|
|
#51 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
Büyük randevu...Bilsem nerede saat kaçta?
Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?...
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#52 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
UYUMAK İSTİYORUM
İki yıldız arası göğe asılı hamak.. Uyku,uyku...zamansız ve mekansız uyumak. Uyumak istiyorum;başım bir cenk meydanı; Harfsiz ve kelimesiz,düşünmek Yaradanı. İlgisiz,her şeyden kesilmiş ilgisizlik; Bilmeyiş ki,en büyük ilme denk bilgisizlik. Usandım boş yere hep gitmeler,gelmelerden. Bırakın uyuyayım,yandım kelimelerden! Göz kapaklarımda gün,kapkara bir kızıllık; Kulagımda tarihin çıkrık sesi,bin yıllık. Bir yurt ki bu ,diriler ölü,ölüler diri; Raflarda toza batmış Peygamberden bildiri. Her gün yalnız namazdan namaza uyanayım; Bir dilim kuru ekmek;acı suya banayım: Ve tekrar uyuyayım ve kalkayım ezanla! Yaşaya dursun insan,hayat dedigi zanla... Necip Fazıl Kısakürek
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#53 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
ÜSTAD
ERDEM BAYAZIT Her milletin hayatında ona muallimlik eden, onun yönlenmesinde; toplumun kültürel ve ideolojik hayat macerasının oluşumunda pay, milletin varlık şuuru kazanmasında rol sahibi olan düşünür ve sanatkârları vardır. İşte Necip Fazıl Kısakürek, milletimizin sahip olduğu böylesine nadir kişilerden biri olarak ebediyete intikal etmiştir. Bu yazımızın amacı Necip Fazıl’ın eser verdiği dalları itibarı ile bir değerlendirmesini yapmak veyahut herhangi belirgin bir yönü üzerinde durmak değil, belki toplumda oynadığı topyekün rolü ortaya koymaktadır. Onun bağlıları ona “Üstad” diye hitabederlerdi. Onun verdiği konferans ve hitabeler dinleyicileri vecd içinde takip eder, heyecanlarının zaptedilmez hale geldiği anlarda ona bağlılıklarını ifade için “Üstad! Üstad! Üstad!...” diye tezahüratta bulunurlardı. Dilimizde “Üstad” asıl anlamıyla yüce öğretmenliği, üstün sanatkârlığı yol göstericiliği ifade eder. Necip Fazıl’ın toplumumuzda oynadığı rol gözönüne getirildiğinde; şair, düşünür ve dava adamı olarak onu belirleyecek en münasip sıfatın “üstad” kelimesi olduğu görülür. Necip Fazıl’in milletimizin düşünce sanat ve ideoloji hayatındaki yerini belirleyebilmek için ,onun zuhur ettiği dönemin gerek dünya gerek ülke şartlarına bir göz atmakta zaruret vardır. İnsanlık 20. yüzyıla tam bir inkâr psikozuna tutulmuş olarak girmişti. Din ve ona bağlı olarak tüm ruhi değerler hayattan kovulmak isteniyordu. Adeta Allah’a karşı savaş açılmıştı. Pozivitizm, materyalizm, Komünizm, Darwinizm gibi maddeperest cereyanlar insanlığın üzerinde bir inkâr fırtınası gibi eserek mevcut değerleri alabora ediyor; fertlerin beyinlerini, toplumların düzenlerini sarsıyordu. Bu genel havanın yanısıra, İslâm aleminde uzun yıllardan beri görülen çürüme ve çözülme, Osmanlı Devletinin çöküşü ile tam bir dağılmaya müncer olmuştu. Emperyalizm, bir yandan kendi bünyesindeki ırkçı fikirleri müslüman toplumlara da empoze ederek, diğer yandan başgösteren ayrılıkçı hevesleri körükleyip destekleyerek, İslâm alemini parçalamayı başarmış böylece, her parça üzerinde vesayet kurarak güdüm altına almıştı. Batı’nın madde plânında azmanlaşan gücü karşısında müslüman toplumların özellikle entellüktüel kesimi derin bir aşağılık kompleksine düşmüştü. Onlara göre dini savunmak en büyük gericilikti. İlericiliğin ve entellektüelliğin tek şartı ise, Batının maddeperest cereyanlarının kendi toplumlarında temsilcisi olmaktı. 1925 yılında ilk şiir kitabı “Örümcek Ağı” yayınlandığında Necip Fazıl henüz 20 yaşlarındaydı. O, merkezi İstanbul olan ve üç eski kıt’a üzerinde yayılmış bulunan cihan devletinin çöküş yıllarında dünyaya gelmiş, gençliğini idrak ettiği Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ise, Tanzimattan beri sürüp; gelen ve gittikçe hızını artıran Batıcılık artık devletin resmi politikası olarak kurumlaşmıştı. Yukarıda ana hatlarıyla belirtmeye çalıştığımız genel hava cumhuriyet Türkiyesinde de şiddetli bir biçimde hükümrandı. O dönemi göz önünde canlandırmak için 1930’lu yıllarda Matbuat Umum Müdürlüğünün bir tamim ile basında dini yayınları yasakladığını, geleneksel Türk Müziğinin bile bir süre devlet radyolarında yayından kaldırıldığını hatırlatmak yeter sanırım. Bilinen diğer uygulamaları tek tek saymaya gerek görmüyoruz. Entellektüel kesimde İslâm ve öz kültürümüze ait ne varsa reddetmek, Batıya ait ne varsa övgü dizmek tek geçerli modaydı. İtibar sahibi olmanın yolu, İslâm medeniyetini kötülemek, Batı medeniyetini yüceltmekti. İslâmı yaşayanlar, dine sahip çıkanlar ancak kabuğuna çekilmiş bir şekilde toplumun derinliklerinde hayat hakkı bulabiliyorlardı. Su üstüne çıkmak, entellektüel alanda görünmek eğilimleri ya sindiriliyor, olmazsa tenkit ediliyordu. Estirilen bu hava Cumhuriyet Türkiyesini İstiklâl Marşı’nı yazmış olan şaire bile nefes almak imkanı vermemiş Mehmet Akif, öteden beri savunageldiği İslâm davasının sahibi olarak Mısır’a hicret etmekten başka bir yol bulamamıştı. Bu noktada insan ister istemez İslâmın zuhur yıllarında karşılaşılan engeller Allah Rasûlülün İslâmı tebliği için çektiği çileyi hatırlıyor: O günlerde Kureyş’in zulmü karşısında korumasız bir çok müslüman Allah Rasûlü’nün tavsiyesi üzerine Necaşi’nin ülkesi Habeşistan’a hicret etmiş, Hazreti Peygamberin yanında kalan bir avuç müslüman ise, Mekke’nin bir köşesinde kalmıştı. Kureyşli müşriklerin ileri gelenleri oturup konuşmuşlar. İslâmı durdurmanın tek yolunun Allah Rasûlünü öldürmek olduğuna karar vermişlerdi. Bu işi gerçekleştirmeye ise, Necip Fazıl’ın tabiri ile “Kureyş’in en büyük kılıç ve kale şövalyelerinden Hattab oğlu Ömer” talip olmuştu. Bir gün önce Allah Rasûlü: - Yarabbi, İslâmı iki Ömer’den biri ile aziz et! diye niyazda bulunmuştu. Yani, asıl adı Ömer olan Ebu Cehil veya Hattab oğlu Ömer’den birinin hidayete ermesi için Peygamber duası... Nasib, Hattab oğlu Ömer’in! O, elinde kılıç Allah Rasûlünün canına kasdetmek için yola çıksa daha Peygamber duası ile mucize olay gerçekleşecek yolda bilinen hadiseler vuku bulacak, Ömer kızkardeşinin evinde okuduğu Kur’an ayetleri ile hidayete erecek, öldürmeye niyetlendiği Allah Rasûlünün dizinin dibinde şehadet kelimesi getirerek müslüman olacak ve bir ev içinde sıkışıp kalan müslümanlara ilk teklifi: -Buyurunuz imânımızı küfrün suratına çarpalım, namazımızı Kabe’de kılalım! olacaktı. Ve bu mucizevi olay karşısında Kureyş müşrikleri apışıp kalacaklardı. İşte 1930’lu yıllarda da sebep ve tezahür çok değişik olsa da İslâm ve iman davası, gerek tüm dünya genelinde gerek Türkiye’de İslâmın ilk zuhur yıllarındaki sıkışıklığa benzer bir sıkışıklıklığı yaşıyordu. O günlerde şartların gerektirdiği hususiyet ve kaabiliyetlere sahip olmayan herhangi bir kişi meydana atılıp entellektüel plânda İslâm ve iman davasını vaz edecek olsa, onun ne basında, ne üniversitede, ne aydın ve ne de gençlik kesimlerinde sesini duyurup bir ayak yeri edinmesi ihtimali düşünülemeyeceği gibi, sözüm ona tüm aydın kesim, en azından ona bir meczup, bir çılgın gözü ile bakardı şüphesiz. Benzetmek gibi olmasın. Hattab oğlu Ömer gibi biri gerekti. Şövalye ruhlu, Nefsinden emin, Eğilmez ve bükülmez mizaçlı, Keskin zekâya, Gerçeği bir anda kavrayıcı tecrid melekesine, Anlatılmazları anlatacak ifade kudretine sahip biri gerekti. Dahası şöhreti toplumu tutmuş olmalıydı. Dahası Hattab oğlu Ömer’in işlemeye niyetlendiği cürüme eş bir cürümle sabıkalı olmalıydı. Mesela kör gözlerinin açılması için, şifayı “İsa’nın eli”nden değil “Kadın bacakları”ndan beklemeliydi ve böylesine cürümleri için Allah düşmanları tarafından alkışlanmış biri olmalıydı. Öyle biri vardı. Öyle birini hidayete erdirmesi için dua edecek öyle bir peygamber artık kıyamete kadar gelmeyecekti kıyamete kadar Allah’ın gökkubbesinin altını boş bırakmayacak Peygamber varisi, irşad kapısı “veli” kullar da her zaman bulunacaktı. Daha 30 yaşına basmadan önce yazdığı şiir ve piyeslerde bile onun ne tür bir soy kafa olduğu görülür. “Varlık muhasebesinin sancısını çeken üstün zekanın, meçhulleri yakalamanın cehdi ile kıvranan delici aklın, mutlak doyumu arayan kalbin ve bu yolda her türlü çilenin ağırlığını kaldırmaya âmâda ihtiraslı “ben”liğin tezahürlerini, Necip Fazıl’ın ilk eserlerinde bütün nüansları ile görmek mümkündür. Eğer Necip Fazıl ömrünün baharında kaleme aldığı şiir ve tiyatro eserleriyle Türk edebiyatında yer almış olsaydı, bu kadarı bile ona milletimizin edebiyat tarihinde müstesna bir yer sağlamaya yeterdi. Ama kaderin ona biçtiği yer sadece büyük şairlik ve yazarlık değildi. Kader ona dava adamlığı, büyük misyon sahipliği, nesillerin eğiticiliği görevini de münasip görmüştü. Onun 40 yaşına doğru tırmanırken bu görevi omuzlaması için bir “irşad” hadisesi, bir “İrşad edici” gerekliydi. Bu olay 1934 yılında vukubuldu ve Necip Fazıl onu “Büyük Kapı”da anlattı. Necip Fazıl iki mısra ile özetlediği irşad olayını diriltici ve oldurucu “Nazar”ı şöyle şiirleştirecektir: Bana, yakan gözlerle bir kerecik baktınız. Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız! Mürşidini bulmuştu ve geriye “agora”ya atılıp çığlığı basması kalıyordu. Hattab oğlu Ömer’in hidayete ermesiyle Kureyş müşrikleri nasıl bir anda apışıp kalmışlarsa “Kadın Bacakları” şairinin de İslâmi idraki, din ve Allah düşmanı sözüm ona entellektüelleri ilk anda apıştırmıştı. 1936 yılında yayınlamaya başladığı “Ağaç” dergisindeki ilk başyazısının başlığı “Allahsız Dünya”dır. Ve o yazı şöyle noktalanır: “Perişan ruhumuzu düzene sokacak İman! Davamız seninle...” 17 sayı çıkan Ağaç Dergisinden sonra, Büyük Kapı’da pişmiş ve olgunlaşmış olarak 1943’te artık devre devre imkân buldukça çıkartacağı “Büyük Döğu”yu yayınlamaya başlar. Büyük Doğu”nun ilk sayısında düzenlediği bir ankette devrenin eli kalem tutan entellektüellerine yönelttiği ilk soru “Allah’a inanıyor musun?”dur. Artık “Büyük Doğu’” toplumun her kesimine hitap eden basında, üniversitede, aydın çevrelerde ayak yeri tutabilen bir mekteptir. Adı Necip Fazılla özdeşleşen bir mektep! O Mektepte insanlık varlık muhasebesine davet edilmektedir. O Mektepte millet, varlık şuuruna davet edilmektedir. O mektepte “Doğu”da, “Batı”da asli unsurlarıyla teşrih masasına yatırılmaktadır. O mektepte, yanlış maceralara sürülmek istenen bir milletin tarihine ve istikbaline sahip çıkılmaktadır. Bir taraftan İslâm toplumu modeli, belki de bu sahada yazılmış ilk orijinal eser olarak “ideolocya Örgüsü”yle, fikir plânında şekillenmektedir. Diğer taraftan “II. Abdülhamid Han” tarihi bir tez olarak ele alınarak, gelecekte o modelin gerçekleştirimi için siyaset yoluna bir işaret taşı dikilmektedir. Milleti millet yapan kahramanların arasından sahteleri ayıklanmakta, bunlar müsbet ve menfi tipleri ile tarih önünde teşhir edilmektedir. Her konu “hakikatin değişmez ölçüsü” ile ele alınmakta, tarif ve tasnife bağlanmaktadır. Üstad bir tarihçi değildir, ama tarihçiye yol göstermektedir. Üstad bir sosyolog değildir, ama sosyologlara en sağlam ölçüleri sunmaktadır. Üstad bir din alimi değildir, ama ilmihal yazıcıların önüne dini kıldan ince, kılıçtan keskin ölçülerle koymaktadır. Büyük Doğu, gerçekten halk için bir mektep entellektüel için üniversite olmuştur. Bütün bunlar elbette çilesiz olmamıştır. Üstad’ın verdiği konferansları takip etmek için salonları patlatırcasına dolduran gençlik elbette sancısız doğmamıştır. Nice tehditlere maruz kalınmış, nice takiplere muhatap olunmuş, nice hapishanelere girilip çıkılmıştır. Evinin elektirik, çocukların süt, kendisini Kadıköy’den, Karaköy’e geçirecek yol parasının bulunmadığı nice günler yaşanmıştır. Ona “Süper Mürşid” diye hücum eden Allah ve hikkat düşmanları bir noktada haklıydılar. İslâmi bir müessese olarak batın anlamıyla şüphesiz o bir “mürşid” değildi, ama irşadın peşindeydi. Işığını gerçek mürşidden alan bir “muallim”, bir “yol gösterici”, bir “Üstad”tı. Erdem BAYAZIT ÖLÜMÜNÜN 11. YILINDA NECİP FAZIL KISAKÜREK Derleyen, İbrahim ATAÇ (Meram Belediye Bşk. Yrd.) Meram Belediyesi Kültür Serisi: No: 2 Sf. 50-58
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#54 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
ne hasta bekler sabahı , ne taze ölüyü mezar.....
ne de şeytan bir günahı, seni beklediğim kadar... geçti istemem gelmeni,yokluğunda buldum seni; bırak vehmimde gölgeni,gelme artık neye yarar ? n.f.k.
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#55 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
NAZIM HİKMET'E İLK VE SON HİTAP
Nâzım Hikmet! Nafile çabalıyorsun. Sana kızmıyorum. Kızmıyacağım. Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklıyan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz. Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum. Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun. Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin. O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kimbilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun. Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı: Ben - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun? Sen - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim? Ben - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun? Sen - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler. Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmıyan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım. Şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlülüğünü... Senin nene mukabele edeyim? Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer? İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir? Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktile vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum, ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme! Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim. Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim. Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman... Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor. İşte görüp göreceğin rahmet! (11 Nisan 1936)
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#56 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.” (1940) ESSEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSİ Sonsuzluk plânının irşad kutbu... Ferdî - Muhammedî hakikat vârisi... Tesbihin son tanesi... Benim kurtarıcım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, nurum, ruhum, canım, efendim, topyekûn hayatım... Kelimeler dize gelsin!.. Onun için, dize gelmiş kelimelerle ayrı bir eser yazdım: «O ve Ben»... Kapkaranlık dünyanın bütün kapıları kapanırken, Büyük Kapı’yı bekleme nöbeti kendisine gelen, büyük, büyük; kullara ve bağlılara mahsus bütün büyüklerin üstüste bindikçe yanında küçük kaldığı, büyük Allah dostu... Kelimeler dize gelsin!.. O'na Benim efendim! Ben sana bendim! Bir üfledin de Yıkıldı bend’im. Ben ki, denizdim, Dağbaşı bendim. Şimdi sen oldun, Âleme pendim. Benim efendim! Benim efendim, Feza levendim! Ölmemek neymiş; Senden öğrendim. Kayboldum sende, Sende tükendim! Sordum aynaya; Hani ya kendim? Benim efendim! Benim efendim! Emri yüklendim! Dağlandım kalbden Ve mühürlendim. Askerin oldum, Başta tülbendim; Okum sadakta, Elde kemendim. Benim efendim. 1978 BENİM EFENDİM! Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim! Vaktiyle: «keşke bu kadar zeki olmasaydın!» buyurduğun adamın beynini, zerre zerre kıskaca alıp atom gibi çatlattıkları bu hengâmede, eminim ki, her dem beraberimde, her ân baş ucumdasın... Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah'ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağlıysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim... Düşünsünler farkı!.. Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah'ı zikrederken görüyorum. Yirmidokuz yıl değil, ikibin dokuzyüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen... Ruhun gibi kalbin de mahfuz... Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah'ın izniyle her tarafta ve benim yanımda... • Benim güzel Efendim! Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki, dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum. Hayatta biricik gayem, yaşarken ölümü delmek ve öteye geçmek gayesinin; o, anahtarını Kapı'yı açmak üzere senin elinden aldığım gayenin, henüz, «Anahtar hangi elle tutulur ve nereye yerleştirilir?» hakikatinden bile uzak bir müflisiyim. Hakikatte müflis, sadakatte müflis, gayrette müflis, her şeyde müflis... Bendeki, sadece, dağdan geçerken, tepesinde çadır kuran, şimşekleri arkadaşlarına anlatmaya yeltenici sümüklü bir mahalle çocuğu ağzı; o kadar... Ama bu Kapı'ya beni köpek diye yazan, bu gemiye paspas diye alan sen, kabûl etmez misin ki, «O Kapı'nın köpeği» ve «O geminin paspası» olmak rütbesinin üstüne bu dünyada pâye yoktur? Kendimi, fikirde, san'atta, şunda bunda, dünyanın en büyük adamı görmek, bilmek, göstermek, bildirmek isterdim; tek, O Kapı'nın köpeğine mahsus derece belirsin diye... Sana ve senden, bağlı olduğum O'na devretmek için... • Gûya seni yazdım; atom ve füze devrindeki, inkâr ve ihtilâç asrındaki mâverâ kılavuzunu anlatmaya savaştım, gûya... Soluk bir kumaş üzerinde hâreli lekeler güneşi ne kadar gösterebilirse, bu kargacık, burgacıklar da seni o derecede anlatabilir. Eğer bu arada, kendimden, nefsimden birçok şey kattımsa, yine hâreli lekelerin güneşe bağlı olmasından; ucunda sen varsın, diye. Bu ölçü dışında, nefsim için, kendi başına ele aldığım tek nokta bulunduğunu sanmıyorum. Seni tanıyıncaya kadar hayatım, sana yaklaşmanın, uzaklıkta yaklaşmanın saadeti; seni tanıdıktan sonra da senden uzaklaşmanın, yakınlıkta uzaklaşmanın felâketi içinde, bütün teferruatiyle senin... Hayatım sensin!.. • Aç bana Kapı'yı, artık aç!.. Allah'tan izin iste ve ardına kadar aç!.. Ebediyen köpeğin olarak kendi köpekliğimden çıkayım ve insan olayım... Allah izin verirse eğer, O Kapı'dan içeriye, topyekûn insanoğlunun; atom ve füze devrinde, inkâr ve ihtilâç asrında muhtaç olduğu fikir ve ruh hamulesini kervanlaştırıp geçireyim... Bu, senin papucunu silmekten daha değersiz bir hizmettir kapıya... • Kapının içini hayâl ediyorum. Hüzmeleri ebediyet boyunca mesafeleri ışıldatan projektörler altında, fil dişi kaldırımlardan sonsuz bir cadde... Şehrah... Bu şehraha açılan ve nisbet ölçülerinin her biriyle ayrı istikametlerden gelen nâmütenahi yol... Yollarda, ellerini yüksekliklere kaldırmış, yalınayak ve başı kabak, çığlık içinde bir insanlık... Ve tepede caddenin yokuş başında billûrdan pırıl pırıl kurtuluş beldesi... Ebedî safâ şehri... Bunun da rüyasını görmüştüm: İhtilâlden bir iki ay evvel, Ankara'da, boğazıma kadar kötülüğe batmış, yatağa girdiğim bir gece, rüyamda Efendi Hazretleri... Yüzü fevkalâde müteessir, başını sallıyor: — Çok sıkılacaksın, çok sıkılacaksın!.. Sonunda... Sonunda, adet bildirerek şu kadar servetim olacağını söylüyorlar... İşte!.. Daha sonun sonuna gelmedik. • İmân edeceklerdir ki, bu yollara düşecekler... Ve ölmeden öleceklerdir ki, şehraha girecekler... Ve beldeye ulaşacaklar... Ve beldenin merkezinde bir saray... İçinde Allah'ın Sevgilisi ve etrafında... Has oda sırrının emanetçisi «Altun Silsile» kahramanları... • Benim Efendim! Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin, apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin... Şimdi bırakacak mısın beni, bir solucan gibi toprak üstünde sürünmeye... Bilip de câhil, anlayıp da unutkan, görüp de kör, duyup da hissiz kalmanın felâketine düşmeyeyim!.. • Sabah namazlarına kalkamamanın, yığılıp kalmanın, sızıp silinmenin acısiyle döğündüğüm bir gece, (1 Nisan 1961, Cumartesi, sabaha karşı) güneşin doğmasına tam 23 dakika kala, sol elime, tak, tak, tak, üç kere vurup beni dehşetler içinde yerimden fırlatan ve içinde tek telkin ve nefsimi aldatma hissi bulunması imkânsız bu harika karşısında aklımı çatlatan sen değil miydin?.. Bu tecelli karşısında büsbütün köpekleşmiş, son nefesime kadar Kapı'nın köpek kulübesinde ve o köpeğe mahsus liyakat şartları içinde kalacağıma söz veren benim!.. • Çarklar işlemekten aşındı, vadeler dolmaktan çatladı. Akşam oluyor... Bir mızrak boyu kaldı, benim de hayat güneşimin batmasına... Ne olursam, bu bir mızrak boyu zaman içinde olacağım... Allah'tan af istiyorum. Allah'ın Sevgilisinden ve bütün Silsileden teker teker suçlarımın bağışlanmasını istiyorum. • Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur; ve bu suyun eğer bulanık bir tarafı varsa nefsime, nurânî özü de O'na aittir. Bugünün, yeşillikler ve pırıltılar içinde suyu arayan ceylân gençliği o pınara koşsun!..
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#57 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
ÇATLASA DÜNYANIN SABIR TAŞLARI
DÜRÜLÜR DEFTERİ ZULMÜN BİRBİR ELVAN ELVAN ÇİÇEK AÇAR SABAHLAR BUGÜN OLMAZSA YARIN AMA BİRGÜN MUTLAKA
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#58 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
TABUT
Tahtadan yapilmis bir uzun kutu; Bas tarafi genis, ayak ucu dar. Cakanlar bilir ki, bu bos tabutu, Yarin kendileri dolduracaklar. Her yandan kücülen bir oda gibi, Duvarlar yanasmis, tavan alcalmis. Sanki bir tas bebek kutuda gibi, Hayalim, icinde uzanmis kalmis. Ciliz vücuduma tam görünse de, Icim, bu dar yere sigilmaz diyor. Geride kalanlar hep dövünse de, Insan birer birer yine giriyor. Ölenler yeniden dogarmis; gercek! Tabut degildir bu, bir tahta kundak. Bu agir hediye kime gidecek, Cakilir cakilmaz üstüne kapak "Necip Fazil "
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#59 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
Kafiyeler
Ne diye, Bu şuna, Şu, buna Kafiye? Başa taş, Aşa yaş, Hey`e ney, Tuhaf şey! Kafiye Mantığı, O mantık! Hediye Sandığı, Bu sandık! O mantık , Bu sandık- Ta sandık, Ve yandık. Ne yandık! Hendese, Kümese Tıkılmak. Hadise , Kırkayak, Adese, Oyuncak. Vesvese, Gök bayrak. Ölümse, Gel dese; Tak, tak, tak! Mu-hak-kak! Sorular Sordular, Neden çok, Nasıl yok, Niçin var? Sanatsız Papağan, Neden çok; Ve atsız Kahraman, Niçin yok? Çok ve yok, Yok ve çok, Aç ve tok, Tok ve aç; Tut ve kaç! Saklambaç. Neden çok, Nasıl yok, Niçin var? Niçin`i, Boğarken Piçini, Yatakta Bastılar, Şafakta Astılar. Ve derken: Nasıl yok, Niçin var? Bir varmış, Bir yokmuş. Kararmış Ve kokmuş Dünyamız. Rüyamız kapkara. Manzara: Gebeler Döşeksiz. Ebeler İsteksiz. Kubbeler Desteksiz. Habbeler Süreksiz. Türbeler Meleksiz. Tövbeler Gerçeksiz. Cübbeler Yüreksiz. Cezbeler Şimşeksiz. İzbeler Emeksiz. Hağbeler Ekmeksiz. Kafiye, Hikâye! Dâvâ tek: Ölmemek! Peygamber! Ne haber? Bir batan Var : Vatan ! Kandil loş, Ocak boş: Ve dağ dağ Elveda ! Gitme kal! Nefes al ! Emir tez, Bekletmez ! Ve o nur Bulunur ! İşte iz ! Geliniz ! Toprak post, Allah dost .... Necip Fazıl Kısakürek
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
|
|
#60 |
|
Yiğido
![]() ![]() LeyL Şuan
Son Aktivite: 18.03.2012 10:49
Üyelik Tarihi: 26.09.2009
Yaş: 36
Mesajlar: 105
Tecrübe Puanı: 600
![]() |
YÂR O Kİ...
Falan, dağın ardında; Seslen, seslen, işitmez Filân, toprak altında; Gözyaşları diriltmez Neye vardın, vardın da? Ufuk varmakla bitmez. Bir şey göster kadında, Tılsımını eskitmez! Yâr o ki, hep yâdında; Ekslimez ve eskiltmez. Murâdı murâdında, Seni bırakıp gitmez.
__________________
Ey Züleyha!!.. Yusufi kuyuların kayıp kızı, Zindanların aydınlık rüyası..
|
|
|
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye Okuyor. (0 Kay?tl? Üye Ve 1 Misafir) | |
|
|
Benzer Konular
|
||||
| Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
| Şairlerin Sultanı: Necip Fazıl | sivaslifani | Sivaslı Önemli Şahsiyetler | 7 | 23.01.2009 09:26 |
| Gençliğe hitabe - Necip Fazıl Kısakürek | gul-i_ahmer | Hertelden | 1 | 17.09.2008 11:40 |
| Gençlik/ Necip Fazıl | FurkaN | Hertelden | 1 | 16.06.2008 18:57 |
| Fâzıl aabime açık mektup | Efe Cemil Şeker | Arşiv | 38 | 25.12.2007 02:35 |
| Necip Fazil Kisakürek siirleri (resimli) | Arşiv | 0 | 01.01.1970 02:00 | |