![]() |
#711 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() TOKAT - ZİLELİ BİR ÜLKÜCÜNÜN “DURSUN ÖNKUZU” İLE İLGİLİ BİR HATIRASI…BBP internet sitesinde Önkuzu' nun şehadetinin seneyi devriyesinde yadd edilmesi; bu davanın acizane Zileli bir neferi olarak beni duygulandırdı. Hele hele Kadriye Hanım' nın Dursun Ağabeyimize layık bir kardeş olarak bıraktığı yerden devam etmesi; bize Önkuzu ailesinin kimliğini ortaya koyması bakımından çok önemsiyorum. Bütün Zileliler gibi bende yakınen tanıyorum Önkuzu ailesini ama; Önkuzu ailesinin bir ferdinin Dursun Önkuzu' nun şahsiyetini bütün dünyaya anlatması beni duygulandırdı.
Uzun yıllar önce, Zile' de ikamet ettiğim günlerde, daha sonraki yıllarda başkanlığını yapacağım Ocak'ın düzenlediği gecelerde bende şiir okurdum. Bu görev bana verilirdi. Arkadaşlar benden bir şiir okumamı istiyor. Ancak şiirin içerisinde Önkuzu adı geçtiğinden ve Abdullah Amca da salonda bulunduğundan; gençlik hissiyatı ile acaba okusam mı okumasam mı tereddütündeyim. Sahnede sürekli bana not kağıdı geldiğini gören Ocak Başkanımız İbrahim Özmen, kulise gelerek bana gelen notlarda ne yazdığını sordu. Bende durumu anlattım ve Abdullah Amca' nın da burada olduğunu ve acaba doğru olur mu ? Abdullah Amca bunu nasıl karşılar.... düşüncesi ile tereddüt yaşadığımı söyledim. O' da bir tereddüt geçirdikten sonra, şiirin ezberimde olup olmadığını sordu. Şiir ezberimde idi ve bu notları bana yazan gönüldaşlarım bunu biliyorlardı. Şiir o yıllarda yurtdışında bulunan Ozan Arif' e ait "Unutamam, unutmam" adlı şiiri. Başkan oku dedi. Taşında alın teri, toprağında Naaş-ı olan kendi memleketinde yadd edilmeyecekte, nerede yadd edilecek dedi. Abdullah Amca ile biz ilgileniriz dedi. Buna benzer bir kaç hisli cümle ile kulisten ayrıldı. Sahnedeki sanatçı sanatını icra edip sahneden ayrıldıktan sonra bir sonraki sanatçıyı anons etmeden önce şiiri okuyacaktım. Ve öyle de yaptım. Daha ilk mısrada, isteklerini yerine getirdiğim için ardadaşların sevinçlerini görüyordum. Ama yine de ben kuşkulu idim. " Anlasanda usul usul anlatsam. Sana bir Ülkücü Nesil anlatsam. Nereden başlasam, nasıl anlatsam, Unutamam, unutamam, unutmam. Ruhi Kılıçkıran ilk göz ağrımız. Sonra Özmen' imiz, İmamoğlu' muz. Önkuzu' muz derken yandı bağrımız. Unutamam, unutamam, unutmam. " .............................. .............. Bu dörtlükten sonra Saray Sineması Salonu çoştu. Ancak o çoşkulu salonda Biri vardı ki: Ben sadece O' nu görüyordum. O ağlamaklı bir hal ile, dışarı çıkıyordu. O; Abdullah Amca. Ben binbir türlü düşünce ile acaba doğru mu - yanlış mı yaptığımı çözme eğilimi ile şiiri tamamladım. Sahneden inip, Abdullah Amca ' nın gittiği yöne doğru koşarak salondan çıktım. Abdullah Amca kapının hemen kenarına cezaevi usulü oturmuş, kimbilir oğlu Dursun Önkuzu' nun hangi günlerini düşünüyordu. Ben iyi olup olmadığını sorarken; arkadaşlar, ilgilendiklerini ve benimde rahatsız etmememi , Abdullah Amca' nın biraz yalnız kalma isteğini de beraberinde uyardılar. Ben bir müddet öylece kaldım. Ta ki sahnedeki sanatcının icrasının bitmek üzere olduğunu ve benim sahneye çıkmam gerektiği uyarısı gelene kadar..... İşte bu yüzden acaba Abdullah Amca' ya Dursun Önkuzu' yu hatırlatmakla iyi mi - kötü mü yaptığımı bilemedim. Bayramlarda en azında bayramlarda çok istememe rağmen bir türlü Abdullah Amca' nın elini öpmeğe gidemedim. Çünki o günü bir daha yaşatmamak için, ve bende bunu görmemek için gidemedim. Ama her fırsatta Dursun Önkuzu' nun kabrine gidiyorum. Rahmetli Annem ve Babam' da o kabristanlıkta oldukları için Zile' de olmamama rağmen sık sık Önkuzu' yu ziyaret ediyorum. Bilmem nedendir: Sitede Önkuzu' nun şehadetinin sene-i devriyesinde, Önkuzu soyadını taşıyan birinin mektubunu görünce daha önce kimse ile paylaşamadığım bu duyguyu ifşa ettim. O gün o şiiri okumakla Abdullah Amca açısında doğru mu yaptığı mı bilmemekle beraber bugün bunları yazmakla doğru mu yaptığımı bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki : Dünya var oldukça Önkuzu' da var olacaktır. Önkuzu ailesine selam ve saygılarımı sunuyorum........... KIZKARDEŞİ KADRİYE ÖNKUZU'NUN KALEMİNDEN: AĞABEĞİM DURSUN ÖNKUZU Yıl 1970… Kasım ayının 22. günü… İftar sofrasındayız. Mercimek çorbasını ağabeyimin çok sevdiğini hatırlatıyor, babaannem. Hepimizin gözleri doluyor. Kapı çaldı. Ağabeyimin arkadaşının babası berber Cemal Amca. Babamı istedi. İndi babam. Sonradan öğrendiğime göre: “Öğrenci olaylarında Dursun yaralanmış, hemen Ankara'ya gidelim” demiş. Tabi radyo ve televizyonlar olaylarda ağabeyimin kaçırılarak işkence sonucu öldürüldüğünü açıklamış. Bizim bir şeyden haberimiz yok. Babam haberleri hiç kaçırmazdı halbuki. Tabi daha 19 haberleri başlamamıştı. Televizyonumuz zaten yok o zamanlar. Babam hemen gitti Ankara'ya evimize akrabalar, komşular, ülkücü camiadan dostlar dolmaya başladı. Tabi anneme ve bize ağabeyimin yaralı olduğunu söylüyorlardı. Ben ozamanlar orta birinci sınıfta okuyordum. Ablam Amasya Yatılı Öğretmen Okulu birinci sınıfta okuyordu. Benim küçüğüm Zübeyde ise ilkokul ikide. Ertesi günü ablamı getiriyorlar ülkücü hocaları. Ben hala ağabeyimi yaralı hayal ediyor, ona en iyi şekilde bakar, hemşirelik yaparım biricik ağabeyime diyordum. Heyhat!.. yaradanımıza kavuşalı kaç gün olmuş halbuki. Camilerde selalar kendime gelebildim. Bu mahşeri kalabalığın anlamını ancak o zaman idrak edebildim. İki gün sonra cenazeyi getirdiler ülküdaşlarının acılı, hüzünlü tekbirleri arasında. Zile o tarihe kadar öyle bir kalabalık görmemeişti. Otobüslerle Ankara'dan çevre il ve ilçelerden, köylerden akın akın gelen ülkücüler son yolculuğunda birlikte olmak istemişlerdi Şehit Önkuzu'nun ruhuyla. Kılıçkıran, İmamoğlu, Özmen ve Önkuzu… İşte davanın ilk şehitleri. Bu nasıl bir dava idi, nasıl bir mücadeleydi. Bu birçok kısır düşünceli, egoist, maddeci yöneticilerin dediği gibi sağ sol davası değildi. Bu, Türk - Gayrı Türk savaşıydı. Şuuru, kültürü, ruhu ve gönlü ile Türk olanla, hiçbir şeyi Türk olmayanların, gerçek imanı yüreğinde duymayanların savaşıydı. Daha ortaokul, lisedeyken ülkücü mücadelenin ön saflarında yer almıştı. Zile kalesinin tam karşısında Ü.O.D açılmıştı. Önceleri birkaç arkadaştılar. Sonra çığ gibi büyüdüler, çoğaldılar. Babam sürekli çok ileri saflarda mücadele ettiğini söyler, mesleğini eline aldıktan sonra ne yaparsan yap derdi. Ailenin tek umudu tek dayanağı oydu. O öylesine imanlı, kararlı ve samimiydi ki o günlerde yapılan haksız düşünce, görüş ve davranışlara asla tahammül edemiyordu. Birkaç önce Süleyman Özmen Y.Ö Okulu'nda şehit edilmişti. Ağabeyim o olayı bizlere göz yaşları içersinde anlatmıştı. Anneme kan lekeleri olan bir ceketini saklamak üzere yıkamamasını tembih ederek emanet etmişti. “Bu kan Süleyman'ın kanı sakın yıkama, mübarek şehit kanı; yarın Allah'ın huzurunda şahitlik edecek inşallah” demişti. Kendisinin de birkaç ay önce söylediği bu sözden sonra aynı kaderi beklediğini nerden bilsin. Ah canım ağabeyciğim. O bir ülkü deviydi. Hiçbir çıkar gözetmeksizin. Çok büyük ideallere sahipti. Öylesine inançlıydı ki düşüncelerini gerçekleştirmek için elinden geleni yapardı. Milliyetçi, ülkücü çocuklara, gençlere, kızlara milli manvi değerlerimizi kaybetmemeleri için seminerler düzenlerlerdi. Okul derslerinde başarısız olan talebelere ücretsiz matematik, fen kursları verirdi. Maddi imkanları kısıtlı olduğu halde verilen hediyeleri kabul etmemişti. Onu akrabalarımız, arkadaşları mahcup, utangaç, az ve öz konuşan, konuşunca herkes tarafından dinlenip beğenilen birisi olarak tanırlardı. En büyük idealli büyük bir kütüphaneye sahip olmak ve gençlerin hizmetine sunmaktı. Çok kitap okurdu. Eline geçen parayı kitaba yatırırdı. Yaz tatillerinde çalışıp okul masraflarına katkıda bulunurdu. Judo öğrenmişti. Her sabah jimnastik yapar, titizliği ile ablamı yorardı. Namazlarını düzenli olarak kılar, kılamadığı vakitleri küçük bir deftere not ederdi. O zamanlarda Zile'nin yetiştirdiği çok kültürlü, muhterem bir zat olan müftü Arif Efendi'den ders alırdı. Ağabeyimin yetişmesinde büyük bir payı olmuştu Arif Efendi'nin. Ağabeyim İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesini kazanmış, kayıt yaptırmıştı. Ama o okula komünistler hakim olduğu için Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okuluna geçmişti. Kader işte. Nereye gitsen değişmiyor. Ağabeyimiz kız olmamıza rağmen bizlerle çok ilgilenir, büyük bir insan gibi her şeyini paylaşırdı. Kitap okuma alışkanlığım onun sayesinde olmuştu. Yaşasaydı kim bilir ne büyük hizmetleri olacaktı. Ama o birçoklarımıza nasip olmayacak şerefli bir ölümle Rabbimize kavuştu. Hem de öyle bir mertebe ki tam on üç kişi insanlık dışı işkenceler yaparak ulaşılamayacak sabrı, tahammülü, Allah yolunda can vermenin lezzetini tattırdılar. “ Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler,Rableri katında Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak mızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.” (Al-i İmran Suresi,169-170. Ayet). Ruhları Şad, Mekanları Cennet olsun… Kadriye Önkuzu
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#712 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Zulmü Alkışlayamam
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!... -Boğamazsın ki! -Hiçolmazsa yanımdan kovarım. Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu... İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu? Mehmet Akif Ersoy
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#713 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü Işık ışık, dalga dalga bayrağım, Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. Sana benim gözümle bakmayanın, Mezarını kazacağım Seni selamlamadan uçan kuşun, Yuvasını bozacağım
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#714 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() İstanbul Alperen Ocakları İl Başkanlığı, Çeçen komutan İmran ABDÜLAZİMOV’un Rusya’ya vermek isteyen ve Filistin’e soykırım uygulayan İsrail’e karşı pasif bir politika izleyen AKP hükümetine karşı AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde protesto gösterisi ve basın açıklaması yaptı.
Yaklaşık 400 kişinin katıldığı protesto gösterisinde İsrail’e, Rusya’ya ve AKP hükümetine sert tepki gösterildi. Gösteri sırasında “Çeçenya namustur, pazarlık olmaz!”, “İşbirlikçi AKP hesap verecek!”, “Hepimiz Çeçen’iz, hainlere yeteriz!”, “Filistin canımız, feda olsun kanımız!”, “Osmanlı’nın torunu, Alperenler geliyor!”, “AKP’ye hesabı, Alperen’ler soracak!” sloganları atılarak tekbirler getirildi. Ayrıca AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde AKP Hükümetinin pasif politikası gereği ampuller kırıldı. Sloganlar eşliğinde AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde İstanbul Alperen Ocakları Başkanı Sn. Mustafa KAYATUZU tarafından basın açıklaması okundu. Açıklama sırasında Rusya’ya iade edilmek için İstanbul Atatürk Havalimanı’na götürülen Çeçen Komutan İmran ABDÜLAZİMOV’un polisler tarafından sürüklendiği fotoğraflar Alperenler tarafından gösterildi. Sn. Mustafa KAYATUZU açıklamasında; “AZİZ MÜSLÜMAN TÜK MİLLETİ, DEĞERLİ BASIN MENSUPLASI… Sizlerin vasıtası ile Büyük Türk Milleti’ne sesleniyoruz… Bu resme iyi bakın… Bu resim millete rağmen iktidar olma anlayışını gösteren en önemli belgelerden biridir. Çeçen Komutan İmran ABDÜLAZİMOV 25 Aralık 2008 Cuma günü bu şekilde Müslüman Türk’ün Şehri İstanbul’dan Rusya’ya gönderilmek istendi. Değerli basın mensupları, Bu resim bir utanç vesikasıdır. Milletimizin şanlı tarihinde kendisine sığınmış bir mazlumun zalimlere teslim ettiği tek bir misal yoktur… Bu millet tarihi boyunca ister Müslüman olsun, ister gayrimüslim hep mazlumların yanında olmuştur… Haramzade sofraların ihaleci, menfaatçi ve sahte mücahitlerine sesleniyoruz: “Bu lekeyi Milletimizin alnına süremezsiniz, SÜRDÜRMEYİZ!” Değerli basın mensupları, Türk – İslam tarihi bir ah!ın nice iktidarları yerle bir ettiği misalleri ile doludur… Başta ülkemizde yaşayan milyonlarca Kafkas kökenli vatandaşlarımızı ve bütün Müslüman – Türk Milleti’ni bu olaya demokratik tepkilerini göstermeye hip çağırıyoruz. SESSİZ KALMAYIN… Değerli basın mensupları, Alperen Ocakları olarak en imkânsız şartlarda bile Ümmet’in boynu bükük milleti Çeçen’lere sahip çıkacağımızı, haklı Çeçen davasının sürekli yanında olacağımızı bir kez daha haykırıyoruz… Bu kara lekeyi Millet’imizin alnına sürmeye çalışan iktidar partisi AKP’yi kınıyor, Millet’imize şikâyet ediyoruz… Ve yine Müslüman kardeşlerimize karşı halen devam eden katil İsrail katliamlarını üzülerek izlemekteyiz. Alperen Ocakları olarak orta doğunun gayrımeşru çocuğu İsrail’i şiddet ve nefretle kınıyor, yaptığı bu zulümlerin hesabının elbet bir gün sorulacağını belirtiyoruz. SÖZÜM ONA MUHAFAZAKÂR VE GÜYA MAZLUMLARIN İKTİDARI AKP!!!’yi İsrail zulmüne karşı Millet’imizin derin hissiyatına göre net tavır koymaya ve Lübnan’da bulunan Mehmetçik’lerimizi geri çekmeye davet ediyoruz… AKP İstanbul İl Başkanlığı'nı korumakla görevli olan polislerin amirinin Alperen'lere göstermiş olduğu yakın alaka ve kolaylık göstermesi okunmasının ardından AKP İstanbul İl Başkanlığı giriş kapısı önüne SİYAH ÇELENK bırakıldı ve Alperenler sloganlar eşliğinde olaysız bir şekilde protestolarını sona erdirdi. Protestomuza katılan bütün Alperenlere ve gönüldaşlarımıza teşekkür ederiz.
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#715 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() OSMANLI DEVLETİNİN BİLİNMEYENLERİ
Voynuk Teşkilatı Osmanlı Devletinde, seferdeyken ordunun ve devlet adamlarının atlarına; sulh zamânında ise has ahır ve çayır hizmetlerine bakmakla vazifeli bir sınıf. Gayri müslim ve bilhassa Bulgarlardan seçilirdi. Voynuk teşkilâtı Sultan Birinci Murâd Han (1359-1389) zamânında Rumeli beylerbeyi olan Timurtaş Paşa tarafından ilk defâ Bosna’da kuruldu. Mensupları Bulgarlar arasından seçilerek, yaygınlaştırıldı. Hassa, amme veya seferli ve Çayır Voynukları hâlinde teşkilâtlanırdı. Hassa voynukları, Istabl-ı âmire (saray ahırı) hizmetlileriydi. Amme voynukları, seferlerde askerî hizmetlerde bulunurlardı. Muhârebeye gitmek için dâvet edilenlere Sefer Voynukları denirdi. Istabl-ı âmire’ye çayır biçmek ve hayvanları çayırlatmak için gelmeleri emir olunan voynuklara da Çayır Voynukları denilirdi. Hassa Voynuklarının başına Voynuk Beyi, Amme Voynuklarının bulunduğu timar sâhiplerinin başına da Voynuk Seraskeri denirdi. Has Ahır hayvanlarıyla, Istabl-ı âmire çayırlarına bakan voynukların kayıtlarını tutup, bunlarla ilgili muâmelelerle Voynuk Kâtibi meşgul olurdu. Mıntıkalardaki birlik kumandanlarına Çeribaşı denirdi.Voynuk Beyi, Seraskeri ve Çeribaşı Müslümandı. Diğer küçük âmirlerden Primkür ve Likatör Hıristiyandı. Voynuklar “Gönder” adıyla üçer dörder kişilik müfrezelere ayrılmışlardı. Her gönderden bir tânesi nöbetleşe her sene hizmete girerdi. Voynuklar nöbet hizmetine kendi beygirleriyle gelirlerdi. Hizmete gelen nöbetçi voynukların yoklamaları defterdarlara âitti. Mevcutları binin altındaydı. Voynukların kaynağı Rumeli olup, bilhassa Bulgaristan idi. Açık kadrolara, ölen veya sakatlanan voynuğun oğlu, kardeşi veya akrabâlarından biri tâyin edilirdi. Voynukların oğullarına veVoynukluğa aday olan akrabâlarına “Zevâit Voynuk” denilirdi. Ölüm ve sakatlanmalar hâlinde Zevâit Voynuklarıyla kadro tamamlanırdı. Zevâitle kadro tamamlanmazsa dışardan Voynuk yazılırdı. Voynuklara hizmeti karşılığı verilen arâziye “Baştına” adı verilirdi. Voynuk, hizmeti karşılığında Baştına’yı (belirli ve sınırlı bir alan) kullanırdı. Bu arâzi için hiçbir tarafa vergi ve rüsum vermezdi. Voynuk belirli arâzisinden başka yer tuttuğu zaman bu arâzinin aşar ve sâir rüsûmunu dirlik sâhibine vermeye mecbur olduğu gibi kendi dirliğini teşkil eden arâziden başkasının istifâdesi hâlinde de bunun vergi ve rüsûmunu kullanandan almak hakkına sâhipti. Voynuk Teşkilâtı 1691’de kaldırıldıysa da, 1693’te tekrar kuruldu. 1878 târihinde ise tamâmen kaldırıldı.
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#716 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Cerrahhane-i Amire
Osmanlı Devletinde, orduda vazîfelendirilmek üzere, cerrah yetiştiren müessese. Sultan İkinci Mahmud Han devrinde, Behced Efendinin hekimbaşılığı zamanında, 1832 yılında açıldı. İstanbul Şehzâdebaşı’ndaki binanın alt katı Cerrahhâne'ye, üst katı ise yine aynı tarihte faaliyete başlayan Tıbhâne-i Âmire'ye ayrılmıştı. Öğrenim süresi üç yıl olan Cerrahhâne mektebinde, dönemin en ünlü hocaları ders veriyordu. Öğrenci sayısı artıp, bina ihtiyaca cevap veremeyince, okul, Topkapı Sarayı ek binalarından Hastalar Odası'na taşındı. Yatılı hâle getirilen okulda, öğrenim süresi beş yıla çıkarıldı. 1839’da Tıbhâne-i Âmire ile Cerrahhâne-i Âmire birleştirilerek, Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne adını aldı. Talebeler, cerrah, tabip ve eczacı olmak üzere üç sınıfa ayrıldı. Ancak, daha sonraları cerrahinin bir ihtisas dalı olarak benimsenmesi üzerine, cerrahî sınıfında öğrenci kalmadı
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#717 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Derbend Teşkilatı
Anadolu ve Rumeli’nin dağlık bölgelerindeki geçit ve yolları korumak ve yolcuların güvenliğini sağlamakla görevli teşkilât. Bu teşkilâtta görevli olanlara derbendci denirdi. Kervanları ve yolları korumak için kurulan İlhanlı Tutkavul sisteminden geliştirilen Derbend teşkilâtı, Osmanlı Devleti'nde 14. asrın sonlarında kurulmaya başlandı. Derbend tesisleri, etrafı duvarla çevrili küçük bir kale olup, yanında han, cami, mektep ve dükkânlar bulunmaktaydı. Böylece, derbend yakınında, köy veya küçük bir kasaba teşekkül ederdi. Derbendler, daha çok, yolların kavşak noktalarına ve merkezî öneme sahip yerlere yapılırdı. Bundan dolayı, derbendci olarak yazılan köy halkı, yaptıkları hizmete göre bazı vergilerden veya hepsinden muaf tutulurdu. Derbendler, bölgenin ve yolun emniyetinin sağlanması yönünden mühim birer tesis olmakla birlikte, ıssız yerlerin iskâna açık hâle getirilmesi için de kullanılmıştır. Derbendler, yurtluk ve ocaklık şeklinde, timar yoluyla tasarruf olanlar ile muafiyet usulüyle tevcih edilerek, tehlikeli yerlere yerleştirilip halkın muhafazasına memur edilenler olmak üzere, hukuken iki kısma ayrılır. İkinci gruba giren Derbendler, daha çok vakıf ve has toprakları veya devlet arazisi üzerinde kurulurdu. Kullanılış yönünden ise, Derbend mahiyetindeki kuleler, büyük vakıf şeklindeki Derbend tesisleri, han ve kervansarayların Derbend olarak kullanılması, köprü yakınlarında bulunan Derbendler olmak üzere dört bölüme ayrılırlardı. Derbendlerde muhafız olarak, Müslüman ve Hıristiyanlar görevlendirilirdi. Hıristiyan olanlara, Martolos denilirdi. Kanunî Sultan Süleyman devrinde, Macaristan topraklarında birçok Hıristiyan, bu işte kullanılmıştır. Derbendlerde, yirmi beş ile otuz kişilik bir muhafız bölüğü bulunurdu. Bunlar, düzenlenen seferlere, en az beş kişi olmak üzere, nöbetleşe katılırlardı. Sefere gitmeyenler, hizmet yerine gidenlere sefer başına elli akçe öderlerdi. Derbend muhafızları, kendilerine verilen küçük toprak parçalarını işlerler, kısmen veya tamamen vergi muafiyetine sahip olurlardı. Derbend muhafızları, korudukları yollardan geçenlerden ücret aldıkları gibi, bölgede soyulan yolculara da tazminat öderlerdi. Korudukları köyler, Derbend karakollarına adam vermek ve bunların giderlerini karşılamak mecburiyetindeydiler. Derbendler, görevleri yönünden önemli olmalarına rağmen, 17. asrın sonlarından itibaren bozulmaya başladı. Bu durum, emniyetin bozulmasına ve çevre köy, hattâ kasaba halkının eşkıya baskısından korunmak için yerlerini terk etmelerine sebep oldu. Devlet, bu bozukluğu, 18. asrın başlarından itibaren yeniden düzene sokmaya başladı ve Derbend ahalisini, eski yerlerine yerleştirdi veya yeni ahali sevk etti. Böylece, Anadolu’da yollar üzerindeki harap ve boş hanlar tamir edilerek, müstahkem bir hâle getirildi. Tamir sırasında, içinde oturacakların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak derecede imar faaliyetlerine de önem verilerek, adeta bir kasaba şeklinde yeniden düzenlendi. Derbend, han ve vakıf tesislerinin tamiri ve mamur hâle getirilmesi, kısmen başarıya ulaştı. Bir müddet sonra ihmale uğrayan Derbendler, 19. asırda yeniden tamire muhtaç hâle geldi. Belli başlı noktalardaki han ve Derbendler tamir edildi. Osmanlı Devletiyle birlikte, Derbent Teşkilâtı da ortadan kalktı.
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#718 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Miskinhane
Cüzzamlı hastaların halkla temâsına mâni olmak için yaptırılan özel binâlara verilen ad. Halk arasında Miskinler dergâhı ve Miskinler tekkesi denilmektedir. Sosyal devlet anlayışının en iyi örneklerinin müşâhade edildiği Osmanlı Devletinde düşkünler, hastalar, hattâ hayvanlar için vakıflar kurulmuş, onlara insanca muâmele edilmişti. Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamanında, Karacaahmed’in ortasında cüzzamlılar için dokuz hânelik binâlar yapıldı. Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) zamânında bunlara ilâve on bir ev daha eklenerek genişletildi. Miskinhâne denilen bu yerdeki hastalara, Evkaf (Vakıflar) Nezâreti tarafından ayrıca istihkak verildiğinden geçimleri garanti altına alındı. Her miskine Üsküdar imâretinden günde iki ekmek, sabahları çorba, akşamları çorba, et, pilav ve haftada iki gün tatlı verilirdi. Miskinhâneler 1908 inkılâbından sonra kapatıldı. Halk arasında çalışmayan tembellerin toplandıkları yerlere de miskinhâne denmektedir
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#719 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Hamidiye Alayları
Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Doğu Anadolu ile Filistin ve diğer bölgelerin sosyal, siyâsî ve iktisâdî hayâtını düzenlemek için kurulan teşkilât. Pâdişâh İkinci Abdülhamîd Han; Şark meselesi adı altında, Avrupalı devletler tarafından istenilen reformların, Hıristiyan tebea için önce muhtâriyet sonra istiklâl; Osmanlı Devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına geldiğini, yaşanan târihî tecrübeler vâsıtasıyla gâyet iyi biliyordu. Bu yüzdendir ki, bütün gücü ve mahâretiyle Doğu Anadolu’yu kurtarmaya, orada bir Ermenistan devletinin kuruluşunu engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kâbiliyetini azaltmaya çalıştı. Bunun için tâkib ettiği politikanın esâsı şunlardır: 1. Devletin askerî ve mülkî otoritesini maddeten ve mânen Doğu Anadolu’da tesis etmek. 2. Bütün Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, sâdece Ermeniler lehine yapılacak olanları reddetmek. 3. Resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde, mahallî kuvvet ve otoritelerden faydalanmak. 4. Doğu Anadolu’ya batı tarâftarı ve hayrânı memurları yollamamak. 5. Büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak. 6. Ermenilerin olup bittileri karşısında kalmamak için Müslüman halkı, özellikle aşîretleri silâhlandırmak ve onları müteyakkız hâle getirip uyandırmak. 7. Avrupalı misyonerlerin faâliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak. 8. Ermenilerin çıkaracağı her türlü hâdiseye zamânında müdâhale etmek veya ettirmek. 9. Aşîretlerden askerî birlikler teşkil etmek. Sultan Abdülhamîd, bilhassa bu son madde ile doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümid etmekteydi. Doğu Anadolu’da âsâyişin bozulmasına sebeb olan aşîretler bu olaylar sâyesinde hem inzibât altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkîlâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşîretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı. Bu sırada Doğu Anadolu aşîretleri 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî otoriteyi de dinlemez bir hâle gelmişlerdi. Bölgede tampon bir Ermeni devletinin kurulmasını isteyen İngiltere de aşîretlerin bu tutumunu teşvik ederek onları tahrike başladı ve her türlü desteği vâdetti. Bu tahrik ve destekler netîcesinde bâzı aşîret reîsleri Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başladılar. Tehlikeyi sezen İkinci Abdülhamîd Han, hiçbir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfaatine kullanmak üzere Hamîdiye alaylarının kurulmasını emretti (1890). Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşanın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Buna rağmen Abdülhamîd Han, Zeki Paşayı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen Müşir Zeki Paşa 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak Mirlivâ Mahmûd Paşayı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşîretlerden Hamîdiye Alaylarının teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü. 1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve doğuda daha birçok yerde Hamîdiye Süvâri Alayı meydana getirildi. Bu dönemde sâdece Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 alay kuruldu. 1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddelik nizamnâmede Hamîdiye Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri Hamîdiye Süvârî Alayları’dır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu kumandanlarının emri ile sâdece savaş zamânında birleştirilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip mekteb alayında eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti. Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye Alaylarına katılmak için her aşîret severek mürâcât ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı. Hattâ 17 ve 18. asırlarda devlete karşı isyân eden ve zarar veren, Haleb civârındaki Şummar Arap Kabîlesi de Hamîdiye Alayları teşkil etmişti. Hamîdiye Alaylarına katıldıktan sonra zararlı durumdan çıkmış, Birinci Dünyâ Savaşında güneydeki cephede büyük faydalar sağlamışlardı. Libya’da kurulan Hamîdiye Alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler. Söz konusu nizâmnâmenin hazırlanıp kabul edilmesiyle, Müşir Zeki Paşanın nezâretinde Hamîdiye Alayları kuruldu. 1891’de pekçok aşîret reisi İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ziyâret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamîd Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve netîcede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi. Askerî yönden stratejik önemi hâiz yerlerde teşkil edilen Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kur’ân-ı kerîmden bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek Müşir Zeki Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret reisleri, 1893’te kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek Pâdişâh tarafından kabul edildiler. Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe girdi. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşîret çocuklarına açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mektebi açıldı ve pekçok aşîret çocuğu yetiştirildi. Hamîdiye Alaylarının kurulmasıyla Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın aşîret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı münâsebetleri netîcesinde, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusyasının Türkiye üzerindeki emelleri, İngilizler ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvâsı ve aşîret kavgalarının önüne geçildi. İmâr faâliyetleri hızlanarak yeni tesisler kurulup sosyal ve iktisâdî gelişmelere sebeb olundu. İstanbul ile Diyarbekir arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer muhâbere vâsıtaları Hamîdiye Alayları sâyesinde gelişti. O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdî meselelerinin hâllinde çok büyük rolü olan Hamîdiye Alayları, siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar gâyelerine ulaşabilmek yolunda Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ve Hamîdiye Alaylarını en büyük mâni görüyorlardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra, iktidâra yerleşen İttihad ve Terakkî, Hamîdiye Alaylarının teşkilâtını lağvetti. Aşîret hafif süvâri alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24’e indirildi. Doğuda meydana gelen Ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan Savaşında yerinden oynatılmadı. 1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında, iki fırka hâlinde, merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. Birinci Dünyâ Harbinde doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini ric’ate zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve Ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pekçok neferi, çarpışmalar esnâsında şehid düştü.
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#720 |
Usta Yiğido
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Abdurrahman 58 Şuan
![]() Son Aktivite: 17.06.2016 17:24
Üyelik Tarihi: 15.06.2006
Yaş: 35
Mesajlar: 4.132
Tecrübe Puanı: 1116
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Sancak-ı Şerif
Peygamberimiz zamanında kullanılan mukaddes sancak. Topkapı Müzesinde Mukaddes Emanetler arasında muhafaza edilmektedir. Siyah softan yapılmıştır. İstanbul’a gelişi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Ukab adı verilen bu sancak Mısır Kölemen Beylerinden Hayır Bey tarafından, Sultan Selim Hana gönderilmiştir. Diğer rivayete göre ise Sultan Selim Han, Mısır’dan dönüşünde, beraberinde getirmiştir. Başka bir rivayete göre ise 1593 senesindeki Avusturya Seferine, Şam yeniçerileriyle birlikte gelmiştir. Seferden sonra gönderilen Sancak-ı şerif, 1595’te geldikten sonra bir daha geri gönderilmedi. Zamanla Sancak-ı şerif eskiyince, Devlet-i Aliyye’de (Osmanlı Devleti) aslına göre üç sancak işletilmiş ve Sancak-ı şerif parçaları bunların üzerine konmuştur. Bunlardan biri, Hırka-i şerifle beraber sefere götürülür, ikincisi Hazine-i Âmire'de, üçüncüsü yine hazinede saklanırdı. Sancak-ı şerif, padişahla veya onlar bizzat sefere katılmadıkları zaman Sadrazam ve Serdâr-ı ekremle birlikte sefere gönderilirdi. Sancak-ı şerif, padişahla beraber, ilk defa 1596 yılında Eğri Seferine götürülmüştü. Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603), Sancak-ı şerifin yanında seyyid ve şeriflerden meydana gelen üç yüz kişilik bir evlâd-ı Resûlullah’ı beraber götürmüştü. Seferlerde açılan Sancak-ı şerif, bütün askerin mâneviyatını yükseltir, Peygamber efendimizin ruhaniyetinin, muharebe meydanında hazır olduğuna inanılarak şevkle savaşılırdı. Sefere çıkılacağı zaman (veya İstanbul’daki bazı isyanlarda) Sancak-ı şerifin yerinden alınıp teslimi, bizzat padişah tarafından olurdu. Sancak-ı şerifin alınması ve yerine konması esnasında müezzin ve hafızlar Fetih ve Yâsin surelerini okurlardı. Merasimlerde şeyhülislâmlar da bulunur, dua ederlerdi. Seferler dışında, devleti tehdit eden büyük isyanlarda padişah emriyle Sancak-ı şerif açılırdı. Böylece âsilere karşı halk, Sancak-ı şerif altında toplanmağa davet edilir, bu suretle âsilerin mâneviyatları kırılırdı. 1651 ve 1687 isyanlarında Sultan Dördüncü Mehmed Han, 1730 Patrona Halil İsyanında Sultan Üçüncü Ahmed Han, 1826 Yeniçeri Ayaklanmasında İkinci Mahmud Han, Sancak-ı şerifi açarak, halkı onun altında toplanmaya çağırmışlardı. Sancak-ı şerife, Osmanlılar büyük kıymet vermişler, açıldığında yediden yetmişe herkesin onun altında toplanarak gazaya (savaşa) gitmesinin en büyük vazife olduğuna inanmışlardı.
__________________
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...] EZAN DİNMEZ DİYEN,BAYRAK İNMEZ DİYEN,ŞEHİT ÖLMEZ DİYEN BİRİLERİ VAR ...!!! |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 16 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 16 Misafir) | |
|
|