Forum - Ana Sayfa Takvim S?k Sorulan Sorular Arama

Zurück   Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar > Serbest Alan > Serbest Kürsü
SİTE ANA SAYFA Galeri Kayıt ol Yardım Ajanda Oyunlar Arama Bugünki Mesajlar Forumlar? Okundu Kabul Et

Serbest Kürsü Serbest Konular



Son 15 Mesaj : Atatürk'ün Çocukluğu'na Ait Hikayeler           »          Şehzade Osman           »          Hatıra defteri           »          Antilop İle Akrebin Dostluğu           »          Karagöz İle Hacivat Konuşmaları 2           »          Sitemizin Ozanları           »          SEVDİM İŞTE....           »          NEFRET ETTİM İŞTE!!!!!           »          AFORİZMALAR (SAÇMALAMLAR)-1           »          SEÇKİNLER/SEÇİLMİŞLER DÜNYASI           »          Hatalarımızdan Dersler Alabilmek Ümidiyle.           »          Araf Suresi 172-173. Ayetler.( Ben Sizin Rabbiniz Değil Miyim)           »          İnancımızı Kullananların Artık Tuzağına Düşmeyelim.           »          ULAŞ-Yapalı           »          TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR PAYLAŞIMAZ
 
 
Seçenekler Arama Stil
Alt 05.11.2009, 00:52   #1
muhali
Yeni Yiğido
 
muhali - Ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
muhali Şuan muhali isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 08.11.2009 22:01

Üyelik Tarihi: 25.10.2009
Mesajlar: 45
Tecrübe Puanı: 531 muhali FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart KIZILBAŞLIĞIN TARİHSEL KÖKLERİ: ORTA ASYA

Eğer kendimizi bilmezsek, neyi bilebiliriz ki !”
Montaigne

Kızılbaş- Alevi-Bektaşi Kültürünün Orta Asya kaynaklı olduğu bilinir, ancak nedense dile getirilmez. Böyle bir konun ezelden beri tabu sayılması bilgisizliğimizden mi, çağın dışına düşme korkusundan mı, yoksa önemsememekten mi kaynaklanıyor? Türklerin toplumsal gelişmesi, İsa’dan sonraki yüzyılın İslamiyet öncesi Türkik kabile konfederasyonlarından ilk Türk-İslam kümelenmelerine, oradan İran ve Anadolu Selçukluları’na, oradan da Osmanlılara ilerlediği bilimsel bir saptamadır. Kızılbaş/Alevi-Bektaşi kültürü genel Türk kültüründen ve tarihinden ayrı düşünülemez. Alevilik ve Bektaşilik Anadolu kaynaklı inanç-kültür oluşumlarıdır, ancak onların asıl kaynağını oluşturan nehir; Kızılbaşlık, Orta, hatta Uzak Asya’dan akıp geliyordu; “Kara Budun”un kültürüydü.

Türkler Anadolu’ya 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra İran’dan gelmişlerdir. İran’ın doğu sınırına 8. yüzyıldan sonra yığılmakla birlikte asıl 10. yüzyılda , yani İslamlaşmayla birlikte İran topraklarında, özellikle Maveraünnehr olarak bilinen Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin arasında kalan bölgede yerleşmeye başladılar. Sasani İran devleti batıda Bizans ile sürekli savaşmak zorunda kaldığından doğu sınırını koruyamadı.(1) Bundan yararlanan Selçuklu savaşçı soyluluğunun yönetimindeki Oğuz boyları Hazar Denizi’ne akan Gürgen nehri havzasını ele geçirdiler ve çok geçmeden tüm İran’a egemen oldular. Ancak, büyük kitle hala göçebe idi; kentlere ve tarım üretimi yapan İranlı köylülere zarar vermemeleri için sınırlarda tutuluyorlardı. Bunlara İran topraklarında “Türkmen” adı verildi. İşte Anadolu’ya merkezi bir otoriteden yoksun, kendi boy beylerinin yönetiminde çoluk çocuklarıyla akanlar bu Türklerdir. Dolayısıyla, Türkler Anadolu’ya “ulus” olarak değil, binlerce yıldır sürdürdükleri yaşam biçimleri olan kabileler halinde geldiler.

”Türk Ulusu" -Türkler’in Anadolu’ya gelmelerinden yaklaşık dokuz yüz yıl sonra- Orta Asya'dan gelen, Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuran Türkmen boylarının Anadolu'nun yerli halklarından Etiler, Frigyalılar, Bizanslılar vb ile Orta Avrupa, Rusya ve Kafkasya’daki Yahudilerden ve Slavlardan devşirilenlerle karışarak oluştu. Türk Ulusu’nun oluşumunda 12. ve 13. yüzyıllarda Moğol ordularının Anadolu’yu işgal etmesi ile, bu ordunun Moğol, Türk, vb etnik kökenden gelen askerlerin Anadolu’da yerleşerek yerli halktan kadınlarla evliliklerinden türeyenlerin de büyük katkısı vardır. Bu halklardan 20.yüzyılın başlarında İttihat Terakki ve o örgütün bir üyesi olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Türk Ulusu” oluşturuldu. İşte bu şekilde, çok etnik kökenli, çok dilli, çok dinli halklardan oluşturulan ulusun asli unsuru Anadolu’ya Orta, hatta uzak Asya’dan gelen ve büyük kısmı Oğuz boyları olmakla birlikte, çeşitli Türk ve Moğol boylarından olan, Anadolu’da Kızılbaş –Alevi-Bektaşi olarak adlandırılan, anadilleri Türkçe, tapınaklarla kurbanlar ortak, gelenek ve görenekler de benzer olan halktır.

Kızılbaş –Alevi-Bektaşi kültürünün temel taşlarından Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal Horasan’dan geldiklerini söylerler. Horasan, İran’ın doğusunda, 8.yüzyıldan itibaren göçebe Türklerin yerleşik yaşama geçmeye başladıkları, onuncu ve on birinci yüzyıllarda yoğun olarak yaşadıkları ve bunun sonucu olarak da bir çok yerinde Türkçe konuşulan bir İran eyaletidir. Özellikle Pir Sultan Abdal, Horasan kökenli olduğunu şiirlerinde sık sık dile getirir: “Benim aslım Horasan’dan Hoy’dandır; Horasandan kalktı pirim, Hindi yararak; Horasandan kalktım sökün eyledim” (2). Hacı Bektaş, 1209’da Horasan’da doğup sonradan, 31 yaşlarında – Anadolu’ya göçtüğü tahmin edilmektedir. “Hacı Bektaş Veli, Anadolu’ya nerden gelirse gelsin, Türk olduğu, Türkmen topluluğundan çıktığı yadsınamaz, bunu çevresinde toplanan Türklerden, “Çepni boyu”ndan, sözün kısası Anadolu’ya Asya’dan göçüp gelen soydaşlarından anlamak kolaydır.”(3)

Bu konuda, konunun otörlerinden İrene Melikoff da şunları söylemektedir:

“Tarih, yada söylence, onunla ilgili bütün anlatılanlar, Hacı Bektaş’ın Horasan’dan gelmiş olduğunu söylüyor. Bu, onun, Doğu’dan, Orta Asya, ya da Harezm’den gelenlerin bir geçiş yolu olan Horasan’dan geldiği anlamındadır. Babilerin, Baba İlyas’la ilişkisini biliyoruz. Claude Cahen, ayaklanmaya katılmış olan Türkmen’lerin, Moğol istilasından kaçan Harezmli’lerin izinden Anadolu’ya geldiklerini düşünüyordu. Baba İlyas’ın halifesi Hacı Bektaş da onunla aynı kafilede yer alabilirdi.”(1)

Bektaşilik üzerine araştırmalarıyla tanınan İsmet Zeki Eyüpoğlu “Bektaşilik’in göbeğinin kesildiği yer değil, beslenip büyüdüğü, geliştiği, kimliğini, kişiliğini kazandığı yer önemlidir” diyor (1). Eyüpoğlu’nun bu ve yukarıdaki cümlesinden Bektaşiliğin ve ona kaynaklık eden Aleviliğin, adı bu olmasa da, –bir yaşam biçimi olarak-Orta Asya’da ortaya çıktığı, Anadolu’da erginleştiği, olgunlaştığı anlaşılmaktadır. Gelişip kurumsallaştığı yer kadar doğduğu yer de önemlidir bize göre. Eğer ortaya çıktığı yeri önemsemezsek, ortaya çıkış nedenini de bilemeyiz. Ve böyle bir yaklaşımla, Bektaşilik sorununa bilimsel bir çözümleme getiremeyiz. Çünkü, yine İ.Z. Eyüpoğlu’nun deyimiyle, “ bilim özünde bir arayıştır; gerçeği bulmaya, olgusal dünyayı açıklamaya yönelik bilişsel bir arayış! Bu arayış yolculuğunda ulaştığımız verilerin her bir öğesini yorumlarken başvurabileceğimiz tutarlı, mantıklı, zorunlu bir genel düşünceler sistemi oluşturmamız gerekir.” Bu kültüre bilimsel açıdan bakarsak, Anadolu öncesinde de –başka adlarla-var olduğunu görürüz. Aslında Anadolu’da ve İslam kılıfı altında bu kültürün söyledikleri 1700 yıl önce, belki de çok daha eskilerde yapılanların, söylenenlerin devamıdır.

Türk aydınlanmacıları olarak tanınan Sabahattin Eyüpoğlu, Halikarnas Balıkçısı, Azra( (Azra=Ezra=İsrail toprağı) Erhat ve Vedat Günyol gibi bazı İbrani kökenli yazarlar Türk kültürünün oluşum yerini Anadolu olarak kurgulamak (teorize etmek) istemişlerdir. Doğan Avcıoğlu gibi tarihçilerimiz ise bu teoriyi benimsememişlerdir.

Doğan Avcıoğlu, bu konuda şunları söylemektedir:

“Sabahattin Eyüpoğlu, Türk kültürü konusunda Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat‘la (Azra:Ezra=İsrail toprağı. Muhali) birlikte yeni bir Anadoluculuk görüşü ortaya koymuştur. Ona göre Türk kültürü, Anadolu’da daha önce yaşamış eski toplumların kültürlerinin bir uzantısıydı. Böylece Türk kültürünün kökenini Orta Asya’da da aramak, çağdaş Batı kültürüne dolaysızca bağlanmak kadar yanlıştı. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce “ ulus” değillerdi, Anadolu’da uluslaştılar. /.../ Peki Türk Ulusu Anadolu’da meydana geldi diye Orta Asya tarihi ile ilgimizi keselim mi? Halikarnas Balıkçısı’nın yazılarından böyle bir izlenim ediniliyor. Kanımca bu çok aşırı bir tutum. Bir araştırmaya göre, günümüzdeki Anadolu Türkmeni, XI. yüzyıl Türkmenleri’nin kültür özelliklerinin yüzde 39’nu koruyor. Günümüz Merv Türkmeni’nde ise bu oran yüzde 69. Anadolu halkının dinsel inançlarını, tarikatları, Aleviliği, yapıtlarını, şiirini, oyunlarını, doğa ilişkilerini, vb değerlendirebilmek için, işe Orta Asya bozkırından başlamak zorunlu oluyor.” (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, 1 kitap, s: 86- 87.

Başka araştırıcılar da Avcıoğlu’nun bu görüşlerine katılmaktadır:

“Eyüpoğlu ve arkadaşlarının “Anadolu hümanizmi kavramı” İlkçağ Anadolu toplumlarının kültürlerinden kaynaklanıyor, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin içine almıyordu. Böylece laik ve maddi içerikli bir kültür ortamı yaratılacaktı.”2

Burada bir parantez açarak, Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün “komplo teorileri “nden kısaca söz etmek istiyorum. Prof Küçük’e göre, Türkiye topraklarının büyük kısmını ( Fırat nehrine kadar olan bölge, yani Güney ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük kısmı) dünya Yahudileri her zaman kendilerine “vaat edilmiş topraklar” olarak gördüler ve bu planlarını çok gizli bir şekilde yürüttüler. Örneğin, Moiz Kohen ( sonraki adı Munis Tekinalp, daha sonra da Tekin Alp) bir yandan Anadolu Türkleri'ne gerçek vatanın Orta-Asya bozkırları olduğunu işaret eden yazılar kaleme alırken, diğer yandan ( 9. Dünya Siyonizm Kongresi'nde söylediği gibi) Türkler er geç Anadolu'dan gideceklerdir, tüm dünya Yahudileri Kenan Eli'ne gelin diyebiliyordu. Bu konuda Soner Yalçın ve Yalçın küçük'ün kitaplarına bakılabilir. Yahudi tanrısı Rab’ın Abraham’a Nil nehrinden Fırat’a kadar bir harita verdiği Yahudi mistizminde sürekli işlenmiştir. Türk görünen Yahudiler (Y. Küçük, bunları ‘kripto: gizlenen’ olarak adlandırıyor) Anadolu’yu “ Kenan Diyarı” olarak kabul ediyorlar ve bunun için sinsice çalışıyorlar. Azra Erhat, Eyüpoğlları ve Halikarnas Balıkçısı’nın düşüncelerini bir de Prof. Küçük’ün bakış açısından değerlendirilmesinin Türk kökenli Türkler’in ( Karabudun asıllı olanlar) toplumsal bilincinin yeniden değerlendirilerek oluşturulması açısından yararlı olacağı kanısındayım.

Genel Türk kültürü içinde geniş ve çok özel bir yer kaplayan Alevi/Bektaşi kültürünün Orta-Asya çıkışlı olduğunu söylüyoruz, ancak bunları söylemek, bazılarınca sanılabileceği gibi, şovence bir tutum değildir. Çünkü, Orta-Asya ile olan bağı sırf etnik düzlemdeki bir devamlılık olarak, yani ırkçı bir yaklaşım olarak ele almıyoruz. Konumuz “Alevi ayrımcılığının tarihsel kökleri”ni araştırmaktır. Bu, aynı zamanda genelde tüm dünyadaki Türklerin, özelde Türkiye Türkleri’nin uygarlık tarihindeki durumlarını araştırmak, incelemektir. Bu nedenle de, Doğan Avcıoğlu’nun dediği gibi, ” işe Orta Asya bozkırından başlamak zorunlu oluyor.” Ancak, amacımız Orta Asya Türk göçebe kavimlerinin kültürel bütünlüğü devam ettirdikleri ve “ milli mefkure” taşıdıkları saçmalıklarına katkı yapmak değildir. Çünkü Türkler, Anadolu’ya uzanan uzun göç yolunda Çin, Hint, İran, Bizans, Arap, vb birbirinden çok farklı kültürlerin ve bu kültürlerin bir parçası olan Budizm, Zerdüşt dini, Mazdekilik, Mani dini, Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam vb inançların yaşandığı ortamlardan - göçebe, yerleşik, birbirinden kopuk kabileler halinde- geçerek gelmişlerdi.

Göç yolunda ve Anadolu’da çeşitli kavimlerle karışıp-kaynaşmışlar ve göçün başlangıcına göre yaklaşık 1500 yıl sonra ulus haline gelebilmişlerdir. Dolayısıyla, geldikleri yerdeki soydaşlarıyla bilinçli olarak kültürel bağlarını sürdürdükleri düşünülemez. Hatta, aynı dil ağacından olmalarına karşın, dilleri bile farklılaşmıştır. Zaten, bugün farklı uluslar olarak varlıklarını sürdürmeleri de bunun kanıtıdır. Orta Asya’nın insan uygarlığına hemen hemen hiçbir katkısının olmadığını, bunun da doğal ortamından kaynaklandığını biliyoruz.

Anadolu’da İslam egemenliğinde, eskinin karahalkı (karabudun) İslam’ın Batıni yorumunun etkisinde fakat daha çok kendi öz kültürel değerlerini yaşamaya ve dolayısıyla Sami kültürüne örtülü bir karşı duruş olarak “Kızılbaşlık” adıyla varlığını korumaya çalışmıştır. Kısacası, bugün Anadolu’da Alevi denilen Türk halkın önceki adı Kızılbaş’tır. Kızılbaşlık ise, İslam öncesi göçebe Şamanist Türk topluluklarında eski kandaşlık bağlarının çözülmeye ve sınıfsal farklılaşmanın, başka bir ifadeyle, “güç” ve “varlık” farklılıklarının, daha da net şekilde söylenecek olursa “iktidarın” belirginleşmeye başladığı zaman diliminde ortaya çıkmış, temelde sınıflı topluma karşı kandaş gelenekler tepkisidir. İslam dini sınıflaşmayı daha da derinleştirdikçe tepki de o oranda sert olmuştur.

“...göçer ve yarı göçer bir yaşam sürmeye devam ederek Anadolu'da kalan, ki büyük çoğunluğu ilk Safevilere destek verecektir, Kızılbaş Türk boylarından gelenler ise eski ataların gelenek ve göreneklerine bağlı kaldılar. Merkez yönetime karşı, sosyal haklar ve başkaldırı kımıldanışları içinde, yer aldılar. Yakın dönemdeki adlandırılışları ile Aleviler, bu Kızılbaşlardan gelmektedirler. Fakat Alevi adı da, "asi" ve "sapmış" sözleriyle eş anlamda kullanılagelen Kızılbaş deyiminin uğradığı değer kaybına uğrmaktan kurtulamadı. Bektaşiler ve Aleviler, aynı kökenden gelmektedirler.”1

O halde ortak olan “kök”ü bulmak gerekiyor. Bunun için İslam öncesi döneme bakmak gerekir. Kızılbaşlığın tarihi çizgisi izlendiğinde, İslam egemenlinde isyan eden sınıfla, İslam öncesi kendi egemen sınıflarına isyan eden sınıf özdeş olduğu görülür. Bu sınıfın adı İslam öncesinde Hun’larda ve Göktürk’lerde “Kara Budun”, Oğuz boylarında “Karacuk Çoban” ve Moğol’larda da “Unagan Bogol” dur; İslam’dan sonra , 1450’lere kadar “Türk” veya “Türkmen”, 1450’den sonra “ Kızılbaş”, 19. yüzyıldan sonra da “Alevi.”

Tarihe baktığımızda, Anadolu'da bugün "Alevi" olarak bilinen insanlara 18.yüzyılda bu adın verildiğini, ondan önceki adlarının "Kızılbaş" olduğunu görüyoruz. Kimlere "Kızılbaş" denildiğini araştırdığımızda karşımıza Türk, Türkmen olarak tanınan gruplar çıkıyor. "Türkmen" sözcüğünün ise,İ.S.8.yüzyıldan itibaren İran'a daha doğudan gelen ve 1100 yıllarda İslam dinini benimseyen ya da öyle görünen göçebe yaşam sürdüren Türklere Bizans tarihçilerinin verdiği ad olan "Turco-men"'den, Arap ve İranlı tarihçiler tarafından, türetildiğini öğreniyoruz.

Günümüzden tarihin derinliğine, yani çıkış noktasına, çözdüğümüz bu ad dizinini,çıkış noktasından günümüze yeniden örecek olursak;Orta Asya göçebe yaşamında 'Kara Budun' olarak tanımlanan halk, İran'da İslam ortamındaki göçebe yaşamında 'Türkmen', Anadolu'da 15.yüzyılın ikinci yarısına kadar Türk, Türkmen, bu dönemden sonra, yani Şah İsmail'in dedesi Şeyh Cüneyt'le birlikte 'Kızılbaş', 18. yüzyıldan sonra da 'Alevi'olarak adlandırılmıştır. Özetle, 'Kızılbaş' sözcüğü 'Türk'sözcüğü ile özdeştir. Nitekim, “Osmanlı'nın gözünde "Kızılbaş" ve "Türk" birdir.Bir çok etnik topluluğun yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’nda “Kızılbaş”sözcüğü Türk asıllı halkın adıdır. Yani, Orta-Asya göçebe yaşamında “Karabudun” denilen halkın adı Anadolu’da İslam ortamında “Kızılbaş” olmuştur. O halde, çıkış noktası Orta Asya göçebe yaşamında 'Türk Kara Budun' olgusudur.

Anadili Türkçe olan insanlara Türk denilmektedir. Türk sözcüğünün tarihte ilk kez yazıldığı yer, Orta Asya'da bugün Moğolistan olarak bilinen yerde 730'larda dikilen Orhun Abideleri (Göktürk yazıtları)dir. Bu yazıtlardaki bir çok cümlede "Türk Kara Kamag Budun: Türk Kara Kemik Budun"[1] (ya da kısaca Türk Kara Budun) yazılıdır. Budun, birden çok boyun oluşturduğu siyasal birimdir. Türkler, Çin’den Orta Avrupa’ya kadar olan Asya steplerinde "boy"lar halinde yaşıyorlardı. İklimi tarımsal üretime uygun olmayan Asya bozkırlarında aynı soydan gelen ailelerin (Gens) oluşturduğu "Boy (oymak)"lar ve birkaç "boy"un biraraya gelerek oluşturduğu "Budun"lar şeklinde, hayvan sürüleri yetiştirerek ve bu sürülere yiyecek bulabilmek için de sürekli yer değiştirerek (göçebe) yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Böylece, bozkırda en küçük ekonomik birimi, birlikte göç eden, birlikte konaklayan ve sürülerini birlikte otlatan aileler topluluğu olan "boy" (oymak) oluşturuyordu. Ohun Abideleri'nde Türk Budunun yerine bazen Kara Budun adı kullanılmıştır. Yani, Türk Budun ile Kara Budun özdeş sözcüklerdir. "Türk" sözcüğünün tanımladığı insanlara, yani Kara Budun’a 10. yüzyıldan itibaren İran’da Türkmen denilmeye başlanır, Anadolu’ya gelen bu Türkmenlere 15. yüzyılın sonlarında -başlarına giydikleri kızıl renkli başlıktan dolayı - Kızılbaş denilir. Kızılbaş adının yerine 18. yüzyıln ikinci yarısından sonra ise Alevi denilir. Kısacası, Anadolu’da Alevi olarak adlandırılan topluluklar, kendilerine bu adın verilmesinden yaklaşık 1000 yıl önce yazılan Orhun yazıtlarında Kara Budun ya da Türk Budun olarak anılmışlardır.

Eğer, Türklerin Batı’ya yönelmelerini İ.S. 5. yüzyıl, yoğun şeklide toprağa yerleşmelerini ise İran topraklarında sekizinci yüzyıl olarak kabul edersek ve Anadolu’ya girişleri de 1071’den başlayarak Osmanlı Devleti’nin İran sınırını kapattığı 1496 ( II. Beyazıt dönemi) ‘ya kadar olan süre olduğuna göre bu yolculuğun kabaca 1000 yıl sürdüğü kabul edilebilir. Kuşkusuz göç Asya bozkırlarının çok farklı bölgelerinde yaşayan farklı boylar tarafından farklı dönemlerde gerçekleştirilmiştir, ama en azından bir kestirme yapabilmek için başlangıç yerini Eski adıyla Orhun olan bugünkü Moğolistan kabul edersek, Anadolu’ya uzanan yolun binlerce kilometre olarak tahmin edebiliriz. Bu uzun süre ve yolda Türk göçebe kabileleri Çin, Hint, İran, Bizans, Arap, vb birbirinden çok farklı kültürlerin ve bu kültürlerin bir parçası olan Budizm, Zerdüşt dini, Mazdekilik, Mani dini, Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam vb inançların yaşandığı ve özellikle Mazdek dini ile İslam dininin Şii’lik kolunun örgütlediği halk isyanlarının çıktığı ortamlardan - göçebe, yerleşik, birbirinden kopuk kabileler halinde- geçerek gelmişlerdi. Göç yolunda ve Anadolu’da çeşitli kavimlerle karışıp-kaynaşmışlar ve göçün başlangıcına göre yaklaşık 1500 yıl sonra ulus haline gelebilmişlerdir.

Özet

Türk Aleviliği, İran Şiiliği gibi, kendine özgü dinamikleri ve işleyişiyle, yeni bir tarihsel-toplumsal varlığın tarih sahnesine çıkması değildi. Şamanist inançların iyice gizlenerek, isim değiştirerek (Şiilik, Alevilik, Batınılik) , ama öze ait kayda değer bir “ değişiklik” de söz konusu olmadan yoluna devam etmesidir. Özetle, Kızılbaş/Alevi/Bektaşi kültürü etnik yapıyı da içeren sosyal-siyasal-ekonomik temelleri olan bir kültürüdür; bunu açıklamaya çalışıyoruz. Bundaki amaç parça ile bütün arasında doğru bir ilişkinin kurulmasıdır. Alevi/Bektaşi kültürü kendi içine dönük bir topluluğun, yani bir “cemaat” in kültürü olmakla birlikte, doğası gereği yenilikçi, yüzü çağdaş uygarlığa dönük evrensel bir kültürdür; ona herkes katkı yapabilir, ondan herkes faydalanabilir.

Bizim üzerinde ısrarla durduğumuz nokta, başa ( kafaya) giyilen kızıl giysinin Orta Asya’nın Türk ve Moğol göçebelerinin günlük giysisi olduğu, bu alışkanlığın Anadolu’ya gelen göçerler tarafından da sürdürüldüğü ve Anadolu’da haksız yönetimlere karşı başkalarının ideolojik bir simgesi haline geldiğidir. Kızılbaşlığın ise, İslam öncesi kandaş Türk topluluklarının inanç, düşünce ve örgütselliğini açıklayan sosyal bir temel olan Şamanlığın sınıflı İslam toplumu içinde yaşatılması olduğunu, yani İslam toplumu içinde “Eski Türk yaşam biçimini” ifade eden bir kavram olduğunu vurgulamaktır. Dolayısıyla, “Kara Budun”un “Kızılbaşlık”a dönüşmesi öze ait değil, biçimle ilgili bir sorundur. Çünkü, Kara Budun’un göçebe siyasal kuruluşundaki yeri ve konumuyla; İslam egemenliğindeki yeri ve konumu arasında önemli bir fark yoktu.
__________________
En ağır iş, "işsizlik"tir
muhali isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
 


Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir)
 
Seçenekler Arama
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesaj?n?z? De?i?tirme Yetkiniz Yok

BB Code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Süper Lig'de hangi takım kimi aldı? Kaptan-58 Spor Haberleri- Sivas Amatör Takımları - Diğer Sporlar 0 16.07.2008 08:56


WEZ Format +2. ?uan Saat: 07:58.


Powered by: vBulletin. Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

Copyright © - Bütün Haklar Sivaslilar.net'e aittir.