|
SİTE ANA SAYFA | Galeri | Kayıt ol | Yardım | Ajanda | Oyunlar | Bugünki Mesajlar | Arama |
Gürün Gürün İlçesi ve Köyleri |
|
Seçenekler | Arama | Stil |
19.09.2008, 12:19 | #1 |
Usta Yiğido
gul-i_ahmer Şuan
Son Aktivite: 27.08.2010 16:43
Üyelik Tarihi: 15.09.2008
Yaş: 35
Mesajlar: 698
Tecrübe Puanı: 668
|
GÜRÜN-HALK İLAÇLARI HAKKINDA:
HALK İLAÇLARI HAKKINDA: İnsanın yaşamış olduğu her yerde ve insan sağlığının söz konusu olduğu her zamanda ilaç vardır. Çünkü insan da bu doğanın bir parçasıdır. Doğa nasıl birtakım olumsuzluklardan dolayı dengesini kaybetmekte veya birtakım dengesizlikler doğanın bozulmasına sebep oluyorsa bu bozulmalar veya dengesizlikler de doğanın bir parçası olan insanı da etkilemektedir. Doğanın düzensizliği hemen insanın bünyesinde veya ruhi yapısında olumsuz etkilerde bulunmaktadır. Bu olumsuz etkiler, insan sağlığını bozarak hastalanmasına neden olmaktadır. Tüm hastalıkların ve manevi bozuklukların, yani ruhsal hastalıkların(sinirsel bozukluklar, inmeler, delirmeler gibi)nedeni, doğa dengesinin bozulması, insan çevresinin hijyenik ortamdan uzak olmasının doğal sonucudur.” Günümüzde gittikçe hastalıkların daha da artması hem de bütün bilim ve tekniğin bunca ilerlemesine hemen hemen her derde deva bulma gücüne kavuşmasına rağmen yine de hastalıklar artmaktadır. Bunun bir tek cevabı vardır o da; doğa dengesinin bozulması ve doğanın oldukça acımasız ve hoyratça kullanılıp kirletilmesinden kaynaklanmaktadır. çünkü günümüzde insanlar doğayı alabildiğince kirletmekte ve aslında kendilerine en büyük zararı bilmeden verebilmektedirler. Halbuki bu durum insanlığın elbette zararına olan bir şeydir. Eski devirlerde insanlar günümüzdeki insana göre doğayı daha çok seviyor ve doğayı kirletmiyor, doğayla daha çok iç içe yaşıyordu. Başı ağrıyan, dili tutulan, doğumda güçlük çeken, bir yeri kırılan doğaya başvurarak; otlardan, sulardan, ağaçlardan, taşlardan, çiçeklerden yardım istiyordu. Eğer tuttuğu dal işine yarıyorsa, içtiği su, gölgesinde oturduğu ağaç ona bir tatlılık, bir iç açıklığı verirse ona başının üstünde yer veriyor, onu kutsal sayıyordu. çünkü insanoğlu doğar doğmaz, yeme-içme, korunma ve barınma iç güdüsü yüzünden birtakım tabiat olaylarıyla karşılaştı. Doğadaki birtakım olumsuzluklara karşı kendisini korumaya çalıştı. Zamanın akışı içinde toprağı, suyu, havayı; soğuğu, sıcağı; hayvanı, bitkiyi; güneşi, ayı ve yıldızları tanıdı. Bu tanıma, onun ruhi ve zihni faaliyetini dışa çevirdi; tabiattan, canlılardan ve eşyadan aldığı intibalarla uzvi veya ruhi bir yaklaşma ve bir uzlaşma köprüsü kurdu; kendinden olanlarla veya olmayanlarla bu köprüden geçerek hayat yolundan ilk adımını attı. Bu adım ilk önce doğayı tanımak oldu. Doğayı tanımayı da birçok deneyleriyle ve tecrübe edinerek öğrenmekle işe başlamış oldu. Deneyleriyle insanoğlunun da doğanın bir parçası olduğunu deneyleriyle öğrendi. Doğayla kendisi arasında bir cevher birliği içerisinde olduğuna inandı. Doğanın hem kendisine olumsuz yönde etki ettiğini ve hem de kendisine şifa kaynağı olduğunu deneyleriyle öğrendi. Kendisine şifa olanları kutsal saydığı gibi zarar verenleri de uğursuz saydı. Bazı zamanlarda kendisine şifa kaynağı olanlara kutsal diyerek tapındığı gibi (aynı bal da olduğu gibi)kimilerini de zarar vermemesi için kutsadı. Bu kutsal saydığı materyaller de yine kendisi gibi doğanın bir parçası olan ağaçlar, bitkiler, hayvanlar vb. şeylerdi. Eski insanlar kendisine zarar veren çevresindeki şeylere yine çevresinde bulunan diğer materyalleri kullanarak cevap vermeye karşı koymaya çalıştı. Günümüzde halk ilaçları veya koca karı ilaçları olarak adlandırılan ilaçlar ve bu ilaçların yapımı böyle başladı. Eski hekimliğin ocağı ve beşiği sayılan Bergama’da çevre bitkilerinden ilaç yapılıyor, kullanılıyor ve uygulanıyordu. Halk ilaçları (koca karı ilaçları gibi adlarla) adıyla anılan bu ilaçlar başlangıçta da, o dönemin uzman sayılan kişileri tarafından yapılıyordu. Keza uygulanması da bu kişilerce yapılıyordu. Bu uygulama dünyanın her yerinde böyle olduğu gibi keza Anadolu’da da böyleydi. Anadolu ilaçları, Anadolu’da yetişen bitkilerden, Anadolu halkının yaptığı, sağıltıcı, iyileştirici birleşimlerdir, buluşlardır. Bunlar eski çağlardan günümüze kadar sürdürülen ve nesilden nesile aktarılmış olan bir geleneğin ürünleridirler. Anadolu’da yetişen bitkilerden yapılan ilaçların, bugünkü belgelere göre en eskileri, çoğu Hititler’den kalmadır. Hititlere göre ilaçların yaptığı bitkilerin özünde birtakım gizli güçler, tanrısal erkler var. Hititlerde kabul gören inanışa göre; bitki bir tanrısal gücün ürünüydü(görüntüsüydü), bu yüzden de kutsaldı. Nitekim Anadolu’da yetişen bitkilerin, ağaçların çoğunun eski çağdan beri kutsal olduğunu, tarihi kaynaklardan ve belgelerden öğrenmekteyiz. “Söz gelimi çınar, çam, kayın, meşe, defne, kiraz, kızılçık, ardıç, ceviz, söğüt gibi ağaçlar; üzüm, incir, buğday, arpa, darı, elma gibi yemişler de, ekinlerde kutsanmaktaydı. Hitit kral veya kraliçelerinin ellerinde başak bulunması veya sakallarının başak şeklinde veya üzüm salkımı halinde gösterilmesi de bunu doğrulamaktadır. Keza ekinler; yonca, nane, kekik, dereotu, gibi otlar ile, gelincik, menekşe, nevruz gibi çiçekler de kutsal sayılmaktaydı. Bunların yansıttıkları birer tanrı veya tanrıça vardı. Sözgelimi gelincik çiçeği Suriye havalisinde Anadolu’ya gelen Attis (Adonis) adlı tanrının; yonca, menekşe ise ana tanrıça “Kupapa “(Kubele) nın çiçeği olarak anılıyordu. “Mesela dilimize “keten” olarak geçmiş ve aslında Hititçe “kattanya” dedikleri bitkinin aynısıdır. Hititler bu bitkiden ilaç yapıyorlardı. Ayrıca diğer bitkilerden ve hayvanlardan da ilaçlar yapılıyordu. Bunları ise Sankunnis (rahip) denen din adamları yapmaktaydılar. Bunların da birtakım yetenekleri olduğuna ve gizli güçleri bulunduklarına inanılmaktaydı. Eski Anadolu ilaçlarının yapımı gibi türleri de günümüzde olduğu gibi değişikti. Ilk önce ilaç insan bedenine girmiş olan kötü ruhu kovmak için girişilen bir eylem niteliğindeydi. Eskiden ilaçların yapımı günümüzde olduğu gibi tamamıyla bilimsel niteliklerde değildi. Sadece maddi yönden değil manevi yönden de tedavi etmiş olduğuna inanılmaktaydı. çünkü ilaçlarda gizemlilik ve olağanüstülük bulunduğuna inanılır ve bunları yapanlara da olağanüstü bir insan gözüyle bakılır, öyle bilinirdi. çünkü eski insan kendisine şifa veren herhangi bir materyali kutsal olarak görmekteydi. çünkü eski insana göre doğa ve doğada bulunan tüm varlıklar (bitkiler, hayvanlar, vb. ) tanrısal bir gücün ürünleri veya Tanrı’nın bir başka boyuttaki görüntüleriydiler. Bu yüzden eskiden bitkiler ve ağaçlar kutsanmaktaydı. Bu kutsallaştırmayı ilk olarak Anadolu’da Hititler yaptılar:” Toprağın verimliliğini, üretkenliğini ve bolluğunu, doğurucu özelliğine bakarak bu doğal yapıyı tanrılaştıran ilk insanlar Hititler oldu. Mesela üzümün faydalı bir bitki olduğunu öğrenince üzüm salkımını evrene bolluk veren tanrının (Bereket tanrısı Muris) eline verdi. Bunu da tanrısının sakalını üzümleştirerek gösterdi. Üzüm şeklinde gösterdi. Sonra Melit dediği bal’ı keşfederek onu kutsadı. Nitekim balın çok değerli ve şifalı bir ürün olduğu Kur’an-ı Kerimde de anlatılmaktadır. (1) Faydasını görüp, zararının dokunduğuna inandığı ateşi ve ateş yaktığı yeri, yani ocak’ı kutsallaştırdı. Ateş yakmış olduğu Ocak’ı da kutsal saydı. Bugün bile bizler ateş yaktığımız, yemeğimizi pişirdiğimiz, suyumuzu ısıttığımız ve ısındığımız Ocak’ımıza saygı göstermiyor muyuz? Bu durum Hititlerde de aynıydı. Hititlerde “Hassas” adında ocak tanrıları vardı. Bu ocak kutsal sayılmaktaydı. Güneş de ay da hatta yıldırım ve şimşek bile kutsaldı. Kısacası ateş ile ilgili bütün varlıklar kutsal sayılıyordu. Bugün bile halk arasında söylenilen ve inanılan ocağın üstüne su atılmaz, “Ateşe su dökülmez, dökülürse cin çarpar, ateşin üzerinden atlanmaz, ateşe işenmez gibi inanışlar hep bu devrin süregelen geleneksel inanışlarıdırlar.” M.Ö. VI. yüzyılda yaşamış olan (Anadolu’da) Heraklitos’da ateşi bütün varlıkların özü (Arkhei) saymaktaydı. Yine Hititler’de “Pahhur” adı verilen kutsanan bir tanrı vardır. Bu ateş, “Ocak tanrısı’dır.” Ateş veya ocakla ilgili bütün işler onun yönetimi altında olduğuna inanılırdı. Yine Sümerlerde de ateş ve ocak kutsaldır. Sümerler ocağa “Guanni”derlerdi. Anadolu mitolojisinde ilaç yapmada, büyücülükte ocağın önemi büyüktür. Ocakla, ateşle ilgili ilaçlar genellikle okuyup, üfleme, tütsüleme gibi biçimde tezahür etmekteydi. Bugün de hala böyle değil midir? Hasta ocağın başına getirilir, daha önceden ocağa atılan kemik kabuk tohum gibi ne varsa, hastayı şifaya kavuşturacağına inanılan şeyler ateşe atılırdı. Bunlardan çıkan kokular ve dumanlar da o hastayı şifaya kavuşturduğuna inanılmaktaydı. Günümüzde de herhangi bir hasta aynı şekilde şifaya kavuşturulmak üzere bu yöntemler kullanılmaktadır. Yılan ocağı, Al karısı ocağı, Kuduz ocağı gibi ocaklar da aynı hizmeti bugün yöremizde olduğu gibi Anadolunun birçok yerinde yerine getirmekte değil midir? Hititçe’de Mus (yılan) kutsal bir hayvandır. Sümerce’den Hititçe’ye geçtiği sanılan “Mus” sözünden anlaşıldığına göre Hititler bunu komşularından öğrenmişler yılanın, derisinden, dişinden, hatta zehirinden birtakım hastalıkların iyileştirilmesi konusunda ilaçlar yapmışlardır. Bugün bile yılandan ilaç yapılmaktadır. (Tıbbın en büyük sembolü de yine yılan değil midir) Goethe “Yeşil Yılan” adlı eserinde onun dünyaya şifa dağıtan varlık olduğu vurgulanmaktadır. Yılanın ilaç olduğu sadece tıbbi ilaç yapımında değil bilakis halk inanışlarında da birtakım gizemlilik taşıyan hususiyetlerinin olduğuna inanılmaktadır. Mesela yöremizdeki “Yılanın öldürülerek yakılması sonucunda yağmurun yağacağı inanışı, yılanın ayağını gören kişinin de cennete gireceği gibi inanışlar da hep bu eski çağdan kalma inanışların günümüze kadar gelen birer kalıntıları değil midir? Kısacası kutsallıkla halk ilaçları arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Bu yüzden eski çağın inançlarıyla günümüz halk ilaçlarının ortaya çıkışı ve bugün kullanılması bir adet bir gelenek halinden sürekli olarak aktarılması arasında köklü bir bağlantı vardır. Bunun için halk ilaçlarıyla halk inanışları birbiriyle doğrudan bağlantılı bulunmaktadır. Bunun nedeni de Eski Anadolu insanının bulmuş olduğu ilaçlara ve bu ilaçları yapmış olduğu materyallere kutsallık unsurunu veya vasfını vermesinden ileri gelmektedir. “Eski çağda toplu hastalıktan ölmelerin Tanrı’dan geldiğine inanılmaktaydı. Bunun önlenmesi için de tanrıya topluca yalvarmalarda bulunuyordu. Mesela Hitit kralı I. Murşil (M.Ö. 1346-1300)’e ait kitabelerde Hitit ülkesindeki toplu hastalanmaların ve ölümlerin kalkması için Tanrılarına kurbanlar sunduğu ve yalvardığı belirtilmektedir.” Yine Hititler’de “Heyus” adı verilen yağmur kutsaldı. Günümüzde de yağmur duasına çıkmanın bununla ilgili olduğu açıktır. Bugün Anadolu’da yağmur suyu ile yıkanmak uğurlu ve yararlı sayılmaktadır. Yöremizde de (Gürün ilçesi ve köylerinde) “Yağmur suyuyla yıkanmak iyidir, yağmur suyu saçları uzatır, saç dökülmesini önler, ve bilhassa da Nisan ayında yağan yağmur suyundan da peynir mayası yapılır.”Bütün bunların elbetteki bu inanışlarla direkt olmasa bile dolaylı bir şekilde bağlantıları vardır. Bugün Anadolu’da hemen hemen her yerleşim biriminin yanında “adına ziyaret” adı verilen kutsal veya yarı kutsal yerler vardır ki halk buralara giderek bilhassa da kurak geçen mevsimlerde “Yağmur duasına” çıkarlar ve hemen hemen de bu niyet veya dilek gerçekleşmektedir. Bugün yöremizde de hemen hemen her yerleşim biriminin yakınında bir “Ziyaret Yeri” ve yağmur duasına çıkılacak yerler vardır. Mesela Beypınar’da Akşaktaşı mevkiindeki ziyaret denilen yer, Konakpınarda “Coşkunbaba” Güldede de “Ziyaret denilen yerde, Bahçeiçinde Battal Gazi’nin dikmiş olduğu elindeki çınar çubuğunun büyüyerek bugüne kadar gelmiş olduğu inanılan yer ve daha nice yerleşim birimleri bunlara birer örnektir. Tek Tanrı’lı dinlerde (İslam Dini’nde) yağmur’a “Rahmet” denmektedir ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerimin birçok sure ve ayeti kerimesinde yağmur hakkında birtakım açıklamalarda bulunulmaktadır. Yine İslam Dini’nin Anadolu’da yayılmasıyla birlikte zeytin ve ağacı, hurma ve ağacı, misvak ağacı, bal gibi birtakım bitkiler de daha önem kazanarak halk ilaçları hatta inanışları içerisinde çok büyük ve önemli yerler etmiş durumdadırlar. Hatta bunların kullanılmasının hem sevap hem de sağlığa faydalı olduğu belirtilmektedir. “Durum Eski çağ Türk dünyasında da hemen hemen aynıydı. Yani halk ilaçları ile halk inanışları birbiriyle bağlantılı durumdaydı. Halk ilaçları da halk ilaçlarını yapanlar da birtakım olağanüstü güçleri olduklarına inanılan kişilerce yapılmaktaydı. Hastalıklar için gerekli bütün ilaçları din görevlileri yaparlardı. Türkler “Emçi”(EM: ılaç demektir) “Otacı” dedikleri hekimler, gerçekten hekim değil birer din görevlisiydi. Bitkilerdeki gizli, iyileştirici ve tamir edici gücü onlar bilebilirlerdi ve kendilerinde bulunan gizli güçlerin de etkisiyle hastaları tedavi ederlerdi. çünkü onlar Tanrıya yakın olan kişilerdi.” Çin kaynaklarına göre Göktürkler” kestikleri at ve koyun kurbanlıkların kafalarını sırıklara korlar. Bunu da kutsal sayarlardı. Bugün yöremizdeki bostan ve bahçelere göz değmemesi için veya nazar değmemesi için dikilen bu tür at veya koyun keçi gibi hayvanların kafalarını dikmeleri de bu geleneklerin süregelen bir uzantısından başka bir şey değildirler. XI. yüzyıl kaynaklarında verilen bilgilere göre de; Kırgızlar, Hintliler gibi, ölülerini yakarlar ve “Ateş en temiz şeydir, ateşe düşen her şey temiz olur. Ölüyü de ateş kirlerinden ve günahlarından temizler” diye inanırlardı.” “Altay Şamanistlerinin dua ve ilahilerinde geçen “Ülgen”(ülken) kelimesi büyük ve ulu anlamına gelmekteydi. “Umay” kelimesi ise Kaşgar’lı Mahmut’a göre “Umay-kadın doğurduktan sonra çıkan en son’dur (yöremizde bu şeye günümüzde “Eş” adı verilmektedir) ki, Umay, Şamanist Türklerde “Dişi Tanrı’dır.” Ayın zamanda Şamanist Türklerde “Imı” adı verilen ve adına da korunma silahı, veya tılsım ya da muska anlamına gelmekteydi.”Göktürk ımparatorluğu devrinde “Yer-Su” ruhlarının mahiyetini “Orhun Abideleri’nden anlamak mümkündür. Göktürklerin “Iduk yer-Sub” (mukaddes yer-su) ile ifade ettikleri mevhum koruyucu ruhlar hem vatan idi ve hem de mukaddes sayılmaktaydı. Eski Türkler yüksek dağ tepelerine Tanrının makamı olarak inanırlardı. Mesela Altaylar böyle bir dağdır veya “Tanrı Dağları”da böyledir. Şamanist Türklerin en çok saydıkları ve muhterem bildikleri ağaç da “Kayın” ağacıdır (Betula Tournef). Doğu Türkistan’dadin adamları (Kam), hastayı efsun ile tedavi ederken çevrelerinde kayın ağacı bulundururdu. çünkü kayın ağacı kutsal olduğundan bu ağacın uğruna kurbanlar sunulurdu. Bir Şaman duasında aynen şu dizeler vardır: “Altın yapraklı mübarek kayın Sekiz gölgeli mukaddes kayın Dokuz köklü, altın yapraklı bay kayın Ey mübarek kayın ağacı sana kara yanaklı Ak kuzumu kurban ediyorum... Büyük ıslam bilgini Biruni, “El-Asakir-ül Bakiye” adlı eserinde Oğuzların çok bereketli bir pınarın yanındaki kayaya taptıklarını, secde ettiklerini yazmaktadır.”Günümüzde Anadolu’nun birçok yöresinde olduğu gibi bizim yöremizde de birçok pınarlar ve bu pınarların yanında bulunan sarp kayalıkların ve birtakım yeşilliklerin bulunduğu yerlerin “Hızır A.S.’ın atının ayağının değdiği yer veya namaz kıldığı yer olarak adlandırılması ve bu gibi yerlerde yağmur duasına çıkılması veya adaklar dileklerde bulunulan yerler olarak görülmesi ve kutsal sayılması Orta Asya Türk geleneğinin günümüze kadar süregelmiş birer örnekleridirler. “X. yüzyıl tarihi kaynaklarında ırtiş Irmağı boylarında yaşamış olan Türk Kimek kabilesinin bu ırmağa (İrtiş Irmağı) tapmış oldukları da belirtilmektedir. Hatta “Su”, bu kabilenin tanrısıdır.”Keza Hititlerce kutsanan bir varlık olan Ateş ve Ocak kültü de Eski Türklerde aynı şekilde kutsanmaktaydı. “Eski Türk dininde tabii kudretlerden ateş kültü de çok önemli yer tutmaktaydı. Mesela ateşe bakarak kehanette bulunmak çok eski bir Türk geleneği idi. Büyük bir ateş yakılır bu ateşe kurbanlar sunulur ve çeşitli dualar okunur bu ateşin üzerinde büyük alevler yükselir. Bu alev yeşilimsi renk alırsa bereketli yağmur ve iyi mahsul alınacağına inanılırken, bu alevler kırmızı renkte yükselirse o yıl savaşın çıkacağına inanılırdı. Eğer alevler sarı renkte olursa hastalıkların ve birçok salgınların vukuu bulacağına inanılırdı.”Yakut Türkleri de ocaktaki külün kıpırdadığını görünce “Og kuta Oynuyor”(çocuk ruhu oynuyor) derler, ateşin ailede bir çocuk doğacağını haber verdiğine inanırlardı. Aynı zamanda Şaman dualarında da adı geçen “Atamızın yaktığı ocak tabiri günümüzde” yöremizdeki söylenen şekliyle “Ocağın yana, ocağın yanmaya, ocağın bata gibi dua ve beddualar ile “Ana ocağı, Ata ocağı gibi deyimlerimiz de bu Atalar Kültünün günümüze kadar ulaşmış birer uzantısından başka bir şey değildirler. Eski Türklerdeki “Abacı”(Umacı) bununla çocuklar korkutulurlardı. Bugün bile yöremizde çocukları korkutmak maksadıyla halk arasında “Umacı geliyor” söylenmektedir. Eski Türklerde “Abakı” adı verilen göz değmemesi ve nazardan bağ ve bahçeleri korumak için sırıklara dikilmiş korkuluklara ve kafalara halka yöremizde de bu uygulamalar sürdürülmektedir. Mesela Eski Türklerde “Monçuk” günümüzde ise yöremizde “Boncuk” adı verilen, genelde mavi renkte olan boncuklar at, eşek, koç, öküz araba gibi şeylere takılmakta ve Eski Türklerde olduğu gibi nazar değmemesi için kullanılmaktadır. Eski Türklerde “Uçguk” adı verilen günümüzde yöremizde “Uçuk” adı verilen dudakta meydana gelen “Uçuklama” ve bunun tedavi şekilleri de Eski Türklerdeki tedaviyle benzeşmektedir. Yöremizde buna “Uçuklama” adı verilir. Tedavi eden kadına da uçukçu adı verilmektedir. Mesela uçuğun tedavisini yapan kadın eski bir paçavrayı bir ocakta yakar ve hastanın başı üzerinden gezdirir (döndürür) sonra tekrar ocağa atar. Bu hastalığı tedavi etmek için ayrıca uçuklamış yere bir ekmek parçası sürülerek bir köpeğe verilerek yedirilir ve böylece uçuğun kaybolacağını inanılmaktadır. (Beypınar köyünde hala yapılmaktadır) Eski Türklerde “Yel”, “Cin” demektir. “Er yelpindi” sözüyle bir kişinin cin tarafından çarpıldığı anlatılırdı. Bunun tedavisi için yapılan birtakım tedavi seansları da günümüzdekileri ile Eski Türklerdekiyle aynı benzerliği göstermektedir. Bütün bunların yanısıra birtakım türbelere ve yatırlara ziyaret denilen yereler gidilerek çabutlar bağlanması ve çeşitli dileklerde bulunulması da Eski Türklerden günümüze kadar ulaşmış olan Halk inanışları veya Halk ilaçlarının günümüze kadar gelmiş olanlarıdırlar. Demek ki bütün bu misaller de açıkça göstermektedir ki eski devirlerdeki halk ilaçlarının yapımı ve bu ilaçların tedavide kullanılmaları ile halk inanışları dediğimiz birtakım hastaların tedavi edilme hususiyetleri halk ilaçlarıyla ilgilidir ve birbiriyle de sıkı sıkıya bağlıdır. Günümüzde de Anadolu’nun birçok yöresinde olduğu gibi halk ilaçlarının yapımı ve kullanılması, halk inanışlarıyla direk bağlantılıdır. Her ne kadar modern tıbbın ilerlemesiyle ilaç yapımı ve ilaç kullanımında değişiklikler olmuş ise de Anadolu halkının eski devirlerden beri süregelen halk ilaçlarını yapma ve bunlarla gerek maddi ve gerekse manevi hastalıkları tedavi etme geleneği hala gözle görülür ve elle tutulur bir şekilde kullanılmaktadır. Bu durum yöremizde de aynı özellikte ve aynı çapta sürdürülmektedir... Yöremizde de yurdumuzda olduğu gibi halk ilaçları, halk arasında kullanılan ve ağızdan ağıza nakledilerek anlatılmış ve birtakım deneylerle de yapılmış, bitkilerle tedavi usülleri böylece yüzlerce hatta binlerce yıllık geçmişe sahip bir konumdadır. Bu yüzdendir ki halk ilaçları halk hekimliği diye bir meslek meydana getirmiştir. Halk hekimliği, uluslar arası literatürde “folk medicine” olarak bilinmektedir. Türk edebiyatımızda ise, “geleneksel tıp” olarak adlandırılmaktadır. Halk hekimliği; hastalıklar ve sağlık hakkındaki inanç, tutum ve davranışlar şeklinde tanımlandığı gibi, toplumların inanç, gelenek ve değer sistemleri ile ilgili tıbbi uygulamalar olarak, bazı antropologlar tarafından “ev tedavisi” olarak ifade edilmektedir. Halk hekimliğ veya geleneksel tıp, insanların doğa olayları karşısında takındıkları tavırlar ve ilişki şekillerinden doğmuştur. Dini inançlar ile sihrin yönettiği geleneksel sistemlerde sağlık ve hastalık insan bedenine yabancı unsurların girmesi ve onların yaptıkları kötülüklerle açıklanıyordu. Bu mekanik evren düşüncesinde, ezeli harmoninin bozulması ve yeniden düzenlenmesi iyi ve kötü kuvvetler ekseninde elel alınırdı. İyi ve kötü kuvvetlerin insanları etkisi altına alması karşısında büyücüler, şamanlar doğpa üstü unsurlarla ilişkiye geçerlerdi. Kötü kuvvetlerden korunmak için bazı çareler düşünülmüş, böylece halk hekimliğinin temelleri atılmıştır. Halk hekimliği uygulamalarının hem düşünsel hem de eylemsel temellerine ait ipuçlarına insanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren rastlanmaktadır. İlk insanlar, hep bir sistem dahilinde hareket etmişlerdir. İnsan ilişkileri kuralsız ve dağınık bırakmak eğiliminde olmamış, kendini ve doğayı öğrenmeye bir yandan da öğrendiklerini sistemleştirmeye çalışmış, bunu yaparken de nesneler arasındaki yüzeysel benzerlik ve zıtlıklara dayanmıştır. Yalnızca olayları algılamak değil, onları değiştirmek de söz konusu olduğunda benzetmeci düşünüş tarzının iki yönü özellikle önem kazanmaktadır. İlk çağlarda; birbirlerinin çeşitli kısımlarını oluşturmuş olan parçalar, sonradan çeşitli nedenlerle ayrılmış olsalar da, birbirleri ile halen ilşkilidir. Bu düşünce, “parça bütüne aittir” şeklinde özetlenebilir. Yani, bütünün bir parçasının sahiplenilmesi ile onun üzerinde yapılan işlemlerle aynı etkiyi bütü üzerinde oluşturmak imkanı vardır. Bu düşünce, bir şeyin birbirlerinden ayrılmış durumlarda olan iki unsurundan biri üzerine etkinin kendiliğinden diğer unsur üzerine geçmesi olarak tanımlanır ve “iletken, temas büyü”(Contagious magie) olarak adlandırılır. Benzetmeci düşünceye göre, bir olayın ya da gerçekleşmesi istenen bir sonucun taklit edilmesi yoluyla, o sonuca ulaşılması imkanı vardır. Bu ilke de,”benzer benzeri getirir” biçiminde özetlenebilir. Bu düşüncenin uygulanması folklor ve etnoloji bilimlerinde “taklit büyü”(homeooathic magie) olarak adlandırılır ve bu olayı, o olayın küçük bir taklidini yaparak meydana getirme olarak tanımlanabilir. Büyü; güce çıkan en kestirme yoldur. Toplumu psişik bir bütünlüğe sokar, bireylere güven verir, koordine eder. Çağdaş ilkelerde olduğu gibi, tıp kuramının özü büyüdür. İlk çağ toplumları, günlük sorunlarını duygusal ve heyecan verici motiflere göre düzenlerler. Bu toplumlarda hastalık sağlık ve sağlık uygulamalarında halk hekimliği ağırlık kazanır. Halk hekimliği uygulamaları toplumun ortak değeridir. Dolayısıyla halk hekimliği, geleneksel toplumlarda sosyal sistemin vazgeçilmezlerinden birisidir. Sosyoloji ile tıp arasındaki ilşkileri arayan, sağlık ve hastalık sorunları ile ilgili konuları sosyal yönden açıklama eğiliminde olan tıbbi sosyolojiye göre halk hekimliğinin kökeni, folk toplumların, köylü toplulukların pratiklerinde yer alır ve toprak ile doğaya yakın olan insanların eseridir. Halk hekimliği, hekimler ve tıp personeli dışında bir topluluğu ifade eder. Bu toplulukta uygulamalar inanç sistemleri ile beraber değerlendirilir. Halk hekimliği, modern tıptan bir kaç yönden ayrılır. Herhangi bir kimsenin bir hastalık ve onun tedavisi hakkında bildiklerini diğer bireyler tarafından da bilinir. Bu yüzden halk hekimliği tekelci değildir. Halk hekimliği, inançlar ve pratiklerin gelişi güzel bir sıralanması olmayıp tamamıyla kendi içinde mükemmel şekilde organize bir tıp teorisi örneğini verir. Folklor unsurları, hem sosyolojik, hem de psikolojik ögeler içerirler. Yabancı bir kimsenin “kötü niyetle bakması” sonucunda bakılan kişi veya nesnenin başına kötü bir olay geldiğine inanılması (nazar) olayında olduğu gibi. Nazara karşı halk hekimliği çeşitli yöntemler (sağaltma) geliştirmiştir. Eski çağlardan günümüze Anadolu’dan uygulanan; Cinsiyet belirleme, başağrısı sağaltımı,Verem sağıltma, Siğil sağaltma, Sarılık tedavisi gibi sağaltımlar yöremizde de uygulanmaktadır. Halk hekimliğinde hastalıkların sağaltımı amacıyla uygulama yapan kişiler şunlardır: Hoca: Halk hekimliğinde hastalıkların sağaltımında dinsel kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Okumak, üflemek suretiyle ve topladıkları bitkiler ile ilaç yaptıkları gibi (şişeleri kullanarak, bel çekmek gibi..) kulunç çıkarmak işlerini eskiden beri yöremizde bu işle özel olarak meşgul olan kişiler (kadın veya erkek) yaparlardı. Şeyh, yatır veya türbelere giderek şifa dilemek, adak sunmak gibi. Neolotik çağa ait olarak bulunan muskalar da aynı şekilde temas büyüsünün bir örneğidir. Anadolu’da yaygın olarak kullanılan ağaçlara çabut ve bez bağlama geleneği de buna bir başka misaldir. Çeşitli hastalıkların tedavisi ile uğraşan geleneksel sağlık uygulamaları kurumu olan ocaklar, toplum ve sosyolojik açıdan toplumsal organizasyon örgütüdür. Halk ilaçlarının bir kısmı maddi tedavi yöntemiyle yapılırken diğer bir kısmı da ruhi tedavi usüllerini kullanmaktadır. Maddi tedavi yöntemleri her türlü bitkisel ve hayvansal diğer tüm materyalleri kullanarak bunlardan birtakım ilaçların yapılması ve bunlarla tedavi etme şekillerinin uygulanması şeklinde tezahür etmektedir. Ruhi tedavi ise gerek dua ve gerekse okuyup üfleme veyahut halk arasında “Ocak” adı verilen ve şifa olduğuna inanılan yerlere gitmek ve birtakım evliya ve erişmiş insanların türbelerine giderek burada dua ederek şifa dilemek şeklinde tezahür etmektedir. Çeşitli hastalıkların tedavisi ile uğraşan geleneksel sağlık uygulamaları kurumu olan ocaklar, toplum ve sosyolojik açıdan toplumsal organizasyon örgütüdür. Anadolu halk hekimliğinde belirtilen hastalık adlarının hepsi öztürkçe kelimelerden oluşmaktadır. Al basması, sarılık, kırk basması, lohusalık, kurdeşen, gibi...Ocaklı: Her hastalığın ayrı bir ocağı vardır. Sıtma ocağı, kuduz ocağı, yılan ocağı, sarılık ocağı gibi.. Ocak deyince akla, belirli hastalıkla uğraşan aile gelir. Bu ailenin tedavi ile uğraşan fertlerine ocaklı adı verilir. Bir ocaklı, tedavi etme yetki.sini ailesinden kan yoluyla alır. Bu yetkiyi almak için belli bir eğitim ve öğretim görmesine gerek yoktur. Ancak ocakla ilgili ve hastalıkla ilgili bazı Kuralları öğrenir ve bunları uygular. Ocaklıların tedavisinde hekimin yetersiz olduğu görüşü yaygındır. Ocaklılarca yürütülen bu işlevlere halkın büyük bir kabul ve inanışı vardır. Ocaklının büyük bir kısmı kadındır...Ocaklının geçim kaynağı hastalık tadevisi değildir. Başka işlerle uğraşır ve geçimini başka işler yaparak sağlamaktadırlar. Halk hekimliğinde hastalıkların tanısını halk veya ocaklı koymaktadır. Babadan oğula geçen ocaklıdan başka bir ocaklı da izinlidir. İzinli, kan bağlantısı olmayan ocaklıdır. Başka birisinden izin alarak yapılmaktadır..... Anadolu halk hekimliğinde yöntem ve metod bakımından uygulanan ve bu konuyla ilgili ana sağaltım şekilleri şunlardır: Irvasalama yolu ile tedavi: Irvasa tedavisinin temelini, hastanın vücudu dışında yapılan ve onu büyük ölçüde telkin altında bırakan, psikolojik etkilemeye dayanan hareketler oluşturur. Parpılama yolu ile tedavi: Hastanın vücuduna bir sağaltım aracı ile vurma, çizme, kesme, delme veya hasta vücudunu dağlama biçimlerinde yapılan sağaltım şeklidir. Em(ilaçlama)yolu ile tedavi: Bu maddeler, bitkisel, hayvansal, madensel, inanç ve diğerleri olur. Kırık-çıkık tedavisini, toplumumuzda kırıkçı-çıkıkçı (osteopatlar) adı verilen halk hekimleri yapmaktadırlar. Halk hekimliğinin uygulayıcıları, hasta ile ortaklaşa sosyal sistem içerisinde daha yakın ve samimi ilişkiler kurma şansına sahiptirler. Çünkü hasta ile aynı kültür ortamı içinde yetişmiş veya aynı kültürü ortaklaşa paylaşmaktadırlar. Hasta ile hekim arasındaki ilişki farklı, halk hekimi ile hasta arasındaki ilişki daha farklıdır. Çoğunlukla hekim, hastadan çok, hastalıkla ilgilidir veya onu hedef alır. Hastayı mekanik bir öğe olarak kabul ettiği görüşündedir. Halk, kendi psiko-kültürel yapısına uymayan uygulamaları hiçbir zaman benimsememiştir. Bu sebeple halk hekimliğindeki, Hasta-hekim, hasta-hastane (tedavi edilen yer bağlamında) ilişkileri daha cana yakındır. Anadolu halk hekimliğinin temelinde, Anadolu’nun geniş folklorü söz sahibidir. Anadolu eski uluslara ait motiflere rastlandığı gibi, büyük çoğunluğu Orta Asya kökenlidir. Bu sebeple, folklorümüzün diğer dallarında olduğu gibi halk hekimliğinde de şamanizmin uygulama, motif ve kalıntılarına rastlanılmaktadır. Halk hekimliğinin amacı modern tıbbın gayesiyle birdir. çünkü her ikisi de insan sağlığının korunması amacıyla meydana gelmiş meslek dallarıdırlar. Modern tıp ilminin temeli halk hekimliğine dayanmaktadır. Çünkü Modern tıp bilimi, halk hekimliğinin binlerce yıllık tecrübesinin bir sonucudur. “ Halk hekimliğinin dolayısıyla da halk ilaçlarının temelini oluşturan tarihi ilk ilaç yapımı örneklerinin kaynağının bir kısmı Orta Asya kökenlidir. Bir kısmının temeli ise Anadolu Medeniyetleri, Hititler gibi kavimler meydana getirmişlerdir. Mesela Hititler kötülüklerden ve hastalıklardan korunmak amacıyla yıkama, su serpme, kapıdan geçirme renkli yünler ve iplikler bağlama, adaklar sunma gibi çeşitli majik işlemlere başvurmaktaydılar. Hitit dönemi kil tabletlerinde çeşitli hastalıklar sarılık gibi hastalıkları ve bunların da birtakım tedavi yöntemleri anlatılmaktadır. Keza Mezapotamya kültürlerinde, Mısır, Çin, Orta Asya, Ortaçağ Avrupası’da halk ilaçları yapılarak kullanılmaktaydı. Hz. Peygamberinin de bizzat folklorik esaslı ve majik tedavi usullerinin bir kısmını bizzat uygulaması sebebiyle, Müslümanlar arasında da halk hekimliği sistemi gelişmiş ve halk ilaçlarının da adedi elbetteki bu teşvikin sayesiyle artmıştır. Adeta bu kurum Müslümanlar arasında ayrı bir endüstri kolu halini almıştır. Halk mevsimine göre bitkileri toplayarak, kurutarak, saklayarak, birçok bitkinin köklerini kaynatarak veya ezerek, döverek bu şekilde elde ettikleri maddeleri halk ilaçları olarak birtakım hastalıkların tedavisinde kullanmıştır. “İç Anadolu bölgesinde saptanan 926 halk ilacının; % 80. 84 bitkisel, % 11. 38 hayvansal, % 7. 78 mineral kaynaklı olduğu ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun bir çok yöresinde olduğu gibi, Yöremizde de bu iki usülün kullanılmış olmasındaki sebep, bizzat Hz. Peygamberimiz s. a. v. in “Allahü Teala her derde deva yaratmıştır, her derde deva verir” hadisi şerifi ile “Hastalıkları tedavi ediniz” hadisi şeriflerinin etkisi olmuştur. Bununla birlikte, Hz. Peygamberimiz s. a v. in birtakım yiyeceklerin gibi şeylerin hastalıklara şifa olduğunu belirtmiş olmasıdır. Mesela balın bizzat her türlü derde deva olacak şekilde bir besin olduğunu vurgulamış olması buna delildir. Hatta çörek otunun dahi hastalıklara şifa kaynağı olduğu hadisi şerifte belirtilmiştir. Bütün bunların yanı sırada bizzat majik tedavi usüllerinin Hz. Peygamberimiz s. a v. tarafından da yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca insan vücudunun bizzat Tanrı tarafından insanoğluna verilmiş bir emanet olduğuna ve sorumlu olduğuna inanılmasının da büyük etkisi vardır. Hastalıkların sebepleri maddi olduğu kadar manevidir. Sağlıklı beden ve ruh arasında büyük bir ilgi ve ilişki olduğu için bilhassa da Müslümanlar arasında bu iki tedavi geleneği yani hem maddi ve hem de manevi tedavi şekilleri birlikte yürütülmüştür. Böyle yapılması şekli sadece elbetteki Müslümanlarda değil bizzat Eski çağda da böyle sürdürülmekteydi. Nitekim tarihi kaynaklar bunu ispat etmektedirler. Bunun içindir ki, yöremizde hayatın, ölümün bizzat sağlıklı olmanın da hastalanmanın da bizzat Allahü Teala tarafından yaratılmış ve bahsedilmiş olduğuna inanıldığından, dertlerin ve çeşitli hastalıkların O’ndan geldiğine inanılmaktadır. Bu inanış sebebiyledir ki, Hz. Peygamberimiz (s. a. v.) “Allahü Teala her derde devasını verir” hadisi şerifine binaen söz halkımız arasında “Derdini veren Allah, dermanını da verir.” atasözü haline getirilerek, bir düstur olarak kabul edilmiştir. Bu söz halkımızın hem inancını ve hem de tevekkül anlayışını dile getirdiği gibi bu hadis bizzat halkımızın hastalıklar konusunda teselli kaynağının temelini oluşturmaktadır. Tabiiki bu demek değildir ki halkın her türlü hastalıkların gelmesine ve dertlerin oluşmasına razı olmaktadır. Bu şekilde olmadığını halkımız arasında dolaşan ve meşhur olan “Allah dert verip de derman aratmasın” sözü gayet net bir şekilde anlatmaktadır. Hastalığın sebeplerinin maddi olduğu kadar manevi olduğunu ve bunun tedavisinin de aynı şekilde yani hem maddi ve hem de manevi yönden olacağına inanan insanımız bunu, “Allah hekimsiz de koymasın hocasız da” sözleriyle kendisine ait olan inancını ve geleneksel yapısını net bir şekilde izah ederek açıklamaktadır. Halk arasında hastalıkların bizzat Allah tarafından yaratılmış olduğuna inanıldığı gibi birtakm sebeplere de bağlı olduğu halk arasında söylenen sözlerden veya atasözlerinden veyahut deyimlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır mesela: “Güneş giren eve doktor girmez” bu söz ile güneşin veya ışığın hastalıklar konusunda çok önemli olduğu vurgulanmaktadır. “Allah doktorsuz koymasın, onsuz da etmesin” yöremizde oldukça bol söylenilen bu sözle hastalıkların doktorsuz tedavi edilemeyeceğini ve halkımızın doktora inandığını belirtmektedir. “Hekim hekim değil, başına gelen hekim” sözüyle insanın başına gelen hastalıklardan kurtulmak için neler yapmış olabileceğini ve nelere katlandığını anlatmaktadır. Ayrıca “Derdini anlatmayan dermanını bulamaz sözüyle derde deva aramanın ve hastalıklara şifa bulmanın gerekli olduğu vurgulanmaktadır. Yine halkın arasında oldukça çok söylenen “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” sözü hastalıklara tedaviyi bulamayan ve gerektiği gibi dini inançları veya prensipleri anlatamayan doktor ve din adamlarına sitem ettiğini ve bunların elinden yüzyıllar boyu neler çekmiş olduğunu kendine has uslubüyle anlatmaktadır. “Kelin Em’i olsa başına sürer” atasözünde geçen “Em” kelimesi Orta Asya kökenlidir. Eski Çağ Türk Dünyası’nın hastalıkları tedavi usülleri veya tedavi anlayışıyla günümüzü birleştirmektedir. Yani halkın arasında hala söylenilen Em veya Emci lafızları Ortaçağ ve Orta Asya Türklüğüyle günümüz Türklüğü arasında bir bağlantı olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Anadolu halk hekimliğinin temelinde, Anadolu’nun geniş folklörü söz sahibidir. Anadolu eski uluslara ait motiflere rastlandığı gibi, büyük çoğunluğu Orta Asya kökenlidir. Bu sebeple, folklorumuzun diğer dallarında olduğu gibi halk hekimliğinde de Şamanizmdeki uygulama, motif ve kalıntılarına rastlanılmaktadır. Halk hekimliğinin amacı modern tıbbın gayesiyle birdir. çünkü her ikisi de insan sağlığının korunması amacıyla meydana gelmiş meslek dallarıdırlar. Modern tıp ilminin temeli halk hekimliğine dayanmaktadır. Çünkü Modern tıp bilimi, halk hekimliğinin binlerce yıllık tecrübesinin bir sonucudur. Halk mevsimine göre bitkileri toplayarak, kurutarak, saklayarak bunları çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanmaktadır. Yöremizde hastalıklarla veya bununla ilgili deyim ve atasözlerinden bazıları ise şunlardır: Sağ baş yastık istemez, Hastalık davul çalarak gelmez, Hastaya nar sorulur mu? Nereni beğenmiyon? Dizinin dermanı yok, Elbise (esvab) kabası olmak, Hali olmamak, Mecali bulunmamak, Katı kanadı açılmamak gibi... daha nice deyim ve atasözleri yöremizdeki halk ilaçları veya halk hekimliğinin hakkında oldukça bilgiler vermekte ve halk ilaçlarıyla halk inanışlarının birbirleriyle nasıl bağlantılı bir şekilde yürütülmeye çalışıldığını anlatmaktadır. MEHMET ALİ ÖZ |
Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
KÖYÜNÜZ HANGİSİ? (SİVAS`IN TÜM KÖYLERİ ALFABETİK LİSTE) Sivas Köyleri | Güner | Köylerimiz (Sivas Köyleri) | 368 | 22.02.2016 00:01 |
HANGİ KÖYDENSİNİZ? (Anket) | Sivaslilar.Net | Köylerimiz (Sivas Köyleri) | 1222 | 17.01.2016 17:03 |
GÜRÜN İLÇESİ’NDE DÜĞÜN ADET VE GELENEKLERİ HAKKINDA | gul-i_ahmer | Gürün | 4 | 16.09.2008 13:08 |
GÜRÜN İLÇESİ -HALK (SAZLARI) ÇALGILARI | gul-i_ahmer | Gürün | 0 | 16.09.2008 13:03 |
GÜRÜN İLÇESİ FOLKLORU | gul-i_ahmer | Gürün | 0 | 16.09.2008 13:01 |