|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Arşiv Güncelliğini Yitirmiş Konular |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
11.01.2008, 11:49 | #1 |
Usta Yiğido
abircan Şuan
Son Aktivite: 21.01.2015 10:55
Üyelik Tarihi: 03.08.2005
Mesajlar: 3.258
Tecrübe Puanı: 1035
|
OLACAKSAN BÖYLE TÜRK OL
Tasarım Nobeli bir Türk’e verildi 11 Ocak 2008
Esra KAYA/ANKARA "Tasarımın Nobeli" sayılan ve dünyanın en prestijli yarışmalarından biri kabul edilen Uluslararası Tasarım Ödülleri (IDA 2007) yarışmasında bu yıl bir Türk ödül aldı. Ekim ayında New York’ta düzenlenen yarışmada ODTÜ Öğretim Üyesi ve Endüstri Ürünleri Tasarımcısı Dr. Hakan Gürsu ve ekibi "Volitan" adlı tekne tasarımıyla birincilik kazandı. YENİLİKÇİ-ÇEVRECİ Dr. Hakan Gürsu’nun "geleceğin en yenilikçi ve çevreci deniz aracı" nitelemesiyle ödüle layık görülen tasarımına Türkiye’de sadece Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ilgi gösterdi. Komutanlık brifing almakla yetinirken, resmi ve özel hiçbir sipariş gelmedi. Ancak Rusya, Avustralya ve Fransa’dan birçok şirketten sipariş geldi. Geminin maliyetinin, siparişin niteliğine göre değiştiği öğrenildi. PETROL KULLANMIYOR Yarışmada, hem deniz araçları, hem de tüm ulaşım araçları dalında, 1438 projenin içinde birinci olan sıradışı tasarımın sahibi Dr. Gürsu, Türkiye’de ilgi görmemekten yakındı. Gürsu, Hürriyet’e şunları söyledi: "Bu tasarım ülkemiz için çok önemli. Petrol kullanmadan, kendi enerjisini kendi üreten bir araç. Rüzgar ve güneş enerjisi ile çalışıyor. Çevre kirliliğini önlüyor. Denizcilikte yakıt maliyetinin ne kadar yüksek olduğunu da düşünürsek, önemini daha iyi anlayabiliriz. Bu tasarımla petrol bağımlılığını ortadan kaldırıyoruz." DENİZ KUVVETLERİ Dr. Gürsu, ödülü alıp Türkiye’ye döndüklerinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın kendilerini ilk tebrik eden olduğunu belirtterek sölerini şölme sürdürdü: "Sahil Güvenlik Komutanlığı’ndan bir ekip, üniversitemize gelerek benden brifing aldı. Onların gösterdikleri bu nazik davranışı hiçbir zaman unutmayacağım. Ancak bunun dışında hükümetten ve siyasilerimizden herhangi bir tebrik almadım. Bu bir zihniyet meselesidir. Bilime ülkemizde ilgi gösterilmiyor. Bu olayın sadece benim başıma gelmediğini biliyorum ve hiç dert etmiyorum. Beni kimin arayıp, kimin aramadığının da hesabını yapmıyorum. Ben ülkem için güzel ve önemli bir projeye imza attım. Yarışmada ödül yerine bir yıllık tanıtımınızı üstleniyorlar. En saygın müzelerde Volitan sergilenecek. 100 bin tirajlı bir kitap basılıp dünyaya dağıtılacak." VOLİTAN NEDİR? Volitan, güneş ve rüzgar enerjisi kullanarak hareket eden, deniz suyundan tatlı su çevrimini gerçekleştiren, karbondioksit atık üretmeyen, geleceğin alternatif teknelerinden biri olarak tasarlandı. Güneş panellerini yelken olarak kullanan tekne, dışında yer alan 2 adet hareketli elektrik motoruyla destekleniyor. 32 metre boyundaki Volitan, nokta dönüşü yapabilen ilk deniz aracı. Volitan’ın ömrü 80 yıl. 12 kişinin çok rahat yaşayabileceği, lüks yat konforuna sahip.
__________________
zaman kısa, dünya herkese yeter, mühim olan insanlık KANIMIZIN KIRMIZISI ALNIMIZIN AKIYLA SİVASSPORLUYUZ |
11.01.2008, 12:33 | #2 |
Usta Yiğido
abircan Şuan
Son Aktivite: 21.01.2015 10:55
Üyelik Tarihi: 03.08.2005
Mesajlar: 3.258
Tecrübe Puanı: 1035
|
--->: OLACAKSAN BÖYLE TÜRK OL
Gökhan Hotamışlıgil, Türk doktor ve bilimadamı.
24 Haziran 1962 yılında doğdu. 1986 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, 2003 yılında Harvard Üniversitesi'nden profesör unvanını aldı. Şişmanlık, tip 2 diyabet ve metabolik sendromun moleküler mekanizmaları üzerinde çalışan Hotamışlıgil, 2005 yılı itibarı ile Harvard Üniversitesi'nde görev yapıyor. Hotamışlıgil, aynı zamanda TÜBA Asil Üyeliği ve Amerikan Obezite Vakfı Asil Üyeliği görevlerini de sürdürmektedir. "http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%B6khan_Hotam%C4%B1%C5%9Fl %C4%B1gil"'dan alındı Şişmanlık genini bulan bilimadamı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil: TÜRKİYE'NİN DÜNYA BİLİM HARİTASI ÜZERİNDE HİÇ BİR YERİ YOK MALESEF... "Çoğu insanın, Amerika'dan sözediyorum, Türkiye'yi tanıyıp bilgi sahibi olmadığı kesin. Körfez savaşlarından sonra tabi bu çok değişti. Çok parlak bir imajımız olduğu söylenemez. Burada basında 20 senede Türkiye ile ilgili pozitif bir hikaye okudum veya işittiğimi, hatırlayamıyorum. Ben geçtiğimiz senelerde pek çok meslekdaşımı ve öğrencimi Türkiye'ye getirdim. Gördükleri ile kafalarındaki görüntü arasında çok fark olduğunu fark ettim. Bilim dünyası içinde bu geçerli. Türkiye'nin dünya bilim haritası üzerinde hiç bir yeri yok maalesef..". Nafiz ALBAYRAK / NEW YORK (DHA) Dünya tıp literatürüne ''şişmanlık genini bulan bilimadamı'' olarak geçen Türk bilimadamı Gökhan Hotamışlıgil'in, dünyanın en saygın üniversitelerinden biri olan Harvard Üniversitesi'nde, tip 2 şeker hastalığının önlenmesinde önemli bir rol oynayan endoplazmik retikulumda artan baskıyı azaltan bir ilaç grubu geliştirmesi tüm dünyada heyecan yarattı. Çalışmalarını Harvard Üniversitesi'nin Boston'daki Kamu Sağlığı Bölümü'nde kendisi için özel olarak açılan birimin başında sürdüren Hotamışlıgil, denek hayvanlarda başarıyla sonuçlanan ve tüm insanlık için umut ışığı olan yeni bulguların yakın zamanda insanlar üzerinde de uygulama yönelik alanlara doğru ilerlemeye başladığını söyledi. Bilimsel çalışmaları boyunca daha önceden gözlemlenen bazı genetik bozuklukların kimyasal müdahalelerle de düzeltilebileceği sonucuna ulaştıklarını belirten Hotamışlıgil, ''İlaç yoluyla diyabet, şişmanlık, kalp hastalıkları gibi temel bozuklukları düzeltici tedavi yöntemlerinin, yani sorunları önleyici değil de kökte yatan sorunu düzelterek hastalığı tedavi edebilecek yöntemlerin olabileceği konusunda umut ışıkları doğdu'' diye konuştu. Harvard Üniversitesi'nde kendisi için özel olarak kurulan Genetik ve Kompleks Bölümü'nün başkanı Türk bilimadamı Hotamışlıgil, şişmanlık ve bunu tetiklediği şeker hastalığı tipleri, kalp rahatsızlığı, nefes darlığı gibi hastalıkları kökten önlemeye yönelik ilaç çalışmalarının laboratuvar ortamında yetiştirilen hayvanlarda çok olumlu sonuçlar verdiğini, insanlara yönelik ilaç üretiminin de zaman sorunu olduğunu belirtti. Yeni bulguların, çok önemli olduğunu vurgulayan Prof. Hotamışlıgil, bir bilimadamı olmanın sorumluluğunu taşıdığını vurgulayarak. '' Yine de bu konuda tedbirli mesajlar vermek istiyorum. Bilimsel olarak çok önemli bir gözlem. Şimdiye kadar yalnızca deneysel ortamda gerçekleştirilen verilerin insanlara da uygulabileceğini gösteriyor bize. Fakat uygulama süreci çok uzun, meşakkatli bir süreç. Sonuçlar ne kadar parlak olursa olsun, deneysel bir hayvandan insana geçiş kolay bir aşama değil'' dedi. Hotamışlıgil, insan bedeninde birçok hastalığın kaynağı olan aşırı şişmanlığın (obezite) ve bunun yarattığı hastalıkların ABD gibi gelişmiş ülkelere özgü olduğuna yönelik yanlış bir anlayışın yerleştiğine de dikkat çekerek, ''ADB'de fazla kilolu oranı yüzde 65-70'lere kadar varmış durumda. Çocukluk yaşında bile ortaya çıkan karaciğer, kalp hastalıkları görülmeye başlıyor. Bu ülkede uygulanan politikanın başarısızlıkla sonuçlandığını söylemek mümkün. Ancak şu anda bu hastalıklar en yoğun olarak gözlenen ABD'ye özgü sorunlar değil. Rakamlar başka yerlerde henüz bu boyuta gelmemiş olsa bile, bu hastalıklar bütün dünyanın problemi. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, Ortadoğu'dan, Uzakdoğu'ya kadar uzanan ülkelerde ki Türkiye de buna dahil, şişmanlık, şeker hastalığı,kalp hastalığında en büyük patlamaların beklendiği bir kuşak. Hem genetik altyapıdaki uygunluk, hem de bunun üzerine eklenen yaşam biçimindeki değişiklikler bu hastalıkları ortaya çıkarıyor. ABD'de olduğu gibi aşırı şişmanlık ortaya çıkmaksızın, çok daha fazla risk faktörleri patlak verebiliyor. Örneğin Türkiye'de aşırı şişmanlıkçok azdır. Fakat şeker hastalığı ve kalp hastalığındaki artış çok daha az bir kiloyla ortaya çıkabiliyor. Bu yatkınlıktaki değişiklikler daha genetikle ilgili'' diye konuştu. - Bize şu anda şişmanlık ve diyabet hastalıklarının önemini ve neden bu konu üzerinde yoğunlaştığınızı anlatır mısınız? Benim üzerine eğildiğim konu şişmanlık ve beraberinde görülen hastalıklar silsilesidir. Yani metabolik hastalıklar kümesi denebilir. Hem anlaşılması, hem çözüm üretmesi son derece zor bir konu ve insanlığın başına müthiş bir bela haline gelmiş bir gurup hastalık. Bu yüzden ilgimi çekmiş ve halada çekmekte olan bir problem. Daha özele inecek olursam, organizmaların, sağlıklı kalmak için, gıda ve stres gibi çevresel sinyallere nasıl uyum sağladıklarını ya da bunu başaramayıp nasıl hastalandıklarını, moleküler ve genetik düzeyde anlamaya yönelik çalışmalar yaptığımızı söyleyebilirim. Odaklandığımız konular, enerji dengesi ve metabolik hastalıklar. Buna bağlı olarak, şişmanlık, diyabet, kalp hastalıkları, karaciğerde yağlanma ve astım gibi birbirine bağlı pek çok hastalığın kökünde yatan genetik ve moleküler mekanizmaları inceliyoruz. Bu hastalıklar, dünyanın her köşesinde insan sağlığının bugününü ve geleceğini son derece ciddi şekilde tehdit eden, bulaşıcı olmayan ve sürekli artan problemler ve insanlık için şu an tüm dünyada en önde gelen sağlık sorununu oluşturuyorlar. Birkaç rakam vermek gerekirse, şu anda, dünya üzerinde 1 milyardan fazla aşırı kilolu ve şişman insan var. Dünya genelinde, 200 milyonu aşkın kişide tip 2 diyabet bulunuyor. Daha da endişe verici olanı, toplam küresel nüfusun % 10'u, tip 2 diyabete yol açan glükoz intoleransından (gizli şeker diye bilinen durum) şikayetçi. Bu hastalıkların faturası, yoksulluğunkinden bile çok daha fazla olup insanlığa her yıl tahminen yüzlerce milyar dolara mal oluyor. Şu ana kadar etkin bir korunma ve tedavi yöntemi geliştirilemediğinden bu hastalıkların önüne geçilemiyor ve prolem giderek büyüyerek tüm dünyayı sarıyor. Dolayısıyla, bu konunun, küresel sağlık açısından çok önemli olduğuna inanıyorum ve araştırma programım çerçevesinde, konuyu daha derinlemesine anlamaya, çözüm yolları ve önleyici stratejiler geliştirmeye çalışıyorum. Tabi bu karmaşık konu büyük çalışmaları, takımlar halinde bir yaklaşımı gerektiriyor. Bu konulara odaklanan yeni bir bölüm kurulmasının nedenide bu. - Çalışma ve buluşlarınızın temel katkıları ve teması, bu problemlere olan getirisi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bizim son 15 senede yapmış olduğumuz buluşların bilim dünyasına olan en önemli katkısı, şişmanlık ve diyabet hastalıklarının altında yatan iltahabi bir mekanizmanın ortaya çıkarılması, dolayısı ilede bu hastalıklara ve şişmalıkla beraber ortaya çıkan diğer sağlık problemlerine aynı anda çözümler üretebilecek yepyeni bir platformun ortaya konması olarak özetlenebilir. Daha basitçe ifade etmek gerekirse, bu buluşlar gelecekte bu yeni modellere dayalı olarak geliştirilecek ilaçların ve önleyici tedbirlerin alınmasına imkan sağlayabilecek. Bu konuda şu ana kadar ortaya çıkan ve çok heyecan verici gözlemler ve buluşlarımız oldu ve ilaç geliştirme yolunda bazı sistemler ve hatta ön maddelerde ortaya çıkarılmış vaziyette. En son çalışmalarımızda bunun önemli bir uzantısı ve çarpıcı bir örneğini teşkil ediyor. - Şişmanlık, şeker ve kalp hastalıklarına yol açan pek çok geni ve mekanizmayı bulduğunuz duyuruldu. Bu konuda biraz bilgi verebilirmisiniz? Şimdiye kadar sözünü ettiğim hastalıklar gurubunda çok anahtar roller oynayan pek çok genin ve bu genlerin çalışma mekanizmalarını ortaya çıkardık. Bu genlerin işlevlerinde şişmanlık, diyabet ve kalp hastalığına yol açan bozukluklarını tanımladık. Tabi bu bitmiş bir proje değildir. Anladığımızdan çok daha fazla anlamadığımız ve çok karmaşık problemler var. Ancak deney hayvanlarında gen mühendisliği yöntemleri ve sistem biyolojisi uygulamaları ile bu genlerin hem ortaya çıkarılması hemde işlevlerinin anlaşılması yolundaki çalışmalarımız sürüyor. Yakın zamanda bu buluşlardan yola çıkarak, bu bozulan işlevlerin kimyasal maddeler kullanılarak düzeltilmesi üzerindede çalışmalar yapmaktayız. Bunlar arasında yağların zararlı etkilerinin yağ asitlerine bağlanan proteinler aracılığı ile önlenmesi, daha önce bulduğumuz ve metabolik hastalıklarda anahtar sinyal yollarından birini kontrol eden JNK geninin çalışmasının düzenlenmesi, ve metabolik dengenin sağlanması veya bozulmasında önemli bir rol oynayan stress cevaplarının kontrol altına alınması sayılabilir. Sözünü ettiğim yeni yaklaşımlar ve gelişmeler bu üç alanıda kapsıyor. Bunların bazıları yayınlanmış durumda, diğerleride henüz yayınlanma aşamasında. - Bizi en son yaptığınız buluş ve bunun uygulamaları ile ilgili bilgilendirebilir misiniz? Uzun senelerdir yapmış olduğumuz buluşlar yeterince olgunlaştığından, bunların ilaca dönüşümüne yöneldik. En son çıkan yayınımızda bunun bir küçük aşaması sayılabilir. Şismanlık ve diyabetin ortaya çıkışında önemli rol oynayan mekanizmalardan biri, hücre içinde metabolik açıdan bir fabrika gibi çalışan, besin ögelerinin, enerji birimlerinin ve proteinlerin yapımı ve hücre içindeki trafiğini düzenleyen ve endoplazmik retikulum diye bilinen bir sistemin çalışmasında meydana gelen bozukluk ve kapasite yetersizliği. Bu mekanizma aynı zamanda insulin hormonunun yeterli ve düzenli üretilmesi ve sağlıklı bir şekilde çalışması içinde hayati önem taşıyor. Bunlar hem bizim ekibimizde hemde başka guruplar tarafından daha önce yapılmış ve yayınlanmış çalışmalarda ortaya çıkarılmış ve yerleşmiş temel gözlemler. Bu sistemin çalışması, şişmalıkta ve diyabet hastalığı gelişirken ciddi şekilde bozuluyor ve buna bağlı olarak vücutta stress sinyalleri üretilmeye başlıyor. Bu durum, özellikle yağ dokusu ve karaciğer gibi metabolik denge açısından kritik görevler üstlenen dokularda ortaya çıkan iltahabi durumada katkıda bulunuyor. Metabolik denge bozuldukça bu stress artıyor ve böylece ortaya bir kısır döngü çıkıyor. Biz daha önce endoplazmik retikulum denen yapının ve burada oluşan bozuklukların genetik müdaheleler ile düzeltilebileceğini ve bunun diyabet hastalığının tedavisi ve önlenmesi için deneysel sistemlerde çok önemli olduğunu göstermiştik. Bu en yeni çalışmamızda ise aynı yapıya kimyasal maddelerle, yani ilaç olarak kullanılabilecek bileşimlerle de müdahele edilebileceğini gösterdik. Bu kimyasallar diyabeti olan hayvan modellerine uygulandığında, çok çarpıcı etkiler ortaya çıkarıyor ve çok kısa sürede kan şekerinin tamamen kontrol altına alınıp, bu şekilde korunmasını sağlayabiliyor. Eğer aynı mekanizmalar insanda da geçerli ise, bu kimyasallar veya benzeri bileşimler aynı şekilde etkili olabilirse, ve güvenle kullanılabilirse, yepyeni ve etkin tedavi yaklaşımlarının doğması mümkün. Benim için bu çalışmanın bir başka önemide uzun yıllardır pek çok araştırmacı tarafından verilen emeğin, elde edilmiş olan birikimlerin yavaş yavaş uygulamaya geçişinin mümkün olabileceğine yönelik, küçükde olsa bir engelin aşılması, bir ümidin ortaya çıkması. Tabii, bu çalışmamızda çok ümit vadeden ve çok önemli olan buluşlar ve gözlemler var. Benim çok hassas olduğum ve mutlaka vurgulamak istediğim tüm bunların bilimsel olarak ileri atılan önemli bir adım olduğu ancak insan uygulamaları olmadığıdır. Bu yöntemlerin ve kimyasalların insanlarda diyabet tedavisi için kullanılmaya başlaması şu an icin söz konusu bile değil. Henüz bu ilaçların insanda diyabeti etkileyip, etkilemediğini bile bilmiyoruz. Ancak ayrıntılı klinik testler yapılıp, yeni formüller geliştirildikten sonra bu olasılıklar doğabilir. Bu soruların cevap bulması için zamana ve çok daha fazla çalışmaya ihtiyaç var. Yani şu an için mucize bir tedavi, veya diyabeti çözmek, falan gibi şeyler söz konusu değil. - Kalp, şeker, astım gibi hastalıklar yeni ilaçlarla etkin bir şekilde çözülebilir mi? Bizim şu andaki hedeflerimizden biri, gen mühendisliği yöntemleri ile yaptıklarımızı, kimyasal olarakta yapabilmek, yani bulduğumuz genlerin fonksiyonlarını değiştirecek ilaçlarıda geliştirmek. Bu konuda hem akademik hem de endüstride çalışmalarımız yoğun bir şekilde sürüyor. Ayrıca daha pek çok gurup tarafından da çok önemli ve farklı çalışmalarda mevcut. Dolayısı ile önümüzdeki yıllarda etki çözümlerin gerçekleşebileceğini düşünüyorum ve bu konuda çok iyimserim. Ancak, bu tür mesajlar verirken son derece dikkatli olmak gerekir. Çünkü deneysel olarak gösterilen pek çok heyecan verici ve son derece önemli buluşun insanlara aktarımı son derece güç, son derece zahmetli ve zaman isteyen bir süreçdir. Bu sürecin sonunda da nasıl bir noktaya gelineceğini önceden kestirmek her zaman mümkün olmayabilir. Burada tabiki yalnızca bizim yaptığımız çalışmalardan değil, bu alandaki tüm çalışmaları kasdediyorum. Özet olarak, bilimsel olarak son derece önemli olan gelişmeleri, mucize ilaçların geldiği, hastalıkların ortadan kalkacağı şeklinde yorumlamamak gerekir. Bunun son derece yanlış beklentilere ve sıkıntılara yol açacağı kesindir. - Kaç kişilik bir ekibiniz var? Başka Türkler de var mı ekibinizde? Şu andaki ekibim 20 kişi. Her milletten insan bizim gurubumuzda çalışır. Tabi her zaman Türkler oldu. Ben Türk öğrencileri alıp onları yetiştirip, bağımsız araştırıcılar haline dönüştürmeyi ve onları destekelemeyi kendime görev sayarım. Bu yüzdende labaratuvarımda, kurduğum günden beri Türklerin oranı her zaman yüksek olmuştur. Bununla ilgili hem çok büyük mutluluklarım hemde çok sıkıntılarım da olmuştur ama yinede bu yaklaşımı mı henüz değiştirmedim. Parlak Türk öğrencilere, genç Türk bilim insanlarına elimden geldiğince fırsat yaratmaya çalışırım. Bu benim için en önemli noktalardan biridir. Ben Harvard'a ilk geldiğim yıllarda, bu kampüste pek Türk'e rastlanmazdı. Şimdi onlarca-yüzlerce Türk burada değişik guruplarda çalışıyor, yeni yeni, öğretim üyeliği pozisyonlarına geliyor, önemli pozisyonlarda görev alıyor. Tabiki bunlar hep benim yüzümden oldu demek istemiyorum. Ancak bir iyi örneğin önemini, bir kapının açılmasının uzun vadedeki etkinliği çok önemli olabiliyor. Belki ben başarılı olmasaydım, bu süreçte bir kaç parlak Türk arkadaşımız buralarda çok güçlü programlar kurmasalardı, Türklere bakış daha farklı olurdu. Algılama gerçeğin yarısı diye bir söz vardır. Bu gerçekten çok doğru. Sözünü ettiğimiz çalışmaların pek çoğundada, çok parlak ve çalışkan genç Türk ögrencilerimin çok büyük emekleri ve çok önemli katkıları vardır. Buda benim için çok sevindirici ve gurur verici bir durum. İleride bu genç arkadaşların kariyerlerinin ilerlemesini ve başarılarını görmek en büyük arzularımdan biri. - Henüz ilaçlar olmadığına göre, şu an için önerileriniz varmı? Beslenme konusunda önerileriniz nedir? Bu ilaçlar olsa bile beslenmenin ve yaşam tarzının önemi hiç bir şekilde azalmaz. Benim önerim, az yemek ve basit beslenme prensiplerine uymakdır. Çok karmaşık, içinden çıkılamaz diyet uygulamalarına fazla ihtiyaç yok. En önemli prensip kalori miktarıdır. Kalori olmadan kilo diye bir şey olmaz, aşırı olduğundada kilo almanın önüne geçilemez. Kiloda tüm sözünü ettiğimiz hastalıklar için en önemli risk faktörü olduğundan bu konuya hasasiyet göstermek çok önemli Dolayısı, ile birinci kural makul miktarda gıda tüketmek, yani oburluktan kaçınmak. İkinci temel prensip, taze meyva ve sebzeleri mümkün olan en yüksek oranda tüketmek. Mutlaka her öğünün bir parçasında meyva sebze bulunmasına gayret etmek, saf karbonhidratları azaltmak. Üçüncü anahtar prensip de daima fiziksel olarak aktif kalmaktır. Sadece bunlarla çok sağlıklı bir yaşam tarzı benimsenebilir. Tabi her prensip içinde pek çok ayrıntılar verilebilir. Bu konuda daha fazla yorum yapmak istemiyorum. - Türkiye ve dışarıda pek çok ödüler aldığınız biliniyor; bunların önemi nedir, hayatınızda değişikliklere yol açtığı söylenebilirmi? Benim iç dünyamda herhangi bir değişiklik oldu diyemem. Tabi ki çok mutlu oldum ve gurur duydum, ama bu benim kendimle ilgili görüşlerimi değiştirmedi. İnsanın yabancı ülkelerde tanınıp takdir görmesi, bir yerlere gelmesi tabii ki çok güzeldir, ancak kendi ülkesinde saygınlık kazanması en çetin sınavdır. Çünkü burada duygusal etkenler, yurtseverlik, aşırı iyimserlik işin içine girer. Tanınmakla saygı görmek farklı şeylerdir. Dolayısı ile gerçek ve derin saygınlığı kazanabilmek ve bunu sürdürmek, herşeyden daha zordur. Bununla ilgili her belirti benim için çok onur verici. Ünlü bir söz vardır; "herkez 15 dakikalığına meşhur olabilir diye". Ben bunu hiç unutmam. Bilimsel olarak, ödüllerin etkisi çok tartışılır. Bana göre ödül alan veya almayan bilimin yada bilim insanının farkı derinde yoktur. Ama sorunuza direk yanıt vermek gerekirse, ödüller daha fazla tanınmaya katkıda bulunur. Bu benim içinde geçerli ve motive edici bir unsur. Bu özellikle Türkiye'de çok önemli bir faktör çünkü bilimi yakından ve akademi kaynaklardan takip edenlerin sayısı az. Tüm çevreler için, bu bilgilerin en önemli kaynaklarından biri basın. Dolayısı ile burada hem yazılı hemde görsel basına çok önemli bir sorumluluk düşüyor. - Çalışmalarınızın uluslararası bilim camiasındaki yerini nasıl görüyorsunuz? Şu an itibarı ile, dünyada kendi alanımızda iyi bilinen ve saygı gören labaratuvarlardan biri olduğumuzu söyleyebilirim. Sadece bir tek buluş ile değil, benim bu laboratuvarı kurduğum günden beri süregelen bilimsel aktiviteler ve buluşlar, şişmanlık ve diyabetle ilgili yeni bir düşünme ve yaklaşıma yol açtı. Bu nedenlede gurubumuz dünyanın her yerinde bilimsel çevrelerde çok iyi biliniyor ve saygı görüyor. Buda beni son derece mutlu ediyor ve daha fazla çalışmaya teşvik ediyor. Aslında bu çok çetin bir yol. Bilim çevrelerinin hafızası kısadır. O yüzden uzun süreçler içerisinde üretken kalmak, ön kulvarı korumak çok zor ve büyük fedakarlıklar gerektiren bir durum. Bizde son 15 senede bunu idame ettirmeyi başardık, o yüzden mutlu olduğumu söyleyebilirim. - Bilim konusunda en çok ne ile anılmak istersiniz? Arzunuz nedir? Bir bilimadamı olarak, yaşamım boyunca gerçekleştirdiğim ya da gerçekleştireceğim çalışmaların, bir gün insanlık için faydalı sonuçlar vereceğini ve yaşam kalitemizi etkileyeceğini umuyorum, arzu ediyorum. Motivasyonumu korumamı ve bilimsel çalışmaların bütün zorluk ve engellerine rağmen yoluma devam etmemi sağlayan da aslında bu hayal. Daha öncede belirttiğim gibi, bir probleme kayda değer bir katkıda bulunmuş olmak bana yeter. Benim için bireysel başarıların önemi artık az. - Türkiye son yüzyıllarda, bilim alanında neden atılım yapamıyor? Sizin bu konuda düşünceleriniz nedir? Bu durumdan çıkış için önerleriniz var mı? Bence bunun özgüvenle ve milli ilgisi yok. Bence temel nedenler, bilime ve bilim eğitimine önem ve öncelik vermemiş olmamız, bilim stratejileri geliştirmemiş olmamız, ve bu alana gerekli kaynakları ayırmamış olamamız en önemli eksikliklerdir. Bu ta Osmanlıdan beri hep böyle. Burada çok önemli konular var ve ülkenin geleceği için hayati önem arzediyor. Bu problemin kısa vadede çözülmesi zor. Ancak bana göre bazı temel öncelikle üzerinde durulması gereken prensipler bir kaç kalemde sıralanabilir. Bunlar: - Bilime öncelik yaratmak ve gerekli kaynakları ayırmak, - Bilimi politikadan tamamen arındırmak, - Bilimsel liderlerimizi Türkiyenin bilim stratejisi içine çekmek, - Çok az sayıda ulusal mükemmeliyet merkezleri (belkide merkezi)oluşturmak, - Öncelik alanlarını ve stratejilerini dikkatle belirlemek, - Bilimle endüstri arasındaki köprüyü sağlıklı ve etkili hale getirmek, - Halkı ve medyayı gerçek bilimle tanıştırmak. - Uluslararası arenada başarıya aç bir millet olarak, bilimde gençlere neler önerirsiniz? Sevdikleri, çok heyecan duydukları işleri yapmalarını Sevgi ve bilgi paylaştıkça artar, sakladıkça değil, bunu hep hatırlamalarını Çok ama çok çalışmalarını, dürüst olmalarını Büyük hedefler belirleyip, sabırlı olmalarını, alçak gönüllü kalmalarını.. Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, DHA muhabiri Nafiz Albayrak'ın sorularını yanıtlatı. - Türkiye Amerika'da nasıl algılanıyor? Çoğu insanın, Amerika'dan sözediyorum, tanıyıp bilgi sahibi olmadığı kesin. Körfez savaşlarından sonra tabi bu çok değişti. Çok parlak bir imajımız olduğu söylenemez. Burada basında 20 senede Türkiye ile ilgili pozitif bir hikaye okudum veya işittiğimi, hatırlayamıyorum. Ben geçtiğimiz senelerde pek çok meslekdaşımı ve öğrencimi Türkiye'ye getirdim. Gördükleri ile kafalarındaki görüntü arasında çok fark olduğunu fark ettim. Bilim dünyası içinde bu geçerli. Türkiye'nin dünya bilim haritası üzerinde hiç bir yeri yok maalesef. - Başarılarınızın sırrı/sırları nelerdir? Bu da çok zor bir soru. Bunu yanıtlamak için, aynı zamanda başarılı olduğumu Kabul etmem gerekiyor. Belki şu ana kadar yapabildiklerime katkıda bulunan bir kaç özellik yaptığım işi çok sevmek, çok ama çok çalışmak ve küçük düşünmemek sayılabilir.Pozitif düşünme yeteneğimin çok işime yaradığını düşünüyorum. Genel olarak, yaşım ilerledikçe iyimser bir insan olmayı öğrendim, daha gençken daha karamsardım. Kötümser ve negatif olan kişilerle ya da doğru giden şeylerin keyfine varmaktansa kendilerinin ya da başkalarının durumunda nelerin ters gittiğini bulmaya çalışan insanlarla birlikte olmaktan ve çalışmaktan hiç hoşlanmıyorum. Ayrıca inatçıyım; kolay kolay pes etmem ve inanılmaz derecede sabırlı olup yoluma devam edebiliyorum. Laboratuvarımdaki sloganımız da "Asla pes etme"; web sitemizde görebilirsiniz. Son olarak, kendimi çok ciddiye alıp çok önemli falan olduğumu düşünmem. Gitmem gereken uzun bir yol olduğunu biliyorum. Çok büyük bir dünyanın çok küçük bir parçasıyım. Bunu hatırlamak, ilerlememe, mütevazi kalmama ve tembellik etmememe yardımcı oluyor. - Başarılı olmanızda Türk gelenek ve göreneklerinde yetişmenizin sağladığı kolaylıklar oldu mu? Bizim kültürümüzde ve yaşamımızda pratik çözümler ve elde olandan birşeyler çıkarma dürtüsü çok. Bu hem işime yaramış, hem de bazen başıma dert olmuştur. İşin gerçeği bazen elde olanla birşey yapılamıyor, bunu farkedip elinizi değiştirmeniz, vakit kaybetmemeniz lazım. Ama güzel kısmı eldeki verileri birleştirme eğilimi. Bu bilim için çok önemlidir. Birçok değişik açıdan gelen veriyi birleştirebilmek, aradaki bağlantıları görebilmek, biraz düş gücü, yeni fikirler için çok önemli. Biz sosyal olarak böyle alakasız bağlantıları kurmayı, komplo teorilerini üretmeyi, konuşmayı severiz. Belki bu daha üretken bir platforma yerleştiğinde faydalı oluyor. Bazı insanlar gocunur ama benim için Türk olmak benim iç dünyamın zenginleşmesi ve özgüvenim açısından bana çok yarar sağladı. Zor koşullarda varolabileceğimi gördüm bu bana güven verdi. Birden fazla kültürü tanımak insana zenginlik katıyor. Anadolu-Akdeniz kültüründe hoşgörü vardır. Bu başka kültürlere anlayışla, toleransla bakmaya katkıda bulunuyor, alternatif fikir ve yorumlara saygı göstermeye teşvik ediyor. Bilim içinde bu çok önemlidir. Bilimsel çalışmalar, belli bir gündem ve önceden belirlenmiş beklentiler ile yapılamaz. Kendi fikirlerinizin ve bakış açılarınızın kölesi de olamazsınız. Bunu yaparsanız, resmin bütününü göremezsiniz, ilerleyemezsiniz ve dürüst olamazsınız. Bilimsel dürüstlük, çok özel bir dürüstlük şeklidir ve yalnız kendinizi, fikirlerinizi ve bulgularınızı eleştirel bir gözle incelediğinizde ortaya çıkar. Neden doğru çözümü bulduğunu düşünmek yerine, bulduklarım nasıl doğru olmayabilir sorusunu sormayı gerektirir. - En önemli çalışma prensipleriniz nelerdir? Bütün sırlarımı istiyorsunuz. Birazıda bana kalsın. - Yabancı ortamlarda Türk olarak çalışmanın dezavantajı varmı? Bize biraz yukardan baktıkları olur. Türkiye'den gelen birisinin kendilerine denk olamayacağı hissi bilinç altında vardır. Bir çok örneğini verebilirim. Hep ön yargının izleri. Gelip görene kadar bizi muz cumhuriyeti sanıyorlar. Bazıları daha da saldırgan olabiliyor. Bunlar pek hoş durumlar değil tabii ki.İşin gerçeği burada ve heryerde "yabancı" olmak aslında müthiş bir dezavantajdır. Herşeye yeni baştan başlamak gibi. Özellikle yükseldikçe bu daha da belirgin hale geliyor, tabi yükselebilirseniz. Örneğin, memleketinizde dengeleri iyi bilirsiniz, insanları tanırsınız, kültürel referanslarınız tamdır, insanın halinden tavrından, kullandığı kelimelerden, vesaire pek çok bilgiyi anında toplarsınız, ilişkiler ağını kolayca oluşturabilirsiniz, dili etkin bir şekilde, aksansız olarak kullanırsınız, isminizi herkez telaffuz edebilir (bu bile müthiş önemlidir) vs. Buna daha pek çok şey ekleyebilirim. Başka bir ülkeye geldiğinizde bunların hepsini kaybediyorsunuz. Bunun sonucunda da aynı sonuçlar için daha çok çalışmanız, daha başarılı olmanız gerekiyor. - Türkiye'yi özlüyor musunuz? Neleri özlüyorsunuz? Elbette, çok özlüyorum. Bana göre hiç bir yer insanın doğduğu, büyüdüğü toprak gibi olamaz. Hiç bir şeyde o özlemin geçmesini sağlayamaz. Kültürümüzü, insanımızı, sıcaklığımızı, aile ve dostlarımı özlüyorum. - Türkiye'de bilimi, özellikle bu alanda nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok parlak gördüğümü söyleyemem. Tabi bizim üniversite yıllarımıza göre kıyas götürmeyecek gelişmeler oldu. Ama almamız gereken çok yol var ve doğru istikamette ilerlediğimizi söylemek biraz güç. - Geri dönmeyi arzuluyor musunuz? Tabiki. Türkiye'de üretken olabileceğim bir ortamda olmak isterim. Sanırım beni en çok ilgilendiren katkı imkani yüksek olabilecek bir ortamı Türkiye'de yaratabilmek, Türkiye'ye yararlı olabilecek şeyler yapabilmek. - Türkiye'ye yönelik hasretlerinizi nasıl gideriyorsunuz? Amerika'da bu imkanlar var mı? Açıkçası pek var diyemem. Tabi Türk dostlarımız var, onların varlığı çok önemli. Birkaç Türk televizyon kanalına ulaşmak mümkün, internetten tüm haberlere, gazetelere ulaşmak mümkün, sucuk simit bile ısmarlamak mümkün. Bunların hiç biri, dostlarımız hariç, Amerika'ya ilk geldiğimiz yıllarda yoktu. Yani aslında işler bizim geçirdiğimiz yıllara göre çok değişti, çok kolaylaştı. Ama gerçek ülkenin lezzetini bunlarda bulmak imkansızdır. Internetten köfte ekmek ısmarlanmaz, taksi şoförüyle muhabbet yapılmaz, Boğaz'ın havası koklanmaz, annenin boynuna sarılınmaz. - Günlük çalışma temponuz ve stiliniz nedir? 12-14 saat. Bunu hepsini ofiste geçirmem. Sabah çocuklarla meşgul olup, onları okullarına yolladıktan sonra işe giderim. Akşamlarıda vakitlice dönüp, eşim ve çocuklarla vakit geçirmeye özen gösteririm. Hemen hemen her gün çocuklar yattıktan sonra çalışmaya devam ederim. Üniversitede olduğum sürenin yaklaşık yarısı toplantılarla geçer. Bunlarında yarısı idari, yarısı bilimsel konularda olur. Geri kalan vaktimi de kabaca ikiye bölerim. Yarısını araştırma gurubuma, diğer yarısınıda kendi işlerime, okumaya, düşünmeye, yazmaya ayırırım. Grubumdaki her üye ile her gün kısada olsa mutlaka konuşmaya, fikir alışverişine, ve çalışmaların gözden geçirilmesine özen gösteririm. - Kariyeriniz için nasıl fedakarlıklarda bulundunuz? Çok, anlatmakla bitmez. 20 senedir inanılmaz ve giderek artan bir tempoda çalışıyorum. Bu tabiki bazı şeylerin hayatımdan eksilmesine sebep oldu. Ama ben dengeyi fazla kaçırmadığımı, en azından yakın zamana kadar, düşünüyorum. Hiç de şikayetim yok. Çok severek çalıştım ve çalışıyorum. Çok tatmin oldum ve oluyorum. Şu anda hem araştırma, hem idari işler hemde endüstriyel aktiviteleri bir arada götürüyorum. Bu biraz aşırı. Tabi böyle bir tempo sürdürülemez, onun da farkındayım. O yüzden, zamanı gelince daha kaldırılabilir bir yoğunlukta başka bir model içinde çalışacağımı, başka katkılarda bulunma fırsatım olmasını umuyorum. - Hedeflerinize yaklaştınız mı? Yol aldım diyor musunuz? Yol alıyorum diyerek çok güzel sordunuz. Ben doktoranın sonuna doğru yaklaştığımda çok büyük işler yaptığımı düşünüyordum, kendimi süpermen falan gibi gördüğüm bir dönem olmuştu. Erken yıllarda, yeterince olgunlaşmadan önce, artık bu iş tamam diye düşünüp, hocalarımın, çalışma arkadaşlarımın katkılarını bile azımsadığım anlar olmuştur. Herhalde bu herkeze olan bir şey. Sonradan hızla farkına vardımki, asıl mesele, bunlardan çok daha farklı, bireyin çok ötesinde. Bu aşamalar geçince biraz daha olgunlaştığımı ve büyük resmi net bir şekilde gördüğümü düşünüyorum. İste o zaman hedefe doğru yola çıktığımı sanıyorum. O gün bu günde yola devam. Bu noktada ben çok şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. Yaşamımın en kritik noktalarında, kariyer geliştiriken, hedeflere yönlenirken etrafımda çok pozitif insanlar buldum ve bu insanlar bana çok güvenip destek oldular. Tek başına ilerlemek zor. Az sayıda da da olsa güvenebilecek dostların, destek verenlerin, kollayıp gözetenlerin olmaası çok önemli. - Hayalleriniz, hedefleriniz gerçekleşti mi? Bu soruyu cevaplamak çok zor. Bir yandan, hayatta şu ana kadar aldığım yolun, geldiğim noktanın inanılmaz bir hayal olduğunu düşünüyorum. Bu tabi kendi iç referanslarıma göre düşündüğümde. Buralarda olmayı hayal bile edemezdim. Öte yandan, bilimin tümü içinde herkezin katkısı küçücük. Yani biresel olarak ne kadar başarılı olduğunuzu düşünsenizde, resmin tamamı içinde bu çok çok ufak bir katkı. Böyle düşünüldüğünde, hedeflerin çok başında olduğumuz söylenebilir. Aslında ufak, büyük, hiç ama hiç önemli değil. Önemli olan, bilimin içinde olma ayrıcalığı. İnsanın kendine ve yaptıklarına gereğinden fazla önem vermemesi lazım. Yoksa ben çok iyi işler yaptım, ben çok iyiyim diye kendini dev aynasında görmesi, tembelleşmesi, doğru yoldan çıkması münkün.
__________________
zaman kısa, dünya herkese yeter, mühim olan insanlık KANIMIZIN KIRMIZISI ALNIMIZIN AKIYLA SİVASSPORLUYUZ |
11.01.2008, 13:22 | #3 |
Usta Yiğido
abircan Şuan
Son Aktivite: 21.01.2015 10:55
Üyelik Tarihi: 03.08.2005
Mesajlar: 3.258
Tecrübe Puanı: 1035
|
--->: OLACAKSAN BÖYLE TÜRK OL
İstanbul'daki Fransız İstihbarat Örgütü DGSE ile bağlantılı faaliyet sürdüren Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile Alman Dış İbtihbarat Örgütü BND ile bağlantılı faaliyet sürdüren merkezi Beyrut'taki "Morgenlaendische Gesellschaft'a bağlı Orient Enstitüsünün İstanbul Şubesi öncelikle kapatılmalıdır.
Fransa'da ya da Almanya'da MEB'na bağlı ilkokullara bile izin vermeyen bu iki devletin itirazları, "Mütekabiliyet (Karşılılık) İlkesi" çerçevesinde bertaraf edilmelidir. -------------------------------------------------------------------------------- Kemal'in Askerleri , Vahdettin'in Politikacıları Dr. Necip Hablemitoğlu - 21 Aralık 2006 Açik Istihbarat'in Resmi E-Posta Grubu AçikIstihbaratTürkiye'ye Üye Olun [Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] 18.12.2007 O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, TürkUlusu'nun temsil ettiği tüm değerlerin simgesidir. O, başlı başına birTürkiye'dir. Ve O'nun yazgısı, gerçekte Türkiye'nin yazgısıdır... Ama kaç kişi bilir O'nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsızkahramanlardan biri olarak kendisini yâd eder?!. Cumhurbaşkanı mı,Başbakan mı, TBMM Başkanı mı, Anayasa Mahkemesi Başkanı mı, YargıtayBaşkanı mı ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?!. Eğer bir gün yolunuz Sandıklı-Afyon arasına düşerse, lütfen O'nuziyaret ediniz. Marmaris, Bodrum, Kuşadası, Antalya, Fethiye gibihemen çoğunluğumuzun yılda en az bir kez tatil için geçtiği yol üzerindedir O. Her gün onbinlerce aracın geçtiği yolda, herkes bakarda O'nu görmez. Daha doğrusu görmezlikten geliriz o küçücüktabelayı!.. Belli belirsiz şu ibareyi okursunuz: "Albay ReşatBey-Çiğiltepe Şehitliği 10 km."!.. 10 Kilometrelik yolu ancak yarım saatte alırsınız. Aslında yol bile denemez; taşlar, çukurlar ve tozlar arasında tepeleri tırmanırsınız.Yol ayrımında bir tabela daha görürsünüz; en az Türkiye'yi yönetenler kadar kararmış kalpli avcıların nişangahı haline geldiği için bir tek kelimeyi bile okuyamazsınız. Yolu rasgele sağdan takip etmişseniz, bir süre daha güç bela ilerledikten sonra O'na ve O'nunla birlikte buvatan için, bugünlerimiz ve yarınlarımız için canını veren kahramanlarımızın yattığı şehitliğe ulaşırsınız... Tek duyduğunuz, bölgenin en yüksek ve stratejik tepesindeki şiddetli rüzgârın uğultusudur. Başka ne bir ses ve ne bir nefes. Eğer bu ülkeyi seviyorsanız, Cumhuriyetin erdemlerine inanıyorsanız, Türklük bilincine sahipseniz, Albay Reşat Bey ve diğer şehitlerimizi elbetteki duyamaz ama tüm benliğinizde iliklerinize kadar hissedersiniz!.. Onların sizin ziyaretinize de, dualarınıza da ihtiyaçları yoktur;çünkü erişebilecekleri en üst mertebeye zaten ulaşmışlardır. Belki birkaç damla gözyaşı ve kalpten gelen minnet ve teşekkür!.. İstesenizde başka bir şey veremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, Onları hissetmektir. Bir de çevrede duyarsız insanlarımızın bıraktıkları çöpleri toplayabilir; tozlanmış mezar taşlarını, Reşat Beyin büstünü ve kitabeleri sevgiyle silebilirsiniz. Hepsi o kadar!.. ALBAY REŞAT BEY KİMDİR? 1879'da İstanbul'da doğan Reşat Bey, 1896'da Harp Okulu'nu bitirdiktensonra, Türk Ordusu'nun farklı komuta kademelerinde görev yapmış; Trablusgarp ve Balkan Savaşları'na katılmıştır. Askeri Mahkeme üyeliğide yapan ve Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazanmıştır. Ünlü Ziya Paşa'nın oğlu olan ReşatBey, daha sonra 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde görevlendirilmiştir. 1918'de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919'da Milli Mücadele'ye katılmak üzere İnebolu'dan "İstiklal Yolu" üzerinden Ankara'ya geçmiştir. Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı'na getirilmiştir. Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya muharebelerine de iştirak eden ve olağanüstü performans gösteren Reşat Beye, son olarak 57. Alay Komutanlığı görevi verilmiş; bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taarruzun ikinci gününde, muharebenin ve de ülkenin-ulusun kaderini etkileyecek en kritik mevkide yer alan-Sincanlı Ovasından Dumlupınar'a kadar tüm yolların önündeki enstratejik engel olan- Çiğiltepe'yi düşmandan temizlemesi emredilmiştir(1). Ne var ki, bu tepenin önemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı Trikopis ise, en zinde kuvvetlerini, üstün ateş gücüyle bu tepeye yığmış; tahkimatı tamamlamıştır. İşte, gerisini resmi kayıtlardan izleyelim: "... 27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30 'da Mustafa Kemal telefonda komutana; *Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız? *Komutanım, yarım saat sonra alacağız. *Başarılar diliyorum. 10.45 Mustafa Kemal: - Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz otepede, çok önemli. *Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağızkomutanım, mutlaka alacağız. 11.00 Mustafa Kemal: - Reşat Beyi istiyorum. *Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum,komutanım. *Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümüyapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım. Mustafa Kemal'in gözlerinden yaşlar boşanır: -Allah rahmet eylesin,Reşat Bey büyük bir vatanseverdir. 11.45 Başkomutanın telefonu çalar: - Çiğiltepe alınmıştır komutanım.Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincanlı Ovasına doğru kaçmaktadır,arzederim". İlgili resmi kayıt burada biter. Sonrasını Başkomutan Mustafa Kemal Paşa şöyle ifade eder: "Türk Askerine, Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlambir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Herzaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahramanevlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun. Başkomutan MustafaKemal". Şimdi, yukarıdaki en büyük Türkün; Atatürk'ün yüreğinden kopan bu sözler, Albay Reşat Bey Şehitliği'ndeki mermer bir kitabeyenakşedilmiştir. Başınızı biraz çevirirsiniz, sıra sıra şehitlerimizin kabir taşlarını okursunuz: "Sivas-Hasan oğlu Hüsnü-23 yaşında", "Tunceli-Ahmet oğlu Mevlût- 20 yaşında", "Konya-Ruşen oğlu Haşim 21 yaşında", " Mersin-Hasan oğlu Ömer 24 yaşında", "Afyon-Mehmetoğlu Musa18 yaşında" ve diğerleri (2)... Acısını duyarsınız, hayatlarının baharında, komutanları Reşat Beyin onurlu intiharından sonra gözlerinikırpmadan ölüme doğru koşan gencecik yiğitler!.. Bizler ve bizdensonra gelecekler için en değerli varlıklarından, canlarından vazgeçmişTürk oğlu Türkler!.. Sonra ana kitabede şu satırları okursunuz ve duyduğunuz acı, sonsuz bir Türk olma onuruna ve gururuna bırakır yerini: "Bu vatan toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır.Bir tarih boyunca onun uğrunda, Kendini tarihe verenlerindir. İleri atılıp sellercesine,Göğsünden vurulup tam ercesine,Bir gül bahçesine girercesine,Şu kara toprağa girenlerindir." YA ZEUGMA, HASANKEYF VE DİĞERLERİ... Albay Reşat Bey Çiğiltepe Şehitliği'nin bir tek görevlisi bile yok!.. Yolu yok ki, görevlisi olsun!.. Ya Zeugma, Hasankeyf ve diğer antik kentler!.. Efes, Didim, Perge, Side, Bergama, Kapadokya, Antakya,Milas, Afrodisias, Troya, Alacahöyük ve daha pek çokları... Elbette uygarlıkların kesiştiği ülkemizde mevcut tüm tarihsel miras, bizim olduğu kadar insanlığın da malı. Korumak, sahip çıkmak hepimizin ulusal görevi!.. Halen binlerce yerli-yabancı arkeolog bu eski uygarlıkların kalıntıları üzerinde çalışmakta. Hatta Türkiye, kıt kaynaklarını bu kalıntıların ortaya çıkarılması, korunması ve sergilenmesi için tahsis ederken bile "yetersiz"likle suçlanmakta; uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırılmakta. Örnek mi?!. İşteZeugma ve de Hasankeyf!.. Bir bölümü Birecik Barajı gölü altında kalacak olan Belkıs (Zeugma)Antik Kenti'nde Türk, İngiliz, İtalyan, Fransız, İspanyol, YeniZellandalı, Avustralyalı, Almanyalı ve Amerikalı 102 arkeolog çalışmakta. İşçilerin sayısı ise 210. Kentin su altında kalması söz konusu olmayan bölümündeki çalışmaları ise 8 Türk ile İngiliz, Fransızve Avustralyalılardan oluşan toplam 30 yabancı arkeolog ve de 90 işçisürdürmekte. Kazı çalışmaları ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı'nın tüm olanaklarının yanı sıra, dış yardımlar da kullanılmakta. Örneğin,bu iş için 5 milyar dolar yardım yapan ve bir o kadarını daha verebileceğini taahhüt eden Hewlett Packard'ın patronu, şimdiden "Zeugmanın Babası" ilân edildi bile (2). Esas fedakârlığı yapan, kıt ekonomik kaynaklarını binlerce tarihi eser bakımsızlıktan haraphaldeyken Zeugma ve Hasankeyf'e tahsis eden Türkiye, acaba dışülkelerde takdir ediliyor mu?!. Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ne (GAP) öteden beri karşı olan AB ülkeleri, GAP çerçevesinde yapılacak barajların altında Zeugma ve Hasankeyf gibi 1135 antik kentin kalacağını iddia ederek, Türkiye'yi kültürel vandalizm ile suçlamaktalar. Ancak son yıllarda -özellikle de Türkiye'nin AB aday üyeliğinin söz konusu olmasıyla- bu söylemde daha ileri giden AB üyeleri, Türkiye'nin bu barajlarla, açıkça"Kürdistan"ın ya da en hafifinden "Mezopotamya"nın tarihini yok etmeye çalıştığını iddia etmeye başladılar. Hatta o kadar ki, 50 Kürt (!)köyünün yanısıra, efsanevi (!) Kürt lideri Abdullah Öcalan'ın doğup yetiştiği köyün bile sular altında bırakılarak bir ulusun tarihininyok edilmeye çalışıldığını; bunu da Türk Hükûmetlerine Türk SilahlıKuvvetleri'nin empoze ettirdiğini öne sürdüler. Avrupa Basınında,"insan hakları" ile özdeşleştirilen ayrılıkçı kürt terörizmine himaye kapsamında, söz konusu antik kentlerin malzeme olarak kullanılmasından vazgeçme gibi bir emare görünmemektedir. Örneğin, Kültür Bakanlığı'nınve Türk arkeologların iyi niyetli çabaları hiçbir şekilde haber konusu olmazken, "uygar Avrupalı arkeologların" çalışmaları ve de buna koşut olarak bölgedeki HADEP'li belediye ve baro başkanlarının Türkiye karşıtı konuşmaları, Zeugma ve Hasankeyf haberleri içinde ağırlıklı olarak yer almaktadır (3). Kısaca, Türkiye'nin bu iki antik kentinkurtarılması doğrultusunda attığı her adım ise, aleyhimize birpropaganda kurşunu olarak geri dönmektedir. İNGİLTERE VE ALMANYA'NIN BÖLGEYE ÖZEL AJİTASYON POLİTİKALARI Bilindiği gibi, Dicle üzerindeki en kapsamlı hidoelektrik barajı olarak yapımı öngörülen Ilısu Barajı, İsviçre'den Sulzer Hydro, İngiltere'den Balfour Beatty, Türkiye'den Nurol firmalarının başını çektiği uluslararası bir konsorsiyuma "yap-işlet-devret" yöntemi ileRefah Partisi iktidarı tarafından verilmiştir. 2008 Yılında bitirilmesi öngörülen 1200 megawatt gücündeki barajın yaklaşık 1.5 milyar dolara mal edilmesi söz konusudur. İnşaatın finansmanını ise ağırlıklı olarak İngiltere ve İsviçre'nin yanı sıra, Almanya, ABD,İtalya, İsveç gibi ülkelerin finans kurumlarınca karşılanacaktır. Türkiye'nin enerji politikası içinde son derecede önemli yere sahip olan bu barajın yapımını engellemeyi stratejik çıkarları açısından doğru bulan İngiltere, ilk iş olarak konsorsiyumun ikinci büyük firması olan Balfour Beatty'e ihracat kredi güvencesi vermeyerekkonsorsiyumdan çekilmesini sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen İngiltere, "Kürt uygarlığının yok edilmesine karşı duyarlılık" maskesi altında, söz konusu baraj yapımının Türkiye üzerinde demoklesin kılıcı gibi kullanılması doğrultusunda her fırsatı değerlendirmekten de geri durmamıştır. Örneğin, MI5 ile bağlantısı deşifre olmuş milletvekillerinden eski içişleri bakanı Peter Loyd ile İşçi Partisi milletvekili ve İngiliz İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ann Clwyd, Temmuzun 2000'in ortalarında Türkiye'ye ani bir ziyarette bulunmuşlardır. İki kişilik heyetin gezisinin ilk durağı ise - artık adet olduğu veçhile- Diyarbakır'dır. Gerek bu şehirde ve gerekseBatman'da, Hasankeyf'te izinsiz olarak İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere bölücülüklerini gizlemeye gerek duymayan kuruluşların yöneticileri ile görüşen heyet başkanı Ann Clwyd, amaçlarının baraja kredi verip vermeme konusunda İngiliz Hükûmeti'ni bilgilendirmek olduğunu, Suriye ve Irak gibi barajın yapımından etkilenecek ülkelerin durumlarını da inceleyeceklerini açıklamıştır. Oysa, bu tarihte İngiliz şirketinin konsorsiyumdan çekildiği, kredinin verilmeyeceği çoktan belli olmuştur. İşin en acı ve en üzücü tarafı da, heyete refakat eden kişinin yani Şule Bucak'ın, Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Sekreter Yardımcısı olmasıdır. Bölgehalkını açıkça provoke eden bu izinsiz ziyaretçilerin pasaportları, prosedüre uygun olarak Batman'da kaldıkları otelden alınarak Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldüğünde, İngiliz kışkırtıcıların haklarını savunmak da maalesef bu refakatçıya kalmıştır. Acaba diye düşünürsünüz, Kuzey İrlanda'ya bir Türk parlamenter heyeti gitse de -tabii nerede o misilleme cesareti ve nerede o vatanseverlik?- IRA'nınüst düzey yöneticileri, legal kuruluşları ve düz militanları, hatta MI5 kurbanlarının aileleri ile görüşmeler yapması mümkün olabilirmiydi?!. Elbette ki, uçakta üzerlerine aeresol sıkılmasına tepki gösteremeyenlerin, örneğin Dublin'de başlarına ne geleceklerini tahmin bile edilemez. Diğer taraftan en az onun kadar acısı da, Batman Valisi İsa Parlak'ın, büyük bir sorumsuzlukla, olmayan suçu polislere "işgüzarlık" ithamıyla atarak İngilizlerden özür dilemesidir.. Buolay, İngiltere'nin bölgeye yönelik yüzlerce, binlerce provokasyongirişiminden sadece biri, Zeugma'ya ilişkin olanıdır. Almanya'ya gelince, bu ülkenin Anadoluya yönelik ağırlıklı istihbarat ve jeofizik araştırmaları yapan iki-üç meslekli (!) arkeologlarının sicilleri, tıpkı İngiliz, Fransız, ABD'li meslekdaşları gibi olumsuz.Aralarında tek-tük bilim adamları var, o da görüntüyü kurtarmak için(4). Alman arkeologların diğer Batılı arkeolog görünümlü istihbarat servisi ajanlarından en önemli farkı, etnik kışkırtıcılığın yapılmasının ve de GAP'ın sekteye uğratılmasının yanısıra, bu topraklarda dedelerinin izlerini aramakta olmalarıdır. Alman kafatasçı-ırkçı sözde bilim adamlarının teorilerine göre, Truva'dan başlıyarak Güneydoğu Anadolu'ya kadar inen hatta, mezar kazılarında elde edilen kafataslarından, Alman ırkının vaktiyle buralarda yaşadığı iddia edilmektedir (5). Dünyada belki de en çok casus ve etki ajanının tabiri caizse -atkoşturduğu- ülke olan Türkiye'ye gelince, Türk devleti tek kelime ile uyumaktadır. Gündemi istedikleri gibi değiştirme gücüne sahip etki ajanı gazetecilerin, politikacıların, akademisyenlerin ve işadamlarının güdümündeki Türkiye'nin ulusal çıkarlara dayalı politikalar üretmesi ve uygulaması olanaksız hale getirilmiştir. Örneğin, arkeoloji alanında acilen alınması gerekli önlemleri içeren bir devlet politikası bulunmamaktadır. Oysa, hükûmetler değişse dedeğişmesi söz konusu olmayacak bir arkeoloji politikasının hayata geçirilmesinin zamanı çoktan gelmiştir, hatta geçmektedir (6). Yarın, Birecik Barajının yanısıra diyelim ki Ilısu Barajı da tüm engellemelere karşın bitirildi. Bu taktirde bu yerli-yabancı ajan arkeologlar, ekip halinde örneğin Fırtına Vadisi'ne gideceklerdir. Burada pontus sömürüsü ve kışkırtıcılığı yapılırken, arkası kesilmeyecek ve akabinde Yortanlı, Kargamış, Çine, Munzur, Çoruh vediğer baraj projelerinde boy göstermeye devam edeceklerdir. Kısaca,tarihsel miras adına, İkinci Dünya Savaşı'nda Hiroşima, Nagazaki, Varşova, Volvograd gibi yüzlerce şehirdeki tüm tarihsel eserleri, hemde üzerinde yaşayanlarla birlikte yok eden bu ülkeler, bir taraftanTürkiye'ye arkeoloji ve uygarlık dersi verirken; diğer taraftan da ülkemizin enerji gereksinimi için hayati önem taşıyan bu projeleriengellemenin de ötesinde, baraj havzalarında etnik ve dinsel bölücülüğü kışkırtmaktan, Türkiye'yi bu bahanelerle köşeye sıkıştırmaktan geri durmayacaklardır. Buna karşılık, özellikle Türk basınındaki etki ajanları, bu provokasyonlara alkış ve de çanaktutarken, söz konusu ülkelerin -ki hepsi de topyekûn imha silahlarının üreticisi konumundadırlar- şirketlerinin Türkiye'de nükleer enerji santrallerinin yapılmasına ilişkin baskı girişimlerine sessiz kalmayadevam edeceklerdir. Keza, hiç kimse ve hiçbir akademik kuruluş, 20.Yüzyılda cereyan eden tüm savaşlarda, silah üreticisi ülkelerinürünleri ile dünyada yok edilen -canlılardan vazgeçtik- tüm tarihsel mirasın envanterini çıkarma gibi bir duyarlılık ve de sorumlulukgösterememektedir. Bu duyarlılık (!) ve sorumluluk (!) sadece Türkiye için mi söz konusu edilmektedir?!. Tipik bir örnek olmak üzere, topyekûn imha silahlarının yanında en masumu sayılan ve AlmanKrauss-Maffei Wegman firmasınca üretilen Leopard 2A5 tanklarının menzil mesafesinde canlı cansız tüm varlıkları yok ettiği gerçeği, Türkiye'deki etki ajanlarını hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. İnsanlık ve uygarlık havarisi bu ülkelerin ürettikleri silahlar, acaba tarihselmirasın çevresine çiçek dikmeye mi yaramaktadır?!. DÖNÜŞ YOLUNDA... Evet, dönüş yolunda, Zeugma'ya ve diğer antik merkezlere harcadığımız para, zaman ve de gösterdiğimiz ilgi ile aldığımız sonuçların ister istemez muhasebesini yaparsınız. Toz bulutu içinde bir yandan önünüzü görmeye çalışırken, Albay Reşat Beyin bu ülkenin kurtuluşu uğrunda canıyla gösterdiği duyarlılığı takdirle hatırlarsınız; Çiğiltepe'de çadırında telsizin yanıbaşındaki masada şakağından kanlar sızan hayali gelir gözlerinizin önüne. Sonra, O'na ve O'nunla birlikte bizler için,gelecek nesiller için can veren gencecik şehitlerimizi düşünürsünüz geride toz bulutu içinde göremediğiniz şehitlikte kalan. Lanetedersiniz, bırakın hatırlamayı, Onlara bir yolu bile çok gören gelmiş geçmiş ilgili yöneticilere!.. Otomobilinizin amortisörü kırıldığında ya da lastiğiniz patladığında anlarsınız ki, Büyük Atatürk'ten sonra Türk Ulusu kendini yönetme iradesini kaybetmiş; tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi kaybettirilmiş!.. Türkiye'yi Türk olmayan ya da Türklük bilincinden yoksun, etnik ve dinsel özürlü, son dönem Osmanlı mantığına sahip politikacılar yönetmekte!.. Irkçılığın insanlık suçu olması gereken yeni bir binyılda, en az kendilerini yöneten Batılı devletlerin ırkçıları ölçüsünde Türkiye'ye ve Türk Ulusuna düşman, Türk vatandaşı etnik ırkçıların varlığını hissedersiniz, bunca ihmal edilmişliğin arkasında. Türkiye'yi yönetmeye talip FP'de, MHP'de, DSP'de, CHP'de,DYP'de, ANAP'da ve hiç ayırımsız diğerlerinde ve de en önemli makamlarda, basının köşebaşlarında Vahdettinlerin, Ali Kemallerin,Damat Feritlerin, Dürrizade Abdullahların, Kambur İzzetlerin, Mustafa Paşaların, Suphi Paşaların yaşamakta olan ruhlarını hissedersiniz. Anlarsınız ki etnik bellek kaybolmamıştır. Onlar, bu ülkede sadeceTürkler yok diye, neredeyse Türküm demeyi yasaklayarak "Türkiyehalkları", "Türkiye müslümanları" gibi yapay etnik kimlik yapıştırmaya kalkışırlar bizlere. Ve hiç kimse de çıkıp söylemez ki, Türk Ulusuna karşı bu yapılanlar, manevi bir soykırımdır, etnik ırkçılık suçudur diye. Yarım saatlik bu zorlu yolculukta, hızla düşünecek çok zamanınız vardır. Sorarsınız kendi kendinize, Atatürk'ün, Reşat Bey gibi şehitlerimizin manevi mirasçıları, gerçek Türkler nerede? Osmanlı'dan hiç ders ve ibret almadan, neden bunca hakarete, aşağılanmaya,sömürülmeye ve zillete karşı ses çıkarmamaktadırlar? Oysa biliriz ki,Türkler ağırlıklı olarak Asker Ocağı'nda, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yaşamakta. Türkleri, vergisini kuruşuna kadar ödeyen mükellefler arasında, PKK kurşunlarına aldırış etmeksizin Güneydoğu'da ve de yurdun ücra köşelerinde mahrumiyet içinde ders veren öğretmenler arasında; kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş gaziler arasında; Türk Bayrağına sarılı tabutlar içinde baba ocağına dönenler arasında; fabrikalarda, tarlalarda, devlet dairelerinde sefalete mahkûm bir gelir düzeyinde yaşamak zorunda bırakılan emekçiler arasında; Türkiye'yi yurt içinde ve yurtdışında yücelten bilim adamları,sporcular arasında; Türkiye Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine inanan Cumhuriyet aydınları arasında; kısaca yönetenler, sömürenler değil de, yönetilenler, sömürülenler arasında görebilirsiniz... Yolun sonunda, geride kalan, belki de kimbilir ne zaman bir kere daha ziyaret edeceğiniz bu Şehitliği hatırlamaya çalışırken, ister istemez birileri gözlerinizin önünden adeta resmi geçit yapar: Şevki Yılmaz,Cüneyt Ülsever, Hasan Mezarcı, Gülay Göktürk, Necmeddin Erbakan,Süleyman Demirel ve de aile fotoğrafındakiler, Fethullah Gülen vehâmisi Bülent Ecevit, Abdullah Öcalan, Etyen Mahçupyan, Taner Akçam,Halil Berktay, Mehmet Ali Birand, Altan kardeşler, Mesut Yılmaz, HalilBezmen, Nazlı Ilıcak, Haşim Kılıç, Mehmet Eymür ve Yeşil, AbdullahÇatlı, Doğu Ergil, Fehmi Koru, Yılmaz Karakoyunlu, Oya Akgönenç, MerveKavakçı, Abdurrahman Dilipak, Taha Akyol, Mehmet Ali Ağca, İhsanDoğramacı, Akın Birdal, Mehmet Barlas, Erkan Mumcu, Ali Kalkancı, Sami Selçuk, Müslüm Gündüz, Hüsamettin Özkan, Saidi Nursi, Tansu Çiller,Hüseyin Velioğlu ve daha onbinlerce Türk vatandaşı... Kendinizi tutarsınız, çünkü o toprakların her karışı şehitlerimizin kanları ile sulanmıştır... Asfalta, Ankara'ya doğru çıktığınızda anlarsınız ki,yol daha yeni başlamaktadır... Her türlü etnik ırkçılığa, sahte demokratlığa, sömürüye ve gericiliğe karşı Türk olmanın, Cumhuriyet aydını olmanın inanç ve gururu ile... Türk Ulusu'nun layık olanlarca yönetilmesi, yönetimi ele alması kararlılığı ile... DİPNOTLAR: 1-Aziz naaşı Sandıklı'da defnedilmiş olan Albay Reşat Bey, askeri yaşamında üstün cesaret ve sevk yeteneğiyle çok sayıda madalya (mecidi nişanları, gümüş muharebe, liyakat, tahlisiye, Alman veAvusturya-Macaristan savaş madalyaları) sahibi olmuştur. Şehadetininsonrasında T.B.M.M. kendisi adına ailesine İstiklal Madalyası takdimetmiştir. Ailesi, soyadı kanununu müteakip "Çiğiltepe" soyadını almıştır. Bu mütevazı ama sınırsız onurlu kahramanın, kendisi gibi mütevazi ve onurlu ailesinin nerede olduğu bilinmemektedir. Oysa ki,Türk Ulusu, bu şehidin geride bıraktıklarına şükran ve saygıduygularını bir şekilde ifade etmek zorundadır. 2-Çiğiltepe'de 15 dakika gecikme ile kazanılan zaferi ve Türk askerinin inancını, o tarihi anı yaşayarak yaşatan Cenab Ozankan şöyleifade etmektedir: ÇİĞİL TEPE İnatla dayandı düşman Yerden bitercesine çoğala, çoğala, Mermiyle vur,Dipçikle vur,Tükenmez gâvur oğlu gâvur. N'edersin alamadık Çiğiltepe'yi,Şehit verdik Yiğit Reşat Beyi,Tövbe ettik yaşamaya... Daha gidecek can varmış helâlinden,Kader bu ya... Gün ışığında karardı benzimizVıcık vıcık gömleğimiz Kan akar her damardan. SonundaSöktük hepsini topraktan Yalın ellerimizle,Göz yaşımızda parladı Çiğiltepe,Bir nur... İnanmıştık: Şehitler ileMustafa Kemal PaşaBizi korur... 3-Avrupa Basınında yer alan ve Güneydoğu bölgesinden açıkça"Kürdistan" olarak bahsedilen haberlerin temel kaynağı, maalesef sadece HADEP'li yerel politikacılar ya da yerel yöneticiler değil. Tıpkı İstanbul Barosu Başkanı ve yönetimi örneği gibi, farklı partilere mensup yerel yöneticiler de bu tür açıklamalarla yakından ilgili. İşte, hem de Türk Basınında yayınlanmış bir haber ve Türk Devletinin vurdumduymazlığı, ilgili kişiyi hala görevde tutan sorumluların sorumsuzluğu: "ILISU BARAJINI İSTEMEYEN BELEDİYE BAŞKANINA SANSÜR: İngiltere İşçi Partisi Milletvekili Ann Clwyd ileİçişleri eski Bakanı Peter Loyd'un Hasankeyf Belediyesi'ni ziyaretinde ilginç bir olay yaşandı. İngiliz milletvekilleri, yapılacak olan Ilısu Barajı hakkında görüşmek için DYP'li Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen'i makamında ziyaret etti. Barajın yapılmasına Hasankeyf antik kentini sular altına bırakacağı gerekçesiyle karşı çıkan Kusen, düşüncelerini İngiliz milletvekillerine anlatamadı. Çünkü görüşmeye davetli olmadıkları halde ilçe kaymakamı Ahmet Erdoğdu ile ilçe jandarma komutanı da girdi. Belediye Başkanı Kusen bu görüşmede İngiliz milletvekillerinin soruları karşısında sadece yüzeysel bilgiler verdi. İngiliz milletvekilleri görüşme sonunda, belediye başkanının konuya hâkim olmadığını ve kendilerine yeterli bilgi veremediğini söylediler. Ancak, heyet Hasankeyf'den ayrılıp, Batman'a döndüğünde, Belediye Başkanı Kusen heyeti telefonla arayarak,kendisinin "Kaymakam ve jandarma komutanının yanında düşüncelerini açıklayamadığını" belirterek, barajın yapımına belediye başkanı olarakkarşı olduğunu, yöre halkının da bu işi istemediğini belirtti (Hürriyet, 16.7.2000)". 4-Alman jeolog, jeomorfolog ve jeofizikçilerinin ve de istihbaratçılarının arkeolog kimliğinde Osmanlı İmparatorluğu'na ilk geliş tarihi 1889'dur. Bu tarihte İstanbul'a gelen ve daha sonra 1898'de ikinci kez İstanbul'un yanısıra Hayfa, Kudüs, Şam ve Beyrut'uda ziyaret eden Alman İmparatoru II. Wilhelm'in maiyetinde gelen sahte arkeologların faaliyetleri, II. Abdülhamit'in İstihbarat Servisi tarafından da saptanmış; ancak ikili ilişkilerin zedelenmemesi açısından herhangi bir yaptırım uygulanmamıştır. Daha sonra, ajan arkeologlar, Alman Doğu (Orient) Enstitülerinin yanısıra son dönemdede İstanbul'daki Alman Arkeoloji Enstitüsü kadrolarında faaliyet göstermeye başlamışlardır. Almanlardan daha çok etkin olan İngiliz ajan arkeologlarının şüphesiz en ünlüsü, T. Edward Lawrence'dir. Lawrence'in Araplarla dikkat çekmeden ilişki kurmasında, arapçasını ilerletmesinde ve bölgeyi tanımasında arkeolog kimliğinin rolü büyükolmuştur. Bugüne kadar Türk topraklarında faaliyet gösteren binlerce ajan arkeolog arasında, özellikle Michael Buch, D. Hogarth, Delbrueck Herzfeld, Gertrude Bell, Manfred Korfmann ve F. Hans Günther başı çekmektedir. Maalesef, bu ajan arkeologların bir teki hakkında bile ne Osmanlı döneminde ve ne de Türkiye Cumhuriyeti döneminde tutuklama,soruşturma ya da sınırdışı işlemi yapılmamıştır. Bu dokunulmazlık, ancak, her iki dönemde de devlete egemen etki ajanlarının gücü ileaçıklanabilir. 5-Türkiye'nin değişmez bir arkeoloji politikası oluşturulurken,öncelikle ve acilen alınması gerekli önlemler de hayatageçirilmelidir. İşte birkaç öneri: A) Emniyet Genel Müdürlüğü,Jandarma ve MİT bünyesinde birbirleriyle koordineli çalışan "ArkeolojiŞubesi" ihdas edilmelidir. Bu şubeye, mutlaka arkeoloji, antropolojive sosyal antropoloji dallarından mezun, yabancı dil bilen uzmanlar istihdam edilmelidir. Arkeoloji Polisi'nin yeralmadığı hiçbir kazıya izin verilmemelidir. Arkeoloji Polisi istemeyen yabancı kazı gruplarına önceden verilmiş izinleri behemahal iptal edilmelidir. Silah taşıma ve kullanma yetkisi olan Arkeoloji Polislerinin sayısı,kazı alanının yer ve büyüklüğünün yanısıra, bölgedeki terör riski veyerli işbirlikçilerin yaratabileceği tehdit potansiyeli de dikkate alınarak belirlenmelidir. Ajan arkeologların saptanmasından, buluntuların kazı alanı dışına izinsiz çıkarılmasının önlenmesi, hatta kazı makinaları, inşaat kepçeleri kullanarak buluntulara zarar veren yerli-yabancı arkeologların engellenmesi, Polis Arkeologların asli görevleri arasındayeralmalıdır. Kazı izinlerinin verilmesinde, yurda girişi yasaklanacakarkeologların saptanmasında, istihbarat kuruluşlarının Arkeoloji Şubeleri'nin onayı mutlaka aranmalıdır. B) İstanbul'daki Fransız İstihbarat Örgütü DGSE ile bağlantılı faaliyet sürdüren Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile Alman Dış İbtihbarat Örgütü BND ile bağlantılı faaliyet sürdüren merkezi Beyrut'taki "Morgenlaendische Gesellschaft'a bağlı Orient Enstitüsünün İstanbul Şubesi öncelikle kapatılmalıdır. Fransa'da ya da Almanya'da MEB'na bağlı ilkokullara bile izin vermeyen bu iki devletin itirazları, "Mütekabiliyet (Karşılılık) İlkesi" çerçevesinde bertaraf edilmelidir. Aynı şekilde,Alman Vakıflarının tümünün Türkiye Temsilcilikleri; başta Türk solunu ve şeriatçı kesimini kontrol altında tutmakla yükümlü Konrad Adenauer Vakfı olmak üzere acilen kapatılmalıdır. Keza, Türk Devletinin en gizli olması gereken makamlarına ve hatta sosyal-dinsel-etnik istihbarat sağlama çerçevesinde köylere kadar inen, Türk NGO'larını yönlendirmeye çalışan Frederich Ebert Vakfı, yerel yönetimlerde işbirlikçi sağlamayı amaçlayan Frederich Naumann Vakfı, etki ajanı konumundaki Türk kuruluşlarını organize edip yönlendiren Heinrich Böll Vakfı, siyasal kürtçülere lojistik destek sağlayan "Alman Bilim ve Politika Vakfı", temsilciliği olmamasına rağmen Almanya sempatizanı etki ajanlarını bulmak ve yetiştirmekle yükümlendirilmiş Robert Bosch Vakfı, Türkiye'deki her türlü etkinliklerine kesinlikle izin verilmemesi (yasaklanması) gerekli olan Alman kuruluşlarının içine dahil edilmelidir. Mutlaka ve mutlaka sınırdışı edilmesi ve bir daha asla Türkiye'ye giriş yapmalarına izin verilmemesi gereken Alman ajan arkeologları, gazetecileri, sözde vakıf uzmanları ve temsilcileri ile misyonerleri arasına şu isimler dahil edilmelidir: Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nün Müdürü Prof.Dr. Paul Dumont ve Enstitü kadrosundaki tüm uzmanlar, başta Dr. Wulf Schönbohm olmak üzere tüm Alman vakıf temsilci ve uzmanları, askeri istihbarat uzmanı general Jörg Schönbohm, Türkiye karşıtı tüm araştırmaların finansmanını sağlayan - ki bu kapsamda CNN muhabiri Kemal Can, Samanyolu TV'den Etyen Mahçupyan, Birikim Dergisi Tanıl Bora, Tansu Çiller'in eski danışmanı Şükrü Karaca, gibi kişilere telif adı altında teşvik bedelleri ödendiği bilinmektedir- ve Alman arkeologlarının Türkiye'deki tüm koordinasyonunu gerçekleştiren Orient Enstitüsü İstanbul Şubesi Müdürü Dr. Günter Seufert, yardımcısı Christopher Kubaseck, Alman Denizaşırı Enstitüsü içinde faaliyet gösteren Alman Doğu Enstitüsü'nün Başkanı Udo Steinbach, Alevi ve Kürt uzmanı Heidi Wedel, gazeteci Horst Bacia, Rainer Hermann, Prof.Dr. Jörg Wagner, Prof.Dr. Manfred Korfmann ve daha yüzlerce Türk düşmanı- ırkçı Alman BND ajanı... Hiç şüphesiz bunların sınırdışı edilip bir daha ülkeye sokulmaması, Türkiye'ye olumsuz müdahale sürecini durdurmaz, sadece geciktirir. Bu itibarla, Alman istihbaratçıların ve ajan arkeologların geçici olarak gözden kayboldukları Alanya'daki yüzlerce BND "safe-house"unun saptanması ve bağlantılı Alman görevlilerinin de deşifre edilmesi gerekir (halen önemli bir kısmı Alanya'da olmak üzere Akdeniz ve Ege kıyılarında 100.000'e yakın Alman vatandaşı sürekli ikamet etmektedir). C) İtalyan arkeologlarının koordinasyonunu üstlenen "Centro di Conservazione Archaeological" grubu ile ABD'li arkeologları temsil eden "Oxford Archaeological Unit" ve de İngiliz arkeologları temsil eden doğrudan MI6, görüntü olarak da "British Council" ile bağlantılı grupların Zeugma, Hasankeyf başta olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki, Karadeniz ve hatta Orta Anadolu'daki kazı izinleri tümüyle iptal edilmelidir. Kazı izinlerinin sadece etnik ve mezhepsel açıdan risk taşımayan bölgelere kaydırılması şarttır. Burada da, Türkçenin yanısıra, kürtçe, lazca, gürcüce gibi yerel dilleri bildiği anlaşılan ve de halkla sıkı ilişkiler içine giren yabancı arkeologların çalışma izinlerinin derhal iptali ile sınırdışı edilmeleri cihetine gidilmelidir. D) BND'nin arkeologlarını yetiştirdiği Tübingen Üniversitesi ile Türk Üniversitelerinin Arkeoloji Bölümleri arasında mevcut her türlü ilişki kesinlikle sonlandırılmalıdır. E) Zeugma, Hasankeyf, Fırtına Vadisi, Kargamış, Munzur gibi hedef bölgelere giden ajan arkeologlar, gerek mülki yöneticileri ve gerekse kolluk kuvvetleri tarafından derhal tecrit edilerek gereği yapılmalı; tarifeli uçak listelerinin yanısıra, bölgeye sefer yapan ve yabancılar tarafından kiralanan uçak ve helikopterlerin bildirimleri de günlük kontrolden geçirilmelidir. Diyarbakır, Batman, Gaziantep, Trabzon gibi şehirlerimizdeki otel kayıtları da sürekli kontrol altında tutulmalıdır. Tüm bu önlemler, yasakçı bir devletin yaptırımları olarak değil; özgür ve bağımsız kalmak isteyen, parçalanmak istemeyen bir ulus-devletin kendini savunma mekanizması içinde ve kontr-espiyonaj faaliyetleri kapsamında değerlendirilmelidir. Ölçüt, isteyen Türk arkeologlarının Almanya'da, ABD'nde, İngiltere'de, Fransa'da, İtalya'da kazı yapmak istemeleri durumunda önlerine çıkarılacak yasaklar, sınırlamalar ve formalitelerdir. Türkiye, her önüne gelen servis ajanının dilediği yerde, dilediği ekip ve ekipmanla kontrolsüz kazı yapacağı, arada ajitasyon ve espiyonaj faaliyeti yürüteceği bir "yol geçen hanı" konumunda olmamalıdır. Gerçek bilim adamı olan yabancı arkeologlar, hiç şüphesiz bu kapsam dışındadırlar ve de saygıya lâyıktırlar. Önerdiklerimiz, bu bağlamda demokratik ülkelerde yürürlükteki prosedüre uygundur ve hatta eksiktir... 6) Dünyanın en sapık faşist söylemcileri arasında yer alan Alman ırkbilimcileri, üstün ve saf Alman ırkının,tarihi Aryenlere dayandığını iddia etmektedirler. Onlara göre, dolikisefal kafatasına sahip Aryenlerin, yani Almanların büyük büyükatalarının (!) varlığı, Anadolu'nun bir Alman vatanı olduğunu ispatlamaktadır. Bu sapık söyleme -ki teori bile denemez- göre,Hititler de Aryenlerden gelmektedir. "Aryen Nesi"ler Ankara'nın,"Aryen Pala"lar Çorum-Afyon arasının, "Aryen Selukid"ler de Zeugma'nı nasıl sahipleridir. İşin ilginç tarafı, Kürtler ve Urartuların devamı(!) Ermenilerin de Aryenlere dayandığını iddia eden Prof.Dr. JörgWagner, F. Hans Günther gibi Alman arkeologlar (!), kendilerinin daha farklı olarak Aryenlerin en saf ve asil boyundan geldiklerine inanmaktadırlar. Böylece, Türkiye'deki "47 ayrı etnik halk"ın mevcudiyetini ispatlama gayreti içine giren Almanya, PKK'ya verdiği desteğin meşruluğunu ırk akrabalığı ile sağlama almaktadır. Ne var ki,küçük mü küçük bir ayrıntı, dikkatlerden kaçmaktadır: Teoriye göre,Aryen ırkı, uzun kafalı, uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın bir tipolojiye sahiptir. Simsiyah saçlı, kara gözlü Ermenilerle, benzer tipolojiye sahip Kürtler arasındaki birliktelik, ideal Aryen tipolojisine hiç mi hiç uymamaktadır. Bu tuhaf Alman söylemcilerinegöre, Osmanlı Devleti'nin kurucularından Orhan Gazi de Aryen ırkına sahiptir (mavi gözlü, sarışın, uzun kafalı ve uzun boylu) ama ne hikmetse dedesi, babası, kardeşleri ve de çocukları brakisefal kafatasına sahip Türklerdir. Bu söylemciler arasında yer alan Manfred Korfmann, bizzat geliştirdiği tezi (!) ile Yunan faşisti arkeologları bile çileden çıkaracak varsayımlarda bulunmaktadır. Ona göre, Truva uygarlığının Helen uygarlığı ile bir ilgisi bulunmamaktadır. ÇünküTroya uygarlığı, özgün bir Aryen uygarlığıdır ve buna göre Anadolu, Avrupa'nın ayrılık kabul etmez bir etnik uzantısıdır (tabii ki işgalci(!) Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir parçasıdır). Bu iddialarsonucu, Alman nazilerinin gözünde, Türkiye "arka bahçe" olmaktan çıkmış, büyük Alman evinin bir "zimmer"i olmuştur...
__________________
zaman kısa, dünya herkese yeter, mühim olan insanlık KANIMIZIN KIRMIZISI ALNIMIZIN AKIYLA SİVASSPORLUYUZ |
11.01.2008, 13:25 | #4 |
Yiğido
UTKUM_58 Şuan
Son Aktivite: 16.03.2008 09:38
Tournaments Won: 1Üyelik Tarihi: 28.09.2006
Yaş: 46
Mesajlar: 193
Tecrübe Puanı: 682
|
--->: OLACAKSAN BÖYLE TÜRK OL
ABIRCAN ABI BU YAZDIGIM SEYLERI YAZAN OKADAR COK KIMSE VARKI;BUNLARIN HEPSINI YAPAN OLUR YADA DINLEYEN OLSA ZATEN TURKIYENIN NE DERDI OLUR NE KEDERI;HERKES KENDI CIKARINI DUSUNUYOR;YOK BILIM ADAMI OLMUSTA TURKIYE ILGI GOSTERMIYORMUS;OZAMAN GELDE TR DE GOREV YAP dimi abircan abi bukadar basit
|
11.01.2008, 16:12 | #5 |
Usta Yiğido
abircan Şuan
Son Aktivite: 21.01.2015 10:55
Üyelik Tarihi: 03.08.2005
Mesajlar: 3.258
Tecrübe Puanı: 1035
|
--->: OLACAKSAN BÖYLE TÜRK GENCİ OL
Bu bayrağı 13 genç kanlarını akıtarak hazırlamışlar
Kırşehir’de 13 lise öğrencisinin kanlarıyla Türk bayrağı çizdikleri ve bayrağı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a gönderdikleri ortaya çıktı. Orgeneral Büyükanıt, Habertürk Televizyonu’nun şehit aileleri için gerçekleştirdiği yardım kampanyasında elde edilen bağışların teslim töreninde, kendisini çok duygulandıran bu bayrağın hazırlanış hikayesine ilişkin şöyle konuştu: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır /Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.’ Bakın şimdi size birşey göstereceğim. Bu bir Türk bayrağıdır. Bir özelliği var. Bir grup genç tarafından kanlarıyla yapılmıştır. Biz büyük bir milletiz. Ve gerçekten şehitlerimiz kutsal bir amaç uğruna şehit olmuşlardır. Yaşadığımız ülkenin birlik ve bütünlüğünü koruyabilmek için. Onların aileleri bize kutsal emanettir. Onlara gözümüz gibi bakmamız lazım.” Habertürk Televizyonu ve Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim’in öncülüğünde gerçekleştirilen yardım kampanyasında 86 milyon 557 bin 511 YTL’lik bağış toplandığı açıklandı. Bağışın, 34 bin YTL’lik bölümü Mehmetçik Vakfı tarafından 4 bine yakın şehit yakını ve gaziye 9 bin 188 YTL 30 YKR olarak eşit şekilde ödenmeye başlanacak.
__________________
zaman kısa, dünya herkese yeter, mühim olan insanlık KANIMIZIN KIRMIZISI ALNIMIZIN AKIYLA SİVASSPORLUYUZ |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|