|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Serbest Kürsü Serbest Konular |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
01.04.2016, 15:32 | #1 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603
|
Türkiye'de 1923,1926, 1948 ve 1967 Yılları
KURULUŞ VE YIKILIŞ YILLARI
Türkiye’de 1923 Yılı “Bana, peki önemli katkılarınız, sorusu yöneltildiğinde, “Yahudi Vektörü” olmadan, son yüz elli yıllık tarihimizi anlamak ve Israel parmağını teşhis et¬meden son elli yılın politikasını, askeri müdahaleleri, büyük cinayetleri çöz¬mek mümkün değildir, cevabını veriyorum. Gözlerdeki perdeyi kaldırdım. Önce kendi gözümü açtım, şimdi daha iyi görüyoruz. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsyan-2 s:30) ♦ 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)'kuruldu. ♦ 1 Kasım 1922’deTBMM saltanatı kaldırarak, Osmanlı İmparatorluğu’na son verdi. ♦ 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması imzalandı ♦ 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. ♦3 Mart1924'te; -Halifelik kaldırıldı. -Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla (Öğretimin Birleştirilmesi Yasası) Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bütün öğretim ve eğitim kurumları Maarif Vekâleti'ne (Eğitim Bakanlığı) bağlandı. - Dinî eğitim ya da dinsel temellere göre eğitim yapan okullar kapatıldı. - Şeriye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılarak din işleriyle ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Böylece Türkiye'de din hizmetleri, devlet kontrolü dışında değil, devletin denetimiyle yürütülecekti. ♦1925'te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması Bu yaslar ve uygulamalar Türkiye Cumhuriyeti'nin laikleşme yolunda attığı önemli adımlardır. Aynı zamanda bu yaslar “Çağdaş Batı Uygarlığı”na (Muassır Medeniyet) ulaştırcak yolun kaldırım taşarıdır. Soner Yalçın, yazdığı “Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” adlı eserinde Türkiye sabetayizm’ini konu edinmiş ve Türkiye’nin laikliğine ve modernleşmesine katkıları büyük olduğunu ve hatta Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Sabetayistlerin kurduğunu iddia etmiştir. Prof. Dr. Yalçın küçük, Soner Yalçın’ın bu iddiasını aynen benimsemiştir: “… bu görüşü açıkça dillendiriyorum, hem kitaplarım da ve hem de basına verdiğim mülakatlarda var. Laik Cumhuriyetimizin kuruluşunda katkıları büyüktür. Hatta “ iyi ki vardılar” diyebiliyorum./…/ Aslında burada yer alan “katkı” sözcüğü de, çok anlamlı görünmüyor; çünkü o tarihte kendilerini bu topraklardan ve Cumhuriyet’ten ayırmıyorlardı. Şimdi ekelyebilriz, İsrail devleti’nin kuruluşundan sonra durum değişmiştir. Bu tesbit de soru çağrıştırıyor; ne zaman kuurlmuştu, kısaca ele alamk zorundayız. İki kuruluş tarihi var, birisi hukuki, 1948 ve diğeri isi fiili ya da Darwinist anlamda kurluş, 1967 yılıdır. “ (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Putları Yıkıyorum, s:126) Yalçın Küçük’e göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarındaki modernleşme/çağdaşlama çalışmaları aslında çok önceden Osmanlı topraklarındaki Yahudiler arasında vardır: "Türk” düşünürü Ziya Gökalp’in , Ziya Bey hem İttihat ve Terakki'nin ve hem de başlarında Cumhuriyetin politik teorisyeni olarak kabul ediliyor, en önemli çalışması “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Çağdaşlaşmak” idi. Çağdaşlaşmak, Allaince îsrailite okulların kuruluş nedenidir, Jön-Türk İhtilali’nde troyka’dan (Enver Paşa- Cemal Paşa- Talat Paşa) ve Başbakan Talat’ın, Alliance okullarında önce öğretmen olduğunu artık biliyoruz. Ittihat-Terakki’den Celal Bayar, 1950 yılında cumhurbaşkanı, da Alliance’dan yetişmedir, modernizasyon yanlısı idiler ve “çağdaşlaşma” diyoruz. Peki, Türk ve Müslüman bir ülkede “ Türkleşmek “ ve “İslamlaşmak” ne demektir, artık bu soruyu sorabiliyoruz. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Putları Yıkıyorum, s:119.) AllianceîsrailiteUniverselle okulları, Osmanlı’da, İran’da , Kuzey Afrika’da daha çok Müslüman ülkelerde Yahudi çocuklarına mesleki eğitim ve okuma yazma öğretmek için kurulmuştu. Prof. Y. Küçük’e göre, modern Türkiye’nin öncüleri olan ve önceki adlaıyla “Jön Türkler” , günümüzün Türkçülerinden çok daha az dindardılar ve o günün koşullarının onları laik olamya zorladığını, nedenle de, elanik’te ve Edirne’de açtıkları “Universelle Israélite okulları” nın programının laisizm prensiplerine dayandığı ileri sürülmütür. Prof. Küçük, ” jön türkizm’de pan-islamizm sadece dildedir,” demiştir. “Talat bir Alyans Israelit çocuğu ve ürünüdür. Fes hariç giysisi çağdaş idi. Bir defa şunu da not edebiliyoruz, laisizm, eninde-sonunda, neden-sonuç m kabul etmekti, bu da rasyonalizm demektir; Alyans bunu okutuyordu. Ayrıca burayı ülke kabul etmişlerdi, bir yurt kuruyorlardı, bunu da rasyonalizme ve laisizme dayandırmak zorundaydılar.” (Putları Yıkıyorum, s:125.) İbranice’de Türkiye’ye, “Türkiye Memleketi” dendiği gibi “İsmail Memleketi” de denilirmiş. Zaten, Türk milliyetçisi kimliğindeki Siyonistler Türkiye’nin Türklerin değil, Yahudilerin vatanı olduğunuaçıklamışlardır. Örneğin, görünürde Türk ırkçısı gerçekte en keskin Yahudi ırkçısı(Siyonist) Tekin Alp (MoizKohen) şunları söyler: ”Türkiye’yi, bizler, zamanımızın Kenan Ülkesi, İsrailoğulları’nın kutsal toprakları olarak değerlendiriyor ve kardeşlerimizin, modern ülkelerin zulmünden ve kentlerin uşaklık ve ezikliğinden kurtulmaları için tek çözüm olarak görüyordu. Türkiye’ye gerçekleştirilecek büyük bir Yahudi göçü, ülkemizde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak bir güç olacaktır…Eğer Yahudiler Yahudi olarak kalabilirlerse, eğer partizanlık nedeniyle bir ayrılık olmazsa, aralarındaki kardeşlik bağlarını sürdürebilirlerse anti-Siyonizm yok olmaya mahkum olacaktır. Ve merhum Thedor Herzl’in dileği olan Yahudilerin kendi toprakları olmasını istiyorsak, bu topraklar, Türkiye’dedir”. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsyan-1, s: 498.) Prof. Küçük, asıl adı Mehmet Talat Sain olan Talat Paşa’nın ve 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın modernizm ve laiklik taraftarı İbrani olduklarını başka kitaplarında da kaydetmiştir: “Alliance Israelite’de, Edirne’de “öğretmen” idi; bu ise hep saklı tutuluyordu. Celal Bayar’ın, aynı okullarda talebe olduğu da hep mahfuzdur, o kadar öyle ki, bu rivayetten bir türlü emin olamıyoruz; sancak yıllar sonra da olsa, Talat’ın cenazesini Bayar’ın getirdiğinden eminiz. Mektep bağı mı, Alyans İsraelit mi, tam masallara uygun düşmektedir . (Prof. Dr. Y. Küçük: Gizli Tarih,s: 73) Sadece Talat Paşa, Celal bayar, Dr. Nazım, Cavit Bey gibi siyasi liderler, toplum örgütleyicileri değil, modern Türkiye’nin kuruluşunda başka alanlarda da çok sayıda İbrani katkı sağlamıştır. Örneğin, modern edebiyatımızın kurucuları, Halit Ziya, Halide Edip ve diğerleri sabetayisttiler. Modernisttiler ve modernizmi yaydılar.(Putları Yıkıyorum, s:125) Günümüdeki gizli Yahudi ihanetini gören e gösteren prof. Dr. Yalçın Küçük, Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki katkılarından doalyı gizli yahudiliin bir kolu olan Sabetayizm’i, ““bu ülkeden sabetayizmi çıkarırsanız, pek fazla çağdaşlık kalmaz”diyerek kadir bilirliğini göstermiştir. Modernleşme/çağdaşlaşma dönüşümleri hızla ve gerektiğinde zor kullanılarak yapılırken, bir yandan da Türkiye’nin etnik yapısında değişiklşikler de hızla gerçekleştirilir. 30.Ocak.1923 tarihinde “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ve Protokolu” imzalandı. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'deki 1.1 milyon Rum ile Yunanistan'daki 380.000 Türk yer değiştirdi. ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) “1924 mübadelesinde Rahşan Ecevit’in ailesi ve benzeri aileler Selanik’te ve civarında bulunan mal varlıklarına karşılık İstanbul – Ankara – İzmir’de mülk alamadıklarından, Cumhuriyet devrinde bir komisyon kurulmuş ve bu komisyon tarafından kendilerine Şebinkarahisar’dan toprak verilmiştir. Şimdi bu hanımefendi “Ben Şebinkarahisarlıyım” diyor. Ve kendileri gidip Şebinkarahisar’da oturmamıştır. Şebinkarahisarlı bu aile, İzmir’deki bir aile ile topraklarını değiş tokuş etmiştir ve İzmir’de oturmuştur. Tansu Çiller’in babası, Mustafa Necati Çiller, 1924 mübadelesi sırasında ya Son Saat ya da Vakit gazetesinde muhabirdi . Cemaat tarafından görevlendirilmişti., bir Sabetaycı hiçbir zaman İslam’a inanamaz, bu mümkün değil. Kemal Derviş, İsmail Cem, Rahşen Ecevit ve Can Paker dörtlüsü. Kemal Derviş Türkiye’ye getirildi ve yaptığı hiçbir şeyden ötürü siyasi sorumluluğu yok. Demokratik sistemde böyle bir şey olabilir mi? Bu adam bakan, siyasi sorumluluğu nasıl olmaz?Türkiye Cumhuriyeti kanunları Sabetaycılara farklı, diğer insanlara farklı uygulanır. Bunun bir örneği, Halil Bezmen. 1994’te Amerika’ya gitti ve“BenYahudi’yim,Türkiye’de baskı görüyorum”dedi.Halil Bezmen mesela Kürt olsaydı,Amerika’da “Ben Kürt’üm,baskıgörüyorum” deseydi ne olurdu? Devlet Güvenlik Mahkemeleri Halil Bezmen hakkında dava açardı ve vatandaşlıktan çıkarılması için uğraşırlardı. Hiçbir DGM, HalilBezmen’in“ Ben Yahudi’yim ve baskı görüyorum”lafını bir suç kabul ederek dava açmadılar. 1924’te 25 bin Sabetaycı geldi Bugüne kadar da toplam nüfusun 100 bin civarına ulaştığıı tahmin ediliyor. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] Zaten ta Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarından beri Anadolu’ya ve Osmanlı’nın egemen olduğu diğer yerlere kesintisiz bir Yahudi göçü vardı. ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Sonuç olarak, modern Türkiye’nin kuruluşunda Sabetayist ve diğer kiptoYahudilerin büyük katkısı olmuştur. Ancak, bu katkıları ve Türkiye’ye bağlılıkları 1948 yılına, yani İsrail Devleti’nin kurlumasınakadar sürmüştür; 1948’den sonra modern/çağdaş/bilimsel düşüncelerini, blgilerini/görgülerini, cesaretlerini, hayallerini temeline harç yaptıkları binanın temellerini sökmeye başlamışlardır. Örneğin, çok modern bir görünümü olan, Batı Avrupa eğitimi ile yetişen Nazlı Ilıcak, modernizm/laisizm’in amansız düşmanları olan günümüz şeriatçılarınki, Türk-İslam Sentezcisi İbrani ırkçılarının koruyucu olmuştur. “Meclis’e türbanıyla girmek isteyerek büyük bir krize yol açan Merve’nin (Merve Kavakçı) Sabetayist olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat o sırada Merve’nin en büyük tahrikçisi ve iticisi Nazlı Ilıcak’ın Sabetayist olduğunu biliyoruz. Şimdi, Cumhurbaşkanının vetosuna karşı türbanı savu¬ran ekibin başı Can Paker’in de, Ahim’de türban yasağını ibka eden kararına karşı hukuki görüş oluşturan İstanbul Barosu önceki başkanı Yücel Sayman’ın da sabetayist olduğunu biliyoruz.” “Sabetayizm, şimdi Kemalizmi İslamizme dönüştürmektedir.”(Prof. Y. Küçük: Putları Yıkıyorum,s:125) (Nazlı Ilıcak: Demokrat Parti döneminde Nafia (Bayındırlık) sonra da Münakalat (Ulaştırma) bakanlıkları yapmış olan Muammer Çavuşoğlu'nun kızıdır. Notre Dame de Sion Fransız Lisesi (1963) ve Lozan Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde (Ecole de SciencesSociales et Politiques, 1967) eğitim gördü. 1969'daTercüman gazetesi sahibi Kemal Ilıcak'la evlendi, bu evliliğinden iki çocuk annesi oldu. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Konu cebe tarafından (01.04.2016 Saat 15:49 ) değiştirilmiştir.. |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 26 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
agoltratyson, aolagaelli, aonewaycand, aundalonn, awalaphil, boppenbacrubi, discountdresses, doatridgeearl, elljakielamerri, erksamerjesu, gsalegoose, iravoisvall, kzenkpaul, nrichenspres, nslusanedema, retercruz, rmcentirewiley, rnewkirkkris, rwintercanada, sichalskikass, srmimesrodge, tchrisitanboots, tckertbran, ueamaubuck, zchoszdann, zreitzstev
|
04.04.2016, 13:36 | #2 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603
|
Cevap: Türkiye'de 1923,1926, 1948 ve 1967 Yılları
1926 yılı
Prof. Dr. Yalçın Küçük, Türkiye Cumhuriyeti’nin, görünürde 1923’te, gerçekte ise 1926’da kurulduğunu ileri sürmütşür. (Gizli Tarih,s:69) Llaiklik, kadın-erkek eşitliği, demokrasi, yazı devrimi, kılık-kıyafet düzenlemsi, medeni kanunun, kız-oğlan karma eğitimi, vb gibi şeriata cepheden karşı olan Batı Uygarlığı değerlerinin bu tarihten itibaren devlet yapısına ve toplum yaşamına girmeye başladığını( reformasyon), •Türk Medeni Kanunu 17 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak TBMM'de kabul edildi. Medeni Kanun ile hukuk alanında da laiklik ilkesi geçerli kılındı.([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...])) •1928'de Lise ders programlarından Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı. •1928'de çıkarılan yeni bir yasayla anayasanının ikinci maddesinde yer alan "Türk Devleti'nin dini, İslam dinidir" cümlesi çıkarıldı. •1924 Anayasasında 5 Aralık1934 tarihinde yapılan değişiklik ile otuz yaşını tamamlayan kadın veya erkek her vatandaşın milletvekili olabileceği belirtilmişir. •1 Kasım1928 Harf Devrimi ile Latin Albabesi kabul edildi. •1931'deLaiklik, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin programında altı okla simgelenen ilkelerden biri olarak yer aldı. •1933'te din dersleri 1933'te okul programlarından çıkarıldı. ( 1948’den sonra , 1949’da1949'da ilköğretim, 1956'da ortaöğretim programlarına "seçmeli ders" olarak yeniden konuldu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 1982 1982 Anayasasının 24. Maddesi ile ilk ve ortaöğrenim kurumlarında zorunlu dersler arasına girdi. ) •1925 yılında şapka giyilmesi kanunu çıkarıldı. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından, halkın kılık ve kıyafetinin düzenlenerek batı ülkelerindeki normlara uygun hâle getirilmesi için yapılan kanuni düzenlemedir. •1934 yılında , halkın kılık ve kıyafetinin düzenlenerek batı ülkelerindeki normlara uygun hâle getirilmesi için çıkarılan kanunla Kıyafet düzenlmesi getirildi. • 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kuruldu. İlkokul öğretmeni yetiştirmek üzere açılmış okullardır. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetti. ( [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...].) Bir Anı: Pütge’de (Çayören) 1965 yılından önce birkaç evde 3-4 kaysı, 2-3 erik ağacı, bazılarında da birkaç dut ağacı olan bahçeler vardı. Pütgeliler elma ve armut meyvelerini tarlalarda, dağlarda çokça bulunan ve dar güzün olgunlaşan yabani elma ve armut ağaçlarından elde ederlerdi. Şeher armudunu (bahçe armutu) harman zamanı (Eylül ortaları) Arapgirli çerçiler atlarla –katırlarla getirip buğday ile değiştirirlerdi. (1 halbur buğda-1 halbur armut). Çok az aile yılda bir kez bu şekilde armut yiyebilirdi. Elma, İstanbul’a kışın çalışmaya gidip yazın gelenlerin karılarına ve evin keyvenisine(evi yöneten, yemekleri yapan kadın; genelde aile büyüğü erkeğin anası ya da karısı keyveni olurdu) verdiği en önemli armağan idi. Keyveni bunu sındığında saklar, bir hasta ziyaretine gittiğinde hastaya verirdi(süksesi büyük olurdu, günlerce konuşulurdu). Dağdaki armut ve elmalar kolay elde edilmezdi; hem köylüler birbiriyle, hem de komşu köylerle dağlardaki yabani elma ve armut ağaçları yüzünden –bu meyvelerin olgunlaştığı- Ekim-Kasım aylarında şiddetli kavgalar yaparlardı. 1962-63 yıllarıydı. Pütge’ye (Çayören) yeni bir öğretmen geldi. Bahar gelince okulun yanındaki yabani armut ağacının bir dalını keserek “aşı” yaptı (“Aşı” nın ne olduğunu bilmiyorduk.) Köylüler, öğretmenin arkasından atıp tutmaya başladılar ama, aşıyı da hemen her gün kontrol ediyorlardı; çok geçmden aşı tomurcuklanıp yaprak açtı, her yıl büyümeye başladı. Öğretmen 2 yıl sonra tayin olup gitti. Tam olarak hatırlamıyorum, ama öğretmenin gidişinden 2-3 yıl sonra birkaç tane kocaman armut dallarda sallanmaya başladı. Köylüler dağda taşta ne kadar yabani elma ve armut ağacı varsa, hatta alıç ağaçlarını aşıladılar. (Aşı yapmayı Divriği’ye gidip Ziraat Odası’nda kurs görerek öğrendiler, sonra da bilenler bilmeyenlere öğretti). Malatya’dan kayısı, Amasya, Tokat’dan elma, armut ve ceviz fidanları getirip diktiler. Köye yakın buğday tarlaları ve bostanlar her çeşit meyve ağacının bulunduğu bahçelere dönüştü. Bahçecilikle birlikte arıcılıkta gelişti. 1969-70 yıllarında 5 ton elma, 2 ton bal çıkaran aileler oldu.(Köy 1990’larda sonra hemen hemen tamamen boşaldı. Şimdilerde sadece ceviz bahçeleri ve bir iki evin de arıları var). Yıllar sonra o öğretmenle tesadüf eseri Ankara Seyranbağları’nda babamla birlikte bir öğretmen arkadaşının evine gittiğimde karşılaştım. Sivas-Yıldızeli Köy Enstitüsü Mezunuymuş. 12 Eylül 1980’den sonra Alevi Çayören’e imam atandı, köye hiç gelmedi, maaşını ilçeden alıyormuş. Belki şimdi emekli olmuştur. Yerine başka imam atanıp atanmadığını bilmiyorum. Prof. Dr. Yalçın Küçük, Cumhuriyet’in gerçek kuruluş tarihi olarak 1926 yılını göstermesinin gerekçesini Yahudiler arasındaki savaştan, Türkiye’yi vatan bilen, Türkler ile bütünleşen Yahudilerin galip gelmesi olarak açıklamıştır. “Ben Cumhuriyet’in gerçek ve bilimsel kuruluşunu hep 1925/1926 olarak gördüm. Bu bir genel değerlendirmedir ve öyle olarak, araştırmamızda ilgisi var, 1926 yılında Ankara’da idam edilen dört politikacı da, Cavit, Dr. Nazım ve diğerleri, İbrani asıllı idiler. Sebatayist ya da kripto olmaları daha az önemlidir.” ( Prof. Dr. Y. Küçük: Putları Yıkıyorum, s:120) Prof. Y. Küçük, resmi tarihimizde “İzmir Suikasti”ne karıştıkları için “İstiklal Mahkemeleri”nde yargılanarak asılanların “iç savaş”ı kaybedenler olduğunu ileri sürmüştür. “ İzmir kökenli Yahudi bilim kadını Esther Benbassa, bir çalışmasında bunu, mükemmel bir şeklide yazmış durumdadır. (E. Benbassa, UneSepharede en Tramnsition, 1993. İstanbul) Jön-Türk Devrimi’ne denk düşen bir zamanda, alyanist ve siyonsitler ya da rezervist ve siyonistler arasında çok sert bir savaş vardır. Zamanına ait İngiliz diplomatik belgeleri Cavit ve Dr. Nazım’ı “ Siyonist” gösteriyor ki, Mustafa Kemal iktidarının başında, 1926 yılında Anakara’da asılanlar bunlardır. Cavit ve doktor Nazım,1926 yılında Ankara’da idam edildiler. Sabetayzimin karakaşi koluna mensuptular, en mutaassıp olanlarıdır ve siyonist olduklarını söylemek yerindedir. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Putları Yıkıyorum,s: 138) Dr. Nazım o kadar siyonisti ki, 1915 Ermeni kıırmında Mehmet Talat Sain (Talat Paşa) ile baş rol oyuncusudur: “Doktor nazım , ibrani asıllı idi, Ermeni tarafına göre, kırımlardan en başta sorumlusu olanlardan biri idi, bütün bunlar ayrı, efsanevi devrimci idi. Böylesine becerikli ve böylesine gözü pek ihtilalci bizde suikast ile hiçbir ilişkisinin olmadığını biliyoruz.Karakaşi, dünya Yahudiliğinin pek muteber adamı ve pek çapkın, Maliye Nazırı Cavit ile aynı zamanda asıldı; Ülucanlar’da idi ve yakında, Anafartalar’da diyebilirizz, bir balo vardı. Neden asıldı, neden o gün asıldı; her halde sürekli masal sorusu icat ediyoruz.(Prof. Dr. Yalçın Küçük: Gizli Tarih, s: 81) Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, eşit yurttaşlık temelli Batı Uygarlığı standartlarında kuruldu. Bunun asıl nedeni, Avrupa ve Kafkaslar başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinden, özellikle Hıristiyan toplumların şiddetinden, aşağılamasından kaçarak Osmanlı ülkesine gelen Yahudilerin Avrupa uluslarına karşı koyabilmek için,- bilinçli olarak- artık dini topluluklar biçiminde değil, onlar gibi modern uluslar şeklinde örgütlenmeleri gerektiğini amaç edinmeleri ve bu yolda çalışmalardır. Çünkü, yüzyıllardan, hatta bin yıllardan beri dini topluluklar olarak görünmüşler ve bu nedenle de içinde yaşadıkları toplumlar tarafından bütün kötülüklerin kaynağı olmuşlardır. Vatanları, orduları, eğitim sistemleri, sanayileri, vb yoktu. Oysa, şimdi adına “Türkiye” denilen ancak Türklerin hayvan yerine konuldukları bir ülke bulmuşlardı; kolları sıvadılar ve modern bir Avrupa ulusunun temellerini atılar: laiklik, kadın-erkek eşitliği, demokrasi, yazı devrimi, kılık-kıyafet düzenlemesi, medeni kanunun, kız-oğlan karma eğitimi, vb gibi şeriata cepheden karşı olan Batı uygarlığı değerlerinin bu tarihten itibaren devlet yapısına ve toplum yaşamına girmeye başladı(reformasyon). Ancak 1948 yılında İsrail’in kurulmasından sonra, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurulmasında büyük katkıları olan Yahudiler, bu kez kurudğu bu rezerv devletini yıkmak için temeline döşediği Batı Uygarlığı taşlarını sökmeye başlamıştır. Bunun için, 1950’lerde Ezanın yeniden Arapça’ya çevrilmesi, Köy Eğitim Enstitüleri’nin kapatılarak yerine Türk çocuklarında tarih bilincinin oluşmasını engelleyen, eski medreselerin devamı niteliğindeki “imam-hatip okulları”nın açılması ve özellikle 1967’de İsrail’in Arap ordularını hezimete uğratarak kalıcı bir devlet olduğunu kanıtlamasından sonra bu reformların yine Yahudiler eliyle daha kapsamlı ve kan dökerek kazınmaya başladığını ileri sürmüştür.( ( Prof. Dr. Y. Küçük: İsyan-1, s: 541) .Özellikle 12 Mart 1971’den sonra tüm sermeye düşmanlarını, solcu, sosyal demokrat, komünist, Atatürkçü, vbbilinenleri acımasızca katletmeye yönelmişlerdir.Prof. Y.Küçük, 1966’da başlayan iç savaşın 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980askeri darbeleri ile İsrail’in lehine dönmekle birlikte tam olarak sona ermediğini, 3 Ağustos 1993 ve 28 Şubat 1997’deki olaylarla devam ettiğini ileri sürmüştür. Konu cebe tarafından (04.04.2016 Saat 13:47 ) değiştirilmiştir.. |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 20 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
05.04.2016, 15:49 | #3 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603
|
Cevap: Türkiye'de 1923,1926, 1948 ve 1967 Yılları
1948 Yılı Öncesi Türkiye
(Kudüs’e Yöneliş) • İsrail Devleti kurulmadan hemen önce, 5 Nisan 1946 günü ABD’nin savaş gemisi Missouri Zırhlısı Dolmabahçe önünde demirledi. ABD’nin savaş gemisi Missouri, 1946 yılında ölen Türkiye’nin Amerika Büyükelçisi kripto Yahudi Münir Ertegün‘ün cenazesini İstanbul’a getirmiştir. Bu savaş gemisi, Japonya’nın ABD’ye teslim olduğu antlaşmayı imzaladığı gemiydi. İkinci Dünya Savaşı’nda, ABD Başkanı İbrani asıllı Harry Salamon Truman (1884-1972)’ın emriyle Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atıldıktan sonra Japonya ABD’ye teslim oldu, Japonya’nın teslim antlaşması döneminin en büyük zırhlısı olan Missouri’de imzalanmıştı. Missouri gemisi, bir Yahudi sömürgesi olan ABD’nin Türkiye’nin üstüne çizmesini basmasının bir sembolüdür. Türkiye’yi NATO’ya sokmaya karar verenler, bahane olarak, Stalin’in Türkiye’den, Kars/Ardahan ve Boğazlar’ı istediğini ileri sürmüşlerdi. Hızlanan Türk-Amerikan ilişkileri çerçevesinde, Türk halkına şirinlik yapmak isteyen Amerika, Washington’da ölen Türkiye’nin Amerika Büyükelçisi İbrani Münir Ertegün‘ün cenazesini, Türkiye’ye, ABD donanmasının en gözde zırhlısını Missouri’yle gönderdi. 5 Nisan 1946 Cuma sabahı Missouri Zırhlısı Dolmabahçe önünde demirledi… On binlerce İstanbullu ünlü zırhlıyı ve Amerikan askerlerini görebilmek için Dolmabahçe önüne gelmişti. (Sevinç gösterileri; binlerce yıl süren göçebelik (yazısız, tarihsiz, belleksiz toplum) Türk Moğolları eblehleştirdi) Tarihe Kara bir leke olarak geçen Missouri Felaketi, silahlı bir mukavemet olmadan ABD adına dünya Yahudiliğinin Anadolu'yu tam olarak işgal etme ve Kudüs’e (misitk yaşam biçimine) dönüştürme sürecinin de başlangıcıydı. Bu aynı zamanda Batı Uygarlığı’na (Çağdaş Uygarlık: Muassır Medeniyet) erişme amacından da vazgeçmek idi. Missouri felaketi sonraki yıllarda yapılan askeri darbeler ve kültürel dönüşümlerin başlangıcı olur. Truman’ın özel temsilcisi Weddel, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yemekten sonra Milli Şef İsmet İnönü ile görüşmek üzere Ankara’ya hareket etti. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre İbrani asıllı olan- Prof. Dr. Mina Urgan’ın kendi yaşamını da irdelediği gözlemlerinde de çok açık ifade edilmiştir: “Gençliğimde çok acı çektim, ama şimdiki gençlerin acıları benimkinden bin beter herhalde. Çünkü benim kuşağım, gençliğini ve gençliğin sorunlarını umutlu bir dönemde yaşadı hiç olmazsa. O birinci ve tek cumhuriyet gözümüzün önünde kurulmaktaydı. Eğer çalışırsak, doğru dürüst eğitim görürsek, aç biilaç ortalarda kalmayacağımızı biliyorduk. Güçlü bir umut içimize öyle derin kökler salmıştı ki, simdi yaşadığımız toplumsal felaketler, hortlayan gericilik bile, benim gibi dinozorları hala yıldıramadı. Oysa liberal denilen ekonominin o yağmacı ve vahşi kapitalizminin yıkıcı rekabet ortamı içinde bocalayan Turgut Özal'ın zavallı veletlerinde, bu türden bir umut hiç yok. Çok çalışsalar da, üniversiteler bitirseler de, aç kalacakları korkusundan kurtulamıyorlar. Ne yazık ki, çoğunun amacı, bizim kuşağın amacından bambaşka. /…/ 1940'lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atmasıyla birlikte, bizim yaşam biçimimiz, Missouri'den önce, Missouri'den sonra olarak ikiye bölünür.” (Prof. Dr. Mina Urgan: Bir Dinozorun Anıları, s:10,11, 15. Yapı Kredi Yayınları) •Amerika’nın savaş gemisi MissouriZırhlısı’nın Türkiye’ye gelmesinden hemen sonra, 12 Mart 1947’de Truman Doktrini ilan edilmişti. •12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan anlaşması imzalandı. 1948 yılı ve Filistin (Soyut vatan kavramının Somutlaştırılması) Yaklaşık iki bin yıl dünyanın çeşitli toplumları arasında göçebe, tefeci, fitneci, toprak spekülasyonu, rüşvet, iktidarlara ortak olmak gibi çok farklı işlevler, köle-kadın-silah-uyuşturucu ticareti gibi toplumsal ahlakı ve dayanışmayı bozucu işlevlerden sonra Filistin’e ilk Yahudi göçleri 1880’lerden itibaren başlamış ve 1920 yıllarında hızlanmış olsa da, asıl Yahudi göçleri İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından sonra olmuştur. Filistin’e yönelik Yahudi göçlerinin genel adı Aliyah’tır (Türkiye’de gizli Yahudiler arasında Aliye adı yaygındır) İlk iki Aliyah Birinci Dünya Savaşı’ndan önce gerçekleşti. Manda öncesi dönemde daha çok toprak satın alma yoluyla bölgeye birçok Yahudi yerleşmişti. Birinci Aliyah 1882-1903, ikinci Aliyah 1904-1914 yılları arasında yaşandı. İlk iki Aliyah’ın nedenleri arasında Yahudilerin Kudüs ve civarında ibadet etmek üzere yerleşme istekleri ile Doğu Avrupa ve Rusya’da yaşanan pogromlar(Yahudi kırımları)neticesinde artan Antisemitizm sayılabilir. 1845 yılında Filistin’deki Yahudi sayısı tahmini 12.000 iken 1882’de bu sayı 24.000’e çıktı. Bu ilk yerleşimciler genellikle Musevilik açısından kutsal sayılan Kudüs, Safat (Safad), Halilürrahman (Hebron) ve Tabarya (Tiberya) civarına yerleştiler. İkinci Aliyah’ta ise 1895’te 47.000 olan Yahudi nüfusu 1914’te 85.000’e ulaştı. Bu göçlerle birlikte Kibbutz’ların sayısında artışlar meydana geldi. Günümüzdeki Tel Aviv şehri Ahuzat Bayit isimli Kibbutz’un temelleri de yine bu göçlerle birlikte atıldı. ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Aliyah’ların üçüncüsü ise 1919-1923 yılları arasında gerçekleşti. Bu süreç birçok Yahudi kurumunun faaliyete geçtiği zaman dilimini de içermekteydi. Göçler neticesinde geneli Doğu Avrupa’dan gelen 35.101 Yahudi Filistin’e yerleşti. Bu süreçte yerleşen Yahudilerin 29.239’u Eşkenaz, 1675’i Sefarad idi. Göç dağılımı ise yeni yerleşim yeri olan Tel Aviv ve Yafa’da 21.656, Kudüs’te 3.456, Hayfa’da 3.456 kişi olarak tespit edilmişti. Bu dalgayla birlikte Filistin’e yerleşen Yahudiler arasında gelecekte İsrail’in başbakanı olacak David Ben Gurion’da vardı. 1922 yılına gelindiğinde Filistin’e düzenlenen Yahudi göç dalgasının üçüncü döneminin de sonuna gelinmekteydi. 1922 yılında politik amaçlar için yapılan nüfus sayımı sonucu ve tutulan manda nüfus istatistiklerine göre Filistin’de; Yahudi yerleşimci sayısı 83.790, Müslümanların sayısı 486.177, Hristiyanların sayısı 71.464 ve diğer grupların sayısı 7.617 olmak üzere toplam 649.048 kişi yaşamaktaydı. Bu dini nüfus oranları 1870-1922 yılları arasını kapsamaktaydı. Görüldüğü üzere 52 yıllık süreçte Yahudiler genel nüfus içerisindeki sayılarını % 4-5 arasında arttırmıştı.1922’de Yahudilerin yerleşim yerlerine göre nüfus yüzdeleri ise Kudüs % 54, Tel Aviv % 100, Yafa % 16, Hayfa % 25, Tabarya % 64 ve Safad % 34 şeklindeydi. İngiltere’nin Filistin’e hâkim olduğu 1922-1947 yılları arasında dördüncü ve beşinci Yahudi göçü yaşandı. Manda yönetiminin izin vermediği yasadışı göçler de (Aliyah Beth) bu süre zarfında gerçekleşti. Bu göçlerde etkili olan en önemli konuların başında ABD, Kanada ve İngiltere gibi devletlerin kendi ülkelerine yapılacak Yahudi göçlerine kota koyması gelmekteydi. 1933’de İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde Almanya’da Nazi partisinin iktidara gelmesiyle artan Antisemitizm 1933-1936 yılları arasında Yahudi göçünü hızlandırdı. Bu tarihe kadar gerçekleşen göçlerin en büyüğü olmasından dolayı Yişuv’da yerleşenlerin sayısı iki katına çıktı. Beşinci göç dalgasının bir diğer özelliği de Almanya’dan göçen Yahudilerin iyi eğitimli olması ve sermayelerini yanlarında getirmesi gösterilebilir. Sermaye sahipleri daha çok kıyı şeridine yerleşerek ticaretle ilgilendiler. Manda yönetiminin tuttuğu istatistiklere göre 1932-1939 arasında 213.629 Yahudi Filistin’e göç etti. Yahudi Ajansı’nın düzenli olarak tuttuğu kayıtlar da ise nüfusun 170.000’i Eşkenazi, geriye kalanlar Sefarad ve Yemen’den göçen Yahudilerdi. 1932-1939 yılları arasında yaşanan göçlerin gerçekleştirildiği ülkelere göre dağılımında birinci sırayı Polonya (76.500), ikinci sırayı Almanya (41.089) almaktaydı.1931’de Yahudi nüfusu 53.800 olan Kudüs, 1939’da 82.000 Yahudi’ye ev sahipliği yapmaktaydı. Yahudi yerleşimlerinin merkezi konumunda bulunan Tel Aviv’de ise 1931’de 46.300 olan Yahudi sayısı 1939 yılında 177.000’e ulaştı. Tel Aviv’de yaşanan bu yoğunluğun temel sebepleri arasında ticaret için bir liman kenti olması ve güvenlik açısından daha rahat olmasından kaynaklanmaktaydı.([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...].) Sonuç olarak: 1922 yılında 94.752’i olan Yahudi nüfusu 1948 yılına gelindiğinde Filistin genelinde 750.000 kişiyi geçmişti. Bu demografik değişimle İsrail 14 Mayıs 1948’de kuruldu. Yaşanan göçler neticesinde Filistinli Araplar topraklarını da terk etmek zorunda kaldı. Bunun bir diğer anlamı Arapların kendi vatanlarında mülteci konumuna düşmesiydi. 1948 Yılı Sonrası Türkiye •14 Mayıs 1948’de Arapların anavatanı Filistin’de İsrail Devleti kuruldu. İsrail Devleti’nin kurulmasından 1 hafta önce, 1 Mayıs 1948’de, Türkiye’de “Hürriyet” adında bir gazete yayın hayatına başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1923’te kurulduğuna göre, 1948’te hangi toplum için hürriyet? (1948 yılından sonra Türkiye’de doğan kız çocuklarına “Hürriyet”, erkek çocuklara “ Özgür” adı verilmeye başladı. • Israil'i tanıyan ilk ülke SSCB'ydi. (bkz: Komünizm=Siyonizm? [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] •Israil'i kuruluşundan 11 ay sonra tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye’dir. •İsrail'i fiili olarak ilk tanıyan başbakanımız Prof.Dr.M.Semsettin GÜNALTAY ( ilahiyatçı olup bir Ortadoğu- ve Yakındoğu uzmanıydı.) •Israil'i ilk ziyaret eden başbakan Adnan MENDERES (Soner Yalçın'a göre Kripto; Sabetayist) •İsrail’in kurulmasıyla birlikte, başta laik yaşam olmak üzere Batı Uygarlığı temelleri üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1948’den sonra Sünni inancın eğitim kurumları İmam-hatip, yüksek İslam enstitüleri, ilahiyat fakülteleri açıp yaygınlaştırmaya başlamıştır. • Batı kültürünü Anadolu’ya yerleştirmek, Anadolu insanına “kul” değil, “birey” olduğu bilincini aşılamak ve teknikle donatmak, başka bir söylemle ilkel insanı uygarlaştırmak için 17 Nisan 1940 yılında kurulmuş olan ‘Köy Enstitüleri’, 1946 yılında Milli Eğitim Bakanı Olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te kapatılmıştır. •21 Mayıs 1948 tarihinde İmam Hatip Yetiştirme Kursları açılmıştır. • 17 Ekim 1951 günü Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin onaylamasıyla İmam Hatip Okulu açma kararı yürürlüğe girmiştir. Kararnameye göre 7 ilde birer İHO açılmıştır. İHO, 1954-1955 öğretim yılı sonunda ilk mezunlarını verdikten sonra 3 yıllık lise kısmı da açılmıştır. Böylece 4+3=7 yıllık bir ortaöğretim kurumu haline gelmiştir. Hem Filistin’de ve hem de Türkiye’de asıl dinselleşme (Sünni iktidar tekniği) 1967 yılından sonra görülecektir. Konu cebe tarafından (05.04.2016 Saat 16:00 ) değiştirilmiştir.. |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 15 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
18.04.2016, 13:54 | #4 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603
|
Cevap: Türkiye'de 1923,1926, 1948 ve 1967 Yılları
1967 Yılı ve Sonrası NOT: “Türkiye Gizli Yahudiliği” ile ilgili yazdıklarımın tümü Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün kitaplarında yazılanlardır. Dolayısıyla, yazdıklarım benim bilgim/düşüncem/teorim değil, Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün bilgisi/tanıklığı/düşüncesi/tezi’dir. Yani, bu durumda ben, Prof. Küçük’ün söylediklerini tekrarlıyorum; papağan gibi. Kötü bir durum; bilgisiz, birikimsiz ve bunların sonucu bilinçsiz olmak! Sonuç olarak, övgüler veya yergiler bana değil, Prof. Y. Küçük’e… ------------------------------------------------------------------ İsrail, 5 Haziran 1967'de, ani bir saldırı başlattı, Mısır hava gücünü yerdeyken birkaç dakika içinde yok etti ve iki gün sonra Sina'ya ve Süveyş Kanalı'na ulaştı. İki gün sonra, yani 7 Haziran’da, İsrail ordusu Ürdün ordusunu Batı Şeria'nın dışına itti; 5'inde Kudüs'ü aldı ve Ürdün vadisinin batısındaki tüm toprakları işgal etti. Son olarak da Tsahal (İsrail Ordusu) güçleri, kuzeyde, Suriyelilerin direnişine rağmen Taberiye gölünün tepesindeki Golan tepelerinin dik yamaçlarını aştı…..11 Haziran 1967’de Amerikalılar ve Sovyetler tarafından dayatılan bir ateşkes ile sona eren bu "Altı Gün Savaşı" bugün hala bölgenin temel stratejik verilerini belirlemektedir. 1948'de İsrailliler tarihsel olarak pek önemi olmadığı için (eskiden sıtma yüzünden) Arap nüfusun büyük oranda kaçtığı toprakları almışken, 1967’de İsrail ordusu (çölle kaplı Sina yarımadası haricinde) Gazze gibi sayısız şehirleriyle birlikte Arap nüfusun görece yoğun olduğu toprakları işgal etti. İsrail, 1967 yılının Haziran ayında 6 gün süren bir savaşta Arap ordularını hezimete uğratarak topraklarını devasa ölçüde büyütmüş, bundan daha önemlisi artık korsan bir devlet değil, kalıcı bir devlet olduğunu kanıtlamıştır. Böylece, tüm dünyadaki Yahudilerle birlikte Türkiye’deki açık ve gizli Yahudiler de Kudüs’e yönelmişlerdir. Artık Tevrat’taki ‘vaat edilmiş topraklar’ :Arz-ı Mevut’üzerinde özgür İsrail Devleti kurulmuştur ve bütün Yahudilerden hizmet, sadakat beklemektedir. “...1967 İsrail zaferi sadece Batı Şeria'nın fethini ve Yahudi devletinin görece kalabalık bir Arap nüfusu kontrol etme zorunluluğunu değil, aynı zamanda Siyonist hareket içinde aslen jeopolitik büyük değişimleri de getirdi beraberinde. 1967 zaferine kadar Siyonist hareket oldukça az dindar Yahudilerin olayı idi, ancak Kudüs’ün fethinden sonra tüm dünyadaki dindar veya laik Yahudilerin İsrail’e bakışları değişir. O zamana kadar Siyonist hareket oldukça az dindar Yahudilerin hatta din konusunda özgür düşünenlerin olayı idi ve hahamların ve daha dindarların çekincelerine hatta düşmanlığına yol açmıştı. Ancak dindar veya laik, yüzyıllardır olduğu gibi her yıl "seneye Kudüs'te" diye dilekte bulunan insanların İsrail'e bakış tarzı bu şehrin fethinden ve Tsahal'ın ani zaferinden sonra değişti. İsrail askerlerinin Ağlama Duvarı'nın dibinde bulunması kaderin bir işareti olarak görüldü. Bundan ötürü çok sayıda İsraillinin dindarlığı da arttı.”(YvesLacoste: Büyük Oyunu Anlamak, s: 292-296.) Yahudiler, nasıl Rab’ın yardımıyla Mısır esaretinden kurtulup İsrail’e dönebilmişlerse, işte şimdi de binlerce yıldan beri göçebe olarak yaşadıkları dünyanın dört bir yanından yine Rab’ın yardımıyla İsrail’e dönebilmişlerdi. Dame Elizabeth Rosemond (Liz Taylor), Sharon Stone, Demi Moree gibi birçok Yahudi asıllı aktris ve daha birçok İbrani ünlünün Ağlama Duvarı’nın dibinde dua etmeleri bundandır. Liz Taylor, 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda değeri çok yüksek bir elmas yüzüğü İsrail ordusuna bağışlamıştı. (Bkz. O günlere ait gazeteler). Kasım 2012’de, İsrail’in Gazze’ye saldırısı sonrası "İsrail için dua ediyorum" mesajı atan Ermeni gözüken Yahudi (Çok büyük olasılıkla Karaim Yahudi’si) pornocu kadın (uluslararası o…) Kim Kardashian, aldığı sert tepkiler üzerine özür dilemek zorunda kaldı.(Milliyet Gazetesi, 20.11.2012)). Aynı şekilde, Türkiye’deki gizli Yahudilerinin, örneğin Genelkurmay Başkanlarının, devlet adamlarının, mankenlerin, işadamlarının Hac, Umre bahanesiyle Kudüs’ü ziyaret etmeleri, Ağlama Duvarı’nda dua edip fotoğraf çektirmeleri de aynı amaçla, aynı dilekledir. Örneğin, Genelkurmay Başkanlarından Or. Gen. Hilmi Oz-kök ve Or. Gen.İlk-er Başbuğ da ağlama duvarını ziyaret edip dua etmişlerdir. Fotoğrafları gazetelerde yayınlandı( Google arama motorunda var). Mehmet Yaşar Büyükanıt’tan Genelkurbay Başkanlığını 30 Ağustos 2008’de devir alcak olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un da İbrani asıllı olduğu basın yayın araçlarında izlendi; Kudüs’te “ Ağlama Duvarı’nda inanç ritüelini yerine getiriken çekilen fotoğrafları bazı gazetelerde yer aldı. “Yarınki MGK öncesi kritik görüşmeye Kara Kuvvetleri Komutanı sıfatıyla katılan Başbuğ’un, Ağustos’ta Genelkurmay Başkanlığı’na terfii bekleniyor. Erdoğan, Başbuğ’un İsrail gezisi sırasında Ağlama Duvarı önünde çektirdiği fotoğrafın bir gazeteye yansıması üzerine Bursa mitinginde, "Biz gerginliklerin tarafı değiliz. Ankara’daki karanlık senaryoların başında, sanal gerilimlerin, sanal tehditlerin başında biz yokuz" diyerek yayınlara mesafe koymuştu.” (Hürriyet Gazetesi, 25.06.2008.) Müstakbel Genel Kurmay Başkanı’nı, Mehmet Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı’nı devraldığı eski Genel Kurmay Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök şu sözlerle savunmuştur: “Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök, dünkü Radikal gazetesinde yayınlanan söyleşisinde çarpıcı açıklamalar yaptı. Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un Kudüs’te Ağlama Duvarı önünde çekilmiş fotoğraflarının basına yansımasıyla ilgili şunları söyledi: "Bu tür senaryolar her atama döneminde olur, benim hakkımda da olmuştu. Ben de ziyaretlerde oralara gittim, benim de fotoğraflarım çekildi, kiliseleri de ziyaret ettim. Bunlar hafif şeyler. Hem Hazreti Musa da Hazreti İsa da Müslümanlığın saydığı peygamberler değil mi?” Belki başka genelkurmay başkanları, başbakanlar da vardır. Çünkü, Türkiye’de İbrani olmayan asker ve sivil bürokraside tepe noktalara, yani kontrol noktalarına getirilmez; bu, inanç ölçüsünde bir kuraldır. Zaten bir diğer Genelkurmay başkanı MehmetYaşar Büyükanıt’ın Irgunçetesi üyesi olan dedesinin mezarı Kudüs’tedir. (Irgun: Filistin’deki ilk silahlı Yahudi örgütüdür. Türkiye’deki gizli Yahudiler –bu çetenin adına izafeten- Argun, Ergun, Ergün, Ergin, vb. ad ve soyadlar taşırlar.). Sadece asker bürokratlar değil, zengin (jet sosyete: Jew sosyete) kriptoların hemen hepsinin Hac, Umre bahanesiyle Kudüs’ü ziyaret etmeleri de Rab’a şükran sunmak, teşekkür etmek içindir. Bu organizasyonların en kapsamlısını Diyarbakırlı Kürt görünen Nadire İçkale yapmaktadır, bu seromoniler1 Mayıs 1948’de New York’ta kurulan ‘Hürriyet Gazetesi’nden (İsrail ise 14 Mayıs 1948’te kurulmuştur, Hürriyet: İsrail’e Hürriyet ?) her yıl naklen yayınlanmaktadır. Sonuç olarak Türkiye gizli Yahudilerinin –hangi bahane ile olursa olsun- Kudüs’ü ziyaret edip, “Ağlama Duvarı”nda dua etmeleri 1967 yılından sonra başlamıştır; Yahudi tarihine, mitolojisine ve “dava”ya bağlılığın göstergeleridir. Sadece ziyaret etmekle bağlılıklarını göstermiyorlar, insan, şirket, parti, coğrafi yerlerin adlarını da İbrani tarihinden/mitolojisinden seçiyorlar. Örneğin, 1967 yılından önce hiç bilinmeyen Br’li adlar mantar gibi çoğaldı, toplumun tüm katmanlarına (ezici çoğunluğu Türk -Moğol etniğinden olan gecekondulara bile) yayıldı: Burcu, büşra,Ebru, beren, eber, bener, barçın, barkın, barlas, berat, berfin, beria, beril, berna, berrak, bertuğ, bugra, burak, burçak, burçin, , burçun, burkut., vb. “Ayrıca, biraz aha yakına geldiğimizde, bir tür “milat” saydığımız 1967 İsrael-Arap Savaşı öncesinde “ebru “adının taşındığına ihtimal vermiyorum.” (Prof. Dr. Y. Küçük:İsyan-1, s: 535) (Beren, Burak, Ogan, Okan adlarının onomastik analizi için bkz. İsyan-1, s: 532-588) Bunun gibi, İsrail’in kuvveti anlamına gelen “Oz” sözcüğünü içeren adlar da yaygınlaştı: oz-an, öz-can, öz-kan, öz-türk, öz-al, vb. “Bizde Ibrani "Oz", İbraniyet'ten daha çok kullanılıyor. Oz'dan"Ozan” veya bir varyantı olan Uz'dan "Uzan" gorüyoruz. Demek ki "-n" veya “an" ekinin isim yapmada çok verimli olduğunu bir kez daha tespit edebiliyoruz.“” ( Tekelistan-1,s:170) (Soru: Hun adının önüne OR takısını kim, ne zaman ve niçin koydu?) Yahudi peygamberlerden biri olan Samuel’in adına izafeten Anglo-sakson kültürde “Sam” olarak kullanılan adı, Türkiye’de “Cem” olarak taşımaya başlamışlardır.Cem’ler, Br’ler ve Oz’lar siyaset, ekonomi, bürokrasi, medya, vb de hep yukarılardadırlar. Türkiye’de 1967 yılı sonrası: ( Kan dökerek kurulan cumhuriyet kan dökülerek yıkılmaya başlanır.) “Ömrü hapishanelerde tüketmek. Amansız İşkenceler görmek. Asılmak. Yakılmak. Linç edilmek. Gözaltında/ göz önünde öldürülmek. Vatanından kovulmak. Toprağına ve tüm sevdiklerine hasret gitmek. Bir ceviz ağanın, bir çınarın gölgesinde uyuyabilmenin özlemini çekmek.” Prof. Dr.YalçınKüçük’e göre, Türkiye gizli Yahudileri(Musevi ve Sabetayistler) başlangıçta, yani Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu dönemde Türkiye’ye bağlı idiler, üçük’e göre, geçici bir korsan devlet değil, kalıcı olduğunu kanıtlamasından sonra, artık Türkiye’yi yaşatmak için değil, yıkmak için çalışmaya başlamışlardır. “1967–1973 arasını, Türkiye Sabetayizm’inin inanç değiştirme dönemi olarak niteliyorum, son zamanlarda pek çok çalışmamda bu da temel düşünce durumundadır. 1967 yılında İsrail’in, Araplara karşı umulmadık, ancak, büyük bir zafer kazanması; İsrail Devleti'ni kâğıt üzerinde bir devlet olmaktan çıkarıyordu ve Türkiye Sabetayizm’inin, Türkiye’ye inançlarını yitirmelerinin başlangıcıdır. 1973 yazında başarının tekrarlanması inançsızlığı artırıyordu, bu sonuncu kısmen Sovyetleri püskürtme anlamına da geliyordu ve 1974 yılında, Türkiye’nin Kıbrıs çıkarması, İsrail’i güvence altına da alıyordu. Bu dönemde, Türkiye'de ekonomik dinamiklerin diş pazarı zorladığına işaret etmiştim; alttan alta emperyalist mekanizmalar etkili olmaya başlıyordu; Amerikano-Judaik emperyalizmile çakışmaktadır. Artık İsrail, bir ileri karakol olmaktan ötededir.”(Prof. Dr. Yalçın Küçük: Tekeliyet-1, s: 370.) 1967 sonrası Türk, Müslüman, solcu, sağcı, kapitalist, şeriatçı, devrimci, ulusalcı ve hatta Orgenaral Kenan Evren gibi Atatürkçü kimliklerine gizlenen Yahudiler, İsrail Devleti’ni büyütmek için çalışmışlar ve ilk önce Batı Uygarlığı’na erişmeyi hedefleyen, laik ve sosyal bir hukuk devleti özelliklerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için gerekli çalışmaları başlatmışlardır. “1967- Altı Gün Savaşı, çok büyük bir “push” (harekete geçiren vuruş; itme) etkisi yaptı, biliyoruz ve ben de, diğerleriyle birlikte, ayrıca İsrael’in asıl kuruluşu tabir ediyorum. Beklenmedik bir zamanda Arapları, hezimete uğrattılar ve İsrael’in bir kalıcı “yurt” olduğuna inandılar. Sovyetler’deki Yahudi muhalefeti işte bu tarihte başladı; Sovyet Yahudileri “Aliye” (Aliyah) mücadelesini açtılar. Yıkılışın başındayız. Bizdeki İbrani asıllıların sosyalist hareketi boşaltmalarının başlangıcı da bu tarihtedir. Bunlar da bizim sosyalist hareketten “aliye” yapıyor¬lardı; uçarken, yıkıyorlardı. Judaizm’de kavgaların önemli bölümü kalanlar ile gidenler arasındadır; Türkiye İşçi Partisi’nin iç savaşı’ndan söz ediyorum. Ne ilginç, aliye’nin tarihi, Rusya-Türkiye tarihi’dir. Rusya’dan uçuyorlardı ve Türkiye’de bir yere konuyordu. Buna “aliye” diyoruz; uçanlar, İsrael Devleti’ni kurdular. Demek ki “aliye” olmasa İsrael Devleti olmayacaktı; kudsiyeti ve Türkiye’de ad ve dizi olmasını buna bağlıyoruz.En büyük aliye’ler, Sultan Hamid zamanında ve izleyen Jön Türk iktidarındadır. Jön Türk ayrı, Sultan Hamid’in, siyonistlerle mücadele et¬tiği, tam bir falsifikasyondur. İsrael’in temelleri, Hamidiye Devri’nde atılmıştır; “aliye” şahidim oluyor. Gidenler Eşkenaz’dılar (Alman Yahudileri). Türkiye’de kalanlar Seferad (İspanyol Yahudileri) idiler. Dokuzuncu Siyonizm Kongresi’nde Osmanlı Delegesi, sonraki adıyla Munis Tekinalp, “vaad edilmiş toprak” burasıdır, deyu haykırıyordu; “haydi, gelin, haydi” misullu çığırıyordu. Belki de eşkanazlar ve sefaradlar arası “yurt” savaşı yapılıyordu, bilemiyoruz.”( Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsimlerin İbranileştirilmesi, s:49.) Türkiye Cumhuriyeti kuruluşlunda- ordunun öncülüğü/yönlendirmesi ile - “muasır medeniyeti” , yani temelinde Grek uygarlığı olan ve aklı rehber edinen “Batı Uygarlığı”na ulaşmayı amaç edinmişti. Oysa, 1967 yılından sonra - Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün iddiasına göre yine ordunun zoruyla bu kez yönünü Batı Uygarlığı’ndan Kudüs’e döndürmüştür. Görünürde laik ve Batı uygarlığı yanlısı, gerçekte ise “Büyük İsrail” (Arz-ı Mevut) davasına bağlı ordu, “Türk-İslam Sentezi” adı verilen ve içinde Yahudi ırkçılığını (Siyonizm) saklayan bir ideolojiyle Türkiye toplumuna Arap-İbrani kültürü ve yaşam biçimi dayatmıştır. Batı kültüründe ısrar eden entelektüeller, solcular ve sol sempatizanı Aleviler ordu, polis ve onların yardımcısı para-militer odaklar tarafından ezilmiştir. “Tez şudur: Dünya soluna ve özellikle Türkiye soluna, içten ve dıştan en şiddetli darbelerin başlangıcı 1967 Altı Gün Savaşları'dır ve İsrail'in, beklenmedik bir zamanda Araplar'ıhezimete uğrattıkları bu savaşı bir "milat" kabul ediyoruz. Bunu, 1967–1973 kesiti olarak da kaydedebiliriz; Türkiye düzeni İsrail'e yaklaştıkça, Türkiye soluna daha şiddetli darbeler indiriyordu. Sola karşı büyük şiddetin, Profesör Erim'in (CHP) başbakanlığı ile başladığını söyleyebiliyoruz. Türkiye solunun içinden parçalanmasında ve dışından şiddetli darbelerle dövülmesinde sabetayizmin rolünü teşhis etmek zorundayız.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Tekeliyet-1, s: 268.) (Maraş ve Çorum Türk kırımlarında CHP iktidardaydı, Madımak katliamında Erdal(Erzel:İsrail Toprağı) İnönü Başbakan Yardımcı idi. Ahmed-i NeJat döneminde İran Evrensel Yahudiliğin (Dünya Yahudi Partisi) hedef tahtası yapıldı; hangi şehirde ve hangi aşamada (uranyum zenginleştirilmesi) nükleer santral olduğunu Ahmedi Nejat basın toplantıları yaparak ve güya İsrail’e göz dağı vererek ilan ediyordu, yani dünya Yahudiliğine haber veriyordu. Bir yandan da Zencani, Reza ve Türkiye’deki soydaşlarıyla birlikte İran hazinesinden tam 200 milyar dolar aşırmıştı. Sonuç olarak, Köy Enstitüleri’ni kapatan Reşat Şemsettin Sirer, sosyal adalet isteyenleri darma duman eden Nihat Erim, Maraş soykırımını seyreden İrfan Öz-aydınlı’nın CHP’li olması, Ahmet-i Nejat’ın İran gibi köklü bir devlete başkan olması yaşadıkları ülkeye ihanete ve mensup oldukları Yahudi ırkına bağlılığına ve hizmetine engel değildir. Yaşayarak görüyoruz.) “12 Mart 1971 Darbesi'nden sonraya rastlıyordu; kuskusuz Darbenin lideri Orgeneral (Memduh) Tağmac ve daha sonra yerine gecen ve Kıbrıs Savaşı'nda Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Semih Sancar da sabetayisttiler.( Prof. Dr. Yalçın Küçük: Tekeliyet 1, s:343.) ••• “Cunta reisi Memduh Tağmaçı’ın İbrani asıllı olmaları ihtimalini hayli yüksek görüyoruz. Kaldı ki, “Memduh” ismi “Yeduh” kelimesinin lisanımızdaki mübadillerinden birisi olmakla “övgü” veya “övülmüş” manasını vermektedir.”( Prof. Dr. Yalçın Küçük: Gizli Tarih, s: 109.) ••• “12 Mart Darbesi'nin ilk başbakanı, (Turan)Güneş'in akrabası, Nihat Erim ve üçüncü başbakanı bankacı Naim Talu da sabetayist ailelerden geliyorlardı; ortadaki başbakan Vanlı Ferit Melen 'in bir Kürt-Yahudi kökeni olup olmadığı araştırmaya değer görünmektedir. “(Yalçın Küçük, Tekeliyet 1, s:343.) ••• “..her iki cunta lideri OrgenerelTağmaç ve Orgeneral Evren, İbrani asıllıdırlar. yakında ölen OrgenerealNurettin Ersin de öyle idi. Oradan seçiyorlar./…/ Naim Talu , 12 Mart darbesinde Başbakan olmuştu. Darbenin başında Genelkurmaya Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç vardı, İbrani asllıdır. Naim, Naomi , “hoş” demek olup, İbraniler tarafından da taşınıyor. İstanbul’da son Sinegog baskınında ölene Yahudiler arasında Talu adlılar da vardı.“( Prof. Dr. Yalçın Küçük: Gizli Tarih, s: 374.) ••• 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre, 12 Mart 1971 darbesini yapanlar gibi, 12 Eylül 1980 darbesini yapanlar da İbrani ırkındandır ve bu askeri darbe , ”İran’daki Amerika-İsrail karşıtı Humeyni İhtilali’ne nazireAmerika -İsrail yanlısıİslami bir darbe”dir “…neo-konservatiflerin(Hıristiyan gözüken Zionist Yahudiler) gelmiş geçmiş en ünlü isimlerinden olup1985’teRonald Reagan’dan Başkanlık Özgürlük Madalyası alan Albert Wohlstetter, Amerika’nın İran’daki Sovyet etkisi önüne geçmek için başa getirdiği Şah’ın düşüşünden hemen bir gün sonra İstanbul’a geliyor ve Boğaz’da, içlerinde Türklerm bulunduğu anlaşılan davetlileriyle yemek yiyordu. Yemekli toplantının konusu, İran Devrimi ve Türkiye idi. Amerika İran’ı elin kaçırdığı gibi bir de büyük darbe yemiş durumdaydı. Bir sonraki darbe Türkiye’den mi gelecek; davetlilerden biri, “craignantpour la Turquie le sort de l’Iran”,İran’ın kaderinin Türkiye’nin de olacağından korkarak soruyordu: “Est-ce le prochainprobleme?Bir sonraki sorun Türkiye mi olacak, Wohlstetter“Hayır,” diyodu.“c’est la réponseau probleme!” Türkiye soruna yanıt olacak, yi Amerika değil, Türk halkı yedi: Wohlstetter’in akıl hocalığında, İran’daki Amerika-İsrail karşıtı Humeyni İhtilali’ne nazire Amerika -İsrail yanlısı islami bir darbe gecikmedi. Amerika İran Devrimi’nin karşısına, kendi Sünni İslam darbesi ile çıkmıştır;mezhep çatışması dedikleri düpedüz sınıf çatışmasıdır ve apaçık önümüzde duruyor, Amerikancı Sünni İslam küresel sermayenin silahıdır.”(Prof. Dr. Yalçın Küçük: Çıkış,s: 219. Tekin Yayınevi) Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün bu tezi, CIA Ankara tBürosu şefi Neokonservatif Paul Henze tarafından doğrulanmıştır: “bizim çocuklar işi bitirdi..” “İlk kez Mehmet Ali Birand ‘ın “12 Eylül Saat:04.00(1984)” adlı kitabında ortaya atlan 12 Eylül darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’nin askeri müdahaleyi haber alırken, haberi ulaştıran diplomatın , “your boys have done it: seninkiler yaptı/bizim çocuklalar işi bitirdi-anlamındaki konuşmasını ,12 Eylül darbesi içinde ABD’nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştu. Henze’den sonra,” Ankara’daki çocuklar başarılı, ”şeklindeki mesaj başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir. Paul Henze 2003 yılında bir Türk gazetesine verdiği demeçte “Bizim çocuklar işi başardı” sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş . Ancak, kısa bir süre sonra Birand 1997’deHenze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze’i yalanlamıştır. ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) (NOT: Paul Henze, CIA Ankara Bürosu şefliği yapmış olan Henze, Kenan Evren gibi cuntacıları kastederek "bizim çocuklar başardı" sözünün sahibi olarak tanındı. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Prof. Dr. Yalçın Küçük, hem 12 Eylül darbesini yapanların İbrani olduklarını, asıl amacın hem tamamı gizli Yahudilerin elinde olan Türkiye siyasetini ve sermayesini ve hem de İsrail’i güvenceye almak olduğunu, bunu gerçekleştirmek için de bir yandan Sünni İslam yaşam biçimini topluma dayatırken diğer yandan muhalif kesimlere (solculara, komünistlere, Kemalistlere ve Alevilere) kanlı şiddet ve ağır işkence uygulamıştır. “1980 Eylülist Darbesi, başında Orgeneral Kenan Evren vardı, bir İsrael Derbesi’dir. Nisan, Tammuz ya da Temmuz ve Elul veya Eylül, İsrael’de zaman zaman Tanrı ve ay adı olmakla biz isim olarak taşıyoruz. Eylülist darbede, Türk aydınına, görülmemiş kin, Arap yanlısı bir tutum alan soldan inti¬kam idi; bir İbrani olan Hiram Abas, bu kini temsil ve en yüksek noktada realize ediyordu. İsrael kinidir ve Irak’taki Ebu Gareb hapishanelerinin provası sayabiliyoruz.”(Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsimlerin İbranileştirilmesi,s: 48.) Prof. Y. Küçük’e göre, ABD’nin Irak işgalinde ırak halkına ağır işkenceler yapanlar da İbrani asıllıdır: “Irak zindanlarında işkenceci Amerikan subay veya erlerinin ne kadarının Yahudi asıllı olduğu araştırmayı gerektirmektedir. Bazılarını teşhis edebiliyorum.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük Putları Yıkıyorum,s:328: ) Türkiye’de 12 Mart-12 Eylül arasındaki 10 yıllık süreçte, özellikle 12 Mart 1971 darbesinden hemen sonra, HiramAbas adında bir MİT elemanı dominant roldedir. “M. Hiram Abas, İstanbul'daki bütün provokasyon, tertip ve operasyonları planlayan Kontrgerilla şefiydi. CIA ve MİT adına Faik Türüne danışmanlık yapıyordu. İstanbul Kontrgerilla Karargahı ile CIA ve MİT'in irtibatını sağlıyordu. Gemi batırma olayları, İsrail Büyükelçisi Elrom olayı, Fırtına Tatbikatları gibi tertip ve saldırılar HiramAbas'ın başı altından çıktı. Hiram Abas, işkence ve operasyon hastasıydı. Görevli olmadığı halde 12 Marttaki bütün baskınlara, operasyonlara en önde katıldı. Provokasyonları yönetti. Yeni işkence yöntemleri geliştirdi ve bu yöntemlerin uygulanmasına bizzat katıldı.” ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Hiramadı Türk-Moğol adı değildir, Tevratik’tir. “Süleyman hükümdarlığının dördüncü yılında, M.Ö.964 dolaylarında mabedin inşasına başladı. Tevrat’ta belirtildiğine göre Süleyman, tapınağının yapımına Yahudilerin Mısır’dan çıkışının dört yüz sekseninci yılında başlamıştır. Süleyman, daha önce Davud’un sarayının yapımında büyük emeği geçen ve Davud’la yakın dostluğu bulunan Sur Kralı Hiram’dan da malzeme ve zanaatçi tedarik ederek yardım aldı. Mabedin inşasında Hiram işçilerin başında bulundu. M.Ö.957 yılında tapınağın inşası tamamlandı.” ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Birçok kitap ve internet sitesinde de İbrani olduğu, dedesinin de Mason olduğu kayıtlıdır. 12 Mart 1971 darbesinin öncüsü olan 27 mayıs 1960 darbesi de İbranilerin yaptığı bir askeri darbedir. “Erol Güney, bundan sonra, 1960 yılında, Israel Genelkurmay Başkanı’nın yine gizlice Ankara’ya geldiğini de ifşa ediyor; 27 Mayıs Müdahalesi’nden önce mi sonra mı, bunu öğrenemiyoruz. Önce ise, devrim planlamasına katıldığını düşünmek zorundayız;çünkü, 1958 itibariyle, mossad-mit ortaklığı kurulmuştu ve dışında kalabildiklerine ihtimal veremiyoruz. 27 Mayıs sonrasında da olabilir, ancak, yine de bir yakınlık teşhis etmek durumundayız; çünkü, 27 Mayıs, Türkiye’nin dış politikasında Araplara, Shlaim’in kitabının balığındaki sözcüklerle, “Demir Duvar” örülmeye başlandığı tarihtir. Bir de, Washington ile “ikili antlaşmalar” üzerinde çok yararlı açıklamalar yapmış olan 27 Mayısçıların, bu çok önemli Israel gizli antlaşmasından hiç söz etmemeleri bir muamma izlenimi veriyor. Bir ilişki, kuvvetli bir hipotez değerindedir ve kuruyoruz.“ ( İsyan-2,s-40) 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra kurulan Milli Birlik Komitesi (MBK)’nin başkanı Org. Cemal Gürsel, Başbakanlık görevini o zaman hiç adı sanı duyulmamış, sonradan çok ünlü olan Irak (Erbil) Yahudi’si İhsan Doğramacı’ya teklif etmiş, Doğramacı reddetmiştir.( Y.Küçük: Gizli Tarih.) Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ana dilinin Ladino (İspanya İbranicesi) olduğu konusunda bir dekanın anısı: “Hacettepe Tip Fakültesi Dekanı Prof. Doğan Karan bir gün yanına hademe takmış olduğu genç bir adamı mikrobiyoloji odasına gönderdi. Telefonda demişti ki: "Bu zat İsrailli bir mikrobiyoloji profesörüdür. Amerika'dan vatanına dönerken Hacettepe'ye uğramış, saat 17.00'de Ihsan Doğramacı Hoca'yla randevusu var. Aynı bilim dalından olduğun için o saate kadar adamı oyala." Oyaladım. Oturduk çay kahve içtik, her şeyden konuştuk. Benden görüşeceği Ihsan Doğramacı hakkında bilgi almak istedi, boyunu bosunu, görünümünü, özelliklerini, dilimin döndüğü kadar anlattım. Hangi dilde konuşabileceğini de sorunca, "İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Farsça bildiğini biliyorum" dedim. Randevu saati gelince birlikte dekanın makam odasına gittik. Hoca (ihsan Doğramacı) oradaydı. Ben İngilizce olarak İsrailli profesörü Doğramacı Hoca'ya takdim ettim. Hoca söze başladı ve ne olduğunu anlayamadığım bir dilde konuşmaya başladı. Yalnız ben ve Doğan Karan değil, misafir profesör de şaşkındı, ağzı bir karış açık Doğramacı’ya laf yetiştirmeye çalışıyordu. Görüşme bittikten sonra ben Hoca'ya hangi dilde konuştuklarını sorunca, "Hangi dil olacak anadili İbranice tabii ki" diye yanıt verdi. Misafir profesöre sordum: "Nasıl, Doğramacı Hoca İbraniceyi iyi biliyor mu ?" Adam hayretler içindeydi. "Benden daha iyi" dedi. (Muvaffak Akman, Yaşantımda Hacettepe ve Sonrası, Bir Emekli Rektör’ün Anıları, 1995, s. 193-194.) Bitmedi. Prof, Şinasi Özsoylu'nun “Ihsan Doğramacı ile 40 Yıl “adli kitabından bir bilgiye de şaşırdığımı anımsıyorum: Ihsan Doğramacı profesörlük aşamasında güvenlik soruşturması engeliyle karşılaşıyor. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) "babası" MAH,İh¬san Doğramacı için bir rapor hazırlıyor. Bu raporun yazdığına göre, "İhsan Doğramacı Müslüman değildi, karısı da Türk" değildi. (s. 23.) Prof. Doğramacı’nın biyografisinde "İbranice" bildiği bilgisi yoktu. Ama İbranice’yi anadili gibi konuşabiliyordu.” (Soner Yalçın: Efendi Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı, s:109.) Ancak, devirdikleri iktidar sabetayistlerin iktidarıdır. Yani 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’yi kuranlar ve oluşturdukları hükümet tümden Sabetayist Yahudilerdir. Soner Yalçın, yazdığı “Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” adlı kitapta Adnan Menderes sülalesinin tam bir Yahudi olduğunu, Menderes’in, Osmanlı Saray’ı tarafından dedelerine bağışlanmış, Ege’nin en verimli topraklarından olan ve binlerce dönüm arazinden oluşan ‘Çakırbeyli Çiftliği’nde hizmetçi olarak çalışan bir ailenin kızına tecavüz ettiğini ve kız gebe kalınca öldürdüğünü, sonra da ‘Ali Adnan’ olan adını Adnan Menderes olarak değiştirdiğini yazmıştır. (Soner Yalçın, adı geçen kitabını yayınlamadan önce, kitabın son şeklini, Adnan Menderes’in oğlu Refah Partisi Milletvekili Aydın Menderes’e götürerek Menderes ailesi hakkında yazdıklarından iftira, hakaret,vb ifadeleri karalamasını (kitaptan çıkarılmasını) rica etmiş. Buna karşın Aydın Menderes, Soner Yalçın’ın bilmediği bilgileri de eklemiştir. Sabetaycı olduklarını inkar etmemiştir. Bkz. “Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı”) Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre Cumhur başkanları Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül; başbakanlar Adnan Menderes, Sami Süleyman Gündoğdu (Demirel), Naim Talu, Suat Hayri Ürgüplü, Nihat Erim, Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve RTEİbrani ırkındandırlar ve çoğu Sabetayist’tir(Yahudi ırkından ancak Müslüman dininden olan İbraniler). “..kişilerden değil yasalardan söz ediyorum, İbrani asıllı olmayanların kural olarak dışişleri bakanı olamayacaklarını formüle ediyorum. Tevfik Rüştü Aras, Fatin Rüştü, Selim Sarper, H. Bayülken, İ. Türkmen, A. Bozer, Tansu Çiller, İsmail Cem, Coşkun Kırca, E. Gönensay;bunlar üzerinde durmak yerindedir. Devamla, Adnan Öztrak, Musa Öğün,, İsmail Cem, Tunca Toskay, Nevzat Yalçıntaş, Yücel Yener, Şenol Demiröz, Cem Duna;TRTgenel müdürü oldular ve burada da böyle bir yasa var mı, saçmalıklar bir yana bunlar incelenmelidir, bekliyorum. Sıddık Sami Onar, Cem Demiroğlu, Cumhur Ferman, Ihsan Doğramacı, Kemal Gürüz, Tarık Somer, İbrani’de "Şomer" yazılıyor ve "bekçi" demektir, rektör oldular; Cumhurbaşkanı Hazretleri'ne mektubum var. Sağcı veya solcu, faşist ya da özgürlükçü, Müslüman ya da laik oldular ve hepsi mevkilere geldiler; yoksa ortak bir yanları mı var, bu soruyu artık görmezlikten gelemeyiz.Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne sabetayist olmayan bir kedi bile, asistan olarak giremez diyorum. Peki Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne , İbrani asıllı olmayan dekan geldi mi ?”(Prof.Dr. Y. Küçük : Putları Yıkıyorum,s: 369. İthaki Yayınevi) Yine başbakanlık yapanlardan Tansu Çiller Yahudi asıllıdır. 13 Haziran 1993’te DYP kongresi Yahudi asıllı olduğu ileri sürülen ve Amerikan vatandaşı olan Prof. Tansu Çiller’i Genel Başkanlığa seçti. Prof. Yalçın Küçük, bunun bir İsrail darbesi olduğunu ileri sürmüştür. “Washington’u hoşnut eden bir darbedir ve Amerikan Dışişleri Bakanı nezaret ediyordu. Güzel, ancak, İsrael’in kullanması ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyordu, artık geriye de giderek darbelerin (12 Mart 1971, 12 Eylül 1980) realizasyonunda İsrael’i düşünmemiz daha isabetlidir. Çok kanlı geldi ve çok kanlı yerleşti. Önce, Uğur Mumcu katledildi ve bunu Jandarma genel komutanı Eşref Bitlis’e suikast tamamladı...Profesör Çiller’in sokaktan gelerek başbakan ve Demirel’in cumhurbaşkanı olmaları, işte bu kan selinden sonradır. O tarihte SHP başında Erdal İnönü olmasaydı, Çiller başbakan ve Demirel cumhurbaşkanı olamazdı, çok gayretkeş olmuştu: şimdi Erdal İnönü’nün önemli katkısı olan her işte, İsrail parmağı görüyorum...Yetmedi görev taksiminden sonra Sivas katliamı geldi, aydınlar Sıva’ta diri diri yakıldılar. Demirel cumhurbaşkanı, Çiller başbakan ve Erdal İnönü yardımcısı idiler. Aydınlar saatlerce yakıldılar. Çiller, daha sonra, bir İsrael gezisinde, bir zamanlar Osmanlı mülkü olan topraklar için, Tevratik ”vaad edilmiş” topraklar kabulünü tekrarladı.”( Prof.Dr. Y. Küçük,: Gizli Tarih, s 285,286.) Yukarıda değinildiği gibi sadece askeri darbeleri yaparak muhalifleri ezerek Yahudi egemenliğini (tekeliyet:tekelistan) güvenceye alan yüksek askeri bürokrasi değil, darbelerin düşürdüğü sivil iktidarın yüksek bürokratları ile yeniden kurulan yüksek asker ve sivil bürokrasi de İbrani asıllılardan oluşturulur: Bu nasıl olur? Yahudi hegemon sınıf içindeki iktidar savaşlarının yarattığı sağ-sol, laik-antilaik, komünist-liberal, vb ayrılıkları, kendi aralarında belli bir karşıtlığa ve düşmanlığa da dönüşebilir, ama Yahudi egemenliğinin kendi varlığını tehdit eden pratik bir çatışma durumunda, bu durum kendiliğinden ortadan kalkar, ve egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olmadıkları ve bu sınıfın gücünden ayrı bir güce sahip bulundukları yolundaki görüntü de uçup gider. Bir örnek: Sermayedar Vitali Hakko- Solcu (Sermaye düşmanı) Bedri rahmi Eyüpoğlu dyanışması: “Eyüboğlu Ailesi üzerine ifşaat değerlidir; daha önce kitaplarımın birisinde, Vitali Hakko’nun anılarına dayanarak, Bedri Rahmi’nin, 15-16 Haziran Büyük işçi Kıyamı’nda, derhal Vitali Hakko’nun muhafızlığını üstlendiğim yazmıştım. Bir büyük ressamın ve bir de “solcu” namdar idi, işçi eylemi olur olmaz bir büyük Yahudimizin koruması olmasını önemli buluyordum. Şimdi, eşinin akrabalarının Israel’de yaşadıklarını da öğrenmiş oluyoruz; demek orada gömülü yakınları bulunmaktadır.“ (İsyan-2, s: 36. İtahi Yayınları) Alman düşüncesinde Liberal Yahudiler ile Siyonist Yahudilerin dayanışması: “Siyonizm” den söz etmek istiyorum. Yahudilerin azınlığı bu hareketi destekliyor, çoğunluğu ise bunları kötü buluyordu. Fakat bu olaya çok daha yakından bakılınca bu görünüş hemen siliniyordu, çünkü bu durum, davanın gereklerini yerine getirmek için uydurulmuş kötü sebepler-yalanlar dememek için bu kelimeyi kullanıyorum-den ibaret bir hale geliyordu. Bu gerçeği gizlemek için kendileri tarafından icad edilmiş bir perde idi. Liberal denilen Yahudiler Siyonist Yahudilerin kendi ırklarından olmadığını, fakat Musevi dinini kabul etmiş olduklarını, tatbikatta buna da uymadıklarını ve bunun tehlikeli olduğunu inkâr etmiyorlardı. Fakat bu aralarındaki birliği asla bozmuyor, hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Liberal Yahudilerle Siyonist Yahudiler arasındaki bu danışıklı dövüş kısa süre sonra beni onlardan nefret ettirdi. Çünkü bu mücadele hiçbir şeye cevap yermiyor, bir yalandan ibaret bulunuyor ve bu hilekârlık bu kavmin sürekli övündüğü ahlâk, temizlik ve asaletle hiç bağdaşmıyordu. Zaten maddî olsun, mânevi olsun, bu ırkta temizliğin manası aynı idi. Sudan pek hoşlanmayan insanlardı bunlar. Onun için insan onlara baktığı zaman çok defa gözlerini kapamak zorunda kalırdı. Sonraları o uzun kaftanları giyenlerin kokusunu duydukça içimin bulandığı oldu. Elbiseleri de pek kirli, dış görünüşleri hiç kibar değildi. (Adolf Hitler: Kavgam, s:50,51) Bu egemen sınıf, kendi çıkarlarını ne kadar çok toplumun bütün üyelerinin çıkarları gibi göstermek zorunda olursa, bu "egemen kavramlar" da o kadar genel ve genelleştirilmiş bir biçim alacaklardır. (alaman ideolojisi, 76) Bu sorunun yanıtı için ayrıca bakınız BolJewik-Menjewik savaşı ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) ••• Aslında, Prof. Dr. Yalçın Küçük ve yazar Soner Yalçın’ın verdikleri bilgi ve belgelere göre, sadece günümüzde değil, ta 1560’lı yılardan beri Türkiye’de yüksek askeri ve sivil bürokrasi İbrani ırkının tekelindedir. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre, 1560’lardan, yani 2 öz oğlunu ve 4 torununu bizzat boğdurtan, buna karşın Yahudi tarihinde yine de “Kanuni” veya “Great Şlome (Muhteşem Süleyman)” olarak anılan I. Süleyman zamanında başlamıştır “ …başlıca kaynaklarla birlikte EncylopaediaJudaica’dan çıkardığımıza göre, bütün Yahudileri sarayına toplayan ve onlara çok büyük ayrıcalıklar tanıyan Kanuni zamanında Türkiye’ye geliyorlar. Aileden MoşeHamon, en büyük güce kavuşuyor, asıl adı Roxana olan Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa ile bir parti oluşturarak, ülkeyi yönetiyorlar/.../ Biliyoruz, Süleyman döneminin bir yükseliş görüntüsü taşıdığı kesindir; ancak bu görüntü aşıldığı zaman bozulma ve çürümenin bütün kanallarını da görebiliyoruz, bu nedenle, “ muhteşem” sıfatı havada kalmaktadır. /…/ 3. Murat (Kanuni’nin torunu) zamanında, hem genel hem de özel nedenlerle İstanbul Yahudileri çok büyük bir refah içinde yaşıyordu. /…/ Burada, “Alman Aile” denilen Aşkenazi’leri, “Evlad-ı Musa” sayılan Hamon’ları, Yahudilikte yarı azize sayılan Gracia ve Nasi’leri ortaya çıkarmış oluyoruz. Bunlara, kuşkusuz, Ester’i de eklemeliyiz, saraya ebe olarak girişi 1539 tarihindedir ve yarım yüzyıl dış politikanın yanında, iltizam işinde ve mansıp dağıtımında çok etkin olduğunu biliyoruz. Bunların hepsini Türk iç ve dış politikasında ve iç ve dış ticarette çok kritik noktalara getiren de Kral Süleyman idi. Muhteşem, ülkeyi bir Yahudi Partisi eliyle idare ediyordu/…/ Türkiye Yahudilerinin büyük tarihçisi Avram Galante, “Süleyman’ın Yahudileri lehine politikalar izlediğine de işaret ediyordu. /…/ Yahudi toprağındaki tek kutsal şehir olan Kudüs’ün duvarlarını ve ayrıca şehirde yaşayan Yahudilerin susuz kalmamaları için su tünellerinin yaptırdığını kaydediyor. Yahudi Ansiklopedisi, “Yavuz” olarak da bilinen ve Çaldıran seferine giderken casus olabilecekleri kaygısıyla kırk bin Türkmen ve kürt şiisini öldürten Selim’in Yahudilere son derece şefkatli yaklaştığını yazmaktadır. Beyazıt, Selim ve Süleyman saltanatında İstanbul’da Yahudileri anlatıyordu: “Fethedilen yerlerdeki Yahudiler, başta İstanbul, imparatorluğun önemli kentlerine aktarıldılar. (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Şebeke, s 49-63.) Prof. Y. Küçük, “Kanuni Süleyman zamanından günümüze olan süreçte Yahudilerin kabile dayanışması ve bunun devrin koşullarına göre ya iktidara ortak oldukları ya da mutlak iktidar oldukları,” şeklinde ifade edilebilecek tezini, başka kitaplarında da ve başka referanslara dayandırarak tekrarlamış ve özel bir adlandırmayla, “Tekeliyet” veya “Tekelistan” adını vermiştir. “Kriptolar içinde en ünlülerinden birisi Nasi idi, Fransızca “nassi” yazılıyor, Türkçe "Nasi" ve bazen de "Naci" olarak görüyoruz, DonnaGgracia ve Josef Nasi'den diğer çalışmalarımda, ayrıntılı olarak söz etmiş bulunuyorum. "Maranos" bir ailedir; Portekiz'i terk ettiler ve Avrupa'da Hristiyan olarak yaşadılar, çok zengindiler, Gracia'yı kız kardeşi Venedik’te, aralarındaki mali itilaf nedeniyle, kripto-Yahudi olduğu iddiasıyla ihbar etmişti. Tutuklandı, yakılabilirdi; Osmanlı Sultanı, savaş tehdidi de dahil kurtardı; bir iddiaya göre daha Avrupa'da iken ve diğer iddiaya göre özgür Osmanlı mülküne gelir gelmez,Yahudi olduğunu ilan etmişti. Dük Nasi , hem yeğeni ve hem de damadıdır; "dük" sıfatın İkinci Selim’in bahşettiğini biliyoruz. Bunlar, elli yıl kadar Osmanlı Devleti’ni yönettiler, egemen oldular, hem Osmanlı ye hem de Yahudi tarihinde ağırlıklı yerleri var, Yahudi ansiklopedileri "statesman in Turkey" demektedir. Ben”hanedan” olarak görüyorum; ayrıca Ingilizce "House of Nasi" nitelemesini böyle anlayabiliriz.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Tekeliyet-1, s:470) ••• “Vulgar tarihçi, Mustafa’nın babasının otağ-ı hümayunu içinde, Aksaray’da boğularak öldürülmesini, Mustafa’nın, Batılıların Roxalane dedikleri Hürrem’den değil, Gülbahar’dan doğmasına bağlayabilir¬ler; bunu yapıyorlar. İtalyan çağdaşlarının “giovine non bella magrassida”dedikleri, güzel değil, ancak şirin buldukları Hürrem, Gülbahar’ı kıskanabilir ve Süleyman’ı oğlunu boğdurmaya ikna edebilir; bütün bunlar kayıtlıdır. Mustafa’nın boğularak öldürülmesinden sonraki durumu tarihçi Tayyip Gökbilgin, “Bundan sonra saltanat verasetimeselesinde Şehzade Bayezid’i ve Selim’i iltizam eden saray partisinin başında Hürrem Sultan daha sarih bir vaziyet aldı” diye yazıyor. Buna “vulgar yazım” diyebiliriz ve gerçeğin üzerindeki ölü toprak olarak niteleyebiliriz;gerçek altındadır. Şüphesiz Hürrem’in de rolü vardır, yalnız kendi halinde önemli bulmuyorum. Önemli olan Saray Partisi’dir ve başında Yasef Nasi bulunmaktadır. Nasi, halası Beatrice de Lunaile birlikte, Israel tarihinde Donna Gracia ve şöhret olarak da “Ha Gev¬ret” çağırılıyor, “Hanım” demektir, adeta İmparatorluğu ve tabii Süleyman’ı yönetiyordu.O halde Hürrem’i abartmak, tekil rol vermek Yahudi Partisini gizlemek demektir.(Prof. Dr. Yalçın Küçük: Atamanoğlu Fatih, s:176. Tekin Yayınevi) ••• “…ol tarihte Osmanlı İmparatorluğunu, “Türk-Yahudi” ortak devleti telakki etmekte hiçbir sakınca görmüyorum. Süleyman’a “Muhteşem” lakabının dışarıdan, Yahudi çevrelerce ve tarihçiler tarafından verildiğini de ilave ediyorum. Süleyman, hem Yahudi Partisini güçlendirmişti, hem de Yahudi çıkarlarını önemli bir tarafgirlikle yüksek tutuyordu. Yahudiler çok seviyorlardı, “Şılomo Amelah”dediklerini biliyoruz. Yahudiler, büyük kralları Kral Süleyman’ı da böyle,”ŞılomoAmelah” ve uygun bir Türkçe ile, “Melik Süleyman”, biliyorlardı. Muhteşem, babası Selim tarafından alınan Kudüs’ü mamur hale en adamdır. /.../ Birinci Süleyman’ın saltanatını incelediğimizde, dönemin ‘kanuni’ değil, ‘gayri kanuni’ olduğunu görmekte güçlüğümüz bulunmamaktadır; kanunsuzluk yaşanılan günlere rengini vuruyordu ve daha sonraki çözümlemelere de damgasını vurması kaçınılmazdır. Kamu yönetiminde, keyfilik egemendi ve entrika, yönetim ilkesi ve cinayet tek yaptırım oluyordu. Böyle bir saltanatı ‘kanuni’ olarak anmak, hem yasallık ve hem de tarih bilimi ile alay etmekle özdeştir. Başta Yasef Nasi olmak üzere, idare önemli ölçüde Yahudilerin elindeydi; Nasi, her ciddi kaynakta zamanın dışişleri nazırı kabul edilmektedir ve dış politikayı İspanya’dan kaçan "New Christian”bir hayat yaşayan marrano’lara “kötü” davranan Venedik’e karşı ve savaşçı bir çizgiye çekebilmişti. Süleyman, İtalya ve Venedik’teki Yahudileri koruyabilmek üzere, Papalık ve Venedik’e karı savaş tehditlerinden geri durmuyordu. Osmanlı İmparatorluğunun sonunu hazırladığını kabul etmek durumundayız.” (Prof. Dr. Yalçın Küçük: Atamanoğlu Fatih, s:177. Tekin Yayınevi) Konu cebe tarafından (18.04.2016 Saat 14:07 ) değiştirilmiştir.. |
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 6 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor... |
02.06.2016, 12:13 | #5 |
Tecrübeli Yiğido
cebe Şuan
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36
Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 603
|
Cevap: Türkiye'de 1923,1926, 1948 ve 1967 Yılları
Türkiye gizli Yahudiliğinin amiral gemisinin sevinç çığlıkları:
İsrail noktayı koydu İsrail: 1967'den önceki Kudüs'e geri dönülmeyecek İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Haziran 1967'den önceki Kudüs'e geri dönülmeyeceğini belirtti. Netanyahu, İsrail Parlamentosundaki (Knesset) konuşmasında, 1967'deki Altı Gün Savaşından öncesinden bahsedildiğinde, İsrail'in bölgede bir denetimi olmadığını ifade ederek, "1967'den önceki Kudüs'e geri dönülmeyecek. Kudüs'teki varlığımızdan dolayı özür dilememize gerek yok, sonumuz Kudüs'le ilintili." dedi. İsrail'in Doğu Kudüs'ü 1967'de işgali nedeniyle gelecek pazar günü kutlamalar düzenlemesi bekleniyor. [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Türkiye'de ki Bazı İlkler | _DuMaN_58 | Serbest Kürsü | 0 | 15.05.2010 18:54 |