|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Serbest Kürsü Serbest Konular |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
29.09.2009, 22:12 | #1 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 607
|
ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Alevilerin Atatürk ve devrimlerine olan bağlılığının nedeni konusunda bir yargıya varmak için, her şeyden önce Cumhuriyet öncesi Osmanlı Devleti’ndeki Müslüman toplumun tümünün, özelde ise bu toplum içinde muhalif bir grubu oluşturan ve -bilinç dışı da olsa- kültürel olarak Türklüğü temsil eden Alevilerin mevcut durumunu doğru ve eksiksiz biçimde nitelemek gerekir. Yani, 600 yıldan beri dünyanın en verimli toprakları üzerinde yaşayan ve aynı hanedan tarafından yönetilen, içinde Türklerin de bulunduğu, Müslüman halkın eğitim, barınma, beslenme, siyasal etkinliği gibi yaşam pratikleri ile modern ulusların gözündeki değerini bilmek gerekir. Böylece önceden varolan ile Cumhuriyet’in getirdikleri arasında bir kıyaslama yapılabilir ve bu verilere dayanarak Alevilerin Atatürk’e derin sevgilerinin, devrimlerine ölümüne bağlılıklarının maddi temelleri daha iyi anlaşıl olur kanısındayım. Olaya böyle bir açıdan bakıldığında, sadece Aleviler değil, Sünniler de dahil bütün Türkler, Atatürk’ün kurduğu devlet’e, yani cumhuriyet dönemine kadar, tarih bilincinden ve toplumsal bellekten yoksun, açlık, sefalet ve zulüm içinde kıvranan sürüler halindedirler; kendilerine ait bir dillerinin, tarihlerinin olduğundan habersizdiler. Buna karşın, Müslüman gözüken Hıristiyanlar, Devşirmeler( Müslüman gözüken Hıristiyanlar) ve Yahudiler yüksek bir refah içinde yaşamaktaydılar. Türkler vergi ve asker kaynağı olarak tüketilirken, Hıristiyan ve Yahudiler bunlardan muaftır ve çağa göre yüksek bir yaşam standartına sahiptirler.
Cumhuriyet öncesinde Türk halkı açtır; açlıktan toplu ölümler görülür. Örneğin, okullarımızda “Yükselme Dönemi” olarak öğretilen dönemde Türk halkı açlık içindedir; dağarla hayvanlar gibi yayılmakta, yani ot otlamaktadır. “1564’de (Kanuni Süleyman dönemi) yönetime sunulan bir raporda ”Çeşmeden yollanan bir arzda, halkın büyük çoğunluğunun ‘ot otladığı’ bildirilmekteydi” Türk halkının büyük kitlesinde açlık süreğendir, örneğin daha dün denilebilecek bir tarihte, İngiltere’nin endüstri devrimini gerçekleştirdiği yıllarda, açlıktan kırılmaktadır. Prof. Dr. Çetin Yetkin’in çeşitli kaynaklardan derlediği belgelerden birkaç tanesini aşağıya alıyorum: “…9 Mayıs 1874 günlü Basiret'te yer alan bir habere göre, Ankara yöresinde kıtlık ve açlık yüzünden günde 1.500- 2.000 kişi ölmekteydi. 1876'da Anadolu'yu dolaşmış olan İngiliz yüzbaşı Fred Burnaby, 1873-1874'de hüküm süren bu kıtlık sonucunda 18.000 kişinin açlıktan, 25.000 kişinin ise açlığın yol açtığı hastalık v.b. sonuçlardan yaşamını yitirdiğini belirtiyor ve diyor ki, "çocuklar sokak ortasında bırakılıp terk edilmişlerdi; hatta bazı ana babaların kundaktaki çocuklarını yemeleri gibi olaylar gün ışığına çıkartılmıştı. …Yine Basiret'te 24 Mayıs 1874'de çıkan bir başka haberden Kırşehir’de halkın alcıktan ağaç kabuklarını, otları ve hayvan leşlerini yediklerini öğreniyoruz. …29 Şubat 1875 günlü Levant Herald gazetesinde yazıldığına göre de, Keskin'de yaşayan 52.000 kişiden 20.000'i, bir başka yerde ise 17.000 kişiden 5.000'i açlıktan ölmüştür. Başka bir yerde ise açlıktan kıvranan halk, çürümeye başlayan bir deve leşini yemeye başlayınca yetkililer bunu engellemek için leşi gizlice gömdürmüşler, ancak aç insanlar leşin gömülü olduğu yeri saptayarak çıkarıp yine yemişlerdir. “ …Öte yandan, 1881'de bir İngiliz elçilik raporu, Batı Anadolu açısından, gelinen bu noktada Rumların rolünü şöyle açıklamış:"Bir Rum, Müslüman köyüne gelir ve yeni hayatına küçük bir tüccar olarak başlar. Zamanla o zenginleşirken köylüler yoksullaşır; sonunda Rum'a dostları ve akrabaları da katılır. Köylünün yoksulluğu gittikçe artar ve üst üste gelen kötü hasatlar sonucunda topraklarından ayrılıp iç kesimlere gitmek zorunda kalır. Bu süreç zengin Müslümanlar için de az çok aynıdır... Neredeyse her kentte, birkaç yıl öncesine dek görece zengin olan, ama şimdi yoksulluk içinde yaşayan Müslümanlar bulunmaktadır."2'8 … Basiret'in 22 Teşrinievvel 1287 (1872) tarihli sayısı Türkler'in yoksullaşmalarının ve bu acıklı duruma düşmelerinin nedenlerinden önemli birinin de gayri Müslimlerin askere gitmemesine karşılık hemen yalnız Anadolu Türkleri'nden askere almanın neden olduğunu belirten Ali Efendi, Rumeli'de bir Hıristiyan köyü ile Anadolu'daki bir Türk köyünü karşılaştırırken Hıristiyan köyünde akşamları delikanlıların tarladan döndüklerinde neşe içinde horon oynadıklarını, Anadolu'daki Türk köyünde çocuk, kadın, yaşlı ve sakatlardan başka kimsenin görülemeyeceğini belirtiyor.” Avrupa ulusları sanayi devrimlerini 19. yüzyılın ikinci yarısında tamamlayıp, eğitimde, sağlıkta, ekonomide yüksek standartlara ulaşmışlardır. Buna karşın, 600 yıldan beri başkenti, büyük kentleri ve vergilendirdiği büyük toprakları Avrupa’da olan Osmanlı Devleti’nin yönettiği halklar –ille de Türkler- yukarıdaki belgelerde de görüldüğü gibi hayvan sürüleri gibi dağlarda otlamakta (yayılmakta), hayvan leşleri hatta kendi çocuklarını öldürüp yiyecek kadar insanlıktan uzaklaşmışlardır; “yamyam” seviyesine alçalmışlardır. Avrupa uluslarının refah sürecine girdikleri, ordularını hem beslenme, giyinme hem de donatım bakımından yüksek seviyelere çıkardıkları 20. yüzyılın başlarında bile, asker veya sivil Türkler açlıktan, sefaletten kırılmaktadır. “Birinci Dünya Savaşı’nda Sağda solda yalnız kalmış binlerce çocuğun alın yazısı korkunçtu. Bunlar bitkin bir hayvan halinde pazarlara kadar geliyor, orada çoğu açlıktan ve dermansızlıktan can veriyordu. Ölmeden önce büyük acı çekiyor ve bağrışıyorlardı. Onlarla ilgilenen tek kişi yoktu. Her sabah ölüleri toplanıp, hep birlikte bir yere gömülüyordu. Halk açlık çekerken varlıklı tabakalar gerçek bir zenginleşme sarhoşluğu içindeydi /…/ Halk gibi sade Türk askeri de acı çekiyordu. Padişahın ordusunda bir milyon asker vardı. Türk askerleri paçavralar içersinde, yetersiz beslenme halinde, her şeyden habersiz, Allah’ın ve kumandanın buyruğuna uyarak Alman emperyalistlerinin ve onların Türk yardakçılarının ele geçirme planları için yem olarak tam anlamı ile kurbanlıktı. Koleradan, Tifodan, Açlıktan ve soğuktan ölenlerin sayısı, savaşta ölenlerden çok daha yüksekti. 1917 güzüne kadar ordu, yalnız açlık, hastalık ve soğuk yüzünden 60,000 insan yitirdi. Padişah, Araplar’ın, Kürtler’in, Ermeniler’in, Bulgarlar’ın, Yunanlılar’ın ,Sırpların, Arnavutların özgürlük çabalarını ezmek için orduyu imparatorluğun bir köşesinden ötekine yollamak zorunda kalıyordu. Askerler çoğunlukla Türk köylüsünden meydana geliyordu. Bunların yaşam düzeyi bir hayvanınkinden pek iyi değildi. Askerin içinde yaşadığı - hem de savaş durumunda- sefaleti çok açık şekilde bir Rus subayının sözleri ortaya koyuyor: “ General Ali Fuat, Plevne savunmasına dair o vakitki Rus gazetelerinden birinden naklen şöyle bir anekdot anlatıyor. Vakayı anlatan Rus yazarı diyor ki: ‘Rus ordularını aylarca karşısında tutan ve onlara çok güç tehlikeli anlar yaşatan Plevne düştü. İlk iş, Osmanlı kuvvetlerine kumanda eden Osman Paşa’yı aramak oldu. Kararğahında bulunamadı. Ortalık arandı, tarandı. Nihayet yaralı askerler arasında, yaralı olarak yerde yatar bir halde bulundu ve esir edildi. Türk esirleri ufka kadar uzanan bembeyaz karlar üzerinde küme küme, ufuklara kadar uzanıyorlar. Doktorla birlikte onları teftiş ediyoruz. Üstleri başları lime lime, etleri görünüyor. Açlıktan bitkin bir haldeler. Bet-beniz kalmamış. Nerde ise ölecekler. Aralarında tek tük ölenlere de rastlanıyor. Sağ kalanlar ölülerden kalan parça parça pusatları boğuşarak kapışıyorlar. Ellerinde kalan parçayı üzerlerine alıyorlar, ısınmaya çalışıyorlar. Bunların birkaç saatlik ömürleri ya var, ya yok!” Avrupa ordularının, özellikle Alman ordularının dış görünüşleri göz kamaştırırken, Türk askerinin en belirgin özelliği açlığı ve görüşünün perişanlığıdır. Çanakkale Savaşı’nda, Türk ordusunun askerilerinin tek biçim üniforması yoktur: öldürdükleri İngiliz, Fransız askerlerinin elbiselerini, postalarını, müttefik oldukları Almanların verdiği kaskları ve Osmanlı askeri kıyafeti olan serpuşları giyen tam anlamıyla karma görünümlü bir ordudur. Kurtuluş savaşı’nda da öyledir: “Mustafa Kemalin bayrağı altında toplanan askerlerin garip bir görünüşü vardı... üstleri başları dökülüyordu.” Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu alıntılardan da görüleceği gibi, bir yanda Osmanlı egemen sınıfının ve o sınıfla ortaklık kuran Yahudi ve Hıristiyan unsurların refah içinde yaşayışları, diğer yanda açlıktan kırılan Türk halkı. İşte bugünkü Osmanlı’ya düşmanı ve Atatürk’e bağlı Aleviler ile Osmanlı hayranı, dolayısıyla Atatürk düşmanı Sünni egemen sınıfın ( Yahudi ırkının tekeli de diyebiliriz) arasında çatışma nedenlerinden ve belki de en önemlisi bu ekonomik dengesizliktir. Alevilerin, Atatürk’e ve devrimlerine bağlığını tek başına bu örneklerde verilen açlık-sefalet açıklayamaz. Osmanlı Türk ırkından nefret ediyordu, onu hayvana eşdeğer görüyordu ve sürekli toplu kırımlar yapıyordu. Atatürk, Türklüğü hep yüceltmiştir. Aleviler, Türk olduklarının bilincinde olmasalar bile, başta anadilleri olan Türkçe olmak üzere, kadın erkek eşitliği, dinsel hoşgörü (laiklik) gibi geleneksel olarak yaşattıkları değerlere cumhuriyet yönetiminin sahip çıktığını, hatta yeni devletin temellerine yerleştirildiğini görüyorlardı. Oysa, cumhuriyet döneminde Alevi olarak adlandırılan Osmanlı döneminin Türk/Türkmenleri, Osmanlı’dan çok çekmişlerdi. Türk düşmanlığı Osmanlı’da devlet politikası haline getirilmiştir, Türklere “soykırım” uygulamıştır. . Bir padişahın divan katiplerinden biri yazdığı şiirde ‘’Türk; babanız da olsa öldür, Türk‘ü katledin, kanı helal” diyor. Aslında bu tarihten alına bir mirastır. Bilindiği gibi, Türkler İ.S 5. yüzyıldan itibaren İran’ın doğusunda yoğunlaşmaya başlamışlar, 8.yüzyıldan itibaren de, Araplar tarafından “Maveraünnehr” olarak adlandırılan, Ceyhun nehri ile Seyhun nehri arasındaki bölgede yerleşik yaşama geçmeye başlamışlardır. Arap-Emevi orduları İ.S 650’de İran’a girmişler ve Ceyhun’a kadar olan bölgeyi hiç zorlanmadan istila etmişlerdir. Türkler ise, İslam dinine yaklaşık 400 yıl direnmişler ve bu nedenle de her fırsatta toplu kırımlara uğratılmışlardır. İşte İran topraklarında, İslam dinine direnen Türklere karşı başlatılan bu terör Anadolu’da hiç kesintiye uğramadan, 1923-1938 hariç, günümüze kadar sürdürülmüştür. Anadolu’da İlk Türk/Türkmen (Kızılbaş) toplu kırımı Kırşehir’in Malya ovasında 1240’da Selçuklu Devleti tarafından geçekleştirilmiştir. İran Selçuklu ve daha sonra Anadolu Selçuklu hükümdarları ile medreseden yetişenler, genel olarak Sünni anlayışı benimsemiş olmalarına rağmen, çoğunluğu göçebe olan Türkmenler arasında, örneğin eski Şaman dönemi Kam’larının yerini Türkmen “Baba”ları almış bulunuyordu. Selçuklu sarayında Fars kültürünün ve Sünni Müslümanlığın etkileri yoğunlaştıkça yani Kızılbaş-Türkmen kitleye siyasi baskı artıkça ve o oranda ekonomik gelirin daha büyük kısmı saraya ve yardakçılarına, daha az kısmı ise halka gitmeye başladıkça, bu babalar ki çoğu Farsça bilmiyordu, göçebe Türkmenler arasında kendilerine destek buldular. Egemen sınıfın, “yabancı” olarak gördüğü ve acımasızca sömürdüğü, ezdiği Türkmenler (Türk Kara Budun), çoğu Farsça bilmeyen bu Batıni şeyhlerin önderliğinde örgütlenirler, isyan etmişlerdir. “ Horasan’dan gelen ve “Batıni” düşünceler taşıyan “Baba İlyas”ın, “Baba İshak”ın çevresinde toplananlar genellikle Kızılbaş-Alevi inancında olanlardı. Bunlar yoksul, topraksız, başkalarının tarlalarında, işinde çalışarak geçimini sağlayan kimselerdir. Bütün gelirleri, varlıklı kimselerden, iş karşılığı, edindikleriydi. Bu harekete katılan ya da destek olan varlıklı kimseler olmamıştır. Babalılar genellikle köylerde, Kızılbaşların- Alevilerin çoğunlukta olduğu yerlerde toplanmış büyük bir kalabalık oluşturmuşlardır. Ayaklananların, yeni bir devlet kurma amacını gütmediği, yalnızca inançlarını yaymayı erek edinmediği, daha çok geçim sıkıntısında doğduğu bir gerçektir. Bunların inançları da, yaşama gerçeklerinden kaynaklanan, içinde bulunduğumuz everen yönelik düşünce ürünleridir... Babailer kara cübbe, kırmızı başlık, ayaklarına da sandal biçimli bir ayakkabı giyer, köylerde dolaşır, inançlarını yaymaya çalışırlardı. Onlara göre yeryüzü varlıklarından eşit ölçüler içinde yararlanma gereği vardı, sömürü, başkalarının emeğine dayanma suçtu. ...Genellikle öztürkçe konuşan padişahların aşırı tüketimine, Arap, Fars dillerinin Anadolu’da Türkçe’den üstün tutulmasına, Saray çevresinin yaşayışına, toprakların belli kimseler elinde toplanmasına, bg. Karşı çıkan babailer, Anadolu’nun yoksul Hıristiyan topuluklarının da ilgisini çekmiş, kimi Hıristiyanlar din değiştirerek aralarına katılmışlardı.” Babalılar isyanı 1240‘da Adıyaman çevresinde başladı, Sivas-Kayseri-Tokat-Amasya hattında büyüdü. On binlerce Kızılbaş-Türkmen Selçuklu orduları tarafından kılıçtan geçirildi ve en son Kırşehir’in Malya Ovası’nda altı bin Türkmen çoluk çocuklarıyla birlikte Frenk (Hıristiyan ) askerin de bulunduğu Selçuklu ordusu tarafından yok edilmiştir. “...Sultan, Erzurum'daki doğu kuvvetlerinin Türkmenlerin üzerine sevk edilmesini emretti. Moğollara karşı hazırlanmış olan ordu, özel olarak teçhiz edilerek (silahla dolanılarak) batıya gönderildi. Ordunun öncü birlikleri; Frank ve Gürcü kuvvetlerinden oluşturulmuştu. Erkekli kadınlı Türkmen kitlesiyle Selçuklu ordusu Kırşehir'in Malya ovasında karşı karşıya geldiler. Kaynaklar, isyancılara karşı en büyük öfkeyi Frankların gösterdiğini kaydeder. İlk hücum Türkmenlerden geldi. Türkmen kitlesi Selçuklu ordusuna saldırdı. Bu ilk hücumları önde alınlarına hac işareti çizmiş bulunan Franklar karşıladılar. Türklerin hücumları etkili olmadı, bunun üzerine Selçuklu ordusunun tamamı harekete geçti. Savaşı kazanan Selçuklu ordusu oldu. İki üç yaşındaki çocuklar müstesna, Türkmenlerden hiç kimseyi bırakmayarak doğradılar. Uygar toplumun sınıfı karakteriyle bağdaşamamış Oğuzlar bu sebeple isyan ettiler ve yenildiler.” Anadolu’da “kıl çadırlı”, “kızıl börklü” Türklerin, yani Kızılbaşların çıkardığı ekonomik çarpıklığa isyana (Babai ayaklanması) katılan altı bin Türkmen’in Kırşehir yakınlarındaki Malya ovasında çoluk-çocuk yok edilmelerini Arap gezgin Ebu’l Ferec• (Bar Hebraeus) de şöyle anlatır: “... Daha Araplar da (İslam askeri) bunlarla ( Frank ve Gürcü askerler) beraber hareket ederek Türkmenleri çemberledirler ve hepsini kılıçtan geçirerek mahvettiler. Bunlardan erkek, çocuk, hayvan, velhasıl hiçbir şey kılıçtan kurtulamadı.” Bununla birlikte, Anadolu’da Türklere Şeriat zulmünün en yoğun uygulandığı dönem, Osmanlı’nın 16. yüzyılın başından Cumhuriyet’e kadar olan dönemidir. Bu dönemde 1510’dan 1596’ya kadar Kızılbaş Türkmenler, bundan sonra ise ayırım yapmadan bütün Türkler öldürülür, diri diri yakılırlar, canlı canlı kuyulara doldurulup kuyuya ateş vermek suretiyle dumanla boğulurlar [Nazilerin gaz Odları yöntemini anımsayınız; aradaki fark: Osmanlı doğal gaz kullanırken, Naziler yapay (sentetik gaz) kullanıyorlardı], Kızılırmak ve Yeşilırmak nehirlerine atılılar. Canını kurtaranlar ulaşılmaz dağlara, ormanlara sığınır. Bir kısmı da Osmanlı egemenliğinin olmadığı İran, Azerbaycan ve Kafkasya’ya kaçarlar. Toplu Türk kırımları Fatih’in babası II.Murat’la (1421 – 1451) başlar, Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat’ın (1606-1611) Türkleri diri diri kuyulara doldurarak dumanla boğarak öldürme yöntemi, ondan çok önce, II. Murat zamanında başlatılmıştı. ”...Paşa, Türkmenleri tuzağa daha kolay düşürmek için - bir hastalıktan dolayı- Amasya’da kalmaya zorlanmış gibi görünerek oğlu Hızır Bey’i Merzifon’a kadar onları karşılamaya gönderdi... Hızır Bey, Türkmenleri iltifat ve armağanlarla oyalayarak .... onları Amasya’ya götürmeyi teklif etti . Kızıl Hoca Türkmenleri bu teklifi tereddütsüz kabul ederek Hızır Beyle beraber , Amasya’ya gittiler. Vali bunları samimi bir konukseverliğin bütün dış görünüşleri ile kabul etti. Onları özenli (mükellef) evlerde ağırlayarak ikramlarda bulundu. Fakat bunları gece yarısı gaflet uykusuna dalmış bulundukları sırada, yakalatarak ve dört yanı sıkıca bağlanmış oldukları halde kaya içine oyulmuş bir hapishaneye karmakarışık şekilde attırdı. Bulundukları yerin kapısı ördürüldükten sonra içeriye ateş verildi. Türkmenlerin hepsi duman içinde boğuldu. Bundan sonra vali atına binerek Çorumlu’da Türkmen aşiretleri üzerine saldırarak onların hazinelerini ele geçirdi. ...verilen izin üzerine kadın biribiri üzerine yığılmış cesetler arasından oğlununkini tanıyıp çıkardı.” Yani, Alman ırkçıları ‘Naziler’in 1940’larda uyguladıkları “gaz odaları” yöntemiyle “Yahudi soykırımı”, 500 yıl önce; 1440’larda devşirme Osmanlı paşaları tarafından Türklere uygulanıyordu. Aynı yöntem 1600’lü yılların başlarında Hırvat devşirmesi Kuyucu Murat Paşa(1606-1611) tarafından 100 000 Kızılbaş Türk’ün öldürülmesinde kullanılmıştır. Nazi yöntemi ile Osmanlı yöntemi arasındaki fark çağın teknolojisinden kaynaklanıyordu; “Türk soykırımı”nda “doğal gazlar” kullanılırken, “Yahudi soykırımı”nda “sentetik (yapay) gazlar” kullanıldı. Bu toplu Türk kırımları II.Murat’ın oğlu Mehmet Fatih ile birlikte Osmanlı Devleti’nin temel politikası olur ve ardı arkası kesilmeden ve şiddetinde bir şey kaybetmeden 1923’de Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti ilan etmesine kadar devam eder. Fatih Mehmet, Erzincan’da “Otluk Beli” olarak bilinen yerde Akkoyunlu Türkmenlerini yener ve Türkmen kırımını başlatır. “Fatih seferberliğe girişir, Her Hıristiyan köyünden iki kişi askere alınır. Bizans imparator ailesi Paleolog soyundan dönme Has Murat’ın komutasında Rum, Arnavut ve Sırp Hıristiyanlardan önemli bir birlik kurulur... Top ve tüfek Türkmen’i birkaç saat içinde bozguna uğratır. Tutsaklar yok edilir. Orduyla birlikte götürülen 3 bin Türkmen’den her gün 400’ü öldürülür...Fatih bundan sonra Toroslar’da Türkmen avına girişir. Ordusuyla Konya’ya gelen Gedik Ahmet Paşa (Rum dönmesi), Meram bahçelerinde ana dillerini unutmuş Türkçe konuşan Rumlar arasında karargahını kurar. Türkmenlerin sığındığı Toros’un sarp kalelerini top ateşiyle teslim alır... Dönüşünden önce Karaman beylerini hile ile şölene çağırır, hepsini öldürür. Topladığı erkek kadın ve çocuk Türkmenleri Trakya, Sırbistan ve Bosna’ya sürer.” Osmanlı , 1514’ Çaldıran Savaşı’ndan sonra Kızılbaş düşmanlığını tam bir “Türk soykırımı”na dönüşmüştür. Yavuz Selim, Çaldıran seferi öncesinde sayım yaptırır, Kızılbaşları yediden yetmişe deftere yazdırır ve müftü Hamza Efendi ile Şeyhülislam İbn-i Kemal fetva hazırlarlar: “ Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, din ilmini, iyiyi ve doğruyu beyan eden Kur’an’ı küçük gördüler. Yüce Tanrının yasakladığı günahlara helal gözüyle baktılar. Kutsal Kur’an’ı ve öteki kutsal din kitaplarını tahkir ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un reislerini tanrı yerine koyup ona secde ettiler. Hazreti Ebubekir’e, Hazreti Ömer’e sövüp, onların halifeliklerini inkar ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatını ve İslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hareketleri benim ve öteki bütün İslam dininin alimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla bu topluluğun kafirler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olan da kafir ve dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların vazifesidir. Bu arada, Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri cennet’i aladır. O kafirlerden ölen ise hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kafirlerin ( kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudileri) halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle gerek ok ile gerek köpek ile avladığı hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslam sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar İslam’ın gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplamadan sonra onlara tövbe ve nedametlerine (pişmanlıklarına) inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Kim ki onlardan olduğu bilinir ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmelidir. Hatta bu şehirde ( İstanbul) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tesbit edilen kimse de öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edenlere Allah yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allah da kötülük eder” Sadece Yavuz Selim döneminde (7 yıl) 40 000 (kırk bin)’den fazla Kızılbaş Türk’ün öldürüldüğü kaydedilmiştir: “Rafızilerin (defter idilüp) öldürülmeleri, bazılarının (Kızıl Irmağa ilga) yani Kızıl Irmak’ta boğdurulmaları, bazılarının (ihrak-ı binnar) edilmeleri-yani ateşe atılmaları-muntazam bir sistem dahilinde tatbik edilmiştir.” Osmanlı tarihçisi Hoca Saadettin, Kızılbaş-Alevi Türk kırımını şöyle anlatmıştır: “Her şeyi bilen Sultan, o kavmin uşaklarını kısım kısım ve isim isim yazmak üzere, memleketin her tarafına bilgin katipler gönderdi. Yedi yaşından yetmiş yaşına kadar olanların defterleri divana getirilmek üzere emredildi; getirilen defterlere nazaran, ihtiyar genç 40 bin kişi yazılmıştı, ondan sonra her memleketin hakimlerine memurlar defterler getirdiler; bunların gittikleri yelerde kılıç kullanarak, bu memleketlerdeki maktullerin adedi 40 bini geçti” Yavuz’un Türklere uyguladığı bu vahşeti başka bir belgede şöyle geçiyor: "Padişah, Rum diyarında [Anadolu'da] yerleşmiş bulunan Kızılbaş tutkunlarının ve Alevi tavşanlarını araştırmak için ülke yöneticilerine uyulması gerekli buyruklar gönderüb, yediden yetmişe varınca ol yaramazlardan idüğü saptanan eşkiyanın adları defter olunub mutlu kapuya bildirilmesine ferman-ı hümayun çıkmıştı. Cihanda geçerli bu buyruk gereğince yöneticilerin araştırma ve taramalarıyla sayıları kırk bini bulan bunların kimi ortadan kaldırılıp, kimi de hapse atıldı. “ Durmaksızın toplu Türk kırımları yapıldığını Osmanlı devlet kayıtlılarından öğreniyoruz. Örneğin, divan katibi Haydar Çelebi’nin Ruzname’sine (güncesine) yazdıkları; “23 Ağustos 1514 (Çaldıran) ….kesilen başlardan zamanının icaplarına uyularak kubbeler yapıldı.” Yahudi Ansiklopedisi, “Yavuz” olarak da bilinen ve Çaldıran seferine giderken casus olabilecekleri kaygısıyla kırk bin Türkmen ve kürt şiisini öldürten Selim’in Yahudilere son derece şefkatli yaklaştığını yazmaktadır. Oğuzların tarihi konusunda uzman olarak kabul edilen Prof. Faruk Sümer,İran’da 1504’de kurulan Safevi Devleti’ni Anadolu’dan giden Kızılbaş Türkmenlerin kurduğunu ve bu devletin Osmanlı Devleti’nden daha Türk olduğunu kaydetmiştir. “...İsmail (Şah İsmail, Hatayi), Hazar güneyindeki zorunlu iskan ettiği Ercuvan’dan Anadolu’ya haber salar, Erzincan’da toplanmalarını ister, kendisi de oraya gelir. Osmanlı ülkesinden de şeyhlerinin buyruğuna uyan bölük bölük Türkmen, Erzincan’a akar. Ustalcu, Şamlu, Rumlu adlı Sivas, Amasya, Tokat bölgesinin çoğu yerleşik Türkmenleri ile Antalya bölgesinin Tekelü, Karaman bölgesinin Turgutlu, Tarsus bölgesinin Türkmen oymakları Erzincan davetine ilk koşan topluluklar olurlar.” Buna göre, Şah İsmail’in ordusunu Türk/Türkmen boyları/ oymaklarından insanlar oluşturuyordu. O halde, Çaldıran’da tepe tepe yığılan başlar Türklerin başlardır ve bu bir “Türk soykırımı”dır. Aynı günlükte başka kırımların kayıtları da vardır : "1 Eylül 1514: ... Hacı Rüstem Bey ismindeki Kızılbaş beyi elli kişilik maiyeti ile hapsedildi. " "2 Eylül 1514: ... Hacı Rüstem Bey ve yoldaşları katledildiler. " "5 Eylül 1514: ...Halid Bey ismindeki Kızılbaş beyi 150 kişilik maiyeti ile iltica ettiği halde, ziyafet sırasında katledildi.” Kızılbaş Türk (Türkmen) ayaklanamalarında Osmanlı tarihiçilerinin ağzından, Osmanlı'nın Türk düşmanlığının yanı sıra Türklerin aç-sefil oldukları da çok açık ifade edilir. Örneğin, Şah Kulu isyanında( 1511), Celalzade'ye göre, "şehirlerde, kasabatda [kasabalarda], kurada [köylerde], cibalde [dağlarda], yaylaklarda ve obada ne değlü eşirra-i Etrük [ne kadar şirret / edepsiz Türkler] ve ne mikdar Levend var ise...” ayaklanır. Hoca Sadettin Efendi ise, bu isyana katılanTürkleri şöyle niteler. "…ol diyarda [Antalya yoresinde] yaşayan Türkler'in varlıkları doğuştan yaramaz olup, yaradılışlarından dik başlı olduklarından başka, huysuzluk da onların aşağılık yapılarında ikinci bir huy gibiydi. Ol insanlıktan eksik kişilerin nifakla dolu yüreklerinde binbir türlü fesat gömülü olup, her biri insan biçiminde laf anlamaz hayvana benzer kişilerdi... Anadolu Türkü'nden birkaç ayağı çarıksız hırsızlar..... ayağı yalın, başı kabak... “ Gerçekten de Türk halkı yoksulluk ve açlıkla boğuşmaktadır. Kaleneder Çelebi ( 1526-1527) isyanında Osmanlı ordusu yenilir, Tükmenler öldürüdükleri veya esir aldıkları askerleri yağmalarlar. Böylece Türkmenler (Türkler), “ uryan ve puryan ( çırılçıplak) iken giyinüb kuşandılalr ve elbise-i fahire ( değerli giysiler) ile donandıalr” Çaldıran Savaşı ile birlikte Türkler/Türkmenler sürekli kırıma tabi tutulurlar, ama Osmanlı’ya teslim olmazlar; başkaldırıları süreğenleşir. Çaldıran Savaşı’ndan hemen sonra, o savaşa katılan Nur Ali Halife isyanı (1515) çıkar. Bu isyanı Osmanlı tarihçisi Hoca Saadetin Efendi şöyle anlatır: "....yaşamı çirkin Kızılbaş katından halife sıfatıyla gelip Rum ülkesinde [Anadolu'da] oturan, Türkmenlerden ölümü hiçe sayan yoldaşlar derleyen Nur Ali Halife adındaki sonu sapkınlık olan aşağılık..... Kızılbaş ise, Tokat'a gelub ol uc üzerinde nice fitne tohumları saçtı. Çün [çünkü] ol tarafın Türk'ü Kızılbaş'a tutkun idiler. Ülke halkın çok sapkın ol kötü görüşlere katılarak bakımlı memleketi ayaklar altında çiğnediler.” Aynı isyan, Solakzade Tarihi'nde de, Nur Ali Halife'nin çevresinde toplananlar için "soysuz Türkler", "arsız ve akılsız insanlar", "geniş mezhepli" denilirken, Müneccimbaşı da "dinsiz", "eşkıya " nitelendirmesi yapılmaktadır. Anadolu’da Türk-Türkmen-Kızılbaş kırımları Şeyhülislam, Kadıasker, Müftü, Hoca vb din baronları , başka bir söylemle şeriat kurumu tarafından dinsel bir görev haline getirilir. 1545’de Şeyhülislam olan ve 29 yıl bu görevde kalan Ebusuud Efendi, ki kendisine Osmanlı kaynakları ve Cumhuriyet dönemi ansiklopedileri “ Türk Bilgini “ sanını yakıştırmaktadırlar, Kızılbaşlara ilişkin bir fetvasında “ bu taifenin kıtali sair kefere kıtalinden ehemdir”, yani “ bu topluluğun öldürülmesi öteki kafirlerin katledilmesinden daha önemlidir” der. Şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin bir fetvası da şöyledir: “Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler şehit olur mu? Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmesi elbette dinimize göre helaldir. Bu en büyük kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur. Soru: Önderleri peygamberin soyundan olduğu için Kızılbaşların öldürülmesinin helal olduğundan kuşku duyulmaz mı? Cevap: haşa, en küçük bir kuşku duyulmaz. Kanuni Süleyman, Diyarbakır Beylerbeyi’ne yolladığı bir buyrukta Kızılbaş kırımını şöyle emreder: “Kızılbaş lekesi olanları hapisle yetinmemeli, bu gibiler uygun önlemler ile elde edilerek habis vücutları ortadan kaldırılmalıdır. Kızılbaşlığa eğilim gösterenlere gecikmeden fırsat ve olanak vermeyesin.” Kanuni Süleyman’ın oğlu II. Selim’in 1568’de Amasya Beyi'ne -gizlice Kızılbaş-Türk öldürmesi ya da insanlara iftira atılarak haklarından gelinmesi için- verilen bir buyruğuna göz atalım: ".....toprak kadısı marifetiyle mezkurları [adı geçenleri] hüsnü tedarik ile ele getürüb [güzelce ele geçirerek] dahi kimseye ifşa eylemadiyen [haber vermeden / belli etmeden] elaltından Kızıl Irmağa iletüb iğrak eyleyesin [gizlice Kızılırmak'a atıp boğasın]. Veyahud ahar vecih [başka bir yolla/ biçimde] münasip görüldüğü üzere hırsızlık ve haramilik eyledüler deyu iddia eyleyüb haklarından gelesin.” Osmanlı’nın Türk kırımını Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut şöyle yorumlamıştır: "Sıra sıra cellatlar, sürü sürü Türkmen doğramaya başladı. Zaten Fatih bu işe Otlukbeli'nden (1473) başlamıştı. Sonradan şeriatçı zihniyet kuvvet bulunca, Türkmen aleyhtarlığı kızıştıkça kızıştı. Cihat merkezini Tuna boyundan, Toroslar 'a ve Dicle boylarına naklettiler. Leon Cahun’un dediği gibi ‘Türkmani zaiful iman’ Osmanlı’nın zıddına gidiyordu. Kuyucu Murat Paşa’nın kuyuda binlercesini bunaltarak öldürdüğü insanlar bunlardı.”1 Anadolu’da, 17.yüzyılın başından itibaren bütün Türkler, artık Kızılbaş olup olmadığına bakılmaksızın, topluca öldürülürler. 17. yüzyılın başında Canbuladoğlu ve Kalenderoğlu isyancılarını bastıran Hırvat devşirmesi olan Kuyucu Murad Paşa’ya, öldürdüğü Celalileri kazdırdığı derin kuyulara attırdığı için “Kuyucu” lakabı takılmıştır. Ermeni rahip Grigor’un anlattığına göre, “Murat Paşa, bütün konakladığı yerlerde önceden kuyular kazdırır ve bütün Celalileri, halkın şikayet ettiği muzır adamları bu kuyulara attırır, oraya indirilen birkaç adam da adamları istif ederlerdi. Vakadan dört sene sonra kış mevsiminde oradan geçerken ev büyüklüğünde olan kuyuları müşahede etmiştik.” Osmanlı tarihçilerine göre Kuyucu Murat Paşa, 70 ile 100 bin yoksul Kızılbaş-Türkmen’i katletmiştir. Bir kırıma varan bu durum, dönemin yönetici elit ve uleması tarafından övgüyle karşılanmıştı. Örneğin, ünlü Osmanlı tarihçisi Naima, Kuyucu Murat için: “Bütün büyüklükleri nefsinde toplamış ‘bir merdi meydan ve pehlivanı devran’ diyordu.” Murat Paşa’nın sistemli bir şekilde kullandığı yöntem kırım yöntemiydi. Sadece ayaklanma halindeki halkı değil, ayaklanma potansiyeli sezdiği herkesi Paşa acımasızca katletmiştir: “Nihayet 1608’de de vezir-i azam Kuyucu Murat Paşa'nın yönetiminde büyük bir Osmanlı ordusu, toplanan Celali güçlerini Maraş yakınlarında ezmeyi başardı. Bu zaferin arkasından Osmanlı askeri Anadolu'da Celali avına çıktı, Celalilere karışmış, ya da ilerde Celali olması mümkün binlerce kişi öldürüldü” Bu cani Osmanlı’nın pençesinde can veren bir masumun dramı insanım diyen herkesi irkiltecek, insanlığından utandıracak bir olaydır: “Bir gün Celalileri takip ile elde ettiklerini, çadırı önünde katlettirerek kazdırdığı çukura attırırken, orduya mensup olan bir sipahinin terkisinde bir çocukla geçtiğini görüp çocuğu attan indirterek yanına çağırmış, kim olduğunu sormuş, çocuk kıtlık sebebiyle babasıyla birlikte boğaz tokluğuna Celalilere katıldığını, babasının “şeştar” (altı telli saz) çaldığını söylemiş. Bunun üzerine Murat Paşa gülüp, baban Celalileri şevke getirdi diyerek çocuğun öldürülmesini emretmiş; fakat gerek cellatlar ve gerek yeniçeriler ve paşanın maiyeti öldürmek istememişler, bunun üzerine ihtiyar vezir-i azam arkasından kürkünü çıkarıp çocuğu hendek kenarına götürüp işini bitirerek çukura atmış, sonra yerine gelip oturarak etrafındakilere ve yeniçerilere: Kalenderoğlu ve Kara Sait gibi eşkıyalar analarından mızrak ile doğmadılar, nice bin insanı öldürüp mallarını mubah saydılar, bu oğlan bunlarla gezip bunların terbiyesiyle yetişmiştir, büyüyünce bu fesadın lezzeti damağından gitmez, akıbet bu da bela olur, fesadın kökünü kesmek bu gibilerin yok edilmesiyle mümkündür demiştir” . Yine bir devşirme olan Veziriazam (Başbakan) Köprülü Mehmet Paşa’nın (1656-1661) Anadolu’da Türk kırımı için görevlendirdiği Boşnak İsmail Paşa’nın Anadolu’da 100.000 Türkü öldürdüğü kaydedilmiştir.2 İsmail Paşa, Anadolu'da kimi yakaladıysa İstanbul’a ‘Celali’ diye gönderiyordu. Bu sırada Üsküdar'a geçmiş olan Paşa’nın huzuruna götürülen bu Türkler orada öldürülüyorlardı. Anadolu Türklerinin kitleler halinde öldürülmesinin ortaya çıkardığı "feci" görünümü Evliya Çelebi şöyle anlatır: "Birkaç gün içinde Üsküdar insan kanı ile laleliğe dönüp, taaffün [kokuşma] ve fena kokudan divan erbabı rahatsız olmaya başladılar. Kanlar üzerine konan sinekler, çadırlarda rahatça oturanların üzerlerine konup herkesin elbise ve destarını [sarığını] kana bulardı. Tabiat sahibi olanlar, kötü kokudan ve sineklerin hücumundan yemek yiyemezlerdi..... Bu üzücü hal yedi günden sonra bildirilince insan naaşları için kuyular kazılıp beşer altışar kesilenler kuyulara dolduruldu. Nihayet kuyu kazmaktan da usanılıp Asesbaşı ve diğerleri, naaşları arabalara yükleyip Haydarpaşa bahçesi önünde denize dökerdi. Nihayet bununla da baş edemeyip mahkumları, divanda muhakemesi görülenleri Kavak iskelesine gönderip orada katletmek tedbir edildi. Her gün Kavak iskelesinde yüzlerce adam öldürüldü.” Avrupa, Rönesans’ı yaşamış, Aydınlama çağına girerken Osmanlı ülkesinde Kızılbaş kırımı devam ediyordu. “Taptuk tekkesi: Köy halkı Kızılbaş olduğu ve alenen ayin yaptıkları için bu tekkeye doldurularak 1781 tarihinde yakılmışlar.“ Osmanlı Devlet örgütüne bir devre herhalde Türkler de alınmaya başlanmış, ancak Türklerin devlet hizmetine alınması sakıncalı görülmüş, hatta devletin çökeceği ileri sürülerek devleti yönetenlerin gerekli tedbirleri almaları, yani Türklerin devlet örgütüne alınmalarının önlenmesi konusunda uyarılmıştır: Osmanlı tarihçisi Arnavut Koçi Bey de Türkleri şöyle değerlendirmiştir "Harem-i hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, Çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, nice kallaş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu./.../...mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, Çingene,...Yörük, katırcı, deveci hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler.” Osmanlı ve bu çerçevede de Türk tarihinin temel kaynaklarının da "Türk" halkına karşı benzer bir yaklaşım içinde olduğu görülür. Söz gelimi, özellikle Anadolu ayaklanmaları konusunda belli başlı bir kaynak olarak sunulan Naima Tarihi’nde "Türk" şöyle nitelendirilir: "nadan Türk" (cahil, kaba Türk), "Etrak-i bi-idrak" (idraksiz/kafasız Türkler), "Türk-ü bed-lika" (çirkin suratlı Türk), "çoban köpeği şeklinde bir Türk", "hilekar Türk". Yine Osmanlı yazın adamlarından Müneccimbaşı, Türkleri "cahil" olarak nitelendirirken", Osmanlı tarihçisi Hoca Saadettin Efendi, Türkler için "aşağılık türediler" der. Lise edebiyat kitaplarında övülen ve Türk şairleri olarak belletilen Divan şairlerinin gözünde Türk, hayvana eşdeğerdir. Örneğin, Nefi, "Türk'e Hak, çeşme-i irfanı haram etmiştir ", Baki , "Türk ehlinin ey hace ( hoca) biraz başı kabadır", başka bir Osmanlı şair Vahid Mahtumi ise, Cahilim, Türk-i merkeb-etvarım / Har-ila-yufham-ı alefharım“ dizleriyle Türkün cahil, kaba ve merkep" (eşek) davranışlı ve huylu olduğunu ifade etmişlerdir. Büyük Türk Ulusçusu olarak bildiğimiz, Vatan Şairi !, Namık Kemal’in yazdığı ve Türk Ulusçuluğu’nun görkemli bir anıtı olarak belleklerimize yerleştirdiğimiz "Vatan Yahut Silistre” adlı eserde (Devlet Tiyatroları’nın Altındağ Sahnesi’nde ortaokul öğrencisi iken izlemiştim) Türk, "miskin köylü, "abalı kebeli", "çifte koşulan öküzden fark edilmek istenmeyen biçare"lerdi: ''—Hele vatanın mukaddes topraklarını bir ecnebinin murdar ayağıyla çiğneyeceğini anlasınlar. İşte o vakit halka başka bir hal geliyor, işte o vakit inan en miskin köylü ile benim aramda hiç fark kalmıyor, işte o vakit o abalı kebeli Türkler, o tatlı sözlü, yumuşak yüzlü köylüler, o çifte koşulan öküzden fark etmek istemediğimiz biçareler aradan bütün bütün kayboluyor da yerlerine Osmanlılığın, kahramanlığın ruhu meydana çıkıyor..." Şurası tartışmasız bir gerçek: Osmanlı için Türk, "Etrak-ibi-idrak"ti!• Bi idrak’ın Türkçe’deki tam karşılığı ‘hayvan’dır. Türk milliyetçiliğinin öncülerinden ve ideologlarından Ziya Gökalp, Osmanlı’nın Türk’ü hayvan yerine koyduğunu söylemiştir: “Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti siyasal sınırları içine aldıkça, yönetenler ile yönetilenler ayrı iki sınıf durumuna giriyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, yönetilen Türkler de Türk sınıfı'nı oluşturuyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini millet-i hakime (hakim millet - egemen millet) biçiminde görür, yönettiği Türkler'e millet-i mahkume (mahkum millet - ezilen millet) gözüyle bakardı. Osmanlı daima Türk'e "Eşek Türk", derdi. Türk köylerine resmi bir kişi geldiği zaman "Osmanlı geliyor- diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın ortaya çıkışı bile bu ayrılıkla açıklanabilir.“ Bir Osmanlı’nın aşağıya alınan sözleri Gökalp’in düşüncesinin kanıtıdır: “... Anadolu’nun ve Rumeli’nin birtakım cahil Türklerini ( cehele-i Etrak) toplayıp da onlardan rey ve tedbir mi soracaksınız?” Sonuç olarak, Osmanlı egemen sınıfının etnik olarak değildir, bu nedenle Türkler devletten dışlanır. Osmanlı’nın en belirgin özelliği budur. Bu kadar aşağılanan, kırılan halk doğal olarak kentlerin, ovaların, ekonominin,siyasetin ve kültürün uzağında yaşayacak, katırcılık, hamallık, yankesicilik, yol kesicilik gibi , hatta “köpek boku toplayıcılığı” gibi aşağılık işler yapacaktır. Neyzen Tevfik’in 1918 yılında İstanbul’a ait bir anısı Cumhuriyet öncesi yaşamın korkunçluğunu çok açık olarak özetliyor: “Sabaha karşı uyandım…. Kalkıp kapıyı açtım; sokağa, dükkanın önüne çıktım. Aman ne saf, ne temiz bir hava.. Lapa lapa kar yağıyor. Göğsümü bağrımı açıp rüzgara karşı bir kaç rahat nefes aldım… Derken baktım, aşağıdan, tramvay caddesinde iki fener belirdi. İki fener; Biri yolun bir tarafından, biri bir yaya kaldırımında... O zaman, Galata Galataydı; Asan, kesen, biçen... Kavga, gürültü gırla akşamları, geceleri, işgal kuvvetleri polisleri Galata sokaklarına girmeğe cesaret edemezler, uğramazlardı. Sabaha karşı, ellerinde fener, sokakları dolaşıp ceset ararlardı. Hani, akşamdan, öldürülüp de sokakta kalmış kimse varsa diye.. Yine İngiliz polisleri ceset arıyorlar zannettim. Fenerler, yolda bana doğru yaklaşıyor. Fenerler gözaldığı için arkalarında kimler olduğu seçilemiyor. Benim bulunduğum kaldırım tarafından yaklaşan fenerin arkasından bir ses. — Arkadaş! Bu tarafa geçiyorsun, maraza çıkar... dedi. Fenerler daha yaklaştı; adamları seçtim: Sırtlarında, iple omuzlarında asılı birer gaz tenekesi, birer ellerinde birer uzun soba maşası, birer elinde birer fener, iki adam yolda, köpek tersi ( b..ku) arıyorlar. Bulacaklar, tenekeleri dolduracaklar, dabaghaneye ( deri işlenen yer) götürecekler, tanesinden deri terbiyesinde istifade edilmek üzere satacaklar; bununla geçinecekler. Yolda rastlaşmışlar. Yolu ikiye taksim etmişler. Yolun bir tarafında bulduklarını biri, öbür tarafında bulduklarını öbürü toplayacak hani ‘Bu tarafa geçiyorsun, maraza çıkar’ diyor ya! Sahiden de maraza çıkar; hatta kan bile çıkabilir. Neyzen, burada gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı; sonra bir: — Ooooof! çekti. Gözlerini açıp ağır ağır, gök gürültüsü gibi bir sesle hikayeyi su neticeye bağladı: — Adam, medarı maişet (ekmek parası; geçim kapısı) olarak, karda, yağmurda, çamurda, gece, gündüz, sokaktan köpek tersi topluyor.” Osmanlı döneminde Türkler, dağlarda, mağaralarda taş devrini yaşıyorlardı. “Eğer, Anadolu’da bir köy, çevrede akarsu varken ondan uzakta, düzlük yer bulunurken ulaşılması güç bir yerde, kısacası neden burada kurulmuş diye şaşılacak bir biçimde kurulmuşsa, o köy, çok büyük bir olasılıkla, bir Alevi Türk köyüdür.” Türkler ulaşılması zor dağların doruklarına, arkalarına, ormanlara, kuytulara sıkıştırılırken, Batı Anadolu’nun verimli ovalarında kimler varmış bir bakalım: 1914 yılında Harbiye Nazırı ( Savunma Bakanı) Enver Paşa, bir savaş durumunda Eğe’deki Rumların düşman tarafına geçeceğinden kuşku duyduğundan, Teşkilatı Mahsusa (şimdiki Özel Harp Dairesi) komutanlarından Kuşçubaşı Eşref’e Ege’de sayım yaptırır: “Kuşçubaşı Eşref, kimliğini gizleyip, Bursa Gemlik’ten başlayarak, Ayvalık, Edremit, İzmir, Urfa; Aydın, Akhisar, Manisa ve Uşak’a kadar tüm bölgeyi gezdi. Bir de rapor hazırladı. Ayvalık Körfez mıntıkasında 120 000, Çanakkale mıntıkasında 90 000, İzmir’de 190 000, güneybatısında ve Urla yarımadası’nda 130 000, Aydın ve çevresinde 80 000, Akhisar, Aydın ve çevresinde 80 000, Akhisar, Manisa, Alaşehir ve Uşak’ta 150 000 '00 Rum vardı. Bunların arasında Yunanistan'dan kaçak gelen sahte kimlikle kalan papazlar, casuslar ve muallimler bulunuyordu. Bölge ticaretini ellerinde tutuyorlardı. Örneğin, demiryollarında Türk ve Müslüman aramak boşunaydı. Bölgede bir tek Türk ve Müslüman bakkal yoktu.” Bu örneklere yüzlercesini eklemek olanaklı. Burada -Türkçülüğün ilk öncülerinden- Ahmet Vefik Paşa’nın yaşadığı bir olayı aktarırsam herhalde Osmanlı gerçeğinin Türkler açısından ne büyük bir talihsizlik olduğu hiçbir kuşkuya yer vermeksizin anlatılmış olur: “Ahmet Vefik Paşa (1825-1891) Bursa valisi iken(1880) ilçeleri teftişe çıkıyor. Bursa o zaman imparatorluğun türlü yörelerinden gelmiş olan göçmenlerin iskan edildiği bir bölgedir. Paşa uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken etnik kökenlerini soruyor; aldığı cevaplar, konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, "hangi milletten" olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa edermiş gibi ürkek, titrek bir sesle." Ben Türk’üm efendim" diyor. Bunun üzerine Paşa, "Niçin sıkılıyor, saklıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türk’üm" diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, "Sahi sende Türk müsün? Demek Türk’ten paşa da oluyormuş ha !" diye sevinçle karışık hayret ifade edince, Vefik Paşa, "Paşada kim oluyormuş, padişah da Türk, padişah" diye haykırıyor. Sonra, imparatorluğun iki dertli ihtiyarı, sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak sarılıp, Türkün hazin kaderi için ağlaşıyorlar.” Türkler - kendi kurdukları bir devlette- öküzden farksız bir konumda ve görünümde iken, Türk olmayanlar nasılmış? Bu sorunun yanıtını Kazım Karabekir’den dinleyelim: “ Biz ne talihsiz bir millet, hayır ne talihsiz bir nesiliz böyle, düşün rica ederim, düşün, servet onların, nimet onların, huzur onların , istedikleri kadar hürriyet ve müsamaha, hatta özel muameleler onlara... Buna karşı hiç bir sorumlulukları yok. ” Atatürk, Nutuk'ta şöyle der: “Osmanoğulları, zorla Türk Ulusu’nun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanıp egemenliğini eylemli olarak kendi eline almış bulunuyor.” Tüm bunlardan çıkan sonuç Türk egemen sınıfı İslam dinini kabul ettikten sonra kendini iktidara taşıyan Türk halk kitlesine yabancılaşıyor, Selçuklu ve Osmanlı‘da görüldüğü gibi düşman oluyor. Bunun diğer adı yozlaşma, soysuzlaşmadır. “Gerçekten, ırka dayalı bir secere zinciri izlenecek olursa, Osmanlı Hanedanı‘nı oluşturan unsurların en çok yabancılaştıkları ırkın Türk ırkı veya Türk unsuru olduğu sonucuna varılabilirdi”. Şu cümleler soysuzlaşmış-yozlaşmış Osmanlı’yı en iyi tanımlayan sözlerdir kanımca: "Kıl çadır'dan, çul giysi'den Osmanoğullarını çıkarıp mermer saraylara, altın tahtlara, samur ve mücevherlerin en değerlilerine kavuşturan bu büyük güç, harcanan kan ve can Öztürklerin olduğu halde, tüm bu gelişmelerin, görkemli saltanatın, bir aşiret yaşamından bir imparatorluk egemenliğine kavuşmuş olmanın başarıları, Osmanoğulları’nın kişisel deha ve yüceliklerinin sonucu olarak nitelenmiş ve öyle gösterilmişti. Değişik dönemlerde “Başkent” olmuş Bursa, Edirne, İstanbul Saraylarında ve o sarayların dışında uygar düzeyde, varlık ve saltanat içinde görkemli yaşam sürme hak ve imtiyazları ise; Rum, Sırp, Bulgar, Arnavut, Pomak, Romen, Yahudi, Ermeni ve daha başka yabancı soy kökenli dönme ve devşirmelere özgü idi. Ve devlet işte bunların, bu kan ve soy melezlerinin ellerinde çekiştirilip duruyordu". Osmanlılar Türk düşmanlığını kendilerinden önceki Arap-İslam ve Türk-İslam Devletlerinden miras almışlardı. İslamlaşmayla birlikte “Türk”, “Türkmen” Sözcükleri düşmanı, kafiri tanımlayan, aşağılama sıfatları olarak kullanılmıştır. Yukarıda da değinildiği gibi, Türk sözcüğünün evrensel boyutlarda tanınmasında Arap yazarların çok büyük rolü olmuştur. Göktürk yazıtlarındaki “ Türk Budun” deyimi bir övünme ya da utanma vurgusu taşımaz; yalnızca bir toplumun adı olarak geçer. Oysa Araplar, “Türk” sözcüğünü dünyaya iğrenilecek bir halkın adı olarak yayarlar. Bilindiği gibi, Türkler İslamı hemen kabul etmemişler, yaklaşık 400 yıl süren çok sert direnişten sonra biçimsel İslamiyet anlayışını kabul etmişler, ya da öyle görünmüşlerdir.(Barhold, Cahen, Acvcıoğlu, Erdoğan Aydın). Bu çetin savaşlar döneminde Araplar, Müslüman olmayan göçebe Türklerin direnişi karşısında, onları kaba, haşin, aptal, gaddar, kana susamış, yağmacı ve talancı, vahşi ve yırtıcı hayvana benzeyen yaratıklar olarak nitelemişler ve tüm dünyaya böyle tanıtılmışlardır. Arap yazarların Türkleri benzettikleri bir yaratık da “Ye-cuc Me-cuc”dur. Gerek Kur’an’da, gerek “Hadis”lerde ve gerekse de İslam düşünür ve yazarlarının kitaplarında Ye’cüc-Me’cüc olarak nitelenen insanlar "yayvan suratlı, basık kırmızı yüzlü, küçük gözlü, tiksinti verici şeklinde ve Arap'lara ve insanlığa felaket getirici bir ırk olarak tanımlanmıştır. Türklerin Şamanist inançları Araplar tarafından aşağılanmış, onların Allah’a ve Peygamber’e inanmamaları, sapıklık olarak nitelenmiştir. Örneğin, bugün Türkiye Sünni Türklerinin de çok saygı duyduğu Gazali'ye göre Türk, zeka ve düşün yeteneksizliği, sapıklık ve dalalet içersindedir ve Tanrı ve Peygamber sözlerine uygun olarak cehenneme gidecektir. Sözün kısası, “Arap menabiinde ( kaynaklarında) ve bilhassa tefsir ilminde(Kuran’ı açıklama/yorumlama bilimi), Türkler insanlık düşmanı bir canavar sürüsü şeklinde tasvir edilmişler, akıl ve izana sığmayacak iftiralara uğramışlar ve ezcümle yamyamlıkla itham edilmişlerdir” Emevi-Abbasi dönmelerindeki bu değerlendirmeler zamanla Türk'ün kendi değerlendirmeleri şeklini almıştır. Karahanlılar ve Gaznelilerden sonra Selçukular ve Osmanlılar’da da Türk düşmanlığı aynı şekilde sürer. Örneğin, Karahanlılar döneminde Türk, “kafir” demektir: ”Türkler ile gaza için Balasagun’a gidecektiniz. Biz de kafirlerle gaza niyetindeyiz. Batinileirn malları, yağmadan başka birşeye layık değildir1 Bur sözlerde de açıkça görüldüğü gibi Türk demek kafir demektir. Gaza, İslam dininde kafirlere karşı yapılan savaşatır, bunun bir adı da “ cihat”tır. Cihat, her Müslüaman’ın uymak zorunda olduğu Allah’ın emridir. Kafirin kanı ve malı helaldir. “Kutadgu Bilig” adlı kitabın yazarı Türk asıllı devlet adamı Yusuf Has Hacib, hükümdara, kardeş Müslümanlara dokunmamasını fakat kafirierin ev-barklarını yakıp, çoluk çocuklarını tutsak almasını mallarını hazineye geçirmesini ve putlarını kırmasını öğütler. (Kutadgu Bilig) . Kaşgarlı Mahmut, göçbe Türkleri “sapık” kafirler olarak niteler: “...Yok olası kafirler göğe de Tanrı derler. Yine böyle büyük bir dağ, büyük bir agaç gibi gözlerine ulu görünen her nesneye Tanrı derler. Bundan dolayı da buna benzer nesnelere yükünürler (secde ederler). Yine bunlar bilgin kişiye de Tenriken derler. Bunların sapıklıklarından Tann'ya sıgınırız.” ( avcıoğlu, s 125) Anadolu Selçukluları döneminde, Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, Sultan’a sunduğu kitabında şöyle der: “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetli gelirse kaçarlar” 3 Buna benzer yargılar Bündari, İbn Bibi, Abu Bakr İbn Al-Zaki gibi öteki Selçuklu yazarlarında da rastlanır. 4 Selcuklu resmi tarihçisi Ibn-i Bibi, Türklerin serseri dolaşan (Yavegiyan) halefleri diye, ticareti engelleyen ve sınırlara saldıran Türkmenleri ağır dille suçlar. Türkmenlerin Sultanı Siyavuş'a takılan “Cimri” adı da, kentlerdeki başıboş takımı için eşkiya, serseri, düzen bozucu anlamına kullanılmıştır.( avcıoğluı, s 158, dipnot) Konyalı bir Türk tarafından Farsça yazılan Selçukname’deki Türkmenlere yapılan hakarete hemen yukarıda değinildi. Zamanında Hıristiyanlara, Yahudilere, hatta putperestlere ve mecusilere “hoşgörü”yle yaklaştığı bilinen Mevlana, Türk ve Türkçe düşmalığı yapar. Mevlana, bir duvar yapımında Türkmen işçi çalıştırılmasına, yani Türklerin amelelik yapmasına bile, Eflaki’ye göre, şu bağnaz görüşle karşı çıkar: “Yapım için Grek(Yunan: Rum) işçileri, yıkım için ise aksine Türk işçileri almak gereklidir. Zira dünyanın yapımı Greklere özgüdür. Yıkım ise Türklere ayrılmıştır. Tanrı evreni iki kez yaratınca, ilkin tasasız kafirlere can verdi...Onlar taşların zirveleriden, tepeler üzerinde birçok Kent ve kaleler yükseltiler... Ama Tanrı işleri öyle düzenledi ki, yavaş yavaş bu yapılar yıkılmaya yüz tuttular. O zaman Tanrı, gördükleri bütün yapıları, saygı duymadan, acımasız yıksınlar diye Türkleri yarattı.Türkler, yıktılar ve hala yıkıyorlar. Klyamet gününe kadar bunu yapacaklar. Sonunda Konya'nın yıkılması, acımasız ve adaletsiz Türklerin elinden olacak.”( avcıoğlu, s 157) Göktürk’lerin kendilerini “Türk” olarak adlandırmalarından yaklaşık 1200 yıl sonra, 1912-1913 ’deki Balkan Savaşları’ndan sonra - İttihat-Terakki Cemiyeti’nin örgütlemesi ve yönlendirmesi ile -Türkler ilk kez ve bilinçli olarak , “ Türk ordusu, Türk hakanı”, Türk hükümeti” gibi sözcükleri bu kez onur duyarak kullanmaya başlamışlardır.4 Fakat, çok büyük bir dirençle karşılaşmışlardır. Bu konuda Sosyolog Prof. Dr. Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma “ adlı yapıtı temel kaynaktır. Sosyolog Berkes’in adı geçen kitabından birkaç örnek verelim: “1912’de Sebilü’r-reşat dergisinde çıkan bir yazı, ancak bir ermeni milliyetçisinin sorabileceği sorulara benzer bir biçimde şunları soruyordu: “ Türk” ne demek oluyor? “Türk” ,” Osmanlı Saltanatı” ve “ İslam Hilafeti” adını taşıyan siyasal bir şirketin üyelerinden yalnız bir tanesidir.” Ünlü Osmanlı yazarı Süleyman Nazif, “Aslında, Türklük diye bir şey yoktur. Kendini Türk sananların damarlarında akan kan, Osmanlı kanıdır. Osmanlı dili gibi Osmanlı milliyeti de yüzyıllar boyu çeşitli ırkların karışımından meydana gelmiş bir milliyettir. Türkçülerin iddia ettiği Osmanların Tatarlarla, Moğollarla akrabalığı bir uydurmadan başka bir şey değildir.”5 “Yeni Osmanlı" devrimcisi Ebuzziya Tevfik’e göre , “Osmanlı Türklerinin Türklüğü, bir sembolden başka bir şey değildi. Onlar İslamlık içinde çoktan başka ırklara karışmışlardı. Hatta Buhara hanları bile Türk, Tatar ya da Moğol değillerdi, çünkü onların dedeleri aslında Türkistan'ı zapteden Araplardı.5” II.Abdulhamit döneminde büyük bir nüfuz kazanmış olan Ahmet Naim adlı birine göre, “ İslam tarihinden ayrı bir Türk tarihi yoktu. Bunlar, damarlarında bir damla bile Türk kanı bulunmayan insanları Türk olduklarına inandırıyorlardı. Güzelim Müslüman adlarının yerine acayip Türk adları getiriyorlardı; Türklerin başına gelen felaketlerin suçunu İslamlık’a yüklüyorlardı. Müslümanları, Türklüğü ve onun tarihini bilmek değil, İslamlık’ı, şeriatı, Peygamber'i, İslamlık'ın kahramanlarını bilmek kurtarabilirdi. Arap milliyetçileri bile Araplığı, İslamlığın ötesine kadar götürmemişlerdir. Geçmişte İslamlığa hizmet etmiş kaç Türk vardı? Şeriatta yeri olmayan Türklük iddiaları ile övünmek sadece gülünçtür. Her Müslüman’ın sevmek ödevinde olduğu Arapların kavmiyeti bile İslamlık'ta yoktur. Arap kavmiyetini öven hadisten, ulusçuluk anlamı çıkarmak yersizdir, çünkü Arap ırkını övmek, onu her ırkın üstünde tutmak bütün Müslümanların ödevidir; çünkü İslam Peygamberi'ni veren o ırktır. Bundan ötürü bütün Müslümanlara Arapları üstün tutmak bir din borcudur. Bir hadis, Peygamber'in ağzından şöyle der: "Ben Arap’ım; Kur'an Arapça'dır; Cennet ehlinin dili Arapça'dır". Başka bir hadis, "Arap’ı sevmek imandandır; sevmemek imandan ayrılmaktır", yine başka bir hadis, "Arap’a söven kafirdir" der.” 6 II. Meşrutiyet döneminde (1908-1912) İslamcı bir dergi yayımlayarak şeriatı savunan ve bu hizmetinden dolayı Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın baş düşmanı Damat Ferit Paşa Hükümeti’nce Şeyhülislamlığa atanan Mustafa Sabri, Hüseyin Cahit'in ( Yalçın), "Arap kültürünü" küçümsemesi ve uygarlığa Arapça yapıtlarla değil, Avrupa kültürünün benimsenmesiyle varılabileceğini" ileri sürmesine,"Arap bilimlerinin aşağılanması ne demek?.. Biz kim oluyoruz?.. Bizim Arap’ların yanındaki yerimiz nedir?.. Araplara saygı ve bağlılık Müslüman olmanın ilk koşuludur" diyor ve fazla ileri gitmeleri halinde Batı hayranlarının kafalarının kopartılacağı tehdidini savuruyordu.7 Özetle, “Türk” adı ilk ortay çıktığı yüzyıldan başlayarak, İslam’ın etkisyle, kötü ve korkunç bie sıfata dönüşür. Arap-İslam’ın bu düşmalığının temelinde Türk direnişinin Araplara çok can ve mal kaybına neden olmasının yanında, ve belki ondan da daha önemli nedeni, Arsel’e göre, İslam dininin kurucusunun Araplar’a en büyük düşman olarak Türkleri göstermiş olması yatmaktadır. İşte bu düşmanlık, Türkler arasındaki Alevi ayrımcılğının en büyük nedenlerinden biridir. Türkler arasında Alevi-Sünni inançlarının henüz yerleşmeye başladığı 7. yüzyılın ortalarından günümüze kadar yaklaşık 1400 yıl geçmiştir. Bu süreçte, gerek Arap yazınında ve gerekse Judaik-Türk asıllıların kurdukları İslam devletlerinin, bunlara Türk-İslam devletleri de denilmektedir, uygulamalarında aşırı bir Türk düşmanlığı olduğunu, belgelere dayanılarak hazırlanan eserlerde açık bir şekilde görebiliyoruz. Bu düşmanlık İslam dinine ve o dinin peygamberine bağlanmıştır: ”....başta Kur'an'ın açık ve seçik hükümleri ve Muhammed'in sözleri (Hadis’ler) ve bunlara dayalı olarak en sağlam Arap kaynaklarının ortaya vurduğu gerçek o'dur ki söz konusu kin, husumet ve düşmanlık doğrudan doğruya İslam'ın özünden ve hiç kuşkusuz Muhammed’in kendinden gelme bir şeydir...Onun Türk’ü küçültücü ve Arap'lar ve tüm insanlık bakımından düşman bilici sözlerine dayanarak Müslüman dünyasının yazarları ve düşünürleri (ki bunlar arasında Türk asıllı olanlar dahi vardır) yüz yıllar boyunca Türk'ü yabani, vahşi, kana susamış, aklen ve fikren yetersiz, hayvana yaklaşık, Arap'lara, insanlığa ve İslam uygarlığına felaket getiren millet olarak tanımlamışlardır.”2 Arsel’e göre, İslam Peygamberi ile başlayan Türk aleyhtarı değerlendirmeler her yüzyıl içerisinde akış yönünü kolaylıkla bulabilmiştir. Bu değerlendirmeler sadece Arap'ın değil, zamanla Türk'ün kendi değerlendirmeleri şeklini alacaktır. Ancak biz Türkler bu durumu, Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar “Arap’ın Türk düşmanlığı“ şeklinde değil, özü bu olduğu halde, Alevi-Sünni çatışmaları şeklinde anladık/anlattık. Çünkü, Bu düşmanlık yönetici sınıfın 11. yüzyılın başlarından itibaren Araplar’la işbirliği yapması sonucu iyice pekişir. Arap-İslam dini, Türkler arasındaki ekonomik eşitsizlikten ve kültürel farklılıklardan kaynaklanan çelişkiyi İnanç alanına çekerek ve boyun eğmeyen, yani Araplaşmayan Türk halkını “kafir” olarak: nitelendirerek çok kapsamlı krımlar yapmıştır. Yani, Türk halkının kendi içindeki bu diyalektik Arap etkisi ile daha da keskinleşerek günümüze kadar gelmiştir. Demek ki, bugünün şeriatçısının Alevi düşmanlığının temelinde Arap’ın Türk düşmalığı da bir etkendir. Arap dini ile birlikte Arap dili de yerleşik yaşam geçen Türklerin toplumsal yaşamına yerleşmiştir. Medreseler aracılığıyla Orhun yazısı ve Türkçe’nin yerini Arap yazısı ve Arap dili almıştır. Bu, bir kısım Türklerin kendi geçmişleirne yabancılaşmalalrı, yeni ve başka bir kimlik edinmeleridir. Bu yabanclaşma, tarihi süreçte Araplaşan Türkler’in, henüz göçbe yaşamını sürdüren, eski töreye bağlı ve bu nedenle de Araplaşmaya direnenlere düşmanlığı biçimini almış ve günümüzde Alevi kırımlarına, devletten soyutlanamlarına, toplum içinde sürekli maddi ve manevi baskı altında tutulmalarına temel teşkil etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Devrimleri’nin bir sonucu olarak ulaştığımız “tarih bilinci“ sayesindedir ki, bugün bu düşmanlığın nedenlerini nesnel bir gerçeklikle değerlendirebiliyoruz. Türk’e hakaret sadece Sünni Arap ve Türk egemenler, yazarlar, ozanlar tarafından değil, Kürt ileri gelenleri tarafından da yapılır. Örneğin, “Anadolu Türk halkı Yavuz Selim’in zulmüne hedef olduğunda, Kürt beyleri, yazdıkları bir mektubu Kürt İdrisi-i Bitlisi ile padişaha gönderiler. Padişaha sunulan bu mektupta da Türkler, tanrı tanımaz, sapık inançlı, zalimler olarak nitelendirilmiştir” “Türk” sözcüğünün 1900’lerde Türk ulusçuları tarafından bilinçli olarak ve onur duyulan bir ad olarak kullanılmaya başlandığını hemen yukarıda söyledim. Bununla birlikte , “Türk” adını ve o adın tanımladığı ulusu yücelten, ona dünya ölçeğinde değer kazandıran, Arap-İslamın “kafir” olarak nitelediği, aşağıladığı atalarımızla övünç duymamızı öğütleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk her fırsatta Türk adını, Türk tarihii, Türk dilni yüceltir: “Her Türk genci çok iyi bilmelidir ki, bu millet övünmek için yaratılmış, tarihini övünçlerle doldurmuş bir millettir. Tarihimizi övünç sayfalarıyla dolduran ecdadımız bu vatan topraklarını, teriyle, kanıyla, etiyle kemiğiyle, canıyla kazanarak bizlere vatan etmiştir.” “ Ey Türk Ulusu ! sen yalnız yiğitlik ve savaşçılıkta değil , fikirde ve uygarlıkta da insanlığın şerefisin... Belleğindeki binlerce ve binlerce yılın anısını taşıyan tarih, uygarlık safında layık olduğun yeri sana parmağı ile gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel ! Bu senin için hem bir hak, hem de bir ödevdir.” “Türk milletinin karakteri yüksektir, Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir.” “Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. “ “Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir.” İslam’ın ayakları altında yüzyıllarca çiğenen “Türk” kelimesini en çok yücelten, adeta İslam geçmişinden intikam alan Atatrük’ün şu sözü olsa gerektir: “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE Özet olarak, Türk tarihinde, ulus olarak, devletine Türk diyen en büyük devlet kurucu Atatürk'tür. Türk sözcüğü Cumhuriyet’le birlikte değer kazanmış, yücelmiştir. Türk Alevilerin Atatürk’e bağlılıklarının bir nedeni de ‘ana dilleri’nin, yani Türkçe’nin Atatürk’ün kurduğu devletin resmi dili olmasıdır. Yukarıda Osmanlının Türk’ü hayvan seviyesinde bir yaratık olarak gördüğüne dair tarihi belgelerden örnekler verildi. Türk’ün aşağılanması Türkçe’nin de aşağılanmasıdır. Osmanlı döneminde yaşamış bir Türk ozan, binlerce sayfalık kitaplarda anlatılabilecek bu yıkımı 4 adet satırla ( tek bir dörtlükle) özetlemiştir: Türk diline kimesne bakmaz idi Türklere hergiz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi ol dilleri İnce yolı ol ulı menzilleri Osmanlı şehzadesi Yıldırım Bayezid, Germiyan Beyi'nin kızı ile 1381 yılında evlenmiştir. Şeyhoğlu adındaki bir şair, ‘Hurşidname’ adını verdiği manzum eserini ancak 1387'de, I. Bayezid'in tahta çıkışından üç yıl önce, tamamlamıştır. Şeyhoğlu, Türk dili ile yazdığı için özür dileme gereğini duymaktadır: "İlüm Türk ü bilüm Türk ü dilüm Tat "E gerçi Tat diline vardurur yat " ( İl’im Türk , kavrayışım ve bilgim Türk , fakat dilim Fars; Üstelik Fars dilini bilmeyenler varken) Şeyhoglu, Arapça bir öyküyü manzum olarak Türkçe’ye uyarladığını söylüyor: "Bu dilden hen dahi ya'ni çapındım "Dürüşdüm çevre kavzandum kapındum "Ki Türki nazm idem bir hoş hikayet "Arabdan nitekim oldı rivayet " (Bu dilde doğrusu ben de çok koştum Çalıştım, aradım, karar verdim ki Türk dilinde güzel bir öyküyü, nazımla, Arapça’da söylendiği gibi aktarayım.) Kitabının sonuç bölümünde, dört yanında Türkçe konuşulan Rum beldesinde (Anadolu’da), elinden geldiğince herkesin konuştuğu dille söylemeyi istediğini, bu sebeple açık, hoş ve alışılmış bir dil olan Farsça yerine Türk dili ile yazmayı yeğlediğini açıklıyor ama Türk’e ve Türkçe’ye hakaret etmekten kendini alamıyor: "Ki Türk dili namalum dilidur "İbaret denmeden mahrum dilidur "Kuru vü sulb ü serd ü Türk'e benzer "Ter ü nazik dil andan örge benzer" (Ne yazık, kalemimin ucunda söz uzamakta! Anlatım yetersizse bu dille ne yapabilirim ? Türk dili anlaşılmaz dilidir: Söz söylemeden yoksunların dilidir; Kuru, katı, sert, ve Türk gibi; Tatlılık ve incelik ondan uzak gibi.) Dil, insanların birbirleriyle iletişim kurmalarının temel araçlarından birisidir. Bir insanın başka insanla/insanlarla veya toplumla/toplumlarla ilişki kurması ve bu ilişkiyi sürdürebilmesi için o insanların ya da toplumların dilini/dillerini bilmesi gerekir. Hatta insanların hayvanlarla iletişimi de “dil” aracılığıyla olmaktadır. Örneğin, “Kuran’da Hz. Süleyman’ın ‘Ey kişi oğulları, bize kuş dili öğretildi!’ dediği bildirilmiştir. Süleyman, bunu İbrani’ce söylemiş, Kur’an bu İbrani’ce sözleri Arapça’ya çevirerek Araplara aktarmıştır. Yani, Tanrı kendi emirlerini, ana dili İbrani’ce olan Süleyman’a, anlayabilmesi için, İbrani’ce olarak bildiriyor. Süleyman’ın bu emirleri kuşlara iletebilmesi için Süleyman’a “kuş dili” öğrenme yeteneği veriyor, sonra da Süleyman İbrani’ce kendisine gelen “ Tanrı emirleri”ni kuş diline çevirerek “hüdhüd kuşu”na aktarıyor. Süleyman ile kuş arasındaki konuşma, Araplar da anlayabilsinler diye, Arapça’ya çevrilerek Kur’an ‘a yazılıyor. ( Neml/22,23,24,25,26). Yine Kuran’da: "Bir dişi karınca dedi ki: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin! Süleyman ve Orduları, bilmeyerek sizleri çiğnemesinler!" sözleri geçer (Neml / 18). Hz. Süleyman, karıncaların bu sözlerini duymuş, anlamış, gülümsemiştir. Demek ki "kuş dili", "karınca dili” vardı. Üstelik, kuş dilinde Kuran’da geçen pek çok Arapça dinsel kavramın kuşça karşılığı da bulunmaktadır! Kısacası, insanın çevresiyle ilişki kurmasının temel aracı dildir. Bu nedenle de dil, insanın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisidir. Dili yabancılaşan özüne, kendi kendisine de yabancılaşır. Çünkü insan bireysel kimliğini dil aracılığıyla oluşturur. Bir kişinin kullandığı dil, seçtiği sözcükler o kişinin kişiliğini yansıtır. İnsan yaşamında kendi istenciyle kılıf kıyafetini, saçını, uyruğunu, karısını, kocasını arabasını, evini, vb, hatta cinsiyetini bile değiştirebilir. Ancak anası ve babası gibi dilini de değiştiremez. Çünkü dil olgusu kaçınılmaz olarak toplumsal, ruhbilimsel, insan bilimsel vb. öğeleri içerir ve tüm bu öğeler kültür sözcüğü altında toplanır. Kültürün kaynağı da insandır ama kültür kişiliğin geliştiği, olgunlaştığı ortamdır. Sonuçta dil değiştirilince kültür de değişmiş olur. Bu nedenle dil değiştiğinde kişilik de değişmiş olur. Bu durumda kişi kendisine yabancılaşır. Eğer, bir dile, o dilde yaşayan bir sözcüğü atıp, onun yerine anlamı eş olan yabancı bir sözcük katılırsa, bu, o dili kullanarak düşünen toplumun, düşünce üretme yetisini köreltmektir aslında. Osmanlı’da Türkçe devlet ve toplum dili olmaktan çıkarılmıştı. Örneğin, “Osmanlıca üç metindeki 251 sözcüğün % 48.2’sini Arapça, yüzde 27.1’nin Türkçe, yüzde 23.5 nin Farsça, kalanının Grekçe gibi dillerden oluştuğu görülmüştür.” Dilin değişmesi, insan karakterinin ve buna bağlı olarak da toplumsal yapının değişmesidir, eski kültürün kaybedilmesidir, bunun diğer adı “asimilasyon”dur. Çünkü, dil, insanların birbirleriyle iletişim kurmalarının temel araçlarından birisidir. Bir insanın başka insanla/insanlarla veya toplumla/toplumlarla ilişki kurması ve bu ilişkiyi sürdürebilmesi için o insanların ya da toplumların dilini/dillerini bilmesi gerekir. Hatta insanların hayvanlarla iletişimi de “dil” aracılığıyla olmaktadır. Bir toplumda, insanların birbirleriyle ilişkilerini sürdürebilmesinin temel aracının o toplumun kullandığı dil olduğunu söyledik. Buna bağlı olarak, ulusların, toplumların kimliğini de o toplumun dili belirler. Yani dil, bir toplumun yansımasıdır. Dile bu toplumsal özelliği kazandıran geçmişe,geleceğe ilişkin ortak amaç ve hedefler, ortak kültür, inançları, tanıdık davranış örüntüleri, yerleşik iletişim düzenceleri(normlar )gibi bireyleri toplumda birbirlerine yaklaştıran bir güç olmasıdır. Bu özelliğinden dolayı dil, dolaylı ya da dolaysız olarak, zorla benimsetildiğinde bir kültürü etkisi altına alması kaçınılmazdır. İşte bu nedenle de, bir ülkeyi ele geçiren yabancıların ilk yaptıkları işlerden birisi, o ülkede kendi dillerini iletişim dili haline getirmektir. Sömürgeleştirme eylemlerinde bunun örnekleri açık şekilde görülür. Örneğin, bugün Güney Amerika Kıtası’ndaki ülkelerin (Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili, Kolombiya, Peru, vb) çoğunda İspanyolca, Afrika Ülkelerinin (Nijerya, Uganda, Kongo, Güney Afrika Cumhuriyeti, vb) ve Asya Ülkelerinin ( Hindistan, Pakistan, Filipinler, Çin, vb) bazılarında İngilizce, daha başka ülkelerde ise Fransızca ve daha az olarak da Almanca yaygın olarak kullanılan dildir. Çünkü bu ülkeler, bugün yaygın bir şekilde iletişim aracı olarak dilini kullandıkları ülkelerin geçmişte sömürgesi idiler. Konumuz açısından bakıldığında, Türk yurtlarını istila eden Araplar da tıpkı örneklerini sunduğumuz sömürgeciler gibi davranmışlardır. “Barthold, İslam ve Arap dilini yaymak amacıyla , Medreselerin ilk önce Türkistan’ın güney bölgelerinde kurulduğunu yazar.” Emeviler döneminde Orta–Asya’yı fethetme ile görevlendirilen vali İbn-i Kuteybe, Arapların öteki uluslara, Arapça’nın da öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları "cahil“likle, ”kafir”likle suçlayarak en ağır şekilde cezalandırma yoluna gitmiştir. Sonuçta, Türkler, pek çok Arapça sözcüğü dillerine dolamış, bu sözcükleri kullananlara kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. Oysa, dil, bağımsız bir ulusun toplumsal kültürünü, birlikteliğini sağlayan, söz ve yazınsal alanlardaki uygarlık düzeyini belirleyen bir ölçü olduğu kadar, insanın kendi imgesindeki tanrısı ile olan iletişiminin de doğru olarak ve istediği biçimde kurulmasında da temel araçtır; “Diline yabancılaşan, dinine de yabancılaşır” Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’i kurduğu yıllarda bu konuda şunları söylemiştir: “Türkler Tanrı’ya ulusal dille değil, Tanrının Arap boylarına gönderdiği Arapça bir kitap ile ibadet ve duada bulunacaklardı. Arapça bilmedikçe Tanrı’ya ne dediğini bilmeyecektir. Bu durum karşısında Türk ulusu, birçok yüzyıllar boyunca ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta Kuran’ı ezberleyip beyni sulanmış hafızlara dönüştüler. Başlarına geçmiş olan hırslı ve zorba hükümdarların Türk ulusuna ne olduğu, kim olduğu belirsiz, ağzıyla ateş ve azap saçan hocalarla, ve korkunç bir karanlık ve karışıklık yumağına dönüşen dini, kendi kapalı tutkularına ve politikalarına alet ettiler”. Ekim 2003’de Trabzon İl Müftüsü, yapılan anket sonucunda “cemaatin tamamının Kuran'ın anlamını bilmediğinin saptandığını”, bu nedenle camilerde Türkçe Kur’an okunacağını söylemiştir. Müftü şöyle konuşmuştur: "Vatandaşlar bugüne kadar hep Kuran okuyorlar, hayatları Kuran'la geçiyor. Yüzde 99'u anlamını bilmiyor. Cemaatin daha bilinçli olması amacıyla oradaki din görevlisinden teklif geldi. Biz de Ramazan’da okunan mukabelenin ilk kez Türkçe okunması konusunda uygulama başlattık." Aslında bu ifade, Atatürk’ün yukarıdaki sözleriyle işaret ettği yüz yıllarca sürdürülen ihanetin ikrarıdır. Çin bilgesi Konfüçyüs ( M.Ö 552-479) binlerce yıl öncesinde, “ Dilde bozukluk varsa, söylenen şey anlamsız olur. Bu böyle olunca , istenen şey yapılmaz. Eğer istenilen şey yapılmazsa , ahlak ve sanat bozulur. Bu taktirde adalet doğru yoldan çıkar. Adalet yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir” derken sanki bizim Arapça ile ibadet etmemizin bir sonucu olarak bozulan ahlakımızı, iki yüzlülüğümüzü kastediyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet dönemine kadar olan süreçte kurulmuş olan bütün Türk devlet ve toplum yapılarında bu durum görülür. Ancak, Türklerin kendi dillerine yabancılaşması özellikle İslamlaştıktan sonra olmuştur. Çünkü, Aslında Türk dili, Orhun Yazıtları’nın taşa kazındığı yılarda ( I. S. 730’larda) son derece gelişkin , kendine yeterli bir dil olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu da bize, bu dilin beş-altı yüz yıl sonra niçin Arapça- Farsça sözcüklerle bozulduğunu sorgulama yetkisini vermektedir. Arapların dil ağacı ile, Türklerin dil ağacı çok farklıdır. Ekildikleri topraklar başkadır. Çünkü, Konuşmaya, dillenmeye başladıkları çocukluk çağlarında, Türklerle Araplar yeryüzünün farklı coğrafyalarında yaşıyorlardı. Bu nedenle de dilleri farklı oldu. “Türkler fethettikleri uygar ülkelerde bizzat kendileri göçebelikten yerleşik yaşama ve uygarlığa geçerek kendi sülalelerinin yönetimi altında uygar ülkeler oluşturdukları durumda bile mağlup olan yerli halkın uygarlık alanındaki etkisiyle edebi dilde ve bilhassa mensur edebiyat dilinde (düzyazıda) bu mağlup uygar kavimlerin dilini kullanmışlardır... Türkistan'da kurulan üç Özbek hanlığından birisi olan Buhara Hanlığı'nda son zamana kadar resmi bilgi ve edebiyat dili (bazı istisnalar bir tarafa bırakılırsa) Acemce/Farsça olmuştur. İkincisi olan Hive Hanlığı'nda ise Orta Asya Türkçe’si kullanılmıştır. Üçüncüsü Hokant Hanlığı'nda da bazen Türkçe fakat ekseriya Acemce kullanılmıştı. Bütün Türk devletleri içinde ancak ilk dönem Osmanlı Devleti tarihini hassaten Türkçe yazılan kaynaklardan öğrenmek mümkündür. Fakat Osmanlı tarihçilerinin lisanı da Türkçe'ye nazaran daha ziyade Arapça ve Farsça kelimelerle dolu olduğundan Türk kavminin ekseriyeti tarafından anlaşılmaz bir derecede ve bir Türkoloji uzmanını az ilgilendirecek kadar bir halde kalmıştır. Halis ve saf Türkçe diliyle yazılan tarihi eserler ise tamamen yok denilse yeridir.... Her halde, Türk tarihini öğrenmek için yalnız Türkolog olmak yeterli olmuyor. Belki Türk tarihi devrelerinin hangisini seçerseniz ona göre ya Sinolog yahut Arabiyatçı veyahut İraniyatçı (İran uzmanı) olmak zorundasınız.” Özet olarak, Fatih Türkler ulusal dillerin gelişimlerinin tarihine ters olarak , esir ettikleri ulusların dillerine esir oldular. Bu durum ilk olarak Gazneliler ve Karahanlılar’da görülür: Onları İran Selçukluları, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar izlediler. “Türkler kadar kendi dillerini bir kenara iterek canla başla başka dillere hizmet eden bir ulus tarihte görülmemiştir ki bunda Farsça’yı şiir dili, Arapça’yı da din ve cennet dili saymalarının etkisi vardır” Aslında, Türkler yabancı dillere karşı yadırgayıcıdırlar, bu da doğaldır. Çünkü kandaş toplumları bir arada tutan temel öğe dildir. Her kandaş toplum gibi, Türkler de kendilerinin dışındaki toplumlara/topluluklara küçümseyerek bakmışlardır. Corci Zeydan, “Türkler başlangıçta daima Türkçe konuşurlardı, bazen Arapça’yı öğrenirler fakat büyüklük taslayarak Arapça konuşmak istemezlerdi“ demiştir. Bir toplumun en belirgin farklılığı kullandığı dildir. Dolayısıyla, “yabancı” gördüğü toplumun dilini de yabancı görür, benimseyemez, hele de, Arapça örneğinde olduğu gibi, zorla benimsetilmek istenirse. Hem kandaş gelenek tepkisinin sonucu olarak, hem de Arapların Türkleri zorla Müslüman etmelerinin – ve bu süreçte uyguladıkları insanlık tarihinde ender görülen vahşetin bir sonucu olarak- Arapları düşman, Arapça’yı da aşağılık (hakir) görmüşlerdir. Bu etmenlerin bir sonucu olarak, Müslüman edilmelerinin üzerinden iki yüz yıl geçmesine rağmen 11. Yüzyılda bile dillerinin saflığını büyük oranda korumuşlardır. Bu duruma çok kesin bir örnek verebiliriz; Kuran’daki sözcük dağarcığı 2500’e yakındır. ilk Türkçe çevirisinde bu 2500 Arapça sözcüğünü 2490’nına da Türkçe karşılık bulunmuşken, bu sayı süreç içerisinde yavaş yavaş azalmış, bugün ise Kur’an çevirilerindeki Türkçe kökenli sözcük sayısı %30’lara düşmüştür. Başka bir örnek verelim: kendi toplumlarından, bugünkü anlamda kendi uluslarından, toplulukları da dillerindeki bozulmadan dolayı dışlamışlar, kendilerinden saymamışlardır: Diğer Türkler “ baba”ya “ ata” derken Xotanlılar “ata”ya “hata” diyorlarmış., bunlar kalkıp “ hata” dedikleri için Kaşgarlı Mahmut, bunları Türk saymadıklarını söylemiştir. Türkler uzak geçmişte (İslam öncesinde) sadece bir harf değiştirdiği için kendi soylarından olan bir topluluğu kendilerinden saymayacak kadar anadillerine düşkün bir toplum iken nasıl olup da sonradan anadillerini Arapça, Farsça egemenliğine soktular, Türkçe isimlerini atıp Arapça isimler aldılar. Niçin başlangıçta Arapça’yı aşağılayan halk sonradan Arapça’yı benimsemiştir? Çünkü, Araplar kendi kültürlerini, yaşam biçimlerini yani Şeriat’ı Türklere kabul ettirebilmek için gerek zorla ve hileyle gerekse tüccar kılığındaki Müslüman misyonerler aracılığıyla “Kuran’ın Arapça indiği dolayısıyla Arap dili bütün dillerden üstün bir dil , Arap yazısının da diğer yazılardan üstün, kutsal bir yazı olduğu yanlışı doğru imiş gibi benimsetildikten sonra Türkler anadillerini küçümsemeye, Arapça’yı yüceltmeye başlamışlardır.” Başlangıçta Arap dilini ve yazısını kutsal ve üstün olduğunu savı Araplar tarafından Türklere benimsetilmeye çalışılırken, daha sonra bu işi Türkler Türklere doğru imiş gibi benimsetmeye çalışmışlar ve başarılı olmuşlardır. (kalenin içten fethedilmesi buna derler). Anadilini küçümseme şairlerden ve bilginlerden küçük yazıcılara kadar yayılmıştır. Tarihte bu acıklı durumunu gösteren sayısız örnek vardır. Biz burada birkaç örmek vermekle yetinelim. Ünlü Türk dilcisi Ali Şir Nevai,” Arap dili seçkinlik ve yükseklik bakımından dillerin en şereflisidir. Bu nokta üzerinde hiç kimsenin aykırı düşündüğü, bir dava güttüğü yoktur. Çünkü Tanrı, Kur’an’ı bu dille indirmiştir. Büyük velilerin din ulularının ileri sürdükleri gerçek ve değerli düşünceler gene bu dil ile meydana gelmiştir” Türk halkında öyle bir bilinç bulanıklığı yaratılmış ki, Arapça ve Farsça kendini üstün ve bilgiç, halkı(Türkçe konuşanları) aşağı görme kompleksleri (duygusu) öyle bir kerteye gelmiştir ki, kışlalar ve okullar gibi resmi kurumlarda iaşe defteriyle günlük erzak listelerinde; ekmek yerine nan-ı aziz , et yerine gust , un yerine dakile, pirinç yerine erz, mısır yerine erzen yazılmıştır. Hatta Türk anneler çocuklarını severken yada onlara kızarken Türkçe yerine Arapça, Farsça sözcüklerle seslenmişlerdir. Örneğin yaramaz yerine haylaz vb. Yavuz Selim, kendisine Türkçe mektup yazan Şah İsmail’e Farsça mektup yazarak, kendi aklınca, kendisini yüceltmiş, Şah İsmail’i de aşağılamıştır. İran’da egemen Şah İsmail ( Hatayi) en duru, en akıcı Türkçe ile şiirler söylerken, Osmanlı padişahı Yavuz, Farsça şiirler yazıyordu. Ezelden beri Türklere unutturulmak istenen bir başka sözcükte Tanrıdır. Arapça Allah sözcüğü, yerine Türkçe Tanrı sözcüğünü kullanılamayacağını, kullananların ‘’kafir ‘’ olduğu yanlış görüşü toplumumuza öyle bir belletilmiş, toplumun belleğine öyle bir kazımıştır ki, bugün Allah yerine Tanrı diyen bir Türk, başka bir dine bağlıymış gibi, putlara tapıyormuş gibi görülmeye başlanmıştır. Arap yazısının da diğer yazılardan üstün, kutsal bir yazı olduğu yanlışı doğru imiş gibi Türklerin zihinlerine (belleklerine) öyle bir kazınmıştır ki, cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Ali Şir Nevai gibi düşünen, hatta ondan daha ileri gidip tehlikeyi görmeyenlere Mustafa Kemal şöyle seslenir: “Din birliğinin de bir ulusun kuruluşunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Ne var ki biz, bizim gözümüzün önündeki Türk ulusu tablosunda bunun tersini görmekteyiz. Bu dini benimsemeden önce de Türkler büyük bir ulus idi. Bu dini benimsedikten sonra bu din, ne Araplar’ın, ne aynı dinde bulunan İranlılar’ın ne de Mısırlılar’ın ve başkalarının Türklerle birleşip bir ulus oluşturmalarına yol açtı.! Tersine, Türk ulusunun ulusal bağlarını gevşetti; ulusal duygularını, coşkularını uyuşturdu. Bu çok doğaldı. Çünkü Muhammed’in kurduğu din ulusallıkların üstünde yaygın bir ümmet politikası amacını güdüyordu” . Atatürk, 2 Eylül 1939’da dil konusundaki görüşünü şöyle açıklamıştır; “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başka bir etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” . Atatürk’ün dil devriminden bugün O’nun düşmanları, fotoğraflarını evlerine asmayacak kadar kin duyan Türk-İslam Sentezciler, bile övgüyle söz ediyorlar: 69. yıl dönümünde MHP’li TBMM Başkanı Ömer İzgü, “Onun dil devrimi, aslında Yunus Emre’nin diline dönüşten başka bir şey değildir” demiştir. Oysa, Atatürk’ün ölümünden sonra yeniden Sünni İslam anlayışına dönen ve Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı gibi izlenimi veren T. C. Devleti, aynı çağlarda yaşamış ve Türkçe konuşan ve Türkçe’yi Kapadokya bölgesindeki Rumlar arasında “anadil “olarak kabul edilecek kadar yayan Orta Asya kökenli Türk Hacı Bektaş Veli’yi ve o kültürü sürdürenleri düşman görüyor. “Prof. Neşet Çağatay ise, bu konuda kesin konuşur: ‘Kırşehir’e yerleşen Hacı Bektaş (1210-1270), göçebe Türk topluluklar arasına girip onların ulusal duygularını kamçılayarak, Türk dilinin, müziğinin, folklorunun, edebiyatının ve kültürünün Bizans ve İran etkileri altında bozulmasını ve eriyip gitmesini önledi. " Bir ulusun dilinin ahenkli bir şekilde ifade edecek insanların yetişmeleri büyük bir şanstır, Türk Ulusu bu şansı Cumhuriyet öncesinde Kızılbaş-Alevi-Bektaşi ozanlarla, düşünürlerle yakalamıştır: Baba İshak, Baba İlyas, Hacı Bektaş, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Dadaloğlu, Karacaoğlan, Kaygusuz Abdal, Hatayi( Şah İsmail) v.b. Kızılbaş-Alevi-Bektaşi ozanların deyişleri, koşmaları, varsağıları, bozlakları Türk edebiyatının yaşatılmasında, gelişmesinde çok büyük etkileri olmuştur. Hatta onları Türkçe‘yi yaşatarak sonraki nesillere aktaranlar olarak tanımlayabiliriz. Sadece ozanları değil, Kızılbaş / Aleviler/ Bektaşi yöneticiler de. Türk beyleri Anadolu’da milli bilinci ve milli dili besliyorlardı. Kızılbaş Karamanoğlu Mehmet Bey,• “bugünden sonra divanda (saray), dergahta ( ibadette), mecliste ve meydanda Türkçe‘den gayri dil konuşmayacaktır.” diyerek Türkçe’yi Arapça, Farsça ve Rumca ‘nın boyunduruğundan kurtarmak istemiştir. Eğer Cumhuriyetin Anadolu’da yaşayan bir Türkçe bulabildiyse, bu yüzyıllar boyunca Selçuklu ve Osmanlıların yarattığı yapay ‘’dil tutsaklığı ‘’na direnen Kızılbaş /Alevi /Bektaşilerin sayesinde olmuştur. Bir kez daha yineleyecek olursak, İran ve Anadolu ‘da kurulan Selçuklu devletlerinin resmi dilleri Farsça idi, bu devletlerin hizmetindeki memur ve tahsildarlar Türkçe konuşan halka zulüm ediyorlardı. Osmanlı devletinin din bilginleri ise cennet dilinin Arapça olduğunu söyleyerek Arapça’yı yüceltip Türkçe konuşanları aşağılarken o dönemde tüm Kızılbaş/Alevi/ Bektaşiler Türkçe’yi konuşmaktan onur duyuyorlardı. Bunun en iyi kanıtı , kendileri için çok önemli olan yüzyıllar boyuca ölümüne savundukları inançlarını , ibadetlerini Türkçe olarak yerine getirmeleridir. Yani kendileri için en kutsal görevi Türkçe uyguluyorlardı. Çünkü onlar için kendi dilleri, Türkçe, kutsaldı, Arapça değil. Sonuç Olarak, bugün bölücülükle suçlanan Kızılbaş/Alevi /Bektaşiler Anadolu’da dağı tası , pınarları, ormanları , ulu ağaçları , sarp kayaları, ovaları , kısacası Anadolu coğrafyasının her şeyine Türkçe adlar vererek Türkçe bir dünya kurdular Özetle, Cumhuriyet öncesi Türklerin yaşadığı koşulları bilmeden Atatürk’ün ve devrimlerinin değeri bilinemez. Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerden önce Türk Ulusu, Batı uygarlığının dışında bir ümmet toplumu (sürü) idi. Atatürk’ün bir yandan “Sen yalnız yiğitlik ve savaşçılıkta değil, fikirde ve uygarlıkta da insanlığın şerefisin...” diyerek özgüven vermek istediği, diğer yandan da çok hızlı bir şekilde Batı uygarlığının değerlerini aşılamaya çalıştığı Türk toplumu bütün öz değerlerini yitirmiş/unutmuş, Arap ortaçağını yaşayan bir “enkaz” yığını durumundaydı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Türk’lerin Kurtuluş Savaşı’nı da kapsayan uluslaşma sürecini konu edindiği “Yaban” adlı romanında Türk köylüsünü, “Nuh’tan evvelki ilk insan kümeleri”ne benzetmektedir. Yani, “taş çağı”nın insanıdırlar. Avrupa ulusları sanayi devrimlerini tamamlayıp dünyayı ( Osmanlı ülkesi de dahil) kendi pazarları haline dönüştürdükleri süreçte bile, Türkler Ortaçağ toplumu yapısındadır; Türkiye’de 1927’de yapılan sayımda nüfus 13 648 270 olarak belirlendi, %75 i köylerde oturuyordu Kentlerde oturanların da hepsi Türk değildi, nitekim 8 yıl sonra, 1935’de yapılan nüfus sayımında köylerde orturanların oranı şehirlerde oturanlara göre daha da yükselmiştir. “1935 yılı nüfus sayımına göre, toplam nüfusun yüzde 82’si köylerde yaşıyordu.” Bu durumun iki nedeni olabilir; bir, kentlerde oturan Türk olmayan Rum, Ermeni, Arap, Yahudi vb etinik gruplar mübadele ya da kendi istekleri ile Türkiye’yi terk etmeleirnden dolayı kentli nufusun azlmasıyla köylü nüfus un oranı görece yükselmiş olabilir. İkinci nedeni ise, Atatürk’ün sağladığı barış dönemi, ekonomik kalkınma, geleceğe yönelik güven ve yeni devletin Türk nüfusu attrmak için bütün soyal ve ekonomik güvenecleri sağlamasıyla köylerde oturan Türklerin nufusunun hızla çoğalması olabilir. Bilindiği gibi, Cumhuriyet öncesindeTürkler asker ve vergi kaynağı idi Osmanlı için. Erişkin Türk erkekleri ardı arkası kesilmeyen savaşlarda imparatorluğun bir ucundan diğerine savruluyordu. Askere gidip de geri dönenler hemen hiç yoktu. Oysa, Rum, Ermeni, Sırp, Yahudi, Arnavut, vb Türk olmayanlar askerlikten muaf, refah içinde yaşıyorlardı. Sadece Birinci Dünya Savaşı’na 3 milyon Türkün katıldığını, geriye yüzbin kişi kaldığını, yani her otuz kişiden birinin cephelerden döndüğünü anımsatmak bu konuda bir fikir verir sanırım . Bu konuda Prof Dr. Çetin Yetkin’in “Türk Direniş ve Devrimleri “ adlı 3 cilitilik eserini okumayı öneriyorum. Türklerin hemen hemen tümünün yaşadığı köyler uygarlık yönünden çok az gelişmişti; ilkel ve sağlılık yaşama uygun değildi. “Ordu sağlık Bürosu’nun yapmış olduğu bir incelemeye göre 1917’de Türk köylerinin % 80’i sağlığa uygun olmayan çevrelerde kurulmuştu, halkın %14’ ü sıtmalıydı. Frengi yaklaşık % 9 oranında yaygındı. Köylünün % 72’si bitli olup her an tüfüse yakalanabilir durumdaydı. %97 evde sağlığa uygun tuvalet vb kolaylık söz konusu değildi. 1928’ de bile Türk köylerinin %85 i ağaçtan yapılan saban kullanıyordu. On dokuzuncu yüz yılda da köy nüfusunun %5’ini oluşturan köy ağaları tüm toprakların 2/3 e sahiptiler.” Sadece köyler değil, Türk olmayanların yoğun olarak yaşadıkları İstanbul ve İzmir gibi tarihi kentlerin dışında, iller kent denilecek niteliklerden yoksun, adeta biraz büyücek köy niteliğinde olan yerlerdi. “Kuvayı Milliye Ordusu”nun ilk çekirdeğinin oluştuğu yıllarda Ege bölgesini gezen Tasvir-i Efkar Gazetesi’nin muhabiri Arif Oruç’un 1920’de Afyon ilindeki gözlemleri, o günkü Türkiye’nin bütün illerini gözümüzde canlandıran bir örnek oluşturuyor. “Bir müstakil ( bağımsız) liva (il) değil, kayalardan müteşekkil (oluşmuş) muhtelif ( çeşitli) ehramların etrafında dolanan büyük bir köy: Gayri muntazam sokakları, şehrin bir başında diğerine mümted basık dükkanları, köyün ağıllarının gayri müntazam saiyalarını andırıyor.. . /.../ O kadar atıl ( boş) ve metruk.( terk edilmiş) /.../ Ne yalan söyleyeyim buralarda hep çalışan kadın! Öyle bir kadın ki tarlada tarla sürerler, pazara giden, kocasına kölelik eden idi ve muhkem( sağlam). Yırtık kilim parçalarını eteklik gibi iştimal eden beyaz baş örtülü kadınlar, yol kenarına çekilerek arkalarını dönüyorlar.” |
29.09.2009, 22:18 | #2 |
Usta Yiğido
barikat58 Şuan
Son Aktivite: 06.04.2016 18:19
Üyelik Tarihi: 03.01.2007
Mesajlar: 15.450
Tecrübe Puanı: 2202
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Sen bu paylaştığın yazıyı tamamen okudunmu
|
29.09.2009, 22:23 | #3 |
Usta Yiğido
sivaslıgenç Şuan
Son Aktivite: 21.03.2016 00:42
Üyelik Tarihi: 14.10.2007
Yaş: 32
Mesajlar: 2.527
Tecrübe Puanı: 885
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Herkes Osmanlıyla övünüyor hatta yabancılar bile o büyük devleti takdir ediyor 'siz 'Osmanlıyı karalamaya çalışıyorsunuz saçma sapan iftiralarla .Allah akıl fikir versin...
|
29.09.2009, 22:36 | #4 | ||
Usta Yiğido
barikat58 Şuan
Son Aktivite: 06.04.2016 18:19
Üyelik Tarihi: 03.01.2007
Mesajlar: 15.450
Tecrübe Puanı: 2202
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Alıntı:
Alıntı:
Ben sizi sadece Osmanlı düşmanı sanardım galiba birde islam düşmanlığınız varmış,tek sözüm var Allah ıslah etsin (amin) |
||
29.09.2009, 23:41 | #5 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 607
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
cebe Nickli Üyeden Alıntı
"başta Kur'an'ın açık ve seçik hükümleri ve Muhammed'in sözleri (Hadis’ler) ve bunlara dayalı olarak en sağlam Arap kaynaklarının ortaya vurduğu gerçek o'dur ki söz konusu kin, husumet ve düşmanlık doğrudan doğruya İslam'ın özünden ve hiç kuşkusuz Muhammed’in kendinden gelme bir şeydir...Onun Türk’ü küçültücü ve Arap'lar ve tüm insanlık bakımından düşman bilici sözlerine dayanarak Müslüman dünyasının yazarları ve düşünürleri (ki bunlar arasında Türk asıllı olanlar dahi vardır) yüz yıllar boyunca Türk'ü yabani, vahşi, kana susamış, aklen ve fikren yetersiz, hayvana yaklaşık, Arap'lara, insanlığa ve İslam uygarlığına felaket getiren millet olarak tanımlamışlardır" Dikkat edilirse, tırnak içinde verilmiş bir paragraf. Orjinal metinde kaynaklar, her sayfanın altında olduğu halde siteye insert edildiğinde görülmüyor. Bu nedenle kaynakları metnin altında vermek istedim, bu kez yönetim -süre doldu diye- yüklemeye izin vermedi. Sorun ne? Türklerin arasında Alevi-Sünni çastışması var ve Aleviler sürekli olarak öldürülüyolar; osmanlı fetvalarında çok açık kaydedilmiş. Bu sitede ve benim bu yazımda kaynaklar var. Cumhuriyet döneminde de 1970'lerden sonra Maraş, Çorum, Sivas, vb yerlerde toplu Alevi kırmları var. Bana göre, Alevi-Sünni karşıtlığı gerçekte Türklerin yaşantısından- sınıf savaşları-kaynaklanmıyor; çünkü, iki kesimin de ezici çoğunluğu her zaman toplumun en alt katmanını oluşturmuştur. Bu savaş, Arap-İslam'la Türklerin toplumsal belleklerinde yer etmiştir ve silinemiyor. Hiç bir dine düşman değilim, hepsine eşit mesafedeyim. Atalarımın inançlarına saygı duyuyorum. |
29.09.2009, 23:42 | #6 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 607
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Kaynaklar
1.Mustafa Akdağ: Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası:Celali İsyanları 2. Prof. Dr. Çetin Yetkin: Türk Direniş ve Devrimleri, s: 633-634 . 3.ohannes Glosneck :Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye. Cumhuriyet Kitapları, s: 5-16. 4. Mahmut Esat Bozkurt: Atatürk İhtilali- II, s: 23. 5..Arnold Toynbee II, s 10. 6. İsmet Zeki Eyüpoğlu: Şeyh Bedreddin ve Varidat, s: 280-281. 7. Türkiye Tarihi, 1. kitap: 237.Yayın Yönetmeni Sina Akşin. 8. D. Avcıoğlu, Türklerin.Tarihi, 5. Kitap , s: 1994. Tekin Yayınevi, İstanbul, 1989 9. Joseph Von Hammer: Osmanlı Tarihi, s:82. 10. D. Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, I. Kitap, s: 185. 11. İsmail Beşikçi’den aktaran Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk,s: 204. 12. Ahmet refik altınaydan aktat Aktran Mehmet Bayrak: Alevilik ve Kürtler, s: 173 13. Mehmet Bayrak: Alevilik ve Kürtler, s: 170-173. 14. D. Avcıoğlu, Türklerin.Tarihi, I. Kitap , s: 198 Tekin Yayınevi, İstanbul, 1989" 15. Haydar Çelebi: Ruzname. Yayına hazırlayan: Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel eser, s :78. 16. Prof. Dr. Yalçın Küçük: Şebeke, s:62. 17. Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, 5 Kitap, s: 2240. 18. Çetin Yetkin: İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri, s: 312. 19. Agy, s:297. 20. Agy, s: 307. 21. Agy, s: 300 22. Çetin Yetkin: İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri, s: 300. 23. Mehmet Bayrak: Alevilik ve Kürtler, s: 170-173. 24. Rıza Zelyut’tan aktatan Erdoğan aydın: Nasıl Müslüman Olduk, s: 205 25. D. Avcıoğlu, Türklerin.Tarihi, I. Kitap , s: 198 Tekin Yayınevi, İstanbul, 1989 26. Aktaran: Çetin Yetkin: Türk direniş ve Devrimleri, s:284. 27. Prof. Dr. Çetin Yetkin: İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri, I.cilt, s:346. 28. Taner Timur: Osmanlı Toplum Düzeni. Aktaran: Fikret başkaya: Yediyüz, s: 174. 29. Metin Kunt, Ed: Sina Akşin: Türkiye Tarihi, II. Kitap, s: 14. ( doğru olup olmadığına bak) 30. Naima’dan aktaran Çetin Yetkin: İktidara karşı Türk Direniş ve Devimleri, s : 347. 31.Prof. Dr. Çetin Yetkin: İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri, I.cilt,s: 349. 32. İlhan Başgöz, Yunus Emre II. 33. Agy, s:263. 34. Naima Mustafa Efendi’den aktaran Çetin Yetkin, Agy, s: 18. 35. Çetin Yetkin, Agy, s: 263. 36. Mustafa Nihat Ozon, s:87., 37. Ziya Gökalp: Türkçülüğün Esasları, s: 43. 38. xxxxx : Tüm Yönleriyle Neyzen Tevfik, s: 75-76. 39. Ömer Lütfü Barkan’dan aktaran Çetin Yetkin:Agy, s:269. 40. Soner Yalçın: Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, s: 208-209. 41. Kazım Karabekir: İstiklal Harbimizin Esasları,s: 19. 42. Söylev,s: 337. 43. Fikret Başkaya: 700 Yıl, s: 75. 44. Agy, s: 73. 45. Prof. Dr. İlhan Arsel: Arap Milliyetçiliği ve Türkler, s:1-50. 46. İsmail Hami Danişmend: Türkler Niçin Müslüman Oldu, s: 99. Oktay Yayınları, 1959, İstanbul. 47.Nizamülmülk: Siyasetname, s: 343 . Dergah Yayınları, İstanbul, dörüdüncü baskı ,1998. 48.Zeki Velidi Toğan’dan akt yetkin, s 19). 49. yetkin ,s 19. 50.Naima Mustafa efendi’den akt: yetkin, s 18. 51.Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s : 435. 52.Niyazi Berkes: Türkiye’de Çağdaşlaşma, s: 436. 53.Niyazi Berkes: Türkiye’de Çağdaşlaşma, s: 436. 54.Agy, s 437. 55. Çağlar Kırçak: Cumhuriyet’ten günümüze gericilik-I: s 78 56. İlhan Arsel: Arap Milliyetçiliği ve Türkler, s: 30-31. 57. Ahmet Akgündüz. Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri,Fey Vakfi Yay., C.III, ;İstanbul, 1991,s.205-208. 58. Atarük’ün Söylev ve Demeçleri. 59. D.Avcıoğlu, 1. Kitap, s: 23. 60. Cumhuriyet’in 10.yılında yaptığı konuşmadan, Cumhuriyet Gazetesi, Cumhuriyet’in 80. yılı eki, sayı : 4, s: 59. 61. Agy 62. Aşık Paşa’dan aktaran İsmet Zeki Eyüpoğlu: Şeyh Bedrettin ve Varidat, s:104. 63. Cengiz Özakıncı: Türklerde Dil ve Din, s: 61. 64. Agy . 65. Cumhuriyet Gazetesi, 7.6.2001. 66. Fahri Belen: Tarih Işığında Devrimlerimiz- I, s-63. Cumhuriyet Gazetesi Kitapları Agy. 67. Cengiz Özakıncı, Türklerde Dil ve Din, s:46. 68. Söylev . 69. Cumhuriyet Gazetesi, 31.10.2003. 70. Sami Eren, Cumhuriyet Gazetesi, CBT, 762/5. 71. V.V. Barthold: Orta Asya Türk Tarihi, s: 10. 72. Fahri Belen, Tarih Işığında Devrimlerimiz, II, s-80. Cumhuriyet Gazetesi Kitapları. 73. Cengiz Özakıncı, Türklerde Dil ve Din, s:10. 74. Cengiz Özakıncı, Türklerde Dil ve Din, s:13. 75. Agy, s:10. 76. Agy. 76. Agy, s: 23. 77. Söylev, s:348. 78. Bahir M. Erturan, Cumhuriyet gazetesi ,25.09.2001. 79. Ömer İzgü, TBMM başkanı, Cumhuriyet Gazetesi, 27.09.2001. 80. D.Avcıoğlu, Agy, s: 2068. 81. D.Avcıoğlu,Agy, s:2133. 82. Cumhuriyet Gazetesi’nin Cumhuriyetin 80. yılı eki, sayı: 2 , s: 31. 83. İbrahim Kuyumcu: Türkiye’de Toprak Sorunları , s:70, İş Matbaacılık, 1976, Ankara). 84. Johannes Glosneck, Çağdaş Türkiye, S:77. 85. Arif Oruç : Milli Mücadelede Ege Çevresi, S: 5-85, 86-96. |
29.09.2009, 23:45 | #7 | |
Usta Yiğido
barikat58 Şuan
Son Aktivite: 06.04.2016 18:19
Üyelik Tarihi: 03.01.2007
Mesajlar: 15.450
Tecrübe Puanı: 2202
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Alıntı:
Alevilere yönelik bir soykırım olsaydı eminim ki herşeyi başaran osmanlı alevi soyunu tamamen yok etmeyi de başarırdı!!Eğer bugün hala sınırlarımız içinde aleviler rahatca yaşıyorsa bu sizin osmanlı ya attıgınız iftiraların aksine böyle bir soykırımın olmadıgı icindir. |
|
29.09.2009, 23:57 | #8 | |
Usta Yiğido
Klimasuyu Şuan
Üyelik Tarihi: 02.05.2009
Mesajlar: 8.602
Tecrübe Puanı: 1432
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Alıntı:
|
|
30.09.2009, 00:03 | #9 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 607
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
[alevi soyunu
Böyle bir "soy" yok, bir "inanç" var. Bu inancın içinde Eski Türk inançları da olmakla beraber, asıl karakterini Arap-islam'dan alıyor. Bu, o kadar öyle ki, Türkçe konuşan Aleviler bile Arapların Şİi-Batini kolunun mensuplarıyla kendilerini özdeş görürler. Türkiye'de Türkçe konuşan Aleviler, "Türk"soyundandır; onlar bunun farkında olmaslar da, bu, bir tarihsel gerçektir: Bir insan annesini, babasını nasıl değiştiremez ise, bu gerçek de değiştirilemez. |
30.09.2009, 00:17 | #10 |
Usta Yiğido
barikat58 Şuan
Son Aktivite: 06.04.2016 18:19
Üyelik Tarihi: 03.01.2007
Mesajlar: 15.450
Tecrübe Puanı: 2202
|
Cevap: ANADOLU’DA TÜRKLÜK –ATATÜRK-CUMHURİYET
Osmanlının Türk düşmanlığı alevi düşmanlığı olduguna inandırmanız imkansız çünkü islam türklüğü ayaklar altına aldı türkleri hor gördü diyen bir yazıyı paylaşma özelliğine sahipsiniz.Nasıl ki islamın türk adını ayaklar altına aldıgı bir masalsa osmanlı türk ve alevi düşmanlığıda bir masaldan ibarettir.Kendi egonuzu tatmin etmek için yaptığınız paylaşımlar malesef egonuz sınırları içinde geçerli kalıyor dışa etki yapmıyor....
|
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Cumhuriyet Döneminde Sivas | Sivaslilar.Net | Anasayfa Haberler | 4 | 02.11.2008 16:50 |
ULUSAL GÜNEŞİMİZ CUMHURİYET | Sabiha Serin | Köşe Yazıları | 6 | 31.10.2008 23:17 |
CUMHURİYET TARİHİ EKONOMİ KRONOLOJİSİ | WåñTêd_øØ7 | Arşiv | 3 | 19.06.2008 20:54 |
NEDEN CUMHURİYET SAVCISI DENİR | abircan | Hertelden | 2 | 11.06.2008 12:21 |