölmüş bir kadın) - Benim mi? Belki de... Belki de gerçekten öyle. Aklıma gelmişken sorayım: Siz hortlaklara, hayaletlere inanır mısınız? - Hangi hortlaklara? - Hangilerine olacak, basbayağı hortlaklara işte!.. - Ya siz inanıyor musunuz? - Evet, belki de hayır. Yani inanırım ama pek de o kadar değil! Bunların size göründüğü oluyor mu? - Sividrigaylov tuhaf bir bakışla onu süzdü ve tuhaf bir gülümseyişle: - Marfa Petrovna ara sıra ziyaret etmek lütfunda bulunuyor! diye fısıldadı. - Ne demek ziyaret etmek lütfunda bulunuyor? - Şimdiye kadar üç sefer geldi. Birinci seferinde onu, cenazeyi gömdüğümüz gün, mezardan döndükten bir saat sonra görmüştüm. Buraya hareketimin arifesinde idi. İkinci sefer, önceki gün. Yolda, şafak vakti. Malayavişere istasyonunda gördüm. Üçüncüsünde ise, iki saat önce, oturduğum odada gördüm, yalnızdım. - Uyanık mı idiniz? - Tamamıyla. Her üç seferinde de uyanıktım. Geliyor, bir dakika kadar konuştuktan sonra, kapıdan çıkıp gidiyor. Her seferide kapıdan girer. Adeta yürüdüğünü duyar gibi oluyorum. - /.../ Raskolnikov canı sıkılmış bir eda ile: - Bütün bunlar saçma şeyler, diye bağırdı. Marfa Petrovna geldiği zaman size neler söylüyor? - Birinci seferinde geldiği zaman, ben çok yorgundum. Cenaze töreni, ruhun rahatlığı için okunan dualar, yas sofrası falan beni iyice yormuştu. Nihayet çalışma odamda yalnız kalmış, bir sigara tellendir miştim. Karmakarışık şeyler düşünüyordum. Birdenbire kapıdan girdi: “Arkadi İvanoviç, bugünkü telaşınız arasında yemek odasmdaki saati kurmayı unutmuşsunuz!” dedi. Ger¬çekten de, o saati yedi yıldır her hafta hep ben kurardım. Unuttuğum zamanlarda da, her seferinde, bunu bana o ha¬tırlatırdı. Ertesi gün de, buraya gelmek üzere yola çıkmış¬tım. Sabaha karşı istasyonda indim, gece biraz kestirmiş¬tim, vücudum kırılıyordu. Gözlerim hâlâ mahmurdu. Bir kahve getirttim. Birdenbire ne göreyim: Marfa Petrovna, elinde bir deste oyun kâğıdı ile gelip yanıma oturdu: “Arkadi İvanoviç, yolculuğunuzun nasıl geçeceğini, falınıza bakıp söyleyeyim mi?” diye sordu. Karım, fal bakmakta pek usta idi. Falıma baktırmadığım için kendimi hiç affetmeyeceğim!.. Korkup kaçtım. Gerçi o sırada, kampana da çalmıştı ya!.. Bugün de, ahçı dükkânından getirttiğim berbat bir yemekle midem ağırlaşmış bir halde oturmuş sigara içiyordum. Ansızın yine, Marfa Petrovna içeri girdi. Sırtında, yeşil ipekli kumaştan yapılmış, uzun etekli yeni ve çok şık bir tuvalet vardı: “Günaydın Arkadi İvanoviç” dedi. “Elbisemi beğendiniz mi? Aniska böylesini dikemez.” (Aniska bizim köyde oturan Moskova atölyelerinde çıraklık etmiş eski toprak kölelerinden pek cici bir terzi kızdı) Karım, karşım¬da durmuş, fırıl fırıl, dönüyordu. Önce tuvaletini gözden ge¬çirdim, sonra da dikkatle yüzüne bakarak: “Marfa Petrov¬na, böyle incir çekirdeği doldurmayan şeyler için bana ka¬dar gelmenin, rahatsız olmanın ne gereği vardı?” dedim. “Ah aman Yarabbi, demek artık seni rahatsız etmek de ol¬mayacak!” diye karşılık verdi. Ona. biraz takılmak için: “Marfa Petrovna,” dedim, “ben evlenmek istiyorum.” “Bu sizin bileceğiniz şey Arkadi İvanoviç” dedi, “ama karınız ölür ölmez hemen evlenmeye kalkışmanız size şeref vermez!Bari iyi birini seçseydiniz! Yoksa sen biliyorsun, bu ne ona ne de sana mutluluk getirir, sadece kendinizi elaleme güldürmüş olacaksınız!” Karım bunları söyledikten sonra çıkıp gitti.Adeta eteğinin hışırtısını duyar gibi olmuştum. Pek saçma bir şey değil mi? -Bir doktora başvursanıza!.. -Doğrusunu isterseniz ne olduğunu bilmemekle birlikte, siz söylemeden de hasta olduğumu biliyorum. Bana kalırsa, herhalde sizden beş kat daha, sağlıklıyım. Ben size, hortlakların göründüklerine inanıp inanmadığınızı sormuştum. Raskolnikov, hatta biraz da öfkeyle: -Hayır, asla inanmıyorum, diye bağırdı. Sividrigaylov adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi, başı biraz yana eğik ve başka yana bakarak mırıldandı: -Bu gibi hallerde, genel olarak ne derler? Size derler ki: “Sen hastasın, şu halde sana görünen şeyler aslı olmayan bir karabasandan başka bir şey değildir. - Zaten işin mantığa sığar yanı da yok!.. Hayaletlerin, hortlakların yalnız hastalara göründüklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlakların sadece hastalara görünebileceklerini ispat eder, yoksa onların hiç olmadıklarını değil!.. Sividrigaylov, ağır ağır gözlerini ona döndürerek sözlerini sürdürdü: - Demek yok ha?.. Siz böyle düşünüyorsunuz öyle mi? Peki, şöyle düşünemez misiniz (Siz de bana yardım edin):”Hayaletler hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesapça da yaradılış yasaları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama, bu sağlıklı adam biraz hastalanı verince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverince, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olabilir bir hal almaya başlar. Adamın hastalığı arttığı ölçüde öteki dünya ile olan ilişkisi de o ölçüde artar. Böylece insan, öldüğü zaman doğrudan doğruya öteki dünyaya göçer!” Ben bu nokta üzerinde çoktandır düşünüp duruyorum. Eğer siz de öteki dünyaya inanıyorsanız, bu düşüncelere inanabilirsiniz! (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:16-17.) ♦♦♦ "Hiçbir şey düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Ama, hülyalar birbirini kovalıyor, birbiriyle bağlantısı olmayan başsız ve sonsuz düşünce kınntılan parlayıp sönüyordu. Yarı uykulu hale düşer gibi oluyordu.../ Salonun ortasında, beyaz atlasla örtülü bir masanın üzerinde bir tabut vardı. Bu tabut, Napoli dokuması ipek bir kumaşla kaplı idi. Kumaşın kenarlarına beyaz, kırmalı bir farbala dikilmişti. Tabutun her yanı çelenklerle kuşanmıştı. Tabutun içinde, çiçekler arasında, beyaz tüller giymiş bir kız çoçuğu, adeta mermerden dökülmüş kolları göğsü üzerinde kavuşmuş bir halde yatıyordu. Ama dağınık açık kumral saçları ıslaktı. Güllerde örülmüş bir taç başını süslüyordu. Yüzünün ciddi, adeta sertleşmiş profili de, mermerden yontulmuş gibi idi. Ne var ki, solgun dudaklarındaki gülümsemede, çocuk yaşma uymayan sonsuz bir acının ve büyük bir yakınmanın izleri vardı. Sividrigaylov, bu kızı tanıyordu. Bu tabutun etrafmda ne kutsal resimler, ne de yanan mumlar vardı. Hiçbir dua da işitilmiyordu. Bu kız, kendini suya atarak intihar etmişti. Henüz on dört yaşında idi. Ama, yüreği acıyı tatmış ve genç çocuk bilincini dehşete salan bir karakterle parçalanmıştı. Bu temiz - melek ruh, layık olmadığı bir utançla dolmuş, ondan yükselen son umutsuz çığlık duyulmamış, karanlık, soğuk, nemli bir gecede, rüzgâr; ulumaları arasında boğulup gitmişti.” (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:310,311) ♦♦♦ “Hemen söyleyeyim, Stepan Trofimoviç, hep aramızda özel bir rol, bir yurttaş rolü oynuyordu. Bu role bayılırdı; ölür de bu rolden vazgeçmezdi sanırım. Kendisini meslekten yetişme bir aktöre benzetmek istemem,Tanrı göstermesin, ona saygım vardır. Onunkisi bir alışkanlıktı, daha doğrusu, çocukluğundan beri kendisini hep iyi bir yurttaş, önemli bir adam saymasından kaynaklanan bir şeydi. Örneğin ‘polisin kovuşturmasına uğramış’, ‘sürgün edilmiş’ olmanın zevkine doyamazdı. Bu iki küçük sözcüğün, yani kovuşturma ile sürgün sözcüklerinin estetik büyüsü onu bir daha ayılmamacasına sarhoş etmişti. Bu iki sıfatı benimsediği için de kendisini dev aynasında görüyor, kişiliğini büyülte büyülte sonunda bir övünme kaidesinin üstüne heykel gibi kuruluyordu./.../ Ne dersiniz! Meğer o bunda kendi kendini aldatmış. Günün birinde, Stepan Trofimoviç’in öyle herkesin sandığı gibi, kentimize ‘sürgün’ olarak gelmek şöyle dursun, ömründe ‘polisin kovuşturmasına’ bile uğramamış olduğunu şaşkınlık içinde -ama doğruluğuna inanmak zorunda da kalarak- öğrendim. Durum buyken, siz hayal gücünün enginliğine bakın ki, ömrü boyunca birtakım makamların kendisinden çekindiğine, her attığı adımın kollandığına, her davranışının gözetlendiğine, son yirmi yıl içinde değişen üç validen, her birinin kenti yönetmeye gelirken Petersburg’tan kendisiyle ilgili bir sürü dosya ve uyarıyla yola çıktığına inanıp durdu. Ama pek sayın Stepan Trofimoviç’e hiçbir şeyden çekinmesine gerek olmadığı açıkça söylense, bunun kanıtları da gösterilseydi, kesinlikle gücenirdi.”(Ecinniler, s:6) |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 27 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
adorochatricar, anwakhamkath, aschlenkerrenit, boppenbacrubi, cercoyk, doatridgeearl, eagoodreauthers, eepennelltheo, espacetravi, eudlebroc, hrschgilm, hrumschlaever, mniehuhmanstepa, mrtgrimmstewa, nottonmake, nswickheimnewto, oavjoisaa, oilbronrocc, onandrzejcstant, ooonemoredodi, retercruz, rmcentirewiley, rnewkirkkris, rroraul, sichalskikass, tckertbran, zchoszdann
|
17.02.2016, 14:08 | #7 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
TUHAF DUYGULAR YAŞAMAK (devam)
Coşkunluk-Vecd hali “Toprağı niçin kucakladığını, neden öpmek istediğini bilmiyordu; gene de yeri gözyaşlarıyla ıslatarak bütün coş¬kunluğuyla bu toprağı daima, ölene kadar sevmek için ant içiyordu. İçinden, “Toprağı sevinç gözyaşlarınla sula ve bu gözyaşlarını sev...” diye geçti. Niçin ağlıyordu? Öyle bir coşkunluk içindeydi ki, göğün sonsuzluğunda parlayan yıldızlar için bile ağlıyor, ama çılgınlığından utanmıyordu. Sanki evrenin sayısız âlemlerinden uzanan teller hep birden ruhunda birleşmiş, ruhu da başka âlemlerle ilişkinin titreşimleri içindeydi/…./.Her geçen an âdeta elle tutulur gibi bir açıklık ve kesinlikle, ruhuna üstündeki gök kubbesi gibi sağlam, sarsılmaz bir şeyin yayıldığını hissediyordu. Sanki içinde bir düşünce vücut buluyor, bir daha ondan ayrılmamak üzere, ömrünün sonuna kadar yerleşip temelleşiyordu. Zayıf bir delikanlı olarak yere kapanan Alyoşa doğrulduğu zaman sağlam, cenge hazır bir erkekti, bunu geçirdiği vecd anında anlamış, duymuştu. Alyoşa bu hatırayı ömrü boyunca sakladı içinde. Derin bir inançla, “O saat ruhuma biri girdi.” diye tekrarladı.” (Karamazov Kardeşler, s: 485) ... “Tipi kesilmemişti. İlkin canlı, çevik adımlarla yürüyor¬du, sonra birden sendeler gibi oldu. Gülümsedi: “Bedenî bir şey bu...” diye düşündü. İçi sevinç doluydu sanki; sonsuz bir kesinlik duygusu ruhunu kaplamıştı. Son zamanlarda onu hırpalayan kuşkular kaybolmuştu. Kararını vermişti; “de¬ğişmez karar!” diye sevinçle düşündü. O anda ayağı bir şeye çarptı, az kalsın kapaklanıyordu. Durunca, ayaklarının dibinde demin itelediği mujikçiği fark etti; hep öyle, aynı yer¬de, baygın, hareketsiz yatıyordu. Kar yüzünü iyice örtmüştü. İvan adamı kaptığı gibi sırtladı, yüküyle beraber yürümeye devam etti. Sağda, küçük bir evde ışık görerek pencereye vurdu, içeriden seslenen ev sahibinden mujiği kendigötürmek için yardım istedi, karşılığında üç ruble vereceğini söyledi. Adam hazırlanıp çıktı.”(s: 843) .... İvan birdenbire, — Hayır, hayır, hayır! diye bağırdı. Düş değildi bu! Bura¬daydı o. Şurada oturdu, işte şu sedirde. Sen pencereye vururken ona bardak attım. Şunu... Dur, önceden uyuyordum ama, bu gördüğüm düş değil. Eskiden de oluyordu. Bazen düş görüyorum ben Alyoşa... ama uyku düşü değil bu. Uyanıkken, / dolaşıp konuşurken görüyorum... uyur gibi. Fakat demin o burada, şu sedirdeydi. Çok aptal o, Alyoşa, son derece aptal! İvan birden güldü, odada gezinmeye başladı. Alyoşa üzüntüyle, — Kimmiş o aptal, kimden söz ediyorsun, kardeşim? diye sordu. Şeytan! Dadandı bana. İki, belki de üç kere geldi. Alay etti benimle: Güya onun kanatları yanmış, olanca şatafatıyla, pırıl pırıl bir baş şeytan olmayışına kızıyormuşum. Yalancı, şeytanların en adisi! Hamama gidermiş... Soyarsan, belki Danimarka köpeklerinin kuyruğu gibi upuzun, bir arşın boyunda, dümdüz, boz bir kuyruğu vardır... Üşüdün sen Alyoşa, karda yürüdün; çay ister misin? Ne? Soğuk mu? Söyleyeyim, yeni çay demlesinler... C’est â ne pas mettre un chien dehors Alyoşa çabucak lavaboya koştu, havluyu ıslattı. İvan’ı tekrar yerine oturması için kandırdı, başını yaş havluyla sardı. Kendi de yanına geçti. (s-868-870) — Burada birisinin sedirde oturduğuna kesin olarak emin misin? — Evet, şu sedirde, köşede. Kovardın onu sen. Kovdun da, göründüğün anda hemen yok oldu. — O değil, sen söylüyorsun bunu, İvan! diye üzüntüyle bağırdı Alyoşa. Hastalığın yüzünden sayıklıyor, bosuna kendini hırpalıyorsun. (872) (Karamazov Kardeşler, 872- 888) ..... — Size gülünç bir rüyamı anlatayım mı: Bazen düşte şeytanlar görüyorum. Geceymiş gibi, ben odamda bir mumla oturuyorum. Odanın her köşesi, masanın altı filan şeytanlarla dolu,kapıyı açıp kapıyorlar; dışarıda da sürülerle var, içeri girip beni yakalamak istiyorlar... Yaklaşıyorlar, neredeyse kapacaklar... O zaman ben istavroz çıkarıyorum; şeytanlar geri geri gidiyorlar, ama büsbütün değil, kapıda, köşelerde pusu kurup bekliyorlar... İçimden bir¬denbire Tanrıya küfretmek geliyor. Küfretmeye başlayınca şeytanlar hep birden bana atılıyor; seviniyorlar, gene yakalamak istiyorlar, ama ben ansızın istavroz çıkarınca yeniden gerisin geri kaçıyorlar, öyle hoş ki, soluğum tutuluyor! — Benim de aynı düşü gördüğüm oldu. (Karamazov Kardeşler, s: s:673) ...... "Sonraları verdiği ifadeye göre, “Dmitri Fyodoroviç’e gelince o da tam kendinde değildi. Sarhoş olmamakla beraber bir coşkunluk içindeydi. Dalgındı, bir ; yandan da sanki zihni belirli bir şeye takılmış, bir şeyler dü şünüp halletmek istiyor ve yapamıyor gibiydi. Acele ediyor, sert, çok garip konuşuyor, zaman zaman kederli değil, hatta \ neşeli bile görünüyordu.” (Karamazov Kardeşler;s: 529) ....... |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 19 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
17.02.2016, 14:43 | #8 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
ZEVK VERİCİ DUYGULAR YAŞAMAK
(Nedensiz coşku-fantazi-Şehvet- Pedofili(Çocuk düşkünlüğü) Hastalıklı hallerde düşler çoğu zaman çok belirgin ve canlı çizgileriyle, gerçeğe çok uygun oluşlarıyla dikkati çeker... Kimi zaman tablo, tüyleri ürpertecek kadar korkunçtur, ama mizansen ve bütün düşünce dizisi, gerçeğe öylesine uygun, sanat bakımından öylesine doludur ki, bu düşü gören insanın, hatta Puşkin ya da Turgenyev gibi bir sanatçı bile olsa, uyanıkken bunu uydurmasına olanak yoktur. Bu tür düşler, bu hastalıklı düşler, her zaman belleklerde uzun bir süre yer eder, zaten bozuk ve sarsılmış olan organizma üzerinde derin izler bırakır.” (Suç ve Ceza s:96.) ♦♦♦ “Farkında olmadan bir humma nöbeti içinde , sadece birdenbire bütün ağırlığını kaplayan dolu ve güçlü bir hayatın yeni ve sonsuz bir duygusuyla dolu olarak, acele etmeden , yavaşça merdivenlerden iniyordu. Bu duygu, birdenbire, umulmadık bir anda, affedildiği bildirilen bir idam mahkumunun duyacağı heyecanla ölçülebilir. ( Suç ve Ceza, II cilt, s:270,271) (NOT: Dostoyevski Çar karşıtı siyasal örgütlerle ilişikli olduğu için idam cezasına çarptırılmış, darağacının dibinde asılmayı beklerken Çar’ın af yazısı ile canını kurtarmıştır. Bu nedenle, affedilen idam mahkûmun duygularını ondan daha iyi kimse bilemez, herhalde!...) ♦♦♦ “Mesela, evleneceğimden haberiniz var mı? Söyledim mi idi? Unutmuşum... Ama o zaman kesin olarak söyleyemezdim. Çünkü gelini bile henüz görmemiştim. Sadece bir niyetten öteye geçmiyordu. Ama, şimdi artık bir nişanlım var. İşi yoluna koydum. /.../ bu benim evlenme işim, kendine göre oldukça enteresandır./.../ Hani, bir kız çocuğu onun yüzünden kış kıyamette kendini suya atmış falan diye, dedikodusu edilen Resslich... Anladınız mı? Anladınız mı? bu evlenme işini pişirip kotaran odur. Bana yapayalnızsın sıkılır, biraz oyalanırsın, dedi. Ben gerçekten asık suratlı, küskün ruhlu bir adamım. Siz beni neşeli mi sanıyornuz? Hayır, ben asık suratlı bir adamım. Kimseye kötlük etmem, bir köşeye büzülür otururum. Bazen üç gün ağzızımı açmadığım olur. Ama şu Resslich tilkisinin kafasın neler geçtiğini ben size söyleyeyim: Karımı bırakarak savuşup gideceğimi sanıyor, tabii karım da ona kalacak, o onu piyasaya sürecek!.. /.../ Kız, bir ay sonra on altısına basacak... Bu hesaça, bir ay sonra onu evlendirmek mümkün olacak. Yani benimle evlendirmek... Kalkıp onlara gittim... Kendimi: Büyük çiftlik sahibi, tanınmış ailede şöyle ilişkileri olan zengin bir dul diye tanıttım. Benim ellisinde bir adam, onun ise daha on altısına basmamış bir konca oluşundan ne çıkar? Buna kim aldırır? /.../ Bu sırada kız da içeri girdi. Dizlerini kırara selam verdi. Düşünün ki, daha kısa etekli entari giyiyor. Açılmamış gonca gül! Gelincik gibi kızarıp bozarıyor (her halde ona söylemiş olacaklar!) Bilmem, kadın yüzleri üzerine siz ne düşünüyorsunuz? Bence, bu on altı yaş, bu çocuksu gözler, bu ürkeklik, utanmaktan gelen bu gözyaşları, olgun güzellikten de üstündür. Oysa bu kız üstelik, bir resim kadar da güzeldi. Açık sarı, lüle lüle, hafif dalgalı saçları, minimini dolgun kırmızı dudakları, son derece güzel ve minnacık ayakları var. Neyse tanıştık. Ben onlara bazı aile işlerimden ötürü acele ettiğimi söyledim. Ertesi gün, yani evvelsi gün nişanlandık. O zamandan beri, onlara her gidişimde, onu kucağıma alıyor ve hiç bırakmıyordum. Yavrucak gelincik gibi kızarıyor. Ben ise, durmadan onu öpüyorum. Annesi, pek tabii olarak, ona, kocası sayıldığımı, bunun böyle olması gerektiğini, anlatmaya çalışıyor. Dedim ya, bir içim su azizim. Ne yalan söyleyeyim, bu şimdiki nişanlılık durumu, belki de evlilik durumumdan daha iyidir. Hah! Hah! Hah! onunla iki sefer konuştum. Hiç de aptal bir kız değil. Bazen bana kaçamak, öyle bakışları var ki, adeta beni yakıyor. Biliyor musunuz onun, Raphael’in Madonna’sını andıran küçücük bir yüzü var. Gerçekten de, Sikstin kilisesindeki Madonna’nın yüzü hayalidir. Bu yüzde üzgün bir divane görünüşü hali var./.../ Dün onu kucağıma aldım. Herhalde bunu pek laubali bir eda ile yapmış olacağım ki, yüzü kıpkırmızı kesildi. Gözlerinden yaş geldi. Belli etmek istemiyordu ama, alev alev yandığı besbelli idi. Bir an için hepsi dışarı çıktı. Biz onunla baş başa kaldık. Ansızın boynuma atıldı. (İlk sefer böyle davranıyordu.) Küçücük kollarıyla beni sımsıkı kucakladı, öptü ve bana söz dinler, sadık, iyi bir eş olacağına, beni mutlu edeceğine, ömrünün her anrnı, her şeyini, ömrü boyunca bana ada¬maktan çekinmeyeceğine yeminler ederek söz verdi; bütün bunlara karşılık da benden sadece ve yalnız saygı beklediğini, “bundan başka hiç ama, hiçbir şey hiçbir hediye istemediğini söyledi, incecik tüller giymiş, genç kızlık utangaçlığı ’ ile yüzü pembeleşmiş, heyecandan gözleri parlamış, saçları lüle lüle, on altı yaşındaki bir melekten, tenha bir odada, bu çeşit sözler işitmek, çok ayartıcı, çok baştan çıkarıcı bir şey... Bunu siz de kabul edersiniz! Çok baştan çıkartıcı değil mi? /.../ Kısacası, sizin tutku ve şehvetinizi kamçılayan da aradaki bu korkunç yaş ve seviye farkı olsa gerek... Gerçekten de onunla evlenecek misiniz? Niye evlenmeyecek mişim? Ne olursa olsun evleneceğim... Herkes kendisiyle ilgili olan şeylere kendisi karar verir. Kendini en iyi aldatmasını bilen herkesten daha neşeli yaşar. Hah, hah!.. Bu su katılmamış erdem de nereden çıktı? Merhamet ediniz dostum ben günahkâr bir insanım... Hah, hah, hah! “(Suç ve Ceza-II, s: 272-276. Türkçesi: Hasan Ali Ediz. Engin Yayıncılık) ♦♦♦ “Şimdi aklıma değişik düşünceler geldikçe hoşuma gidiyor. Örneğin ben 41 yaşımı devirmiştim, kızsa henüz 16’sındaydı. Aramızdaki yaş farkından ileri gelen duygu beni büyülüyordu; bu durum çok tatlı bir şeydi, çok tatlı!” (Uysal Kız, s: 99. Türkçesi: Mehmet Özgül. Cumhuriyet Gazetesi Kitapları. Dünya Klasikleri) ♦♦♦ “Elena(10 yaşında kız çocuğu) kendini süzmeye başladı. Üstünü başını inceledi ve birden insanı şaşkınlığa düşüren bir şey yaptı. Görünüşte soğukkanlılığını hiç bozmadan çay fincanını masaya bıraktı, ağır bir hareketle ince entarisinin eteğini iki eliyle kavradı, aşağıdan yukarıya yırtarakikiye ayırdı. Sonra alev saçan gözlerini bana dikti.” (Ezilenler, s: 184) ♦♦♦ “Kızın yaşı kaç ? On iki, on üçü gösteriyor. Ama kavruk değil mi? İşini uydurur. Yerine göre onbir, işine gelinde de on beş der./.../ Elena’yı elinden tutarak batakhaneden çıktık/.../ Sevgi dolu gözleriyle bana baktı. O sabah neşeliydi, bakışları tatlıydı. Hem sokulgan, hem utangaç, hatta ürkek bir hali vardı. Sanki beni üzmekten, sevgimi kaybetmekten ve ağzından bir şey kaçırmaktan korkuyor gibiydi./.../ Bu çocuğa gitgide daha çok ısınıyordum./.../ Nelly tekrar utangaç bir edayla gülümsedi. Kapıyı açımış, eşikte konuşuyorduk. Nelly karşımda durmuş, yere bakarak bir eliyle omzuma tutunuyor, öbürüyle ceketimin kolunu çekiştiriyordu./.../ Yoo... Sır değil... Ben... Siz yokken kitabınızı okumaya başladım./.../ Bunu yavaşça, tatlı, içime işleyen bakışını gözlerime dikerek söyledi, kıpkırmızı kesildi./.../ Yüzüne karşı övülen yazarın utangaçlığını duyuyordum. O anda onu öpmek istiyordum; fakat yakışık almazdı. Nelly bir süre sustu. Sonra, derin bir kederle beni süzerek, Işıldayan, sevgi dolu bakışını yüzüme çevirerek, ürkek ürkek, darılmadım, dedi. Birdenbire elimi kaparak yüzünü göğsüme sakladı, nedense ağlamaya başladı. Bir yandan da gülüyordu. Hem ağlıyor hem de gülüyordu. İçimi tatlı bir duygu kapladı. Nelly bir türlü başını kaldırmak istemiyordu. Ben, yüzünü omzumdan ayırmaya çalışırken o daha çok sokuluyor, daha hızlı gülüyordu. Bu duygusal sahne bitince vedalaştık; acele ediyordum. Nelly, yanakları pembeleşmiş, yıldız gibi parlayan gözleri ve hep o utangaç haliyle arkamdan merdivene kadar koştu, erken dönmemi rica etti. Erken döneceğimi, hatta belki yemeğe yetişebileceğimi söyledim.” (Ezilenler. S:248-250. Türrkçesi: Hasan İlhan. Alter yayınları) ♦♦♦ “Başlangıçta ona pek dikkat etmemiştim, bana gelip giden birçokları gibiydi. Sonraları fark etmeye başladım. İnce yapılı, boyu ortadan uzun, sarışın bir kızcağızdı. ....İşte ilk kez orada kendisine dikkat ettim, hakkında özel ’şeyler düşünmeye başladım. Evet, bende bıraktığı izlenimi bugün olmuş gibi anımsıyorum, yani beni allak bullak eden izlenimi. En başta genç, çok genç olmasıydı. On dördünde bile göstermiyordu, oysa on altısını doldurmasına fazla bir şey kalmamıştı. Gene de asıl önemlisi onun başka bir yönüydü... onun hakkında bazı tasarılar dolaşmaya başlamıştı kafamda. Bu da onunla ilgili üçüncü özel düşüncem oldu....İşte her şey bundan sonra başladı.... kıza doğrudan doğruya evlenme önerisi yapınca şaşkınlığı daha da arttı. Onunla evlenmek benim için büyük bir onurdu. Böyle söyledim ona./.../ .Doğaldır ki, bana evet yanıtını verdi. Şunu da hemen eklemeliyim, evet demeden önce hayli düşündü. O kadar düşündü, o kadar düşündü ki, sonunda ben, “Eh, ne dersiniz?” diye sormak zorunda kaldım. “Eh” sözcüğünü biraz kuvvetli söylemekten kendimi alamamıştım. “Bekleyin, düşünüyorum,“ karşılığını verdi/.../ Yattığım halde uyuyamadım. Kafamın bir yerinde küt küt diye nabzım atıyor. Başımdan geçenlerin hepsini, bütün bu pislikleri kavramak istiyorum. Ah, şu pislik denen şeyler! Onu o vakit pislikten nasıl kurtarmıştım? Kızın bunu anlaması, davranışımı saygıyla karşılaması gerekirdi.” (Uysal Kız., s: 86,87. Türkçesi: Mehmet Özgül. Cumhuriyet Gazetesi Kitapları. Dünya Klasikleri) ♦♦♦ “Hiç kimseye rastlamadan dar ve uzun koridorda bir hayli dolaştı. Tam yüksek sesle bağırmak üzere iken, karanlık bir köşede, eski bir dolapla kapı arasında canlıya benzer tuhaf bir şey gördü. Mumu yaklaştırarak eğilip baktı; tahta bezi gibi sırılsıklam olmuş entarisi içinde titreyerek ağlamakta olan beş yaşında kadar bir kız çocuğu gördü. Kız, Sividrigaylov’dan korkmamış göründü. Ama ona, iri siyah gözleriyle şaşkm şaşkın bakakaldı. Çok ağlamış, ama artık susmuş, hatta avunmaya yüz tutmuş, ama hemen yine ağlamaya hazır çocuklar gibi, ara sıra içini çeke çeke hıçkırıyordu. Yavrucağın yüzü solgun ve bitkindi. Soğuktan donmuştu. Peki ama “bu çocuk buraya nasıl gelmişti?.. Demek ki buraya gizlenmiş ve bütün gece uyumamıştı.” Onu söyletmeye çalıştı. Kızcağız birden bire canlandı. Kendi çocuk diliyle ona, çabuk çabuk bir şeyler anlatmaya başladı. Kızcağız “annesinden, döveceğinden” “kıydığı” (kırdığı) bir fincandan söz ediyordu. Durmadan anlatıyor, anlatıyordu. Bütün bu söylediklerinden az çok şunları anlamak kabil olmuştu: Onu sevmiyorlardı. Annesi, gece gündüz içen ve kuvvetli bir ihtimalle, bu otelde, aşçılık eden bir kadındı. Kendisini dövüyor, korkutuyordu. Kızcağız annesinin fincanını kırmış, bu yüzden fena halde korkup akşam evden kaçmıştı. Herhalde uzun zaman avluda, yağmur altında bir yerlerde gizlenmiş, en sonunda bir kolayını bulup buraya girmişti. Dolabın arkasına büzülmüş, rutubetten, karanlıktan ve işlediği suçtan ötürü, yiyeceği dayağın korkusundan titreyerek ağlayarak, bütün gecesini bu köşede geçirmişti. Sividrigaylov, onu kollarına alarak odasına götürdü. Yatağının üstüne oturtarak soymaya başladı. Çıplak ayaklarına giydiği tabanları delik kunduracıkları, bütün gece bir su birikintisinde kalmış gibi ıslaktı. Kızı soyduktan sonra yatağa yatırdı. Yorgamyla örterek sımsıkı sarıp sarmaladı. Kızcağız hemen uyudu. Sividrigaylov, bütün bunları bitirince, yeniden karanlık düşüncelere daldı. Birdenbire öfkeli ve hoşa gitmeyen bir duygu ile: “Nereden aklıma esti burnumu sokmak!” diye söylendi. “Ne saçma şey!” Can sıkıntısı ile mumu yakaladı. Her ne pahasına olursa olsun, partal kılıklı adamı arayıp bulmak ve hemen buradan çıkıp gitmek istiyordu. Kapıyı açıp çıkacağı sırada bir küfür savurarak, “eh kızım!” diye söylendi. Sonra uyuyup uyumadığını ve nasıl uyuduğunu anlamak düşünce¬siyle kıza bir defa daha bakmak için geri döndü. Yavaşça yorganı kaldırdı. Yavrucak, derin ve mutlu bir uykuya dal¬mıştı. Yorganın altında vücudu ısınınca, solgun yanaklarım bir kızıllık kaplamıştı. Ama ne tuhaf, kızın yanaklarındaki bu kızıllık bir çocuk yanağında görülen bayağı kızıllıktan sanki daha güçlü daha parlaktı. Sividrigaylov: “Bu bir nöbet kızıllığı olacak!” diye düşündü. Bu adeta şarap içmekten olma bir kızıllıktı. Sanki ona koca bir bardak şarap içirmişlerdi. Kızıl dudakları adeta tutuşmuş gibi alev alev yanıyordu. Bu da ne demekti?.. Kızın uzun siyah kirpiklerinin titrediğini, kımıldadığım, göz kapaklarının hafifçe kalkarak altından, hiçte çocuksu olmayan, kurnaz, çapkın bir bakışın kendisine doğru kaydığını görür gibi oldu. Kız sanki, uyumuyor, uyur gibi yapıyordu. Gerçekten de işin doğrusu bu idi: Dudaklarında bir gülümseme uçuşuyor, uçları titriyor, gül¬memek içinkendini zorladığı anlaşılıyordu. Ama işte artık kendini zorlamaktan vazgeçtiği görüldü: Şimdi artık açık¬tan açığa, gülüyor çocuklukla hiç de ilgisi olmayan bu yüzde, hayasız, küstah bir ışık tutuşuyordu. Bu bir orospu yüzü idi. Bu, Kamelya’nın, Fransız orospularından satılık Kamelya’nın sıyrık yüzü idi. Artık saklayacak hiçbir şeyi kalmadığı için gözleri de açılmıştı. Bu gözler yakıcı hayasız bir bakışla onu süzüyor, çağırıyor, gülüyordu. Bu gülüşte, bu gözlerde, çocuğun yüzündeki bütün bu iğrenç şeylerde, bitmez tükenmez bir hayasızlık bir hakaret vardı. Sividrigaylov, büyük bir dehşetle ürpererek: “Nee! diye mırıldandı. Daha beş yaşında bu... Bu nasıl olur yahu?” Ama işte kız, alev alev yana yüzü ile ona doğru dönüyor, kollarını açıyordu... Sividrigaylov, büyük bir dehşet içinde:”Ah, melun!” diye bağırdı ve ona doğru elini kaldırdı... Ama tam bu sırada uyandı. Aynı yatakta, aynı biçimde yorganına, sarınmış bir halde idi. Mum yakılmamıştı. Pencereler artık gün ışığı ile ağarmıştı. (Suç ve Ceza, II cilt, s:311-313) ♦♦♦ “Susun ve dinleyin. Her şeyden önce benim de bir koşulum var: Sözümü hiç kesmeyeceksiniz, yoksa şaşırabilirim. Uslu uslu dinleyin şimdi. Yaşlı bir ninem var. Annemle babam öldüğü için daha küçücük bir kızken ninem beni yanma almış. Sık sık eski, iyi günlerini andığına göre bir zamanlar varlıklı bir kadınmış. Bana Fransızca öğretti, öğretmen tutup ders aldırdı. On beşime gelince (şimdi on yedisindeyim) derslere son verdik. /.../ Yüreğim doluydu. Konuşmak istiyor, konuşamıyordum./.../ Heyecanımı daha fazla yenemediğim için:Nastenka! Nastenka! diye haykırdım. Bana işkence ediyorsunuz! Yüreğimi parçalıyor, ölüm azabı çektiriyor¬sunuz! Her şeyi içime atamayacağım artık! içimde biriken¬leri konuşmadan edemeyeceğim.Bunları söyledikten sonra yerimden doğruldum. Nastenka elimi eline aldı, yüzüme şaşkın şaşkın bakıyordu. Size ne oldu? dedi en sonunda. Beni dinleyin, Nastenka! Size söyleyeceklerim saçma sapan sözler, aptalca zırvalar olabilir. Böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğini bildiğim halde konuşmadan edemeyeceğim. Uğruna acı çektiğiniz kişinin hatırı için söyleyeceklerimi bağışlayın!..Nastenka ağıdı kesti. Yüzüme diktiği şaşkın gözlerinde tuhaf bir merak parıltısı vardı.Neymiş o söyleyecekleriniz? Olmayacak bir şey, ama sizi seviyorum Nastenka! İşte hepsi bu kadar! Bakalım bundan sonra benimle eskisi gibi konuşabilecek, söylediklerimi dinleyecek misiniz? Nastenka sözümü kesti:Ne olmuş ki? Bir şey mi var bunda? Sizin beni sev¬diğinizi çoktandır biliyor, ama böyle derinden değil de, bi¬raz sevdiğinizi sanıyordum... Demek durum bambaşka! Baştan da öyleydi, Nastenka, fakat şimdi, şimdi... Sizin ona bohçanızla gittiğiniz zamanki gibiyim ben de. Hatta daha da kötü, Nastenka. Çünkü onun bir sevdiği yoktu, ama sizin var.Neler söylüyorsunuz! Ne demek istediğinizi anlamyorum. Siz niçin böyle, hem de neden birdenbire... Aman Tanrım! Ben de saçmalıyorum. Ama siz...Nastenka büsbütün şaşırmıştı. Yanakları kızararak gözlerini yüzüme çevirdi. Şimdi ne yapayım, Nastenka? Hadi siz söyleyin! Suçlu olduğumu biliyorum. Güveninizi kötüye kullandım. Ama hayır, Nastenka, suçlu değilim ben. içimden bir ses böyle söylüyor, haklı olduğumu hissediyorum. Çünkü sizi hiçbir biçimde gücendiremem, sizi incitemem. Dostu nuzdum, gene de öyleyim. Değişen bir şey yok. Bakın iş¬te, gözyaşlarını akıyor, Nastenka. Bırakın aksın, kimseye bir zararı var mı? Nasıl olsa kurur...Beni kanepeye oturtmaya çalışıyordu.Oturun canım, oturun. Bakın siz şu işe!Hayır, Nastenka, oturmayacağım. Artık burada ka¬lamam... Bundan böyle görmeyeceksiniz beni. Söyleyeceklerimi söyleyeyim, ondan sonra gideceğim. Diyeceğim şu ki, sizi sevdiğimi hiçbir zaman öğrenemeyecektiniz. Gizimi kendime saklayacaktım. Böyle bir anda sizi bencilli-ğimle üzmemem gerekirdi. Ama konuyu siz açtığınıza göre suç benim değil, sizin... Beni yanınızdan kovmaya hakkınız yoktu.Kızcağız utanmasını elinden geldiğince gizlemeye çalışarak:Kovan kim! dedi. Ben sizi kovmuyorum ki!Demek kovmuyorsunuz? Oysa ben kendim kaçacaktım... Gene de durmayacağım. Yalnız önce içimi dökeyim. Demin ağlayıp sızlıyordunuz, acı acı sitem ediyordunuz. Çünkü... Çünkü (açıkça söyleyeceğim) aşkınızı reddettiler, sizi yüzüstü bıraktılar. Ben buna katlanamazdım, Nastenka!. Yüreğim size karşı öylesine büyük bir sevgiyle doluydu ki, yerimde sakin oturamazdım. Ama sevgimin bir işe yaramadığını görmekle de kahroluyordum. Bu durumda konuşmadan durabilir miyim, Nastenka? Dayanamadım, her şeyi söyledim.Bana acıyorsunuz, Nastenka. Bundan başka söyleyeceğiniz bir şey olabilir mi? Giden gitmiş, olan olmuştur; ağızdan çıkan söz geriye dönmez. Artık her şeyi bildiğinize göre işe buradan başlayalım... Siz demin oturduğunuz yerde ağlarken ben kendi kendime düşünüyordum ki... Evet, ne diyordum. Ha, kendi kendime düşünüyordum ki... Hoş, pek olacak bir şey değil ya... Düşündüm ki, herhangi bir sebep yüzünden onu sevmiyor olabilirsiniz. Bunu dün de bugün de düşündüm Nastenka. Öyleyse ne yapıp yapıp kendimi size sevdirmeliydim. Çünkü beni sevmeye başladığınızı kendi ağzınızla söylemiştiniz, işte söyleyeceklerim aşağı yukarı bunlar. Ha, bir şey daha var: Beni sevmiş olsaydınız şimdi ne yapardık; bir de bunu söyleyecektim. Beni dinleyen dostum -çünkü hâlâ dostumsunuz-, ben basit, yoksul, sıradan bir insanım. Hoş, asıl önemli olan bu değil -şaşırdığım için geveliyorum bu lafları-... Neyse, bırakalım şimdi bunları. Demek istediğim şu ki, tanımadığım bu adamı sevseniz, sevmeye devam etseniz, ben gene de sizi deli gibi sevecek, ama sevgimin size yük olmama¬sı için elimden geleni yapacaktım. Siz ancak yakınınızda, her an sizin için çarpan, minnet dolu, sımsıcak bir yürek olduğunu bilecek; yalnızca bunu anlayacaktınız. Hem öy¬le bir yürek ki... Ah, Nastenka, Nastenka!.. Beni ne durum¬lara soktunuz!..Nastenka kanepeden ayağa fırlayarak:Ağlamayın, ağlamanızı istemiyorum, dedi. Hadi kal¬kıp, biraz yürüyelim. Ağlamayı kesin artık.Mendilini çıkarmış, gözyaşlarımı siliyordu.Gözlerimde budalaca yaşların biriktiğini hissederek isteksiz isteksiz:Hemen hemen bu kadar, dedim. Buluşmamıza birkaç saat kala uyandım, sanki hiç uyuyamamıştım. Bilmiyorum bana ne oldu. Gelirken size bunları anlatmak istiyordum... Zaman durmuş, o anda içimdeki duygular sonsuzlaşmış gibiydi. O anın sonsuza kadar uzayacağını, yaşamın benim için durduğunu hissediyordum. Gözlerimi açtığım zaman sanki çok eskiden işitip ezberlediğim, sonra da unuttuğum tatlı bir ezgi çalınıyordu kulağımda. Yaşadığım sürece ruhumdan kopmak isteyen ve şimdi fırsat bulan bir ezgi...Çok tuhaf! Nasıl bir şey bu? Bundan hiçbir şey anlamadım.Oysa size bu tuhaf duyguyu anlatmayı ne kadar isterdim, Nastenka!Yalvaran sesimde zayıf, gizli bir umut seziliyordu. Ah, seni şeytan! Bir anda Yeter bırakın şimdi bunları! dedi. O anda da son derece neşeli, afacan bir havaya bürünerek koluma girdi. Durmadan gülüyor, benim de gülmemi istiyordu. Utanarak söylediğim her söze ise çınlayan, uzun bir kahkahayla, yanıt veriyordu... Tam kızmak üzereydim ki, bu kez de cilve yapmaya başladı. Bakın, size ne söyleyeceğim: Bana âşık olmadığınız için biraz üzülüyorum, insanoğlu ne anlaşılmaz yaratık, değil mi? Ama, ey benim başeğmez dostum, saf bir kızım diye beni beğenmediğinizi söyleyemezsiniz. Çünkü size her şeyi, aklımdan geçen en saçma düşünceleri bile anlatıyorum. (Beyaz Geceler, s: 68 Türkçesi: Mehmet Özgül. Cumhuriyet Gazetesi Kitapları. Dünya Klasikleri) ♦♦♦ “Kocasına, çocuklarına, toplumun ahlak anlayışına aşırı bağlı bir hanımefendiyi, bir seferinde, nasıl baştan çıkardığımı hatırladıkça, gülmekten kendimi alamam. Bu ne kadar eğlenceli ve zahmetsizce olmuş tu! Ama bu hanımefendi, gerçekten de kendine göre namuslu idi. Ona karşı uyguladığım taktik, fazilet ve namusluluğu karşısında düpedüz şaşkına dönmüş , hayran kalmış görünmekten ibarettir. Onu büyük bir yüzsüzlükle övüyor! göklere çıkarmıyordum. Mesela, onun, şöyle, elini sıkma fırsatım bulsam, hatta bir bakışını elde etsem, istemediği halde bunu ondan zorla kopardığımı, şirretlik ve edepsizlil göstermeseydim kadının direnmesi karşısında bunu asla elde edemeyeceğimi, saflığından ötürü tuzağa düşürüldüğünü, istemeyerek buna razı olduğunu vb... söyleyerek kendi kendimi azarlıyordum. Sözün kısası ben muradıma ermiştim. Bizim hanımefendi ise, masum ve namuslu olduğuna, payına düşen bütün borç ve ödevleri yaptığına tamamıyla inanmıştı. Oysa hiç farkında olmadan mahvolmuştu. Eninde sonunda onun da benim gibi zevk peşinde koştuğunu samimi olarak söylediğim zaman ne kadar da öfkelenip küplere binmişti! /.../ Aynı sonucun Avdotya Romanovna üzerinde de elde edilmeye başlandığını söylersem, darılmazsınız sanırım. Ama, kendi budalalığım ve sabırsızlığım yüzünden her şeyi berbat ettim. Avdotya Romanovna’nın bundan önce de birkaç sefer bakışlarımdan (hele bir seferinde özellikle) hiç hoşlanmadığına bilmem inanır mısınız? Kısacası gözlerimde şiddet ve hayasızlığı gittikçe artan bir pırıltı tutuşuyor ve bu, Avdotya Romanovna’yı korkutuyordu. Bu pırıltı nihayet onu tiksindirmeye başladı.... Böyle bir tutku fırtınasına yakalanabileceğimi hiç mi hiç tasavvur etmemiştim.”(Suç ve Ceza, cilt II, s:270. Türkçesi: Hasan Ali Ediz. Engin Yayıncılık) ♦♦♦ “Rodyon Romanoviç, hayatınızda bir sefere olsun kırkardeşinizin gözlerinin bazen nasıl tutşabildiklerini görseydiziniz! Koca bir bardak şarabı dikip şimdi sarhoş olduğuma bakmayınız! Size söylediklerimin hepsi doğrudur. Sizi temin ederim ki, bu bakışlar rüyalarıma bile giriyordu. Nihayet artık onun etek hışırtısına bile dayanamaz olmuştum. Doğrusu sara illetine tutulacağından korkuyodum.” (Suç ve Ceza, Cilt- II, s:271) ♦♦♦ “Dul kalan Varvara Petrovna yas içindeydi. Böyle olmakla birlikte kocasının bu ani ölümü, onda büyük bir sarsıntıya neden oldu, kadın, dünyadan büsbütün elini eteğini çekti. /.../ Her akşam iki dost, bahçede buluşuyor, ortalık kararıncaya kadar kameriyede oturup duygularını, düşüncelerini birbirlerine açıyorlardı. Birkaç akşam böyle geçti. Ansızın Stepan Trofimo-viç’in aklına tuhaf bir düşünce geldi: ‘Sakın bu teselli arayan kadının bende gözü olmasın? Yas zamanı geçince benden bir evlenme önerisi mi bekliyor ne?’ Hayasızca bir düşünce ama, insa¬nın, kültürü arttıkça bu cinsten düşüncelere daha çok eğilir. Zekâ geliştikçe düşünceler çeşitlenmeye başlar. Bu olasılık kafasında giderek yer etti, ‘olur mu olur...’ diye düşünmeye başladı./.../ Stepan Trofimoviç, günden güne tereddüte düşüyor, bir karar veremediği için derin bir sıkıntıya kapılıyordu. Dahası bu kararsızlık yüzünden bir iki kez ağladı (oldukça sık ağlardı). Bir gün karanlık basarken, canlı, tatlı bir söyleşiden son¬ra, heyecanla birbirlerinin elini sıkarak, Stepan Trofimoviç’in oturduğu barakanın kapısında birbirlerinden ayrıldılar. Her yaz Stepan Trofimoviç gerekli eşyasını alıp bahçe içindeki bu küçük yapıya geçerdi. Zihnini kurcalayan türlü düşünceler içinde eve girdi, eline aldığı puroyla açık pencerenin yanına gitti, kımıltısız durdu, yorgundu, gökyüzünde parlak ayın çevresinden kayıp ge¬çen tüy kadar hafif bulutları seyre daldığı bir sırada ansızın duyduğu hafif bir hışırtıyla titredi, başını çevirdi. Karşısında Vaıvara Petrovna’yı gördü. Birbirlerinden ayrılalı beş dakika olmamıştı. Kadının sarı yüzü morarmıştı, kısılı dudaklarının kenarları titriyordu. Belki on saniye hiç konuşmadan dik dik Stepan Trofimoviç’e baktı. Bakışları sert, acımasızdı. Sonra çabuk çabuk mırıldandı: “Bunu yaptığınız için sizi hiç affetmeyeceğim.” Aradan on yıl geçince, Stepan Trofimoviç, kapıyı sımsıkı kapadıktan sonra, fısıltıyla bu dokunaklı öyküyü bana anlattı ve o anda şaşkınlıktan olduğu yerde donup kaldığını yemin ederek ekledi. O denli şaşırmıştı ki, Varvara Petrovna’nın odadan çıkıp gidişinin bile farkında olmamıştı. Daha sonra Varvara Petrovna bu olayı hiçbir zaman ima bile etmediği için Stepan Trofimoviç’in hastalıktan önce bir düş görmüş olduğuna inanası geliyordu, çünkü hemen o akşam hasta düşmüş, tam iki hafta yatakta yatmış, bu yüzden bahçe söyleşileri de sona ermişti. Bunun bir düş olması olasılığına karşın, bütün ömrünce her gün bunun devamını, yani bu olayın çözülmesini isteyip durmuştu. Bunun böylece sona ermiş olmasına İnanmıyordu! “( Ecinniler, s: 16-17.) ♦♦♦ (Sividrigaylov) “Kalktı, arkası pencereye dönük olarak yatağın kenarına oturdu. “İyisi mi, hiç uyumamak!” kararını verdi. Ama pencereden ıslak bir soğuk geliyordu. Yerinden kalkmadı yorganı sırtına çekti ve sarındı. Mumu yakmadı. Hiçbir şey düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Ama, hülyalar birbirini kovalıyor, birbiriyle bağlantısı olmayan başsız ve son¬suz düşünce kınntılan parlayıp sönüyordu. Yan uykulu hale düşer gibi oluyordu. Soğuk mu karanlık mı, ıslaklık!! mı, yoksa pencerenin altında uluyan ve ağaçlan sallayan rüzgâr mi, onda, sürekli bir fantastik eğilim ve içinde bir istek uyanmasına neden oluyordu? Nedense gözlerinin önüne hep çiçekler geliyordu. Hayalinde muhteşem bir manzara canlanmıştı. Pırıl pınl, güneşli, adeta sıcak bir gün, bir Paskalya günü. Kokulu çiçek tarhları arasında dört yanı pa¬tika ile çevrili, İngiliz zevkine göre yapılmış, güzel, zengin bir villa!.. Taş merdivenleri sarmaşıklarla kaplı. Merdiven tırabzanlan sarmaşık güllerinden görünmez olmuştu. Nefis bir hah ile döşenmiş ışıklı, serin merdivenlerin kenarında, içleri nadir çiçeklerle dolu Çin saksıları sıralanmıştı. Pencere içlerinde, su dolu saksılarla, açık yeşil, uzun ve dolgun sapları üzerine başlarım eğmiş, etrafa baş döndürücü koku¬larım saçan beyaz, nazlı nergis demetleri aynca dikkatiniçekti. Canı, bunlardan ayrılmak bile istemiyordu. Ama, merdivenden çıkarak, yüksek tavanlı geniş bir salona girdi Burada da, her yerde, pencerelerde, terasa açılan kapının yanında, terasın kendinde, her yerde ve her yanda çiçekler vardı. Döşeme, yeni biçilmiş, taze ve kokulu çimenlerle örtülü idi. Pencereler açıktı. Tatlı, serin bir rüzgar hafif hafif esiyor, pencerelerin altında kuşlar cıvıldaşıyordu.” (Suç ve Ceza, cilt II, s:310 ) ♦♦♦ (Raskolnikov,) “Şimdi kafası yalnız üzüntülü, pek de belirli ol¬mayan bir düşünceyle meşguldü. Durduğu yerden, uzun uzun, dikkatle uzaklan seyretti Raskolnikov, burasını iyi bilirdi. Eskiden üniversiteye gittiği sıralarda, bir alışkanlıkla, daha çok evine dönerken, tam şimdi durduğu yerde, belki yüzlerce kez durduğu, gerçekten çok güzel olan bu panoramayı seyrettiği, her seferinde de içinde uyanan belirsiz, anlaşılması güç bir duyguyla sanki şaşkına döndüğü olmuştur. Bu çok güzel panorama onda daima anlatılması elde olmayan soğuk bir izlenim bırakıyordu. Bu zengin panorama onca dilsiz ve sağırdı. Her seferinde bu panoramanın kendisinde bıraktığı kasvetli, esrarlı izlenime şaşar, kendisine ve geleceğine inancı olmadığı için bu konuyu çözümlemeyi ertelerdi. Şimdi ise, birdenbire, hem o eski sorunları, hem de duyduğu şaşkınlığı apaçık bir biçimde hatırladı ve bu hatırlayış ona pek de rastgele görünmedi. Sanki, şimdi de, yine eskiden olduğu gibi düşünebileceğini akıl etmiş gibi, sadece ve aynı yerde, yine eskisi gibi durması bile ona garip ve tuhaf göründü. Buna, hem gülecek gibi oluyor, hem de kalbi burkuluyordu. Şimdi ona bütün o eski geçmiş, o eski düşünceler, eski ödevler, eski konular, eski izlenimler ve bütün panorama, hatta kendisi bile, her şey dipsiz derinliklerde, aşağıda, ayaklarının altında bir yerdeymiş gibi geliyordu. Adeta yükseklere çıkmışçasına her şey gözerinden kaybolmuştu. ...Ona öyle geldi ki, şu dakikada, her şeyle ve herkesle olan ilgisini makasla kesmiş gibiydi.” (Suç ve Ceza, I. cilt, s:174.) |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 17 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
01.04.2016, 16:15 | #9 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 602
|
Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
ÇİFT KARAKTER
(Soylu-Bayağı; Canvar –İyi yürekli; Mazlum –Katil; Deli-Aklıselim; Dindar-Dinsiz ) (Ön bilgi: Epilepsi sinir hücrelerinin hastalığıdır. Beynin korteks bölgesindeki geçici elektrik fonksiyonu değişimleri, hastanın davranışlarındaki ani değişimlere neden olur. ) “Birbirine karşıt iki döşünce , iki duygu aynı anda rahatlıkla bulunabilir içimde. Bu, kendi irademle olmaz kuşkusuz. Öte yandan bunun dürüst olmadığını, çok aşırı ölçüde mantıklı olduğunu biliyorum. Elli yıldır yaşıyorum, yaşamakla iyi mi ediyorum, kötü mü, hala bilmiyorum.” (Delikanlı, s: 265) ♦♦♦ “...Son zamanlarda, şüpheci ve hayalci olmuştu. Asil bir karakteri ve iyi bir kalbi vardır. Duygularını göstermekten hiç hoşlanmaz. Kalbini bir insana açacağına gaddarca şeyler yapmayı tercih eder. Sırasında, çok soğuk ve herkese yabancı bir adam olur. Sanki iki karakteri vardır. Biri sımsıcak ve şefkatli, öteki soğuk ve yabani. (Suç ve Ceza, s: 177) Ω ♦♦♦ “Söyle bakayım: Nasıl oluyor da sende birbiriyle taban tabana çelişen iki duygu yer alabiliyor, bu yüz karası, bu bayağılık, bu kutsal duygu ile nasıl bağdaşabiliyor? Çünkü, senin durumunda olan birisi için kendisini balıklama suya atıp her şeye bir son vermesi daha akıllıca, daha doğru, bin defa daha doğru bir davranış olurdu.” (Suç ve Ceza,II. Cilt, s:63) ♦♦♦ “Bir dakika sonra mektup elindeydi. Tahmin ettiği gibi: R... ilinden, annesinden geliyordu. Mektubu eline alırken sararmıştı. Çoktandır mektup almıyordu. Ama şimdi, birdenbire bir başka şey daha onun yüreğini eziyordu. /.../ Mektup elinde titriyordu; ama Nastasya’nm yanında onu açmak istemiyordu. Bu mektupla baş başa kalmak istediğini duymuştu. Nastasya çıkıp gidince, mektubu acele dudaklarına götürüp öptü. Sonra, uzun uzun adresi, bir zamanlar kendisine okuma yazma öğreten anneciğinin bildik, sevimli, eğri büğrü, incecik yazışım inceledi. Annesi:"Sevgili Rodyam," diye yazıyordu.”(Suç ve Ceza, I.cilt, s:66) ♦♦♦ (Raskolnikov,) Saçları terden sırsıklam olmuş, titreyen dudakları kurumuştu. Dik bakışları tavana saplanmıştı: "Annem, kız kardeşim; ben onları ne kadar da çok seviyordum! Şimdi neden onlardan nefret ediyorum? Evet, onlardan nefret ediyorum, maddeten nefret ediyorum, yanımda bulunmalarına katlanamıyorum. Demin anneme yaklaşıp öptüğümü hatırlıyorum. Onu kucaklamak, sonra da yaptığımı bilseydi diye düşünmek... Acaba o zaman ona söylemeli miydim? Bu benim için ne iyi olurdu. Hımm (Gittikçe bütün benliğini kaplayan sayıklama haliyle mücadele ediyormuş gibi, büyük zorlukla düşünerek ekledi). O da herhalde bana benziyordu. Ah, şimdi şu kocakarıdan ne kadar tiksiniyorum, bana öyle geliyor ki, dirilse, onu bir daha öldürürdüm. Zavallı Lizavetta! O da oraya nereden çıkageldi! Çok tuhaf, sanki onu öldürmemişim gibi, ne diye onu hiç hatırlamıyor, aklıma getirmiyorum? Lizavetta! Sonya! Zavallı, yumuşak başlı, yumuşak, tatlı bakışlı insanlar... Sevimli insanlar... Acaba onlar niçin ağlamıyorlar? Niçin inlemiyorlar? Onlar her şeylerini verirler... Sessiz ve tatlı bir bakışla bakıyorlar. Sonra, cana yakın Sonya!" ♦♦♦ “Nikolay Vsevolodoviç’in korku bilmez bir doğası vardı. Bir düelloda düşmanın silahından çıkan ateşe gözünü kırpmadan bakabilirdi; kendisi de canavarca bir suskunlukla silah çeker, adam öldürürdü. Tokadı yediği zaman ben ondan saldırganı düelloya çağırmasını değil, oracıkta öldürmesini bekliyordum. O, bu adamı, ne yaptığını bile bile iradesini yitirmeksizin öldürecek bir yaratılıştaydı. Bununla birlikte sanırım ömründe bir gün bile, insanın ne yaptığını bilmediği o kör öfkeye kapılmış da değildi.( Ecinniler,s: 204,) ♦♦♦ “Bu son zamanlarda Nikolay Vsevolodoviç’i inceledim, pek güzel yüreklilikle bana yardım etti, şimdi, bu satırları yazdığım sırada, epey şeyler biliyorum. Onu ister istemez, masallaşmış( efsaneleşmiş Rus devrimci liderlere benzetir) ölçüye vuracağım./.../ Nikolay Vsevolodovlç’in öfkesi, belki öteki İkisinin ( Çar I. Nikolay’a karşı ayaklanmayı yöneten gözüpek devrimci liderler) birleşik öfkesinden de beterdi, ama durgun, soğukkanlı, akıllı denebilecek, bu bakımdan da daha iğrenç, daha korkunç bir öfkeydi.”( Ecinniler,s:206.) ♦♦♦ “Nikolay Vsevolodoviç, ilimize özel bir görevle gelmiş; kont K...’nın aracılığıyla Petersburg’ta birtakım yüksek yöneticilerle ilişki kurmuş, hatta, belki de devlet hizmetine girmiş de o yöneticilerden biri tarafından özel birtakım görevlerle gönderilmiş. /.../ Aklı başında ve bir fikri olanlar, bütün ömrü rezillikle geçen, burada da ilk gün yüzü şişen bir adamın hiç de öyle bir memura benzemediğini söyleyip bu saçmalara güldükleri zaman...” (Ecinniler,s: 209.) ♦♦♦ “Genellikle Stavrogin’e karşı bütün şiddetiyle o eski kin uyanmıştı. Aklı başında kimseler de onu, ama niçin olduğunu bilmeden, suçlamaya çalışıyorlardı. Kulaktan kulağa, Stavrogin’in, Lizaveta Nikolayevna’nın namusunu kirlettiği, İsviçre’de ikisinin arasında bir serüven geçtiği fısıldanıyordu.” (Eecinniler,s: 208) ♦♦♦ “Varvara Petrovna’yla yirmi yıl süren dostluğu sırasında düzenli olarak yılda üç dört kez hüzün ve melankoli nöbetlerine tutulurdu. Bu nöbetlere ‘yurttaş sıkıntısı’ adını koymuştuk. Bu deyim Varvara Petrovna’nın hoşuna gidiyordu. Sonraları bundan başka bir de şampanyaya düşkünlüğünden kaynaklanan nöbetlere tutuldu; bereket versin ince ve becerikli Varvara Petrovna, onun bu bayağı düşkünlüklerini hep önlemesini bildi. Gerçekte onun bir sütnineye ihtiyacı vardı, çünkü, kimi vakit pek tuhaf durumları oluyordu. Örneğin en soylu bir hüzün içindeyken, birdenbire en bayağı halk tabakasından biriymiş gibi gülmeye başlıyor, kimi vakit kendisi hakkında pek uygunsuz, birtakım gülünç sözler ediyordu. Bu durumlar, geleneklerle yoğrulmuş, düzenliliği seven Varvara Petrovna’yı pek utandırıyordu.” (Ecinniler,s: 11.) ♦♦♦ Raskolnikov çıktı. Sonya, onun arkasından bir deliye bakar gibi baktı. Ama onun da deliden farkı yoktu, bunu kendisi de hissetmekte idi. Başı dönüyordu. (74) ♦♦♦ “Sonra anlarsın!, Sen de aynışeyi yapmadın mı? Sen ile toplum kurallarını çiğnedin... Çiğnemek cesaretini gösterebildin! Kendi kendini öldürdün... Kendi hayatını mahvettin! (Hep aynı şey) Zekânla, aklınla yaşayabilirdin, oysa Saman pazarında sürünerek hayatım tüketeceksin! Ama sen buna katlanamazsın! Yalnız kalırsan günün birinde sen de benim gibi aklım kaçırırsın! Zaten şimdiden bir deliden farkın yok! Şu halde, birlikte gitmemiz, aynı yoldan yürümemiz gerek. Haydi gidelim! (Suç ve Ceza,s:73) ♦♦♦ “Avdotya Roma novna, herhalde siz de altı yıl önce, daha toprak köleliği sıralarında dayaktan ve işkenceden ölmüş olan Filip adlı adamın macerasını işitmiş olacaksınız! - Ben bunun tersini, bu Filip’in kendini astığını işittim. - Evet dediğiniz doğrudur, ama, onu bu istemediği ölüme zorlayan, daha doğrusu sürükleyen şey, Sividrigaylov’un sürekli eziyet ve işkenceleri olmuştur. (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:30) ♦♦♦ “Ben onu ancak topu topu iki sefer gördüm. Bana korkunç, çok korkunç bir insan olarak göründü. Zavallı Marfa Petrovna’nm ölümüne de onun sebep olduğuna eminim. Sividrigaylov gırtlağına kadar zevk ve eğlenceye, ahlaksızlık çamuruna gömülmüş olan bu çeşit insanların en kötüsüdür./../ O sıralarda burada Resslich adlı yabancı bir kadın yaşamakta imiş. Galiba bu kadın hâlâ burada imiş, ufak tefek tefecilik işleriyle uğraşıyor bu arada başka işlerde yapıyormuş. İşte bu Resslich ve Sividrigaylov arasında çok eskiden beri sıkı fıkı ve esrarlı bir ilişki varmış. Resslich denilen bu kadının yanında uzak akrabalarından bir yeğen, galiba 14 - 15 yaşlarında sağır ve dilsiz bir kızcağız barınmakta imiş. Resslich bu kızcağızı hiç sevmez, yedirdiği her lokma ekmeği başına kakar, hatta insafsızca dövermiş! Bir gün zavallı kızcağızı tavan arasında asılmış olarak buldular. Olayın bir intihar olduğuna karar verildi. Bu işlerde yapılması gerekli soruşturmadan sonra mesele kapandı. Ama sonraları, çocuğun Sividrigaylov tarafından tecavüze uğradığına dair bir ihbar yapıldı. Doğrusu bütün bunlar pek karanlık şeylerdi.”(Suç ve Ceza, II. Cilt, s:30) ♦♦♦ “Delikanlı (Raskolnikov)birdenbire değişmişti. Az önce takındığı yapmacık küstahlıktan, meydan okuyan tavırdan onda eser bile kalmamıştı. /.../ Raskolnikov, gülümsemek istedi, ama bu zayıf gülümseyişte derin bir yorgunluk ve bezginlik belirdi. Başını eğdi, yüzünü elleriyle kapadı. Birdenbire yüreğinde, Sonya’ya karşı tuhaf ve beklenmedik keskin bir nefret duygusu uyandı. Bu duygudan adeta şaşırmış ve ürkmüş bir halde, birdenbire başını kaldırdı Sonya’ya baktı... Ama Sonya’nın üzgün, acı verecek kadar ilgi dolu bakışlarından başka bir şeyle karşılaşmadı. Bu bakışlarda aşk vardı. İçindeki bütün nefret, bir hayal gibi eriyip dağıldı. Hayır, bu o değildi. Bir duygunun yerini bir başka duygu almıştı. Bu sadece, o anın geldiğini gösteriyordu. Raskolnikov, yine elleriyle yüzünü kapadı. Başını eğdi. Birdenbire sarardı. Oturduğu iskemleden kalktı. Sonya’ya baktı ve bir şey söylemeden otomatik bir davranışla gidip kızın yatağına oturdu. Bir anda duyduğu izlenim, baltayı ilmiğinden çıkardıktan sonra, kocakarının arkasında durup artık “bir dakika bile kaybetmemek gerektiğini” hissettiği andaki izlenime öylesine korkunç benziyordu ki! Fena halde ürken Sonya:”Neniz var? diye sordu. Raskolnikov, konuşamıyordu. Ona yapmak istediği açıklamayı hiç de, ama hiç de böyle tasarlamamıştı. Şu anda ne olduğunun kendisi de farkmda değildi. Sonya usulca Raskolnikov’a yaklaşarak onun yanı başına, yatağa oturdu. Gözlerini ondan ayırmaksızm beklemeye başladı. Yüreği çarpıyor, duracakmış gibi oluyordu. Durum dayanılmaz bir hal almıştı. Delikanlı, ölüm kadar sararan yüzünü genç kıza çevirdi. Dudakları bir şeyler söyleyebilmek için mecalsizce çarpılıp duruyordu. Sonya’nın yüreğini korku kapladı. Delikanlının yanından biraz çekilerek: “Neniz var?” diye üsteledi. Raskolnikov: - Korkma Sonya, bir şey değil, dedi, saçma!.. Sonra kendini kaybetmiş bir insanın sayıklayan haliyleoğrusunu istersen, saçma, yalnız ne diye sana eziyet etmeye geldim? diye mırıldandı. Sonra (Suç ve Ceza,II. Cilt, s:178-179) ♦♦♦ “Delikanlı bunu söyler söylemez, yine eski, bildik, buz gibi bir duygu, birdenbire, bütün ruhunu dondurdu: Genç kıza baktı ve ansızın onun yüzünde Lizavetta’nın yüzünü görür gibi oldu. O zaman elinde balta, Lizavetta’ya yaklaşırken, o da yüzünde çocuksu bir korku ile, ellerini ileri uzatarak geri geri duvara doğru çekilirken kadının yüzünde beliren anlatımı açıkça anımsadı. Bu anlatım tıpkısı tıpkısı birdenbire bir şeyden korkmaya başlayan, korku dolu gözlerini kendilerini korkutan şeye diken, mini mini ellerini ileriye doğru uzatarak geri geri çekilen ve ağlamaya hazırlanan küçük çocukların yüz anlatımını andırıyordu. Şimdi Sonya da, hemen hemen ayın halde idi; aynı çaresizlik, aynı korku içinde bir süre ona baktı ve birdenbire sol elini ileri uzatarak parmağının ucunu hafifçe delikanlının göğsüne dayadı. Israrla ona bakmakta devam ederek ve gittikçe ondan uzaklaşarak yavaş yavaş karyoladan kalkmaya başladı. Genç kızın duyduğu dehşet birdenbire ona da bulaştı. Onun da yüz çizgilerinde aynı korku belirdi. O da, dudaklarında, hemen hemen aynı çocuksu gülümseme olduğu halde, aynı bakışlarla genç kızı süzmeye başladı. (Suç ve Ceza,II. Cilt, s:178-179.) Raskolnikov, gülümsemek istedi, ama bu zayıf gülümseyişte derin bir yorgunluk ve bezginlik belirdi. Başım eğdi, yüzünü elleriyle kapadı. Birdenbire yüreğinde, Sonya’ya karşı tuhaf ve beklenmedik keskin bir nefret duygusu uyandı. Bu duygudan adeta şaşırmış ve ürkmüş bir halde, birdenbire başını kaldırdı.Aradan beş dakika geçti. Raskolnikov hiç konuşmadan, hatta kızın yüzüne bakmadan, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Nihayet, Sonya’ya yaklaştı. Gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu, iki eliyle kızın omuzlarından tuta¬rak gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne derin derin baktı. Bakışları kuru, ateşli ve keskindi. Dudakları fena halde titriyordu. Birdenbire hızla eğildi yere kapanarak gene kızın ayağını öptü. Sonya, adeta bir deliden kaçar gibi müthiş bir korku içinde kendini geri çekti. Raskolnikov’un şu anda, gerçek¬ten de bir deliden hiç farkı voktu. Genç kız sapsarı kesilmişti. Yüreği acı ile burkularak: - Ne yapıyorsunuz, ne yapıyorsunuz öyle? Hem de be¬nim gibi’bir kızın! diye kekeledi. Raskolnikov hemen kalktı. Pencereye doğru yürüye¬rek, adeta, yabani bir sesle: - Ben senin önünde yere kapanmadım, insanlığın çekti¬ği bütün acıların önünde eğildim, dedi .” (Suç ve Ceza, s:62) ♦♦♦ “Ona gözlerimi dikerek hayran hayran bakmak yanlıştı, kendimi tutmam gerekirdi. Çünkü böyle bakmakla onu ürkütmüştüm. Daha sonra durumu anlayarak kendimi tutmasını bildim, ayaklarını öpmeyi bıraktım. Koca... onun kocasıymışım görüntüsü vermekten vazgeçtim, bunu aklıma bile getirmedim, hep onun için dua ettim. Ancak büsbütün susmak da olanaksızdı, bir şeyler söylemem gerekiyordu. Gene birdenbire konuşmalarından çok hoşlandığımı, onun kültür bakımından benden daha üstün, daha ileri olduğunu söyledim. Yüzü kızardı, utanarak her şeyi gene abarttığımı bildirdi. O zaman dayanamadım; kapının arkasına gizlenerek, onun mücadelesini, bir masumla canavar arasındaki mücadeleyi ne kadar büyük bir heyecanla dinlediğimi, onun zekâsından, parlak nüktelerinden, ruhunun çocuksu sadeliğinden ne kadar etkilendiğimi anlattım. Aptallığıma doymayayım! Kadıncağız tepeden tırnağa titredi, gene olayı abarttığımı mırıldanmaya başladı. Sonra yüzü kızardı, hüngür hüngür ağlayarak gözyaşlarına boğuldu... O zaman dayanamayıp önünde diz çöktüm, ayaklarını öpmeye başladım. Bu hareketim üzerine salı günü olduğu gibi yeni bir sinir bunalımına tutuldu. Bu, dün akşam oldu, sabahleyin de...Sabahleyin mi? Deli, sabah dediğin bu gündü, daha demin, biraz önce.. (Uysal kız,s: 141) ♦♦♦ “Bu sırada kapı usulca açıldı, odaya ürkek ürkek etrafı¬na bakınarak, genç bir kız girdi Gelen, Sofya Semyonovna Marmeladova idi. Raskol¬nikov onu dün ilk defa görmüştü. Ama, öyle bir kılıkta gör¬müştü ki, belleğine bambaşka bir yüzün hayali yansımıştı. Şimdi ise karşısında sade, hatta yoksul giyimli, temiz ama ürkek yüzlü, gösterişsiz, dürüst, hemen hemen bir kız çocu¬ğunu andıracak kadar genç bir kız duruyordu. Sırtında çok sade, gündelik bir entari, başında modası geçmiş bir şapka vardı. Yalnız, yine dünkü şemsiye elinde idi. Hiç bekleme¬diği halde odayı böyle dopdolu görünce, utanmadan da kötü bir duruma düşerek adamakıllı şaşırmış, küçük bir çocuk gibi ürkmüş, hatta gerisin geriye gitmeye bile davranmıştı. . Ama kıza dikkatle bakınca, hemen bu zavallı yaratığın öylesine acmacak bir halde olduğunu gördü ki, birdenbire yüreği sızladı. Hele kızın korkudan kaçacak gibi bir davranışta bulunduğunu görünce, içi adeta altüst oldu.”( cilt I, s: 337) ♦♦♦ (Raskolnikov) “Nihayet üzgün üzgün: "Çok hasta olduğum için bu böy¬le oluyor, diye düşündü. Kendimi üzüp bitiriyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum. Dün de, evvelsi gün de, daha önceleri de hep kendime eziyet ettim. İyileşeyim... Artık kendimi üzmem! Ama, ya hiç iyileşmezsem? Aman Yarabbi... Bütün bunlardan öylesine bıktım, usandım ki!" Durmadan yürüyordu. Ne biçim olursa olsun açılmak, kendini toparlamak için, içinde derin bir istek vardı. Ama, ne yapmak, hangi çareye başvurmak gerektiğini bilmiyordu. Her dakika gittikçe artmakta olan, önüne geçilmez yeni bir duyguya kendini kaptırmaktaydı. Bu duygu, her rastladığına, çevresindeki her şeye karşı kendisinde uyanan bir çeşit sonsuz, fiziksel tiksinmeydi. İnatçı, yabani, kinle dolu bir tiksinme. Yolda rastladıklarının hepsi de yüzleriyle, yü¬rüyüşleriyle, davranışlarıyla iğrenç görünüyordu ona. Biri kendisiyle konuşmaya kalksa, düpedüz suratına tükürmekten, belki de o adamı ısırmaktan çekinmeyecekti.” (Suç ve Ceza, I.Cilt,S: 168,169.) ♦♦♦ (Sividrigaylov) “Tekrar sustu ve dişlerini sıktı: Duneçka’nın hayali yeniden gözleri önünde belirdi. Hem de tıpkısı tıpkısına, ilk kurşunu sıktıktan sonra, fena halde korkup tabancasını indirdiği andaki haliyle belirdi. Ölü gibi sararan kızcağız, o zaman ona öyle bir bakışla bakmıştı ki, Sividrigaylov, iki sefer onu yakalayabilir, o ise -Sividrigaylov ona anımsatmasaydı- kendini korumak için elini bile kaldı¬ramazdı. O anda kıza ne kadar acıdığını, yüreğinin nasıl sız-ladığını anımsadı.”Hay şeytan alsın! Yine o düşünceler, bunlardan kurtulmam gerek, kurtulmam!” diye aklından geçirdi. ♦♦♦ “Aman yarabbi!.. bütün bunlar ne iğrenç ieyler!... imkanı var mı, imkanı varmı ki ben ... Hayır delilik bu .. saçma şey bu....” diye bağırdı ve kesin olarak ekledi: “Nasıl oluyor da böyle korkunç bir şey düşünebiliyorum? Meğer yüreğim ne iğrenç şeylerle eleverişliymiş!.. İşin kötüsü: Kirli, çirkin, iğrenç, iğrenç şeyler... “(Suç ve Ceza ,1. cilt. s: 39) ♦♦♦ “Artık bir an bile kaybetmeye gelmezdi. Baltayı büsbütün çıkardı. İki eliyle tutup havaya kaldırdı. Ne yaptığının farkmda olmadm, hemen hemen kendini zorlamadan, san¬ki bir makine gibi, baltasını kadının kafasına indirdi. Bu sırada adeta güçsüz bir haldeydi. Ama baltayı indirir indir¬mez gücü yerine gelmişti. Her zamanki gibi, kocakarının başı açıktı. Âdeti oldu¬ğu üzere bol yağla yağlanmış kıra çalan açık seyrek saçları sıçan kuyruğu halinde örülerek, ensesine sarkmış, kemik bir tarak kırığı altında toplanmıştı. Kadın, kısa boylu oldu-ğuiçin balta tam tepesine inmişti... Kadın, çok hafif bir çığ¬lık atarak, birdenbire bütün vücuduyla yere yığılıvermiş, ama yine de, iki elini başına kaldırmaya vakit bulabilmişti. Kadın bir elinde hâlâ "rehin"i tutmakta devam ediyordu. Delikanlı, bu sırada bütün gücü ile ve hep baltanın tersiyle, bir defa, bir defa daha kadının tepesine vurdu. Devri¬len bir bardaktan akar gibi kan boşandı. Kadının vücudu sırtüstü yere yuvarlandı. Raskolnikov, geriye sıçrayarak bu düşüşe yol verdi ve hemen kadının yüzüne eğildi: kadın ar¬tık ölmüştü. Gözleri, yuvalarından fırlamak istercesine dışa¬rı uğramıştı. Alnıyla bütün yüzü buruşmuş, ölüm kıvranışıy¬la çarpılmıştı. Derken, birdenbire sıçradı, baltayı kaparak yatak odasın¬dan fırladı.Odanın ortasında, elinde büyük bir çıkınla Lizavetta duruyor, öldürülmüş ablasına şaşkın şaşkın bakıyordu. Yü¬zü kireç gibiydi. Adeta kendinde haykırmaya bile güç bula¬mıyordu. Raskolnikov’un koşup odaya girdiğini görünce, bir yaprak gibi zangır zangır titremeye başladı. Yüzü baştan başa ürperip gerildi. Elini kaldırdı. Ağzını açar gibi oldu ama yine de haykırmadı. Dik dik delikanlının yüzüne baka¬rak ve güya bağırması için yeteri kadar hava bulamıyor¬muş gibi, bağırmamakta devam ederek, ağır ağır bir köşe¬ye gerilemeye, ondan uzaklaşmaya başladı. Katil, baltayla kadına saldırdı. Kadının dudakları, bir şeyden korkmaya başlayan ve kendilerini korkutan şeye dikkatle bakarak ba¬ğırmaya hazırlanan çok küçük çocuklarda olduğu gibi acıklı bir biçimde büzüldü. Bu mutsuz Lizavetta öylesine biçare, öylesine mazlum, öylesine çok korkutulmuş bir yaratıktı ki, yüzünü korumak için ellerini bile kaldırmadı. Oysa balta¬nın suratına doğru kaldırıldığı bu anda, en kaçınılmaz, en doğal davranış bu idi. Kadın sadece serbest elini, o da suratına erişemeyecek kadar, biraz kaldırdı ve katili uzaklaştırmak ister gibi ileriye, ona doğru uzattı. Balta, keskin yanıyla kadının tam kafasına indi ve bir anda, hemen tepesine kadar alnının üst bölümünü baştan başa yardı. Kadın yere yıkıldı,Raskolnİkov, kendidni büsbütün kaybeder gibi oldu.” ( I.cilt, s:126-130) ♦♦♦ “Aleksey Niliç’in ağzını aradım; siz Nikolay Vsevolodoviç’i... hem Avrupa’dan, hem de Petersburg’tan tanıyorsunuz. Onun ussal yeteneği hakkında ne düşünüyorsunuz? dedim. Her zamanki gibi iki üç sözcüklıik baştan savma bir karşılık verdi: ince zekâya sahip, sağlam düşünceli bir adam. Ama, diye devam ettim: onda hiç düşünce aykırılıkları, zihinsel bir sapma, akıl yetilerinde ba¬yağı bir çeşit delilik diyebileceğimiz bir şey sezmediniz mi? Kısa-cası Varvara Petrovna’nın bana sorduklarını ben de ona sordum. O zaman, düşünün, Aleksey Niliç birdenbire düşünceli bir hal al¬dılar... Tıpkı şimdi yaptıkları gibi kaşlarını çattılar: ‘Evet, bana tu¬haf gelen bazı halleri var,’ dediler. Bir şey Aleksey Niliç’e tuhaf gelirse, o şey kesinkes tuhaf olmalıdır, öyle değil mi?”/.../ İşte Yüzbaşı Lebyadkin, inanmazsınız Stepan Trofimoviç, nasıl bir budala... Nasıl bir budala... insanın dili varmıyor demeye: Rus- çada budalalık derecesini anlatan bir atasözü vardır. Biliyor mu¬sunuz ki ince zekâsı önünde hayranlık duymakla birlikte, o da, kendisini Nikolay Vsevolodoviç’in bir kurbanı gibi görüyor! ‘Şaşı¬yorum bu adama, bu adam, çok zeki bir yılan!’ diyor. (Bunlar onun sözleri). Dün ona da sordum (hep Varvara Petrovna’yla yaptığım konuşmanın etkisi altında, bir de Aleksey Niliç’in sözle¬ri hakkında) ona da sordum: ‘Peki, yüzbaşı, bu çok zeki yılan hakkındaki düşünceleriniz nelerdir. Deli mi, değil mi?’ dedim. Sanki, haberi olmadan sırtına bir kırbaç vurulmuş gibi birdenbire sıçradı ve ‘evet, evet, ama bu etkileyemez...’ dedi, ama neyi etkileyemez onu söylemedi. Fakat sonra öyle derin, karanlık bir düşünceye daldı ki sarhoşluğu bile geçti. Filippov’un meyhanesinde oturuyorduk. Yarım saat öyle daldı, sonra birdenbire, masaya bir yumruk indirdi: ‘Evet, belki deli, ama bunun etkisiyle olamaz...’ Gene cümlesini tamamlamadı. Neyi etkileyemezmiş bu anlaşılmadı. Elbet, ben konuşmamızın hepsini anlatmıyorum. (Ecinniler, s:98,99.) ♦♦♦ “Ne mi yapmalı? diye bağır. O ana kadar yaşla dolu olan gözleri birdenbire parladı. Kalk Sonra anlarsın!, Sen de aynı şeyi yapmadın mı? Sen ile toplum kurallarını çiğnedin... Çiğnemek cesaretini göste- ı ehildin! Kendi kendini öldürdün... Kendi hayatını mahvettinı! (Hep aynı şey) Zekânla, aklınla yaşabilirdin, oysa Saman pazarmda sürünerek hayatım tüketeceksin! Ama sen buna katlanamazsm! Yalnız kalırsan günün birinde sen de benim gibi aklım kaçırırsın! Zaten şimdiden bir deliden farkın yok! Şu halde, birlikte gitmemiz, aym yoldan yürüme- iniz gerek. Haydi gidelim!” (Suç ve Ceza, cilt ,s: 73) ♦♦♦ “Raskolnikov çıktı. Sonya, onun arkasından bir deliye bakar gibi baktı. Ama onun da deliden farkı yoktu, bunu kendisi de hissetmekte idi. Başı dönüyordu. (Suç ve Ceza ,s: 74.) ♦♦♦ “Hayır o merhametsiza değildir, o bir delidir. Aklını kaçırmş bir zavallıdır. Nasıl olup da bunun farkında değildisiz? böyle yaparsanız asıl mehametsiz sizsiniz.” (Suç ve Ceza, II cilti, s: 51) ♦♦♦ “Aradan beş dakika geçti. Raskolnikov hiç konuşmadan, hatta kızın yüzüne bakmadan, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Nihayet, Sonya’ya yaklaştı. Gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu, iki eliyle kızın omuzlarından tutarak gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne derin derin baktı. Bakışları kuru, ateşli ve keskindi. Dudakları fena halde titriyordu. Birdenbire hızla eğildi yere kapanarak gene kızın ayağını öptü. Sonya, adeta bir deliden kaçar gibi müthiş bir korku içinde kendini geri çekti. Raskolnikov’un şu anda, gerçek¬ten de bir deliden hiç farkı voktu. “ (Suç ve Ceza, s:?) ♦♦♦ “Raskolnikov’un durgun ve ciddi yüzü, bir anda değişti. Birdenbire, sanki kendini bir türlü tutamıyormuşçasına, az önce olduğu gibi, sinirli kahkahalarla gülmeye başladı. Bir anda çok aydınlık bir biçimde, birkaç gün önce geçirdiği bir anın heyecanım elinde balta, kapının arkasında durduğu, kapı çengelinin zıp zıp zıpladığı, kapının dışındakilerin ise, küfrederek kapıyı zorladıkları anın heyecanını yaşadı. O sırada, birdenbire onlara çıkışmak, onlarla kavga etmek, heriflere dilini çıkararak alay etmek ve katıla katıla gülmek isteğini duymuştu. Zamiyotov: - Siz ya delisiniz, ya da... dedi ve birdenbire aklına gelen bir düşünceden şaşırmış gibi durakladı. (Suç ve Ceza, s:237.) ♦♦♦ ” Ne varki onda(Marmeladov), çok tuhaf bir hal vardı; bakışlarında bir çoşkunluk, hatta galiba akıl ve zeka ışıltıları vardı; ama aynı zamanda deliliğe benzeyen bir anlamda parlayıp sönüyordu.”( Suç ve Ceza, I. Cilt, s:42) ♦♦♦ “Nikolay’ın dört yıl önceki gülünç davranışlarını bunlar yeni duymuşlar. “Gerçekten deli mi? diye soruyorlar.”(Ecinniler, s: 117.) ♦♦♦ “Huysuz, çılgın, ama her zaman için duyguları yüce bir delikanlıdan, bir şövalyeden söz etti.” ( Ecinniler, s: 195.) ♦♦♦ “...Zavallıİvan Osipoviç, bir şeyden kuşkulanmadan kulağını ona uzattı, söyleyeceği şeyi merakla bekledi. İşte o zaman olanaksız, ama öte yandan bir bakıma açıkça bilinen bir şey oldu. Yaşlıcık, Nikolay’ın kendisine pek ilginç bir şey söyleyeceğini sanırken birdenbire kulağının üst kısmını dişleriyle yakaladığını ve şiddetle ısırdığını hissetti. Soluğu boğazında düğümlendi, titremeye başladı. Kendi sesine benzemeyen bir sesle; "Bu şaka da ne oluyor, Nikolay?" diye inledi. Aleksey’le albay henüz olan bitenin farkına varmamışlardı. Zaten onları da görmüyorlardı. Onlar, iki adamın pek özel bir ko¬nuşmaya daldıklarını sanmışlardı. Bununla birlikte, yaşlının deh¬şet içindeki yüzü, onları telaşa düşürmüştü. Önceden aralarında kararlaştırıldığı üzere, hemen yaşlının imdadına koşmak mı, yoksa biraz beklemek mi gerektiğini kestiremeden gözlerini aça¬rak birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Herhalde Nikolay duraksa¬dıklarını gördü ki, İvan Osipoviç’in kulağma dişlerini büsbütün geçirdi. /.../ Bir dakika daha geçseydi adamcağız kesinlikle korkusundan .ftlecekti. Bereket, insafsız, acıdı da zavallının kulağını bıraktı. Tam bir dakika ölümle dirim arasında kalan yaşlı hemen fenalaş¬tı. Varım saat sonra Nikolay’ı tutuklayıp karakola götürdüler, özel bir hücreye tıktılar ve kapısına da sıkı buyruk verilmiş bir nöbetçi koydular. Sonunda her şey anlaşıldı. Karakol nöbetçi subayı adamlarıyla bu kudurmuşu bağlayıp etkisizleştirmeye koştu, ama bölmeye girince, onun titremeli bir tıezeyan nöbeti geçirmekte olduğunu gördüler ve evine, annesine götürdüler. Bu olay bilinmeyen her şeyi aydınlattı. NikolayVsevolodoviç’in aklı başındayken de en delice davranışlarda bulunabileceğini sanmış olduğunu gösteriyordu.Davranışlarından sorumlu olmayan bir hastaya (deli) karşı takındıkları tavırdan ötürü kulüpte de herkes birbirinden utandı. (Ecinniler, s: 49) ♦♦♦ “Sonya, hızla gözlerini ona çevirdi. Bu mutsuz insana karşı duyduğu ilk heyecan ve acılı merhamet duygusunda sonra, tekrar korkunç katillik düşüncesi vücuduna bir sancı gibi saplandı. Delikanlının sözlerinin değişen ahengi Sonya’ya birdenbire bir katili ammsatmıştı. Şaşkın şaşkın ona bakıyordu. Şimdi bütün bu sorular, birdenbire genç kızın bilincinde canlanmıştı. Yeniden şüphe etmeye başladı: “O mu, o mu katil!..” Suç ve Ceza, s:184) ♦♦♦ “Genel olarak bu adam bana çok tuhaf göründü. Hatta... doğrussnu isterseniz , onda bir delilik belirtileri de sezdim.” (Iı cilt, s 45) ♦♦♦ “Bugün keyfi yerinde değil,« dedi. "Çünkü az kalsın yüzbaşı Lebyadkin’le gırtlak gırtlağa geliyorlardı. Berikinin kız kardeşi yüzünden... Yüzbaşı Lebyadkin, Tanrının günü elinde kamçı, hem herhalde bir Kazak kamçısı, dövüp duruyor o güzel kızı, biliyorsunuz, kız deli. /.../ Kız kardeşine her gün nöbet geliyor, avaz avaz bağırıyor.” (Ecinniler ,s: 94) ♦♦♦ “Tipi kesilmemişti. İlkin canlı, çevik adımlarla yürüyor¬du, sonra birden sendeler gibi oldu. Gülümsedi: “Bedenî bir şey bu...” diye düşündü. İçi sevinç doluydu sanki; sonsuz bir kesinlik duygusu ruhunu kaplamıştı. Son zamanlarda onu hırpalayan kuşkular kaybolmuştu. Kararını vermişti; “de¬ğişmez karar!” diye sevinçle düşündü (İntihar?). O anda ayağı bir şeye çarptı, az kalsın kapaklanıyordu. Durunca, ayaklarının di¬binde demin itelediği mujikçiği fark etti; hep öyle, aynı yer¬de, baygın, hareketsiz yatıyordu. Kar yüzünü iyice örtmüştü. İvan adamı kaptığı gibi sırtladı, yüküyle beraber yürümeye devam etti. Sağda, küçük bir evde ışık görerek pencereye vurdu, içeriden seslenen ev sahibinden mujiği kendi götürmek için yardım istedi, karşılığında üç ruble vereceğini söyledi. Adam hazırlanıp çıktı./…/ İvan Fyodoroviç’in bu işi nasıl başardığını, mujiği evi¬ne bırakıp hemen bir doktor getirerek muayene ettirdiği¬ni ayrıntılarıyla anlatacak değilim; “masraf için” de bolca para bıraktı. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, bir saat ka¬dar uğraştı orada. Bu onu pek memnun etti. Düşünceleri dağılıyor, durmadan hareket ediyordu. Birdenbire, “Yarın için aldım o kesin karar olmasa şu herifle burada bir saat oyalanmaz, başımı bile çevirmeden onu donmaya bırakır¬dım!” diye âdeta zevkle düşündü. “Hem kendimi kontrol edebiliyorum.” Bu son düşünce onu büsbütün memnun etti. “Çıldırmakta olduğumu nereden çıkarmış bunlar!”(Karamazov Kardeşler, s-843) “İvan Fyodoroviç garip bir yavaşlıkla, kimseye bakma¬dan, kaygılı bir halle bir şeyler düşünüyormuş gibi başını yere eğmiş vaziyette yaklaştı. Giyinişi kusursuzdu; yüzü, başkalarının bilmem ama bende hasta adam etkisi uyandır¬dı. Toprağa çalan rengiyle ölmek üzere bir insan yüzüydü. bu... Gözleri bulanıktı, bakışlarını yukarı kaldırarak salonu ağır ağır süzdü. Alyoşa birden yerinde doğruldu, “Ah!” diye hafif bir çığlık attı. Ben bunu iyice hatırlıyorum, ama orada bulunanlardan pek azı fark etti. Başkan, İvan Fyodoroviç’e yeminsiz tanıklık edeceğini, ifade verip vermemekte serbest olduğunu, onu vicdanıyla baş başa bıraktığını, daha da bir şeyler söyledi. İvan Fyodoroviç dinliyor, Başkana donuk gözlerle bakıyordu. Sonra yüzüne yavaş yavaş bir gülümseme yayılmaya başladı. Ona şaşkınlıkla bakan Başkan sözünü bitirince, İvan Fyodoroviç açıkça gülüverdi. Hoş ben de iyiyim doğrusu... Suyunuz var mı burada, varsa Tanrı rızası için verin biraz, İvan Fyodoroviç iki eliyle başını tuttu. Mübaşir hemen yanma gitti. Alyoşa yerinden fırladı: — Rica ederim inanmayın ona, hasta o, nöbet geçiriyor! diye bağırdı. Katerina İvanovna da oturduğu iskemleden kalktı, dehşet içinde İvan Fyodoroviç’i süzüyordu. Mitya doğrularak garip, çarpık bir gülümsemeyle kulak kesilmiş, kardeşini dinliyordu. İvan devam etti: — Merak etmeyin, deli değilim, sadece katilim. İvan Fyodoroviç gene düşünür gibi bir tavırla salonu süzmeye başladı. Ortalığı yavaş yavaş telaş sarıyordu. Alyoşa yanma koşarken mübaşir ondan önce yetişti, İvan Fyodoroviç’i elinden tuttu. Mübaşirin yüzüne dik dik bakarak, — Bu da nesi? diye haykırdı İvan Fyodoroviç. Sonra adamcağızın omuzlarına yapıştığı gibi yere çarptı. Muhafızlar yetişti, İvan Fyodoroviç’i yakaladılar; kor¬kunç çığlıklar atıyordu. Salondan çıkarılana kadar hep böy¬le feryat ediyor, anlaşılmaz şeyler haykırıyordu. (Karamazov Kardeşler,s:915) |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 13 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
Konuyu Toplam 2 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 2 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
TÜRK Hastalıkları........ | SAWAS | Eglence | 8 | 29.09.2008 00:47 |